Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27 Mart 2018, 13:20   #1
Çevrimdışı
Sanem
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Depresyon Kavramının Tarihsel Süreci




TARİHSEL ARKA PLAN
Bir kavramın veya bir olgunun daha iyi anlaşılması için, onun tarihsel sürecine ve/veya etimolojisine inmek, sosyal bilimlerde vazgeçilemeyecek bir yöntemdir. Kuşkusuz depresyon kavramının daha iyi analiz edilmesi de bu durumdan bağımsız değildir ve modern dönemlerin kavramlarından biri olan depresyonun daha iyi açıklanabilmesi, tarihsel olarak ondan bağımsız düşünülemeyecek psikoloji ve psikiyatri bilimlerinin açıklanması ile ilintilidir.

Kavramsal Olarak Psikoloji ve Tarihsel Süreç
Eski dilde Ruhîyât olarak geçen Psikoloji, etimolojik olarak Yunanca ruh anlamına gelen psykhe deyimiyle, bilgi anlamına gelen logos deyiminden türetilmiş bir kelimedir. Dolayısıyla ve Türkçe bir kavramlaştırma ifadesiyle Psikolojinin Ruh Bilimi olduğunu söylemek mümkündür. Ruhsal Yaşamın Bilimi diye kullanıldığı metinler de mevcuttur.

Psikolojinin Ruh Bilimi oluşu, bizi ruhun varlığı ile ilgili ilk tartışmaların yaşandığı Antik Çağ’a kadar götürmektedir ve benzer şekilde bazı Ortaçağ ve Yeniçağ düşünürleri de ruhun var olduğunu ileri sürmüşlerdir. Heraklitus ve Eflatun başta olmak üzere birçok düşünür ruhun var olduğu konusunda felsefi tartışmalara girmiş ve spiritüalist akım böylece ortaya çıkmıştır. Spiritüalist filozofların görüşüne göre; madde bir görüntüden ibaret olup, maddesel olmayan yani fiziksel ve kimyasal oluşumlarla açıklanamayacak olan ruh, evrenin asıl cevherini meydana getirmektedir. Yine başlangıcı eski Yunan filozoflarından Demokritos’a dayanan başka bir görüşü benimseyen düşünürlerce de ruh adı verilen bağımsız bir varlığın olmadığı ileri sürülmüştür. Onlar da fiziksel ve kimyasal kanunların yaşamın bütün biçimlerini açıklamaya yettiğini, ruhun bedenin bir fonksiyonundan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Böyle düşünenlere filozoflara materyalistler denilmiştir. (1)

Psikoloji, kökleri itibariyle en eski disiplinlerden biri olduğu kadar, en yeni disiplinlerden de birisidir. Modern bilimin gereği olarak kabul edilen yaklaşımlar ve kullanılan teknikler, psikolojinin köklerini dayandırdığı eski felsefeyi modern psikolojiden ayırmış ve psikolojinin ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Hâlbuki 19. yüzyılın son çeyreğine kadar filozoflar insan doğasını bir takım kurgulara, sezgilere ve kendi sınırlı kişisel tecrübelerine dayalı genellemeler yoluyla incelemişlerdir. Bellek, öğrenme, motivasyon, algı, rüyalar ve irrasyonel davranışlar gibi insan doğası hakkında bugün sorulan sorular, yüzyıllar önce bu filozoflar tarafından benzer şekilde sorulmuştur. (2)

Günümüzde psikolojinin bulgularından çok değişik alanlarda yararlanılmaktadır. Eğitim, tıp, endüstri ve ekonomi alanlarında psikolojik bilgilerin kullanımı, insanların daha üretken olmasını sağlamaktadır. Büyüme, gelişme, yetenekler, ilgi, zekâ, heyecan, bellek, düşünme, öğrenme konularında elde edilen psikolojik bilgilerin eğitim alanında kullanılmasıyla bu alanda başarının yükseldiği izlenmiş, daha sağlıklı ve daha modern eğitim modelleri geliştirilmiştir. (3)

Kavramsal Olarak Psikiyatri ve Tarihsel Süreç
Depresyon kavramının tarihsel sürecinde önemli yer işgal eden bir diğer bilim dalı ise Psikiyatri’dir. Psikiyatri, akıl hastalıklarının teşhisi, tedavisi ve önlenmesi ile uğraşan bilim ve hekimlik dalıdır. İnsanın davranış dinamiklerini biyopsikososyal olarak açıklamak üzerine çalışan ve normal ile normal dışı davranış örüntülerini (hastalık) sınıflandırarak tedavi etmeye çabalayan tıp bilimi ve ruh hekimliğidir. (4) Psikiyatri bir tıp dalıdır. Başlıca ilgi alanı beyin hastalıklarıdır. Bu alanda günlük dilde akıl hastalığı, ruh hastalığı, sinirlilik halleri… denilen durumlar yer almaktadır. Bu hastalıklar düşünce, davranış, duygu değişiklikleri ile kendini gösterir. Psikiyatri bu hastalıkların tanı ve tedavileriyle uğraşan bir bilim dalı olagelmiştir. (5)

Tarihte beynin merkezi sinir sistemi olduğunu ilk ileri süren Hipokrat olmuştur. Milâttan önce 5. yüzyılda yaşayan Hipokrat tıp ilminin babası kabul edilmektedir. Onun zamanında affektif duygulanımın; sevinç, gülme, eğlenme, diğer yandan korku, endişe, pişmanlık duygularının beyinden ileri geldiği belirtilmiştir. Bu duygulanım ve beyindeki bir takım hastalıklar sonucunda insanlar akıllarını kaybetmekte, sayıklamakta, hayal görmekte ve korkmaktadır. Hipokrat, akıl hastalıklarını beyin hastalıkları olarak kabul etmiştir. Ayrıca hâlen geçerliliğini yitirmeyen bir takım terimler onun zamanında tanımlanmıştır. Bunlar arasında “Melankoli, Mani, Paronoya”yı saymak mümkündür. (6)

Roma ve Yunan medeniyetlerinin duraklaması sonucu ilim, güzel sanatlar ve tıbbın gelişmesi de durmuştur. İlmin bütün sahalarında olduğu gibi tıp biliminde de gerilemeler devri başlamıştır. Toplumsal yapının temel dayanağı olan kilise müessesesi ilmin karşısında olmuş ve tüm ilmi çalışmaları engellenmiştir. Bu karanlık dönemde akıl hastalarına ise, “İçine şeytan girmiş”, “Cadı olmuş” gibi bir takım yakıştırmalar yapılmış, bu hastalara işkenceler tatbik edilmiş ve en sonunda da canlı canlı meydanlarda yakmaya varan eylemlere girişilmiştir.

Tarihsel süreç içerisinde akıl hastalıklarının hasta olarak kabul edilip insanca muameleye tabi tutulabilmesi için bir kaç yüz yılın daha geçmesi gerekmiştir. Fransız ihtilaliyle birlikte gündeme gelen hürriyet, eşitlik, beraberlik, kardeşlik ve adalet gibi haklardan sonra akıl hastalarına da insanca muamele başlamıştır. Büyük Fransız hekimi F. Pinel (1745 – 1826) Fransız ihtilalinin ideallerini tıp alanına taşımıştır. Pinel ve öğrencilerinin getirdiği tedavi anlayışı psikiyatri tarihinde yeni bir çığır açmıştır. Bu dönemde Avrupa’da ilk defa (1793) akıl hastalıklarına maruz kalan şahıslar resmen hasta kabul edilmiş ve bağlandıkları zincir ve bağlarından çözülerek hastanelerde tedaviye alınmışlardır.

XIX. asrın birinci yarısında ruhi hastalıklar üzerine yapılmış tecrübi çalışmalar üzerine yoğun tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalar iki kutuplu olarak devam etmiş ve spiritualistik bakış ile biyolojik bakış tarzı karşı karşıya gelmiştir. Bu tartışmaların temelinde, ruhsal hastalıkların kaynağı araştırılırken sebep ruhta mıdır yoksa bedendeki arızalarda mıdır sorusu olmuştur. Spiritüalist teoriye göre ruhsal hastalıklar incelenirken idealist bakışla inceleme yapılmaktadır. Bu teoriyi savunanlar XVI. asırda tatbik edilen çok eski tedavi metotlarını uygulamaya ve bunlardan istifade etmeye çalışmışlardır. Bu tedavi yöntemleri arasında: Hastaların başlarına sıcak tatbik etmek, uzun müddet hastaların üzerlerine soğuk su dökmek, çok miktarda kan aldırmak, hastaları özel mekanizmalarla hareket ettirmek vb. uygulamalar mevcuttur. Ancak XIX. yüzyılda tabii ilimler sahasındaki ciddi gelişmeler ve materyalist felsefenin kazanımları biyolojik psikiyatrinin hâkimiyeti ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla psikiyatristler somatik tıbba daha çok müracaat eder olmuşlardır. (7)

Depresyon Kavramının Tarihsel Süreci
Michel Foucault’nun hüzün, haset, umutsuzluk, intihar, kalp acısı(8) diye tanımladığı depresyonun tarihsel kökleri psikoloji ve psikiyatri bilimlerinin tarihinden ayrı olarak değerlendirilmemekte, fakat yine de bugün anlaşıldığı şekliyle depresyon kavramının görece yeni bir kavram olduğu izlenmektedir. Hatta depresyonun evrensel geçerliliği olan bir hastalık olup-olmadığı konusu ile ilgili yapılan tartışmalar da hala geçerliliğini korumaktadır.
Hakkında yapılan tartışmalar bir kenara bırakılırsa, depresyonun tarihsel süreci ile alakalı bilgi vermenin ancak hastalığın epidemiyolojik tarihsel evrimi ile ilgili bilgi vermekle mümkün olduğu anlaşılmıştır. Zira yapılan literatür taramasında salt depresyonun tarihsel süreci ile alakalı yeterli argümanın olmadığı izlenmiştir. Bununla birlikte depresyonun tarihinin yukarıda anlatılan psikoloji ve psikiyatrinin tarihinden bağımsız bir şekilde yol almadığı kanısına varılmıştır. Tüm bunlarla birlikte ilgili dönemde yapılan epidemiyolojik araştırmaların hastane ve tedavi kayıtlarına dayandırıldığı da görülmüştür.

Depresyonun tarihsel süreci ile alakalı olduğu söylenebilecek ilk araştırma: Jarvis’in 1855 yılında Massachusetts’de yaptığı ve dolaylı olarak “deliliğin” ve “aptallığın” yaygınlığını araştırdığı çalışmadır. (9) 1855 yılında yapılan bu araştırmadan sonra II. Dünya Savaşı’na kadar ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Mezkûr araştırmaları II. Dünya Savaşı’nda ruhsal bozukluk nedeniyle orduya alınmayan ya da çıkarılanlar üzerinde yapılan çalışmalar izlemiş, savaş sırasında ve sonrasında geniş ölçekli epidemiyolojik çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 1949’dan itibaren Kuzey Amerika, İskandinav ülkeleri ve İngiltere’de sık rastlanan araştırmalarda izlenen yol, diğer hastalıklarda izlenenden farklı olmamıştır. Bu çalışmaların bir bölümünde ruhsal bozukluklarının psikolojik ve sosyal nedenleri ele alınmış, diğerlerinde daha çok genetik etkenler, tanı, izlem, ruh sağlığı ile ilgili hayati istatistikler ve çeşitli tedavi süreçleri üzerine odaklanılmıştır. Birinci Kuşak Araştırmalar olarak adlandırılan bu çalışmalardaki temel eksiklik, ruhsal bozukluk ya da belirtilerin sadece bireysel görüşmelere dayandırılması, standart tanı ölçütlerinin kullanılmamış olmasıdır. (10)

Depresyon hastalığı ile ilgili epidemiyolojik çalışmalarda dönüm noktası 1950’li yıllardır. Bu yıllardan günümüze dek geniş ölçekli, gelişkin ölçeklerin kullanıldığı, etiyolojik risk etkenlerini daha iyi saptamaya olanak veren toplum taramaları yapılmıştır. 1980’li yıllarda ABD’de Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü, yirminin üzerinde ruhsal bozukluğun toplumdaki yaygınlığını ve bazı sosyodemografik değişkenlerle ilişkisini araştıran kapsamlı çalışmalar (ECA-Epidemiologic Catchment Area) gerçekleştirmiştir. Bu dönemden 1990’lı yılların sonuna dek ulusal eş tanı çalışmaları (NCS-National Comorbidity Survey) yapılmıştır. İzleyen yıllarda ise ölçeklerin yapılandırılması geniş ölçekli araştırmalara ivme kazandırmış, araştırma sayısı giderek artmıştır. 1980 sonrası yirmi yılık dönem de, epidemiyolojik alan araştırmalarının yaygınlık kazandığı ve bu çalışmaların sınırlı da olsa ülkemizde birçok araştırmaya esin kaynağı olduğu yıllardır. (11)

Ruhsal bozuklukların yaygınlaşmasının nedenleri arasında dikkat çekilen noktalardan biri günümüzde yaşam beklentisinin uzaması, eş deyişle bedenin aklı geçmesidir. Bunun kanıtı olarak fiziksel ve ruhsal hastalıklara bağlı yaşam yılına uyarlanmış yetersizlik nedenli kayıpların (DALY-Disability Adjusted Life Years: İş göremezliğe bağlı yaşam yılı) artmış olması gösterilmektedir. Diğer nedenler, aile ve sosyal bağların zayıflamış olması, yaşamı tehdit eden açık ve gizli savaşlar, toplumsal travmalardır. Bazı yazarlar konu ile ilgili: “Toplumsal yaşamdaki teknoloji kaynaklı değişiklikler, ailesel ve sosyal destek sistemleri ve iletişimindeki değişimler, yaşamın ticarileşmesi, insanın değer sisteminde giderek artan yozlaşma ve yabancılaşma günümüzdeki depresyon ve ruhsal bozukluk epidemisini açıklayabilir.” demektedirler. (12)

KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Depresyon Nedir?
Makalenin bu kısmına kadar tarihsel arka planı anlatılan depresyon kavramı, etimolojik olarak Latince “depressus” sözcüğüne dayanmaktadır ve aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin, gamlı, kederli, meyus etmek, cesaretini kırmak, donuklaştırmak, durgunlaştırmak anlamlarına gelmektedir. Depresyon kavramının karşılığı olarak dilimizde ise ruhsal çöküntü ya da çökkünlük kavramları kullanılmaktadır. (13)

Depresyon: Düşünce, konuşma, hareketlerde yavaşlama ile güçsüzlük ve isteksizliğin eşlik ettiği derin bir ruhsal çökkünlük halidir. (14) Bir başka tanımda ise depresyonun kişide, kalıtımsal, çevresel ve hormonal bozukluklar sonrasında gelişen çökkünlük hali olduğu belirtilmektedir. (15) Buradaki çökkünlük gelip geçici bir durum arz etmemekte, kişinin ileri derecede çökkün olduğu, oldukça uzun süreli bir döneme atıf yapılmaktadır. (16) Çökmüş ruh hali ve hayattan zevk almada belirgin bir azalma depresyonun en dikkat çekici göstergesi olagelmiştir. (17)

Nicelik itibariyle -birbirlerine görece benzeyen- çok fazla tanımlaması yapılan depresyon kavramı, çökme, kendini kederli hissetme işlevsel ve yaşamsal aktivitenin azalması gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. Klinik olarak depresyon, derin üzüntülü bir duygudurum içinde değersizlik, yetersizlik duygu ve düşünceleriyle birlikte düşünme, konuşma ve hareketler gibi fizyolojik işlevlerde yavaşlama ile seyreden bir sendromdur. (18)

Depresyonu günlük olaylar karşısında duyduğumuz üzüntü ve keder halinden ayıran nokta, depresyonda bu kederli ruh halinin kalıcı ve daha yoğun olarak hissedilmesidir. Bu ruh haline eşlik eden başlıca belirtiler karamsarlık, halsizlik, çaresizlik ve hayattan zevk alamamadır. Depresyondaki kişi kendisini değersiz hisseder, yaptığı hiçbir şeyde başarı gösteremediğini düşünür, kendisine olan güvenini yitirmiştir, çoğu zaman başarılarının da şans eseri olduğunu düşünür. Kişi geleceğe ilişkin ümitsizlik hisseder; örneğin işinde başarısız olacağına, ailesini geçindiremeyeceğine, sağlığının bozulacağına inanır. Bu ümitsizliğin yanı sıra sıklıkla hayatın yaşamaya değer olmadığı düşüncesi vardır. (19)

Kuramsal Yaklaşımlar
Depresyon kavramını farklı bakış açıları ile anlatmaya çalışan kuramlar üç başlık altında toplanmaktadır. Bunlar psikanalitik yaklaşım, davranışçı yaklaşım ve bilişsel yaklaşımdır. Psikanalitik kurama göre depresyon bir kayba karşı gerçekleştirilen tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Çocukluk sırasında anne-baba, sevgi kayıpları, korku ve ihtiyaçların karşılanmaması, ileriki dönemlerde depresyon olarak ortaya çıkabilmektedir. Birey, kayıplarına karşı çaresiz kalmaktadır ve sergilediği davranışlarla sevgi, sevecenlik ve güven aramaktadır. (20) Konu ile ilgili 1917 yılında yaptığı çalışmasında Freud melankoliyi depresyon olarak kabul ederek, melankolinin sevilen nesnenin kaybına tepki olarak kendini gösterdiğini ifade etmektedir. (21)

Davranışçı depresyon yaklaşımına göre ise depresyon ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bozukluklar, pekiştirici uyarıcıların sıklığındaki azalma ile gelişmektedir. Depresyon, kişinin çevresindeki olumlu koşullanmaların azalmasından ve olumsuz koşullanmaların çoğalmasından kaynaklanmaktadır. (22) Nihayet bilişsel yaklaşımda ise depresyonun nedenlerinin dışarıdan geldiği kabul edilmemektedir. Bu yaklaşıma göre depresyon duygulanımdan çok bir düşünce bozukluğudur ve benliğin değersiz, dünyanın anlamsız ve geleceğin umutsuz görülmesi durumunda sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Ayrıca olumsuz, bozulmuş düşünüş tarzları, fikirler, semboller de depresyonun köklerini oluşturmaktadır. (23)

Kişisel Özelliklerin Etkisi
Kişinin kendisi, çevresi ve gelecekten beklentileri, idealleri ile kendi gerçek durumunun anormal farklı olması, kişinin süper egosunun baskınlığı ve bunun bir sonucu olarak rahatlatıcı her şeyden uzaklaşarak yaşamın adeta işkence haline gelmesi, çevresindeki insanların üst düzey beklentilerinin karşılanamaması sonucu ortaya çıkan zayıflık ve çaresizlik düşüncesi, kişinin küçüklüğünden itibaren örnek alacağı, sevip saygı duyacağı kişinin olmayışı sonucu ortaya çıkan güven kaybı, çocuklukta meydana gelen anne-baba kaybı ya da ayrılığı gibi durumlar depresyonun oluşumunda etkileri olan kişisel özelliklerdendir. Ayrıca obsesif-kompulsif, bağımlı, histrionik gibi kişilik yapıları da depresyonun gelişiminde etkilidirler. (24) Tüm bunlarla birlikte depresif hislerin ortaya çıkmasında genetik temayülün rolü de ortaya çıkarılmış ve ailesinde depresyon geçirmiş kişiler bulunan bireylerin depresyona diğer insanlardan daha yatkın olduğu izlenmiştir. (25)

Belirtileri
Yukarıda oluşumunda etkisi olan kişisel özelliklerin anlatıldığı depresyonun belirtileri ise: Üzüntü ve çökkünlük hali, günlük aktivitelere olan ilginin kaybedilmesi, arkadaşsızlık, kendini suçlama, duygulanım bozukluğu, içsel huzursuzluk, iştahsızlık ve kilo kaybı, uykuya dalma veya uyku sürdürme problemleri, bedensel şikâyetler ve intihar düşünceleridir. (26)

Nedenleri
Modern dönem depresyon nedenleri üç başlık altında toplanmıştır. Bunlar; biyolojik görüş ve araştırmalar, öğrenme teorileri ve psikanalizdir. Biyolojik görüş ve araştırmaların temel varsayımı, depresyonun ortaya çıkışında bedenimizdeki fizyolojik değişimlerin büyük bir rol oynadığıdır. Araştırmalar sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, depresyonun bedendeki fiziksel değişimler sonucu oluşabileceğini desteklemektedir. Örneğin; bir baba bir kez veya daha fazla depresyon geçirmişse, çocuğu için hayatta bir kez veya daha fazla depresyon geçirme riski %6 – %24 arasındadır. Diğer farklı araştırmalar da birincil derecede yakın akrabalarında depresyon geçirmiş olan kişilerde depresyon olasılığı, genel toplum ortalamasına göre 1,5 – 3 kat daha fazladır. Öğrenme Teorileri ise düşünce ve duygularımız arasında oldukça yakın bir ilişki olduğunu söylemektedir. İnsanları gerçekçi ve hayalci kişiler olarak sınıflandırmakta ve hayalci kişilerin bardağın yarısının hala dolu olduğunu görerek sevinirken; gerçekçi kişilerin bardağın yarısının boş olduğunu görerek üzüldüğünü söylemektedir. Öğrenme teorileri, onları etkileyen işte bu tür düşünce yapıları ve deneyimleri ile ilgilenen bir alt çalışma alanıdır. Nihayet psikanaliz veya diğer bir ifade ile analitik psikoloji bireysel yaşantıları analiz edip, araştırmayı amaç edinmiştir. Çocukluk çağındaki yaşantılarımızın ileriki yaşantılarımızı da etkilediğini ve bu etki ile ilgili detayı psikanaliz bakış açısı araştırmaktadır. (27)

Kimler Risk Altında
Depresyon kişilik zaafının bir sonucu değildir. Yapılan araştırmalar toplumun %25’inin hayatları boyunca en az bir defa kendilerine depresyon teşhisi konulabilecek bir dönem yaşadığını göstermektedir. Bu oran kadınlarda erkeklere nispetle iki kat daha fazladır. Eldeki veriler dikkate alındığında şu görülür ki, depresyon bir beyin hastalığıdır. MR gibi beynin yapısını gösteren birçok yöntem aracılığıyla, depresyonda beynin insanın duygularını, karar verme ve düşünme yetilerini yürüten merkezlerinin işlevlerinde bozulma olduğu saptanmıştır.(28)

Kadın ve çocukların depresyon riskinin yetişkin erkeklere göre daha fazla olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle majör depresyon da bu riskin daha fazla olduğu izlenmektedir. Kadınlar erkeklerden yaklaşık iki kat fazla majör depresyona sahiplerdir. Buluğ çağı, menstruasyon, hamilelik, düşük ve menopoz esnasında kadınlarda hormonal değişikliklerin majör depresyon riskini arttırdığı düşünülmektedir. Majör veya klinik depresyon riskini arttıran diğer faktörler arasında evde veya işte artan sorumluluklar vardır. Çocuklarla, kariyerle, bağlılıklarla uğraşmak ve yaşlı anne veya babanın bakımıyla uğraşmak majör depresyon riskini arttırabilir. Yine tek başına çocuk büyütmek de benzer şekilde riski arttırmaktadır.(29) Ayrıca -Gove’un yetişkinler üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre-, üstlendikleri cinsiyet rolleri açısından kadınlar erkeklere göre engellenmelerle daha fazla karşılaşmakta, dolayısıyla da psikolojik rahatsızlıklarla daha fazla yüz yüze gelmektedirler. Gove, özellikle modern sanayi toplumlarında kadınların, erkeklere göre psikolojik hastalıklara daha sık ve yoğun yakalandıklarını belirtmektedir. (30)

Erkeklerde ise depresyon genellikle alkol, kimi uyuşturucu haplar ya da toplumsal olarak kabullenilmiş fazla çalışma alışkanlıklarıyla maskelenebilmektedir. Ayrıca depresyon erkeklerde umutsuzluk ya da karamsarlık hissinden çok, huzursuzluk, sinirlilik ya da cesaret kırılması biçiminde kendisini hissettirir. Erkekler depresyonda olduklarını hissetseler bile, yardım arama çabaları kadınlara oranla çok düşük olmaktadır. (31)

Yaşam olaylarına karşı direnme gücü ile de doğrudan bağlantılı olan depresyon, çocukluk yıllarında başlayabilen ve bunun bir sonucu olarak süreğen bir depresif kişilik yaratabilen bir rahatsızlıktır. Öyle ki bebek dünyaya geldiği ilk andan itibaren korku başlamaktadır. Çevrenin ısısı, ilk karşılaştığı sesler, ışık ve yepyeni uyarıcılar korku ve kaygı getirmektedir. Beslenme ve hayata devam edebilme ile ilgili kaygı doğumdan başlayarak yaşlılık ve ölüme kadar devam etmektedir. Bebek hiçbir ihtiyacını kendisi karşılayamaz durumda ve anneye bağımlıdır. Sürekli olarak annesinin ve ona bakan kişinin ona güven vermesine ihtiyacı bulunmaktadır. İhtiyaçları karşılanamayan bebek bunları alabilmek için sürekli ağlamaktadır. İhtiyaçları ancak ağladığı, sızladığı zaman karşılanan çocuk, güvensizlik içinde yetişerek ilerde depresif bir kişilik geliştirecektir. (32)

Ergenlerde ise beden imajından hoşnutsuzluk, kendilik kavramı ve kendilik değerini olumsuz olarak etkilemektedir. Kendilik kavramı ve kendilik değeri düşük olan ergenlerin depresyon, anksiyete ve daha birçok ruhsal bozukluğa yatkın olabilecekleri göz önünde bulundurulursa, beden imajından hoşnut olup olmamanın ergen üzerindeki etkileri psikiyatristlerin ve ergenlerde psikolojik danışma ve psikoterapi ile uğraşanların aklında bulunmalıdır. (33) Yine pek çok araştırmada kız ergenlerin erkeklerden daha ağır ve çok sayıda depresif belirtiler bildirdiği, depresyonda cinsiyet farkının erken ergenlik döneminde ortaya çıkıp, yaşla birlikte daha belirginleştiği belirtilmiştir. (34) Öyle ki bedensel yakınmalar, ağlama ve uyku bozukluktarı genel olarak kızlarda daha sık rastlanmış ve iştahsızlık ile özkıyım girişimi daha sık bulunmuştur. (35)

alıntı

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet