![]() |
marTıLar Bundan yüzyillar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda oldugu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmis. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kral ona bakılmasını yasaklamış, her gün dolaşmak için saray muhafızları ile sarayın dışına çıkacağı ilan edildiginde halk eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalanmakmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında; fakir bir köylü delikanlı herşeyi göze alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler… O an fakir delikanlı prensese inanilmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin derin bakışlarının da boş olmadığını düşünmüş ve günlerce uyuyamamış. Fakir delikanlı ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de onu tutulmuş onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılan delikanli ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duydugu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş. Hemen bir gemi hazırlattıran kral, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş… Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış… Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar… Zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice büyümüş. Ta ki… Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış… Martıların bile aracı olduğu İki gencin arasındaki büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak kızına sarılan kral, hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubu düşürmüş. Tüm martılar hep birlikte mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar… Bu arada prensesten mektup alamayan aşık delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış… Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu ariyorlarmış… Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun için yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar… İşte o gün bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup, o inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine, inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlar. |
Deniz Kızı Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. İçlerinde en güzelleri en küçük olanıymış. Saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş. “Onbeş yaşını beklemen gerekir,” demiş büyükanneleri. “O zaman gidip görebilirsin.” En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla sallanmaya başlamış. Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış. O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: “Niçin geldiğini biliyorum denizkızı,” demiş. “İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun?” “Bilmiyordum,” demiş küçük denizkızı, “ama insan olabilmek için neyse öderim.” “Sesini istiyorum,” demiş cadı, “şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun.” ” Çabuk,” demiş küçük denizkızı. “Ben kararımı çoktan verdim zaten.” Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş. Küçük denizkızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış. Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş. Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından. O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir deniz köpüğü olup o sulara karışacakmış. Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar. Saçları kısa kısa kesilmiş. “Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak.” Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. “Biz havanın kızlarıyız ” demişler. “Artık bizimle mutlu olursun.” Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş. |
GüneŞ kıZı Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki : Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su bakraçlarıyla çeşmeden su alıyorlarmış. Küçük oğlan da o sırada atını sulamak için çeşmeye gelmiş. Üç kız kardeş, oğlana aldırmadan aralarında konuşurlarken, en büyükleri demiş ki : Ben zengin bir adama varsam da şöyle bir rahat hayat yaşasam, uşaklar etrafımda dolaşsalar, ne iyi olur… Ablasının bu sözü üzerine, ortanca kız : Ben de zengin bir adamla evlenmek isterim doğrusu, demiş. Aşçılara her gün güzel yemekler yaptırıp can beslerdim… En küçük kız : Evleneceğim adamda zenginlik aramam, demiş. Bir kız, bir de oğlan anası olsam, yavrularımın saçları ipek, dişleri inci olsa, benim için en büyük mutluluk bu olurdu. Konuşulanları dinleyen oğlan, atına atlayıp evine dönmüş. Hemen anasının yanına çıkarak : Anacığım, demiş, senden bir dileğim ver. Kardeşlerim evlendiler. Beni de evlendirmek istemiştiniz de o zaman razı olmamıştım. Şimdi kararım değişti. Şuracıkta bir çoban oturuyor. Onun üç kızı var. Küçük kızıyla evlenmek istiyorum. O zaman annesi : Oğlum, demiş, zaten senin de evlenme zamanın geldi, geçiyor. Mademki kararını değiştirdin, hemen babanla konuşur, sana cevap veririm. Kadın, küçük oğlunun dileğini babasına anlatmış. Oğullarının bu dileğini baba da uygun karşılamış. Çobanın evine giderek küçük kızı oğluna istemiş. Her iki aile de gençlerin evlenmelerini uygun gördüklerinden kısa zamanda düğün yapılması kararlaştırılmış. Söz kesilmiş, nişan yapılmış. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra da sıra düğüne gelmiş. Kız, nişanlısına demiş ki : Sizden bir dileğim var : Biz fakir bir aileyiz. Babamın kazancı bizi geçindirmiyor. Eğer kabul ederseniz ablalarım da bizimle birlikte otursunlar. Hem ev işlerine yardım ederler, hem de ben yalnız kalmamış olurum… Nişanlısı bu teklife razı olmuş. Nikâh ve düğünden sonra küçük kız ablalarını da yanına alarak beraber yaşamaya başlamışlar. Haftalar, aylar geçmiş. Delikanlı bir gün eşine demiş ki : Hani senin bir sözün vardı, hatırladın mı? Çeşmenin başında kardeşlerinle su doldururken, benim için en büyük mutluluk biri kız, biri oğlan iki evlat anası olmaktır, demiştin… Sözünde durmadın. Karısı cevap olarak : Vakitsiz gül açıldığını nerede gördün ki, demiş, ben de zamanı gelmeden çocuk anası olayım? Eşinin cevabını haklı bulan delikanlı, anlamış ki, o da her kadın gibi çocuk sahibi olmayı çok istiyor. Ama, zamanını bekliyor… Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra, genç kadın, günün birinde, biri kız, biri oğlan iki çocuk doğurmuş. Bu sevimli yavruların dişleri inciden, saçları da ipektenmiş. Lakin, ne yazık ki, evde bu genç kadını kıskananlar varmış. Hem de kendi kardeşleri… Ablaları kardeşlerinin mutluluğunu, iki de çocuk sahibi olmasını bir türlü çekemiyorlarmış. Hemen ebenin eline birkaç altın vererek çocukları henüz kimse görmeden yok etmesini istemişler. Ebe hemen dışarı çıkmış. Yeni doğmuş iki köpek yavrusu bularak eve dönmüş. Köpekleri sarıp sarmalayarak genç kadının yanına getirmiş, o uyurken çocukları yanından almış, bir sandığa koyarak dereye atmış. Bu işleri bitirdikten sonra, ebe delikanlının yanına giderek, karısının aylarca bekledikten sonra iki köpek yavrusu doğurduğunu söylemiş. Hiç beklemediği, pek fena bir haberle karşılaşan delikanlı, önce bir duralamış. Kendi kendine şöyle düşünmüş: İnsan köpek doğurabilir mi? doğurmaz ama, Allah’ın işine de karışılmaz ya… Tam o sırada bir sepetin içinde köpek yavrularını önüne getirmişler. Delikanlı ebenin sözlerine inanmak zorunda kalmış. Gördüğü manzara karşısında büyük bir üzüntüye kapılmış. Uşakları çağırarak: Alın o kadını, demiş, yedi yol ağzına götürüp beline kadar toprağa gömün! Gelen geçen köpek yavrusu doğuran bu kadının yüzüne tükürsün! Adamlar, kadını yatağından alıp yedi yol ağzına götürmüşler. Kadının ağlamasına, sızlamasına, yalvarmasına aldırmadan onu yarı beline kadar toprağa gömmüşler. Bir tahtanın üzerine de “bu kadın köpek doğurdu” diyerek yazarak yanında bir yere sırıkla dikmişler. Gelip geçen, yazıyı okudukça kadının yüzüne tükürmeye başlamış. O memlekette ihtiyar bir karı kocanın bir koyunu varmış. Kadın koyunun sütünü satar, onunla geçinirlermiş. Son günlerde koyun otlatmaya gittiği yerden sütsüz gelmeye başlamış. O zaman kadın, çobana demiş ki : Sen benim koyunumun sütünü niçin sağıyorsun? Biz süt satarak geçiniyoruz, bilmiyor musun? Çoban, kadının bu sözlerine şaşmış. Çünkü, o, hiçbir koyunun sütüne dokunmuyormuş: Abla, demiş, inan ki ben otlattığım koyunlardan hiç birinin sütüne elimi sürmem. Kimsenin malında gözüm yoktur. Bu işe başka bir el karışmış olabilir. Bugün senin koyuna dikkat edeceğim… Kadıncağız inanmış. Akşam beklemeye başlamış. Çoban da sürüsünü alıp her zamanki gibi çayıra gitmiş. Hayvanlar otlarken bir aralık görmüş ki, o kadıncağızın koyunu sürüden ayrılıp dere kenarına doğru gidiyor. Koyun gitmiş, çoban gitmiş, koyun gitmiş, çoban gitmiş… Nihayet, koyun, derenin kuytu bir yerine girerek orada durmuş. Çobanda arkasından yavaşça yaklaşarak bakmış. Bir de ne görsün? Derede yüzerken çalılara takılıp orada kalan bir sandığı içinde iki tane yeni doğmuş çocuk var. Hem dişleri inciden, saçları ipekten… Koyun bunları emziriyor. Çoban hemen sandıktaki çocukları kucağına alıp koyunun ipinden çekerek sürüsü ile birlikte şehre dönmüş. İhtiyar kadına koyunu ile beraber çocukları götürüp: İşte abla, demiş, senin koyunun sütünü bu çocuklar emiyormuş. Bunları dere kenarından bir sandık içinde buldum. Kadın, çocukları görünce, hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Koyunun sütünü unutuvermiş. Akşam olup kocası eve gelince, çocukları ona göstermiş. Kendi kendine gelen bu çocuklara ihtiyar adam da pek sevinmiş. Bize uğur getirmişlerdir, diye onları bağrına basmış. Günler, haftalar geçiyor, çocuklar da büyüyorlarmış. Aradan yıllar geçmiş. İhtiyar kadınla kocası, bunlara öz evlatları gibi baktıkları için, çocuklar da bu iki ihtiyarı ana baba biliyorlarmış. Fakat, kendi geçimini güç halde sağlayabilen adam, yıllar geçip çocuklar büyüdükçe evi idarede güçlük çekmeye başlamış. Artık iyice büyümüş olan çocuklar da evde analarına, dışarıda da babalarına yardımcı olmaya başlamışlar. Bir gün kız, anasına demiş ki: Anacığım, bari pazardan bez alsam da ben peşkir yapıp üzerine iş işlesem, babam da satsa. Ekmek parasına yardımcı olur. Kadın kalkıp pazara gitmiş. Birkaç arşın bez alıp gelmiş, kızına vermiş. Kız bu bezden güzel peşkirler yapmış, üzerlerine iş işlemiş. Babaları da kızın yaptığı bu güzel peşkirleri pazara götürmüş. Halk bunları o kadar beğenmiş ki, ihtiyar adam peşkirleri bir anda satmış. Sevinerek eve dönmüş. Böylece ailenin idaresi de düzelmeye başlamış. Günlerden bir gün, kızın kardeşi çarşıya gitmiş. Meydanda birkaç kişinin toplanıp bir şeyler yaptıklarını görmüş. Merakla yanlarına yaklaşarak bakmış ki, bunlar, ellerindeki okları atarak karşıdaki kavak ağacının tepesinden aşırmaya çalışıyorlar. Fakat hiç biri de okunu kavaktan aşıramıyormuş. Oğlan bunlardan birinin yanına yanaşarak: Arkadaş demiş, şu okunu ver de şansımı bir de ben deneyeyim. Oku vermişler. Oğlan ilk atışta oku kavaktan aşırmış. O zaman adamlardan biri: Yazık bize be, demiş, şu *** kadar olamadık. Bu söze canı fena sıkılan oğlan demiş ki: Arkadaş sözünü geri al! Ben *** değilim. Benim anam da var, babam da. O vakit adam gülmüş: Seni kardeşinle beraber bir çoban derede bir sandıkta buldu, demiş. Siz dere kenarında, babanız sandığınız o adamın koyunundan süt emmişsiniz. Çoban sizi alıp koyunun sahibine teslim etmiş. Onlar da sizi büyütmüşler. Anamız, babanız bunlar değil, şimdi anladın mı? Bunları öğrenince, çocuk çok üzülmüş. Düşüne düşüne eve gelip kardeşine: Kardeşim, demiş, bunlar bizim öz anamız babamız değilmiş. Gel biz buradan gidelim! Oğlan kalkıp hazırlanmış. Okunu almış. Kardeşiyle beraber adamla kadının yanına gelerek: Bugün öğrendiğimize göre, demişler, siz bizim öz anamız, babamız değilmişsiniz. Halbuki bizi bugüne kadar siz yetiştirdiniz. Bize yaptığınız iyilik çok büyük, bunu biliyoruz. Hiçbir zaman da unutmayacağız. Eğer izin verirseniz, sizi daha fazla rahatsız etmeden yola düşüp anamızı, babamızı arayalım! Belki bir gün tekrar görüşürüz… Sözleri bittikten sonra, iki kardeş, gözleri yaşlı adamla kadının ellerini öpüp oradan ayrılmışlar. Yola koyulup az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler… Konarak, göçerek lale sümbül biçerek, tam bir güz gitmişler. Bir dağ başında küçük bir kulübenin önünde durmuşlar. Kulübenin açık kapısından içeri girmişler. Ortalarda kimseleri görememişler. Bu duruma çok sevinen oğlan, kardeşine: İşte kardeşim, demiş hazır bir ev. Bizim yuvamız bundan sonra burası. Haydi sen ortalığa bir çekidüzen ver. Ben de ava çıkayım, yiyecek bir şeyler bulmaya çalışayım… Oğlan kulübeden uzaklaşmış. Çok geçmeden okla vurduğu koca bir geyiği sırtlanarak kulübeye dönmüş. Kolları sıvayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Ertesi gün oğlan tekrar ava çıkmış. Ormanda dolaşırken uzaklarda birçok avcının bir geyiği avlamaya çalıştıklarını, fakat onu ellerinden kaçırdıklarını görmüş. Hemen bir ağacı siper alarak okunu atmış, avcıların kaçırdığı geyiği yere sermiş. Bir atışta geyiği seren bu yaman avcıyı görmek için diğer avcılar oğlanın yanına gelmişler. Avcıların başı, oğlanın inci dişlerine, ipek saçlarına hayran olmuş. Bu sırada da geyiği kesen oğlan, hayvanın başını yanında alıkoyup gövdesini avcılara uzatarak: Buyurun, demiş, bu da sizin olsun! evinize boş dönmeyin… Avcılar geyiğin gövdesini alıp gitmişler. Meğer avcıbaşı bu iki kardeşin özbabaları değil miymiş? Adam evine döndüğü zaman, geyiği vermiş. Güzel yemekler yaptırmış. Sofrada yemek yerlerken: Bu geyiği bana bir delikanlı verdi, demiş. O kadar güzeldi ki hayran oldum. Dişleri inciden, saçları ipektendi. Ah onu bir daha görebilsem, kanım çok ısındı ona… Bu sözler üzerine adamın karısı telaşlanmış. Kardeşine yavaşça: Aman kardeşim, demiş bu çocuklar yaşıyor galiba… Ne yapsak da onları yok etsek? Adam ilk karısını köpek yavruları doğurdu diye yarı beline kadar yedi yolun ağzında toprağa gömdürdükten sonra, kadının küçük ablası, yani çocukların teyzesi ile evlenmişmiş. İki kız kardeş hemen bir kocakarı bulmuşlar. Ona birçok para vererek çocukları ele geçirip yok etmesini söylemişler. Kocakarı sihirli küpüne binmiş. Gökyüzünde dolaşarak çocukları aramaya başlamış. Nihayet bunların oturdukları kulübeyi görmüş. Hemen aşağıya inerek sihirli küpünü çalılar arasına saklamış. Kulübenin kapısından içeriye girmiş. Kız içerde yalnızmış. Kardeşi avda imiş. Kocakarı kıza yaklaşınca: Güzel yavrum, cici evladım, demiş, sana yazık değil mi? Böyle yalnız dağ başında korkmuyor musun? Kız: Neden korkayım, diye cevap vermiş, yalnız değilim ki… Erkek kardeşimle beraber oturuyoruz burada. O ava çıktı. Şimdi nerede ise gelir. Kızı kandırmaya çalışan kocakarı, bu sefer : Mademki kardeşin gündüzleri hep ava çıkıyor, demiş, senin evde yalnız canın sıkılır. Halbuki gençsin, güzelsin. Gönlünce eğlenmen lâzım… Kız: İyi ama, demiş, ne yapabilirim ki? Bunun üzerine, kocakarı demiş ki: Kafdağında hint yaprakları vardır. Bu yapraklardan birkaç tanesi getirilir de odanın tavanına asılırsa, kendi kendine çalgılar çalar, türlü sesler çıkarır, sen de oyalarsın! Kocakarı oradan uzaklaşıp kaybolmuş. Akşamüzeri kardeşi avdan döndüğü zaman, kız ona: Kardeşim, demiş, sen ava çıktığın zaman benim evde yalnız başıma canım sıkılıyor. Gönlümü eğlendirmem lâzım. Kafdağının ardında hint yaprakları varmış. Bana onlardan birkaç tane getirirsen, tavana asar, çıkardığı çalgı sesleriyle hoşça vakit geçiririm. Kız kardeşinin isteğini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek isteyen oğlan hemen hazırlanıp yola çıkmış. Gide gide yorulmuş, oturmuş. Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuş. Bir çeşmeye rastlamış. Çeşmenin yalağında sahipsiz bir at su içiyormuş. O da çeşmeye yanaşarak kana kana su içmiş. Sonra bir taşın üzerine oturarak atın güzelliğini seyre dalmış. Biraz kendi kendine: Ne kadar da yorulmuşum, demiş. Ah benim de şöyle yağız bir atım olsaydı, çoktan Kafdağının ardına varır, hint yapraklarından alarak kulübemize dönerdim… Kendisinden bahsedildiğini hisseden yağız at, başını kaldırıp oğlana bakmış. Dile gelip insan gibi konuşmaya başlamış: İnsanoğlu, demiş, madem ki beni çok sevdin, ben de sana acıdım. Seninle arkadaş olalım. İstediğin yere seni gözünü kapayıp açıncaya kadar götürürüm. Haydi atla sırtıma! Sevincinden uçacak gibi oğlan, hemen ata binmiş. At rüzgâr gibi koşmaya başlamış. Bir anda Kafdağının ardına varmışlar. At, oğlana demiş ki: Hint yaprakları şu gördüğün bahçedeki en küçük ağaçtadır. Bahçeye girip ağacın yanına vardığın zaman gözlerini kapar, yapraklarını koparırsın. Sonra onları torbaya koyup arkana hiç bakmadan gelirsin, geri döneriz. Oğlan, atın sözlerini tutarak yaprakları koparmış, geri gelmiş. Ata atladığı gibi rüzgâr hızıyla yola koyulmuşlar. Kız, kardeşini kapıda sevinçle karşılamış. Yaprakları odanın tavanına asmışlar. Ertesi sabah ava çıkan oğlan, gene avcılara rastlamış. Vurduğu kuşların en güzelini avcı başıya hediye etmiş. Avcı başı, bilmeyerek oğlundan aldığı bu kuşu da akşam evde pişirtmiş. Sonra da hep beraber yemek yerlerken: Bu kuşu a bana gene o güzel delikanlı verdi, demiş. Görseniz inciden dişleri, ipekten saçları var… Adamın karışı gene telaşlanmış. Bu sefer de çocukların ölmediklerini anlayınca, ablası ile beraber hemen kocakarıya başvuracak bu işe artık bir çare bulmasını istemişler. O gün oğlan kulübeye döndüğü zaman hint yapraklarını bahçeye atılmış görünce, kardeşine sormuş: Yaprakları neden dışarıya attın? Kız: Aman kardeşim, demiş bunlar beni az daha boğacaklardı. Ben de hemen oradan koparıp attım da ellerinden kurtuldum… Oğlan, kardeşine iyi yaptığını söyleyerek yemek yedikten sonra atına atlayıp ava gitmiş. Kocakarı küpünü binip tekrar kulübeye gelmiş. Kız, karşısında ihtiyarı görünce, hint yapraklarının çalgı çalmadıklarını, tersine, kendisini boğmak istediklerini, onun için bunları koparıp dışarıya attığını söylemiş. Kocakarı, kızın hemen sözünü kesip: Kardeşin yanlış koparmış, demiş. Esas hint yaprakları bunlar değil ki… Ama sen hiç üzülme. Kardeşine söyle, gidip Hint memleketinde Güneş Kızı’nı getirsin. Sana arkadaş olur. Onunla çok güzel vakit geçirirsin! Halbuki, Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı almak için oraya kim gittiyse taş olur, kızı alamadan orada kalırmış. Kocakarı sihirli küpüne binip memleketine döndükten sonra, kızın kardeşi avdan gelmiş. Yemek yedikten sonra, kız: Kardeşim, demiş, san ava gittiğin vakit benim evde canım sıkılıyor. Buna bir çare bulamadım. Bari Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı alıp buraya getir de, bana arkadaşlık etsin! Bir tanecik kardeşi, can yoldaşını çok seven oğlan, onun dileğini her ne suretle olursa olsun yerine getirmek için kulübeden çıkmış, atına bindiği gibi oralardan rüzgâr hızıyla uzaklaşmış. Günlerce yol aldıktan sonra dağ başında bir konağa misafir olmuş. Meğer orası dev konağı imiş. Devin kızı, oğlanın yanına gelerek: İnsanoğlu, demiş, sen buraya nereden geldin? Bu konağın bir dev konağı olduğunu sana söylemediler mi? Anam nerede ise gelir. Seni görürse sağ kalmazsın. Haydi gel, ben senin karnını doyurup şu dolaba saklayayım… Devin kızı, karnını doyurup oğlanı dolaba saklamış. Çok geçmeden dev anası konağa dönmüş. Etrafı koklaya koklaya içeriye girdikten sonra, kızına: Burada insan eti kokuyor; demiş. Kim varsa çabuk onu göreyim! Kız, hiçbir şey olmadığı söylemişse de, anasını inandıramamış. Dev anası bu sefer: Getir çabuk nerede ise şu insanoğlunu, demiş. Sana söz veriyorum. Ona bir şey yapmayacağım. Kız kalkıp dolabın kapağını açmış. Oğlan koşarak dev anasının ellerine sarılıp öpmüş. Oğlanın gösterdiği bu saygıya pek memnun kalan dev anası: İnsanoğlu, demiş, sen buralarda ne arıyorsun? Oğlan, Güneş Kızı’nı almak için Hint memleketine gittiğini söyleyince, dev anası: Seni gönderenin gözü kör olsun, demiş. Oraya giden taş olur kalır. Sana fenalık yapmışlar. Dev anasının bu sözlerine rağmen oğlan kararından caymamış. Dev anası oğlanın ısrarını görünce: Madem ki gitmek istiyorsun, demiş, ben sana yardım edeyim. Al şu yüzüğü, parmağına tak! Güneş Kızı’nın bekçisi benim büyük ablamdır. Oraya varınca yüzüğü gösterirsin, benim oğlum olduğunu söylersin. O sana yardım eder. Haydi yolun açık olsun! Oğlan, dev konağından ayrıldıktan sonra gene günlerce yol alıp Hint memleketine varmış. Güneş Kızı’nın konağının önünde durmuş. Konağın bekçisi devi bulup yüzüğü göstermiş. Pek sevinen dev: Gel bakalım sevgili yeğenim, demiş. Seni buralara kim gönderdi? Oğlan, dev anasının elini öptükten sonra: Güneş Kızı’nı almaya geldim teyzeciğim, demiş. Dev anası, bu işin hem çok güçlü, hem de tehlikeli olduğunu söyledikten sonra: Yarın sabah erkenden bahçedeki havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanırsın, demiş. Biraz sonra otuz dokuz güvercin kanat çırparak oraya gelir. Bunlar silkinip elbiselerini havuz başına bırakarak ayın on dördü gibi güzel birer kız olurlar. Birer birer havuza girerler. Çok geçmeden başka bir güvercin daha gelir. O da ötekiler gibi elbiselerini bırakıp havuza girer. İşte o zaman birdenbire siperden çıkıp onun elbiselerini alarak bahçe duvarından atlarsan kurtulursun, yoksa oracıkta taş kesilirsin. Duvardan aşınca, Güneş Kızı elbiselerini senden üç defa ister. Üçüncüsünde elbiseleri verir, yanıma dönersin. Haydi talihin açık olsun! Oğlan, ertesi sabah erkenden kalkıp bahçeye girmiş, havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanmış. Birkaç dakika sonra otuz dokuz güvercin gelip elbiselerini soyunarak suya girmişler. Biraz sonra arkalarından bir güvercin daha gelmiş. O da elbiselerini soyunmuş, ayın o beşi gibi bir kız olmuş. Elbisesini ayrı bir yere koyup suya atlamış. İlk gelen otuz dokuz kızın, sonra da Güneş Kızı’nın güzelliğine hayran kalan oğlan, siperden fırladığı gibi elbiseyi kapmış. Fakat bahçeden dışarıya atlayamadan, Güneş Kızı ona bir değnek vurarak taş haline getirmiş. Yeğeninin taş olmasına çok üzülen dev anası, hemen gelip Güneş Kızı’nın ayaklarına kapanmış: Sen bunun kusuruna bakma sultanı, demiş. O delidir… Kardeşimin oğludur. Onu bana bağışla, yazıktır! Güneş Kızı, emektar bekçisini çok sevdiğinden onu kıramamış. Dileğini kabul ederek değnekle taşa vurmuş. Oğlan hemen canlanmış. Teyzesinin yanına koşmuş. Ertesi sabah gene sipere saklanan oğlan, Güneş Kızı’nı her ne pahasına olursa olsun elde etmek için çok dikkatle etrafı gözlüyormuş. Evvela otuz dokuz güvercin gelip soyunarak suya girmişler. Arkalarından öteki güvercin gelmiş. Soyunup suya girdiği sırada, oğlan onun elbisesini kaptığı gibi bahçe duvarından atlamış. Öteki güvercinler sudan çıkıp hemen giyinerek uçmuşlar. Güneş Kızı yalvarmaya başlamış. Oğlan, üçüncü isteğinde elbiselerini Güneş Kızı’na vermiş. Kız gene güvercin olup uçmuş. Oğlan da teyzesinin yanına dönmüş, yaptıklarını ona anlatmış. Dev anası oğlana bu sefer şu aklı vermiş: Yarın sabah bahçe kapısının önündeki taşa oturursun. Otuz dokuz tane kız karşına dizilerek, sana “bizi alır mısın” diyecekler. Hiç birini isteme! En son ihtiyar bir kadın gelir. O da sana “beni alır mısın” diye soracak. Ona “seni alırım” dersin. Ondan sonrasını sen düşün artık… O gece gözlerine uyku girmeyen oğlan, sabahı dar etmiş. Erkenden kalkıp bahçe kapısının taşına oturmuş. Oğlanın karşısına dizilmişler. Sıra ile oğlana “beni alır mısın” diye sormuşlar. Oğlan hepsine de “seni beğenmedim” diye cevap vermiş. Otuz dokuz kız da çekilip gitmişler. Arkalarından değneğine dayana dayana ihtiyar bir kadın gelip, oğlana “beni alır mısın” diye sorunca, oğlan “seni alırım” diye cevap vermiş. Bu sözler üzerine, ihtiyar kadın, elinden tutarak oğlanı bir köşke götürmüş. İçeri girdikten sonra, ihtiyar kadın elbiselerini üzerinden çıkarmış. Oğlan, birden karşısında Güneş Kızı’nı görünce, sevinçten uçacak gibi olmuş. O zaman Güneş Kızı, oğlana demiş ki: Sen, köşkümde taşınabilecek, değerli ne bulursan al! Ben gidip değneği kızlardan birine vereyim. Havuzun etrafında gördüğün taşların her biri insandır. Onları canlandırıp evlerine göndersinler. Güneş Kızı köşkten çıkıp arkadaşlarının yanına gitmiş. Değneğini onlara bırakmış. Hepsi ile vedalaşıp ağlayarak oradan ayrılmış, köşke dönmüş. Bazı değerli şeyleri beraberlerine alıp biraz sonra oğlanla birlikte köşkten ayrılmışlar. Dev anasının yanına gelmişler. Eline öpüp veda etmişler. Dev anası gözyaşları içinde bunları kapıya kadar geçirmiş. Oğlanla Güneş Kızı kapıda bekleyen yağız ata binerek rüzgâr gibi gitmeye başlamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Akşam olmadan oğlanın kulübesine varmışlar. Oğlanın kardeşi bunları güler yüzle karşılamış. Misafiri içeri almış. Artık üç kişi olmuşlar. Güneş Kızı, ben sizden küçüğüm diyerek kulübenin işlerini görmeye başlamış. Bir gün gene ava çıkan oğlan, her zamanki avcılara rastlamış. Onları eve kahve içmeye çağırmış. Hep beraber kulübeye gelmişler. Avcı başı, dişleri inciden, saçları ipekten delikanlının bir de kız kardeşi olduğunu görünce, bunlara hayran kalmış. Kahveler içildikten sonra avcılar daha fazla kalmadan gitmişler. Dişleri inciden, saçları ipekten çocukların öz babaları olan avcı başı, akşam yemeğini yedikten sonra, evdekilere: Bugün avda yine o dişleri inci, saçları ipek delikanlıya rastladım, demiş. Bizi kulübesine götürerek kahve ikram etti. Meğer onun bir de kendisi gibi kız kardeşe varmış. Doğrusu bu iki kardeşin güzelliğine hayran oldum. Onlara kanım çok ısındı. Böyle güzel iki çocuk babası olamadığıma çok üzgünüm… Bu haberi alan kadınlar, çocukların hâlâ yaşamakta olmasına kızmışlar. Gene koşup kocakarıyı bulmuşlar. Kocakarı bunlara: Güzel yemekler yapın, demiş, bir tarafına zehir atın! Oğlanı yemeğe çağırır, yemekleri zehirli tarafını onun önüne koyarsınız. O zehirli yemekleri yer yemez ölür, siz de kurtulursunuz. Başka çare kalmadı. Gene bir gün, av yaptıkları sırada oğlanla avcılar ormanda karşılaşmışlar. Avcı başı oğlanı yemeğe davet etmiş. Akşama geleceğine söz vererek kulübesine dönen oğlan, yemeğe davet edildiğini kardeşi ile Güneş Kızı’na söylemiş. Güneş Kızı, O zaman: Şu su dolu altın ibriği al demiş. Şu gümüş tası da heybene koy. Şu torbadaki leblebiyi de cebinde sakla! Avcı başı seni karşılayıp köşküne götürürken yediyol ağzında beline kadar toprağa gömülmüş, yıllardan beri orada inleyen bir kadın göreceksin. Adam sana “şunun yüzüne tükür” diyecek. Sözünü duymazlıktan gel. Atından inip altın ibrikten gümüş tasa su koyarak o kadının yüzünü yıka. Leblebiyi de torbası ile yanına bırak. Çünkü o kadın senin öz anandır. O adam da öz babam. Teyzelerin siz doğduğunuz vakit bir sandıkta ikinizi de dereye attılar. Ananızı da köpek yavrusu doğurdu diye yarı beline kadar toprağa gömdüler. Şimdi de teyzelerin seninle kardeşini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yemeklere zehir koydular. Sakın o yemeklerden yeme! Köşkte bir kedi yavrusu var. Önce yemeklerden ona ver. O yiyince ölecek. İşte o zaman babana bütün bu anlattıklarımı söylersin. Haydi yolun, izin aydın olsun! Oğlan hemen yola çıkmış. Ormanda giderken babası ile karşılaşmış. Hiç belli etmeden, konuşa konuşa yola devam etmişler. Yedi yol ağzında anasına toprağa gömülü görünce, içi sızlamış, yüreği parça parça olmuş. Ama hiç belli etmemiş. Hemen atından inerek anasının yanına doğru giderken, babası: Bana bak delikanlı, demiş, o kadına hiçbir şey verme! Onun yüzüne tükür! Çünkü o benim eşimdi; sizin gibi dişleri inciden, saçları ipekten çocuklar doğuracağını söylediği halde, iki köpek yavrusu doğurdu. Ben de ona ceza olsun diye yıllarca önce buraya gömdürdüm. Gelen geçen herkes onun yüzüne tükürür. Haydi sen de tükür de gidelim. Yemek zamanı geldi. Oğlan bu sözleri duymamış gibi yaparak anasının yanına çömelmiş. Gözyaşlarını göstermeden altın ibrikten gümüş taşa su koyup onun yüzünü gözünü iyice yıkamış. Biraz da su içirerek leblebi torbasını yanına bırakmış. Sonra kalkıp atına binmiş. Yola devam etmişler. Köşke vardıkları zaman oğlanı türlü yemeklerle donatılmış bir sofraya oturtmuşlar. Teyzeleri belli etmeden hep buna bakıyorlarmış. O ise bir lokma yemek alıp yer gibi yaparak yanına gelen kedi yavrusuna vermiş. Kedi lokmayı yer yemez ölünce, oğlan başka lokma almamış. Misafirinin yemek yemediğini gören adam, sormuş : Yavrum, niçin yemek yemiyorsun? Oğlan artık dayanamamış. Ölü kediyi göstererek : Nasıl yiyeyim, demiş, önüme konan yemeklerde hep zehir var. İlk lokmayı kediye verdim. Yer yemez öldü. Oğlanın bu sözlerine fena halde kızan adam ! Yemekte hiç zehir olur mu demiş. Oğlan da : Bir kadın köpek yavrusu doğurursa, yemekte de zehir olur elbet, demiş. İlk eşin sana dişleri inciden, saçları ipekten biri kız, diğeri oğlan iki çocuk doğuracağını söylemişti. Onları doğurdu. Oğlan benim. Kız da bizim kulübede gördüğün kardeşim. Sen de babamızsın. Fakat teyzelerim annemi kıskanarak, bizi doğar doğmaz, sana bile göstermeden bir sandıkla dereye attılar. İki köpek yavrusu buldurup onları anamın yanına koyarak, işte bunları doğurdu, diye seni aldattılar. Sen de inandın. Anamı yedi yol ağzında toprağa gömdürdün. Yıllardan beri onu haksız yere inletiyorsun. Vicdanın nasıl razı oldu bu büyük kötülüğü yapmaya? Oğlunun sözleri karşısında şaşkına dönen adam, hem sevinmiş, hem de çok kızmış. Hemen oğluna sarılarak yanaklarından öptükten sonra, adamlarını çağırarak : Atın bu kadınları çabuk zindana! diye bağırmış. Sonra oğlu ile beraber arabaya atlayıp doğruca yedi yol ağzına gitmişler. Toprağı elleriyle açıp zavallı kadıncağızı oradan kurtarmışlar. İyice temizlenip kendine gelmesi için köşkün hamamına göndermişler. Daha sonra üç katır buldurmuşlar. Adam, ikinci karısı ile kardeşine birer katırın kuyruğuna bağlatmış. Sonra koca karıyı getirtmiş. Onu da diğer katırın kuyruğuna bağlatıp üçünü birden dağlara sürdürmüş. Onlar yaptıkları kötülüklerin cezasını çeke dursunlar, kadın hamamda iyice temizlenip dinlendikten, kendine geldikten sonra hamamdan çıkmış. Adam, dağ başındaki kulübede oturan kızı ile güneş Kızı’’ı da köşküne getirtmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp oğlu ile güneş Kızı’nı evlendirmiş. Hepsi birlikte mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Gökten üç elma düştü. İkisi sizin, birisi benim… |
kOrkAk kRaL Bir varmış bir yokmuş Evvel zaman içinde Birisi korkak mı korkak Diğeri de güçlü mü güçlü. İki tane komşu kral varmış.Bu iki kral hiç geçinemez Birbiriyle sürekli kavga edermiş Ancak güçlü kralın ordusu Hem sayıca hem de silahça daha çokmuş. Zavallı korkak kral hep üzülür Ne yapacağını bilmezmiş. Bir türlü güçlü kralı yenemiyormuş. Yaptıkları bütün savaşlarda Hep yenilmiş güçlü krala. İşte yine bir gece korkak kral Bunları düşünürken uykuya dalmış. Bir derenin kenarında oturmuş Kuşların ötüşünü dinlemiş. Suyun akışını seyretmiş. Hiç usanmadan akıyormuş dere. Sular ise kayalara aldırmıyor, Sürekli akacak yer buluyormuş. Yılmıyormuş yani anlayacağınız. Tüm bunları seyrederken kral, Nur yüzlü bir dede ses vermiş; Oğul demiş, neyin var söyle. Neden böyle dalgın duruyorsun? Kral olmasına rağmen korkak adam Çok saygılıymış yaşlı amcalara Buyrun oturun efendim demiş. Sonra derdini bir bir anlatmış. Nur yüzlü ak sakallı dede, Bak oğul, demiş kararlı bir şekilde. İlk önce kendine güven duy, İnsanların güçlü oluşuna aldırma. Yüreğindeki korkuyu sürgün et İnançla çık düşmanın karşısına. orduna da söyle korkmasınlar, Çünkü kalplerdeki korku Mücadele etmeyi öldürür. Başaramamak korkusu insanda Başarının en büyük düşmanıdır Bunu sakın unutma, demiş. Su damlası azimle deler bir kayayı onun sertliğini düşünseydi damla Asla delemezdi kaya parçasını. Sen de bir damla su misali, Kararlı ol düşman karşısında Korkak kral gözünü açtığında Güneş doğmuştu ülkesinde. Kendisi de karar vermiş o anda Bir damla su parçası olmaya. Askerlerine anlatmış rüyasını onlara da güç gelmiş inançla. Kendilerindeki gücü önemsemişler Güçlü kralın karşına çıkmışlar. Gururla duruyormuş güçlü kral Ovayı kaplayan ordusunun başında. Bir kahkaha patlatmış Korkak kralı görünce orada. Yine mi yenilmek istiyorsun , Gününü göstereceğim sana demiş. Korkak kral askerlerini düzerken Yerlerini değiştirmiş bu sefer. Hepsi farklı bir insan olmuş sanki, O güne kadar korkarken savaşmaktan Krallarının rüyasındaki nur dedenin O gizemli güçlü sözleriyle Yüreklerindeki gücü fark etmişler. Hepsi birer aslan gibi dik durarak, Güçlü karalın ordusunun karşısında Canla başla savaşmışlar korkmadan. Neye uğradıklarını şaşırmış bir şekilde Darmadağın olmuş güçlü kralın ordusu. İçlerindeki korkuymuş asıl düşmanları onu yenince inançla Güçlü kralın ordusu küçülmüş gözlerinde. Galibiyet ve başarının, Hiç de zor olmadığını anlamışlar. O gece doyasıya eğlenmişler güzelce. Korkaklığı yenmeyi kutlamışlar. Sonra da huzur içinde yataklarında Güzel bir uykuya dalmışlar.Yenince insan içindeki korkuyu, Başaramayacağı şey yokmuş, Bunu da öğrenmişler böylece. Rüyalarında tekrar tekrar yaşamışlar Yaşadıkları bu güzel galibiyeti. |
pEri kIzI Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir kasabada peri kızı yaşarmış.Yanakları al al, altın kalpli bir kızmış.Hiç bir kimseye bir kötülüğü dokunmazmış. Sarı saçlarıyla mavi gözleriyle herkesi büyülermiş.Kasabada yaşlılarla tek tek ilgilenirmiş. Onların ne ihtiyacı varsa hepsini yaparmış.Çevredeki tüm çocukları etrafına toplayıp masal okurmuş.Anlayacağınız çok iyi bir kızmış.Günlerden bir gün kasabaya bir aile taşınmış. Bir tane küçük ama şirin bir kızları varmış.Kucuk kiz dışarı çıktığında etrafına bir sürü çocuk toplanmış. Hepsi teker teker <<Hoşgeldin<< demişler küçük kıza.Peri kızı bu kalaba- lığı görünce yanlarına gitmiş.”Niçin hepiniz buraya toplandınız ? ” diye sormuş.Çocuklar kızı işaret etmişler.Peri kızı’ ‘Haydi bakalım masal zamanı” deyince herkes peri kızınin yamacına toplanmış.Peri kızı yine ”İşte bu ağacın gölgesinde demiş.”Herkes ağacın gölgesine gitmiş. Ama sadece yeni gelen kız kalmış.Peri kızı da oraya doğru giderken kız ”Peri kıziiı!”diye bağarmış.Peri kız ”Efendim küçük kız” demiş.Kız peri kıza doğru yaklaşmış.”Peri kız peri kız neden bize masal okuyorsun?” diye sormuş. Peri kız da ”Size masal okumak içimden geliyor” demiş.Kız hemen ağacın gölgesine gitmiş.Çocuklara masal okurken bir nine yanlarına gelmiş.”Kaç gündür susuzum bir damla su ile biraz ekmek verir misiniz?” diye sormuş.Kız hemen bir koşuda herşeyi hazır etmiş,nineye vermiş.Nine ”Teşekkür ederim kızım” demiş, yola koyulmuş.Meğer nine bir delikanlı imiş. Neyse günlerden bir gün kasabaya bir genç delikanlı gelmiş.O da bütün kasabalılar gibi kızin büyusune kapilmis.Kız da delikanlıya gülümsüyormuş.Delikanlı ile kız bu arada tanışmışlar.Peri kızın yardım ettiği nine işte bu delikanlıymış.Peri kizi ile bu delikanli evlenmisler, 40 gün 40 gece dugun yapmislar. |
YavRu ağaÇkakaN Yavru ağaçkakan annesiyle birlikte çınar ağacındaki yuvasında yaşıyordu. Bir sabah annesinin tatlı sesiyle uyandı. -Haydi yavrum kalk artık.Bak sabah oldu. Biraz sonra yola çıkacağız. Yavru ağaçkakan,ilgi ve sevinçle sokuldu annesine: -Nereye gideceğiz anneciğim? -Seninle yiyecek bulmaya gideceğiz. Artık büyüdün. Bundan sonra karnını nasıl doyuracağını öğrenmen gerekiyor. Yavru buna çok sevinmişti.Sevinç içinde annesiyle birlikte yola koyuldu.Gidecekleri yer,öyle pek uzak da sayılmazdı.İlerdeki koruda ardıç ve meşe ağaçları vardı. Anne ve yavru ağaçkakan oraya kadar uçtular. |
ObUr kUrbAğA Bir varmış, bir yokmuş, Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş. Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış. Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış. Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek arkadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış. Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvanlarla tanışır, arkadaş olurmuş. Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış. Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak; — Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanladın, dermiş. Tişni ise; — Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim hareketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek yediğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona; — Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış. Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Birkaç adım gidince Tişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmiş. Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa; _ Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyo- ruz, zararlı olabilirler, demiş. _ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel Görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni, Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazge- çiremernis. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı; — Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş. Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış. Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gelmiş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanına gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş. Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüşler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyormuş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa olmuş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar. |
Çirkin Kız Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu mısır tanesinden çokmuş. Yeşil olmalı, al olmalı, masallar masal olmalı. Her masalda bir ibret var, Gerçeğe misal olmalı. Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı. Ben diyeyim uzakta, siz deyin yakında, Gülşen ve Nurşen adında iki kız kardeş yaşarmış. Bu kişi kardeşmiş ama Patlıcan ile soğan kadar bile birbirlerine benzemezlermiş. Gülşen çok güzel, Nurşen de çok çirkinmiş. İkisini yan yana görenler kardeş olduğuna inanmazlar, Gülşen’e bakıp; “Ne kadar güzel bir kız!” der ve övgüler yağdırırken, Nurşen’e bakıp;”Bu da kardeşimi? Hiç ablasına benzemiyor, pek çirkin.” Derlermiş. Nurşen bu duruma çok üzülüyormuş. Güzel olmayı elbet o da çok istermiş, fakat elinden bir şey gelmezmiş. Gülşen, güzel olduğu için çok kibirlenirmiş. Kardeşine kızdığı zamanlarda çirkinliği ile alay edermiş hep. Yine böyle bir gün zavallı kardeşiyle alay etmiş. Nurşen ağlayarak evden çıkmış, Ormana doğru koşmaya başlamış. Ormanda da uzun süre koşmuş. Yorgunluktan bitkin bir hale düştükten sonra durup etrafına bakmış. Hiç görmediği bir yermiş burası. Evlerine dönmeyi istemiş ama yolu bulamamış. Ormanda kaybolduğunu anlayınca korkarak geceyi geçireceği bir yer aramaya başlamış. Bir de bakmış ki karşısında süslü, çok güzel bir kulübe duruyor. Sevinçle kapısını çalmış. Kapıyı dünyalar güzeli bir kız açmış. Nurşen hayranlıkla ona bakarak; —Affedersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş. —Hayır, diyerek kapıyı yüzüne kapatmış güzel kız. Nurşen çaresizlikle ne yapacağını düşünürken kapı tekrar açılmış. Güzel kız; —Eğer elinden iş gelirse, temizlik ve yemek yaparsan kalabilirsin, demiş. Nurşen çaresiz; —Yaparım, demiş. İçeri girmiş. Kız, Nurşen’in dinlenmesine fırsat vermeden önüne kova ile süpürge koymuş. Nurşen pislikten berbat olan kulübeyi pırıl pırıl temizlemiş. Sonrada bir güzel yemek yapmış. Bütün işleri bitirdiğinde güzel kız, ona yaptığı yemeklerden vermeyerek sadece kuru bir dilim ekmek vermiş. Güzel kız bütün bir gecede asık bir yüzle “Yalnızlıktan sıkıldım,” Deyip durmuş. Onun bu halini görmek istemeyen Nurşen ertesi sabah erkenden kulübeden ayrılmış. Akşama kadar ormanda dolaşmış. Hava kararmaya başladığında çaresizlikle etrafa bakınırken başka bir kulübe görmüş. Kulübenin üzeri pek çok kuşla doluymuş. Hemen kapıyı çalmış. Çirkin bir kız açmış kapıyı. Nurşen içinden “Bu da benim gibi çirkin.” Diye düşünürken; —Af edersiniz, ormanda yolumu kaybettim, geceyi burada geçirebilirliyim? Diye sormuş. —Tabi çok memnun olurum demiş kız; Onu içeriye almış. İçeride bir aslan, bir kaplan, bir ayı ve bir yılan varmış. Dostlarım dediği hayvanlarla Nurşen’i tanıştırmış. Çirkin kız Nurşen’in önüne çeşit çeşit yiyecekler koymuş. İyiliksever kızın adı Zülfiye’ymiş. Nurşen, Zulfiye’ye ormandaki güzel kızdan söz etmiş. —O benim kız kardeşim, demiş Zülfiye. Biz vezirin kızlarıydık. Kardeşim büyük bir hata yaptı, hatası anlaşılınca da suçunu bana yüklemeye çalıştı. Padişah kızdı ve ikimiz ide cezalandırdı. Bir süre ormanda yalnız yaşamamıza karar verdi. Nurşen; —Geçekten çok üzüldüm bu olanlara demiş. —Hayır, üzülme diye yanıtlamış kız. Ben ormanda çok mutluyum. Benim burada hayvan arkadaşlarım var ve onları çok seviyorum, deyip gülümsemiş sonra. Nurşen gece rahat bir uyku uyumuş. Sabah uyandığında kulübeye başka hayvanlarda gelmiş. Zulfiye, sevgi ve şefkatle yaralı bir tavşanın ayağını sarıyormuş. Nurşen, Zülfiye’ye baktığında onun çok güzel olduğunu düşünmüş bir an. Oysa ilk gördüğünde onu çirkin bulduğunu hatırlayınca şaşırmış. Birden kuşlar gibi hafiflemiş. Nurşen; “Güzelliğin sırrını buldum.” Diye koşarak Zülfiye’nin boynuna sarılmış ve ona teşekkür etmiş. Birkaç gün daha kulübede kaldıktan sonra Zülfiye’nin arkadaşı güvercinin yardımıyla evine dönmüş. Nurşen çok mutluymuş. O günden sonra Nurşen kimsenin ona çirkin demesine aldırış etmemiş. Onu tanıyanlar o nu daha çok sevmeye başlamışlar. Gülşen de kardeşiyle alay ettiğinde, kardeşini artık neden kendisine kızmadığını hep merak etmiş.. |
bezeLye pRenSes Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü, karşısına çıkan prenseslerin hakiki olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Hep eksik bir şeyler bir şeyler oluyormuş. Sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş. Bir gece korkunç bir fırtına çıkmış; şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, kıyametler kopuyormuş. Derken sarayın kapısı çalınmış, yaşlı kral gidip kapıyı açmış. Fakat, o da ne kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kızgerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş. “Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş. Yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş. Gece olunca prenses bu yatakta yatmış. Sabah olunca kıza, gece nasıl uyuduğunu sormuşlar. “Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!” Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensestir! Prens onunla evlenmiş. O bezelye tanesini de müzeye koymuşlar. Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu. |
TiLki bir varmış bir yokmuş bir ormanda uzun kuyruklu tilki varmış bu tilki çok yaramazmış anne ve babası yemek aramak için ava çıkımışlar.uzun kuyruklu tilki evde tek başına kamış.çok üzülmüş çünkü canı çok sıkılıyormuş.biraz havalanayım demiş.dışarı çıkmış birde bakmış ki orda onun yaşında bir tilki oyun oynuyormuş hemen yanına gitmiş ve —bende seninle oynayabilirmiyim demiş —ewet demiş diğer tilki oynayabilirsin uzun kuyruklu tilki çok sevinmiş hollley sonunda benimde arkadaşım var demiş ve sevinçten havalara uçmuş sonra oynmaya başlamışlar ve evcilik oynamışlar sonra uzun kuyruklu tilki bu benim bebeğim diye ağlmaya başlamış halbuki onun değilmiş.ve böylece şımarmış.Uzun kuyruklu tilkininannesi ve babası gelmiş eve gitma zamanı gelmiş eve gitmişler anne ve babası avladıkları hayvanı yemişleruzun kuyruklu tilki annesine demişki …anne anne ben arkadaş istiyorum fakat dışardaki arkadaşım beni sevmiyo demiş anneside uzun kuyruklu tilkiye bak ben sana öncelerden beri uyarıyordum şımarma diye ama sen beni dinlemedin işte önüne gelen arkadşın da bu yüzden tabikide seninle oynamaz uzun kuyruklu tilki odasına gidip yorganın altına girip ağlamış . Kendi kendine demişki …annem arkadaşlarım beni hiç sevmiyorlar sonra yanına babası gelmiş ona biraz doğruluktan söz etmiş demişki …”bak evladım sen şımamrarak arkadaşının bebeğini alarak onları kızdıryor ve onlarda seninle oynamak istemiyor sende onları seninle oynamaları için onlara tatlı dillle davranman gerekiyor ama sen bunları hiç yapmıyorsun şimdi sana inzin veriyorum git arkadaşından özür dile ve ona iyi davran bak seninle oynayacaklar.”demiş sonra uzu kuyruklu tilki gitmiş özür dilemiş arkadaşına iyi davranmış arkdaşıda oda mutlu olmuşlar sonra koşa koşa sevinçle eve gelmiş anne ve babasına bir güzel sarılıp onların yanaklarından öpüp teşekkür etmiş ve böylece hep mutlu olmuşşşş . |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 15:35. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk