IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  vaybe sohbet

>
+
Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 23 Temmuz 2008, 03:56   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
"Atatürk'le Konuşmalar"





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


"Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım.

Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir.

Millet ve memleketin menafil çıkarları icap ettirdiği gerektirdiği takdirde beşeriyeti insanlığı teşkil eden oluşturan milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından gereğince olan dostluk, siyaset münasebatını ilişkisini büyük bir hassasiyetle takdir ederim.

Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye vazgeçinceye kadar bîaman amansız düşmanıyım!.."




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ruşen Eşref'e verdiği mülâkat"


"- Hayır efendim, düşünüyorum, size ne söyleyebilirim! Çünkü, bakın bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin hatıralarını ihtiva ediyor."

Dedim ki:

- "Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale Harbi bu memleketin çocuklarındaki özveriyi, vatan toprağını yabancıya vermemek için bir mutluluğa koşar gibi ölüme atıldığını göstermek bakımından tarihimizde unutulmaz bir kahramanlık evreleri vücuda getirmiştir. O muharebelerin her gününe büyük bir çalışmalarıyla katıldınız. Durumu tamamıyla biliyorsunuz... Kimbilir ne kadar çok anınız vardır. İşte izin verirseniz eğer, bugün subaylarınızdan onları dinlemek için geldim."

Dedi ki:

"- Benim verdiğim karara göre düşman ihraç girişiminde bulunursa iki noktadan hareket ederdi: Biri Seddülbahir, diğeri Kocatepe civarı!.. Ve benim bakış açıma göre düşmanı karaya çıkartmadan bu sahil parçalarını doğrudan doğruya savunma olanağı vardı. Bu yüzden alaylarımı, böyle sahilden savunma yapacak şekilde yerleştirdim. Bu durum yaklaşık olarak 1330... (1914).

(...)

İşte o günlerden birinde, on iki nisan sabahı idi ki Arıburnu'nda bir olayın meydana geldiği, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.

Bütün fırka kıtalarının harekete hazırlık derecesi arttırıldı. Bir taraftan Maydos Mıntıkası Kumandanlığı'ndan gelecek bilgileri beklemekte idim, diğer taraftan da ya kolordunun veya ordunun emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne, bilgi edinmek için Kocaçimen yönüne hareket etmesi emrini verdim.

Öğleden önce saat altı buçukta idi, Halil Sami Bey'den gelen bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun adı geçen düşmana karşı sevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, Maltepe'de oluşturduğum kişisel gözetlemeler sonucunda bende uyanan kesin kanı, ötedenberi düşündüğüm gibi, düşmanın Kabaktepe civarında mühim kuvvetle çıkarma girişimi, demek ki, gerçekleşiyordu. Böylece bu işin içinden bir taburla çıkmanın mümkün olamayacağını, her halde önceden vardığım kanı gibi bütün fırkamla düşmana yaklaşmanın kaçınılmaz oluşunun önemini anlıyordum .

Artık hiçbir şeyi beklemeyerek karargâhımın bulunduğu Bigalı köyünde ikamet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasının derhal harekete geçmek üzere hazır bulundurulmaları, kumandanlarının da emir almak üzere yanıma gelmelerini bildirdim.

Basit bir düzenlemeyle Bigalı deresi boyunca giden yol üzerinde alayı kendi komutamda yürüyüşe geçirerek Kocaçimen tepesine yönelttim. Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan naklederek Kocaçimen tepesine ulaşıldı. Orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım.

Etraf o çetin araziyi durmaksızın yürümek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği) pek ziyade derinleşmişti. Ala ve batarya kumandanına askerlerini tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden örtülü olarak on dakika kadar duracaklar, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip (başhekim) ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürüme girişiminde bulunduk, fakat arazi uygun değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na vardık.

Şimdi burada karşılaştığımız sahne en ilgi çekici bir sahnedir. Ve olayın en önemli ânı bence budur."

Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç yaprak daha çevirdikten sonra, haritasını alıp şöyle izah ediyor:

Düşman bana benim askerimden daha yakın

"- Bu esnada Conkbayırı'nın güneyindeki 261 râkımlı tepeden sahilin gözetlenen ve ele geçirilmesinde görevlendirilmiş oralarda bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu karşılıklı konuşmayı aynen okuyacağım! Bizzat bu askerlerin önüne çıktım:

- Niçin kaçıyorsunuz! dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 râkımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 râkımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlikle ileriye doğru yürüyordu. Şimdi durumu düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, asker on dakika dinlensin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşmüş olacaktı. O zaman artık bunu, bilmiyorum, bir mantıkî değerlendirme midir, yoksa içgüdüsel midir;

Kaçan askere:

- Düşmandan kaçılmaz, dedim,
- Cephanemiz kalmadı, dediler,
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.

Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayarı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen askerlerinin "marş marş"la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitimi geriye saldırdım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır."

Bir koca muharebenin ufacık bir ana bağlı olduğunu, hattâ bir memleketin hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın kaderini iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade duymak insanın tüylerini ürpertiyordu!

Mustafa Kemal Paşa dedi ki:

"- Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan Alay 87 Tabur 2 kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi'ye bütün taburlarıyla bu bölüğü takviye ederek 261 râkımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağı'nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim yönlendirdiğim istikametlerde düşmana tararuz etmesini emrettim."


18 NİSAN

"- Yirmi dört saatten beri devam eden muharebe askerin pek fazla yorgunluğuna neden olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı, sağlamlaştırmaktan orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu.Bunun üzerine, lâzım gelen emri verdim."

Kıymetli bir harp tarihi belgesi olmak üzere bu emrin son sözlerini aldım.

Diyor ki:

"Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesinlikle bilmelidir ki omuzlarımıza yüklenen namus görevini tamamen yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku ve dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk belirtileri göstermeyeceklerine şüphe yoktur."


ÇANAKKALE'Yİ KURTARAN RUH

Paşa Çanakkale'deki kahramanlık sahnelerini anlatmaya devam ediyor:

"- Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm kaçınılmaz, kesin... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir uyum ve huzurla biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir bezginlik bile getirmiyor; sarsılmak yok! okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur."


PARÇALANAN SAAT KURTULAN KAHRAMAN


"- Ortalık açıldıktan sonra idi ki, düşman hakikaten Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların çeşitli cinste mermileri Conkbayırı'nın göğünde bitmez tükenmez yıldırımlar oluşturuyordu."

Buraya kadarki konuşmamızı, sâkince dinleyen yüzbaşı Cevat Bey, Paşa'nın yâveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:

"- Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü okşamıştı!" dedi.

Nasıl? dedim.

"- Bulunduğumuz yer tamamen hücum edenlerin arası idi. Paşa da ilerleyen askerimizi seyrederken, göğsüne bir şeyin oldukça kuvvetle çarptığını duymuştu."

"- Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (şimdi Kütahya Mebusu M. Nuri Bey): "Efendim, vuruldunuz" dedi. Ben böyle bir söz yayılırsa askerlerimizin morali üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle zabitin ağzını kapadım.

"Sus" dedim.

Cevat Bey devamla:

"- Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe Paşa'nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçememiştir" dedi.

- Pekiyi, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?

"- Tabii. O kahramanlar, başlarında özverili subaylar olduğu halde durdurulamaz saldırışlarıyla ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine çıkan, yardıma gelen bütün düşman kıtalarını perişan ettiler. Hattâ bizim bireysel kısımlarımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir."


RUŞEN EŞREF
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemâl ile Mülâkat'tan
İstanbul Matbaası, 1930

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 03:56   #2
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




Mustafa Kemâl Paşa'nın General Harbord'a verdiği mülakat
Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:

- Ben bu göreve getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu beğenirim. Fakat bugünkü durumumuza bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört bağlaşıktınız. Dört sene savaştınız, sonuçta yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız!

Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler:

''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması gerektiğini anlıyor ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi alıştıra alıştıra, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu olma niteliğimizle vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''

Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak yavaş yavaş ve sefil ölümün şeklini gösteriyor.

Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:

- Biz de olsak öyle yapardık...

Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar.

Vatan, 10 Kasım 1952



"Mustafa Kemâl Paşa'nın United Press Muhabirine Telgraf ile Verdiği Mülâkat"



Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin iki yüz gazeteye telgraf haberleri veren United Press'in Roma'daki temsilcisi genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır.

- Zat-ı devletleri, İzmir sorununun barış yolu ile çözülmesi için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut bağlaşıkların veya Amerika'nın aracılığıyla görüşmelere girişmeyi arzu ediyor musunuz?

''- İzmir her yönü ile Türk memleketidir, Anadolu'nun ayrılmaz bir parçasıdır.
Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz haklarının teslim edilmesi ve vatanı derhal boşaltıldığı takdirde uzlaşma ve barış görüşmelerine hazırdır. Bu görüşmenin doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle yapılmasını yeğleriz..
Amerika'nın iyi niyetli aracılığı ve insaniyet girişimini dahi memnuniyetle karşılarız.''

-Sevres Antlaşmasının düzenlenmesi hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Sözü geçen antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını arzu ediyorlar!

''- Siyasî zafer hukuki, ekonomik ve mallarımızı yok etmeğe ve sonucunda hayat hakkımızı reddederek ve hükümsüz kılmaya yöneltilmiş olan Sevres Antlaşması bizce var olmamıştır. Askeri zafer ve egemenliğimizi sağlayacak bir barış antlaşması amaçlarımızın en kutsalıdır.''

- Sizinle Yunanlılar arasında barış halinin kurulması olasılığı sonucunda Yunanistan'a karşı izleyeceiniz siyaset ne olacaktır!

''- Yunanlıların Türkiye'ye ilişkin istilâcı isteklerine son vermeleri koşuluyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına dayandırılacağından şüphe etmeyiniz.''

- İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul sorununun çözümü için ne gibi düzenleme kabul edeceksiniz!

''- İstanbul olduğu gibi kayıtsız ve şartsız Türk egemenliği altında olmak ve güvenliği korunmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbest geçiş şartları kararlaştırılabilir.''

- Türk milliyetçilerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?

''- Türkiye halkı Amerika'yı iyi işler yapan ve insancıl ve özgürlük koruyucusu özellikleriyle tanır. Memleketimiz içerisinde üstlendiğimiz çağdaşlık ve gelişme yolundaki çalışmalarda Amerika kaynaklarından en üst düzeyde yararlanmayı diliyoruz.''

- Gelecekte ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?

''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitim ve öğretim aşağı düzeydedir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi geliştirme ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma biricik ve kesin isteğimizdir. Böylelikle barış ve sakinlik içinde uygarlığın ciddî çalışmalarına ihtiyacımız var. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları karşılamaya yöneltilmiş olacaktır.''

Hâkimiyet-i Milliye, 17 Ocak 1921

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 03:57   #3
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




Mustafa Kemâl Paşa'nın Ruşen Eşref'e verdiği mülâkat
Millî hareket bir kuvvetli ışık gibi son günlerde en uzak ve en inatçı kötümser gözleri de kamaştırmaya başladı. Anadolu yaylalarından ve dağlarından bu milletin varlığını koruması uğruna çıkan ses, içinden pazarlıklı düşmanlarca amaçsız ve kişisel bir isyan gibi görülmekte idi!

Fakat eski sözlerinin iftira olduğunu bu son davetleriyle yine kendileri ilân ediyorlar:

Gereken kararlılığın verimini görmeğe başlayan Büyük Millet Meclisi uzun çalışma ve coşkusu arasında bir ferahlama saati geçirmekte olsa gerektir. Bu ferahlama doğuran durum hakkındaki fikirlerini öğrenmek üzere reisleri Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden bir görüşme rica ettim.

Paşa'nın şehir gürültülerinden uzak büyük ve düz mesafeler ortasında bulunan ikametgâhı sade, sâkin... İsmini ve harekâtını bütün dünyanın merak, araştırma, sevgi, hırs, çıkar, dostluk gibi zıt fakat duygularla izlediği kişiyle yazı odasında buluştum. Basit bir yazı masasının önünde, emir subayının bir konu hakkındaki izahatını dinliyordu.

"- Ne öğrenmek arzu ediyorsunuz?" diye sordu.

- Genel durumuzu nasıl görüyorsunuz efendim? dedim.

Şöyle cevap verdi:

"- İç durumumuzdaki iyilik ve sağlamlık sayesinde dünyanın genel durumu her gün daha fazla çıkarlarımız doğrultusunda gelişmektedir. Bu gelişmeden, milletimizin varlığını korumasını ve egemenliğini sağlayacak maddî sonuçların çıkarılması zamanını pek uzak görmüyorum."

- 21 Şubatta Londra'da toplanacağını öğrendiğimiz konferans karşısında durumumuz ne olacaktır?

"- Türkiye Büyük Millet Meclisi memleketimizi parçalanmaktan, egemenliğimizi bozmaktan tamamen korunmuş ve sakınma amacını mutlaka silâhla, kan dökerek gerçekleştirmeye hevesli ve istekli değildir. Değiştirilemez olan millî amacı sağlayacak bir barış oluşturulmasını sevinçle karşılar. Buna dayanarak, İtilâf devletleri Türkiye meselesini, söz konusu Londra Konferansı'nda ciddiyet ve samimiyetle halletmek istedikleri takdirde karşılarında bütün millet ve memleketi gerçek yetkiyle temsil eden kabul edilmiş görüşmecileri bulabilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi, Londra'ya doğru bir kurul yola çıkarmak üzeredir."

- Rusya Sovyet Cumhuriyeti'yle olan ilişkilerimiz ne durumdadır?

"- Ruslarla var olan dostluğumuz daima iyi niyetle devam etmektedir. Moskova'da toplanmak üzere olan konferansta hazır bulunacak temsilciler kurulumuzun kanısına göre Moskova'ya varmak üzeredir. Bu konferansta bütün Kafkas konularını millet ve memleketimizin çıkarlarına uygun bir şekilde kesin hal çaresine ulaştırabileceğimizi ve Rus Sovyet Cumhuriyeti'yle Türkiye arasında mevcut dostluğu maddî esaslarla güçlendireceğimizi kuvvetle ümit ediyorum."

- Komünizm ile Rus dostluğu esasları arasında bir münasebet var mıdır?

"- Komünizm sosyal bir konudur. Memleketimizin hâli, memleketimizin sosyal şartları, dini ve millî ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce uygulanmasına uygun olmadığı kanısını doğrular bir içeriktedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine oluşturulan siyasi partiler da bu gerçeği kendileri deneyip anlayarak çalışmalarına ara vermeleri gerektiği sonucuna varmışlardır. Hattâ bizzat Rusların müttefikleri dahi bizim için bu gerçeğin belirmesine inanmış bulunuyorlar. Buna karşın bizim Ruslarla olan ilişkilerimiz ve dostluğumuz ancak iki bağımsız devletin birleşme ve anlaşma koşullarıyla ilgilidir."

- Londra konferansına katılımımız Moskova konferansına ne türlü etki edebilir?

"- Londra konferansına katılmadaki amaç, milli hedef ve koşullarımız dairesinde millet ve memleketimizin çıkarını barış ve dünyanın sakinliğinin yeniden kazandırılmasına hizmet etmektir."

RUŞEN EŞREF
Hâkimiyet-i Milliye, 6 Şubat 1921



"Mustafa Kemâl Paşa'nın Hakimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği Mülâkat"


- Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü... Büyük Millet Meclisi'ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih, ulusal geçmişimizin en değerli bir anısı olacak, bununla ilgili bazı sorular sormama izin verir mi!


''- Ne sormak istiyorsunuz?''

- Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk açılış gününe ait anı ve duygularınızı sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu anı ve duygular milli tarihimiz için çok kıymetlidir.


''- Peki anlatayım.''

Mustafa Kemâl Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle sessizce takip etti ve anılarını ağır ağır şöyle anlattı:

''- 16 Mart yürekler acısı olay üzerine artık İstanbul'a büsbütün kement vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun egemenliğini düşünmek ve kurtarmak için Ankara'da millî bir Meclis toplamak gerekiyordu. Bu karar üzerine gereken çarelere giriştik. Böylece geçen Nisan ortalarında milletvekilleri Ankara'da toplanmağa başladı. Ancak memleket geniş ve ulaşım araçları sınırlıydı. Bunun için vekillerin Ankara'ya varışı daima gecikmeye uğruyor ve bu gecikmeler beni üzüyordu.

Bu sıkıntıyla içinde bütün çalışma arkadaşlarım ile gece gündüz dinlenmeksizin çalışarak duruma ilişkin çareleri düşünüp uygulamaya uğraşıyordum. O sırada içeride halkın fikirlerini zehirlemek ve dışarıda dünya kamuoyu fikirlerini karıştırmak amacıyla çalışanların kullandıkları araçlardan birisi de doğrudan doğruya benim kişiliğimdi. Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve egemenliğini koruma uğrunda gösterdiği yaşama gücünü yadsımak için bu kimseler, bütün hücumlarını bana yöneltiyorlardı. Gerek millete ve gerek İstanbul'daki hükümete resmen diyorlardı ki: ''Mustafa Kemâl'i tanımayınız; Mustafa Kemâl'e güvenip ve inanmayınız. İtilâf devletlerinin Türkiye'ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.'' Onlar böyle söylüyorlar.


Ve ben dışlanacak olursam, millet ve memleketin dışarıdan her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, düşünceleri bu yolla yanıltmaya çalışıyorlardı
Ben, bu girişimde ne kadar zehirli, fakat ustalıklı bir kasıt olduğunu bütün açıklığı ile görüyordum. Ancak milletimin üstündeki baskı ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiği kuruntusundan kurtarmak için, o güne kadar oluşturulan tarihi durumu ve bu durumun o günden sonraki evrelerine ait sorumluluğu diğer bir arkadaşa yükleyerek unutulma köşesi ve yalnızlığa çekilmenin uygun olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan çalışma arkadaşlarımın tamamına açık ve kesin bir dille bildirdim. Fakat arkadaşlarım, böyle bir hareketin düşmanın niyetleri ve isteklerini kabul etmekten başka sonuç vermeyeceğini ileri sürdüler.

İçerideki isyan ateşi Ankara kapılarına kadar yaklaşmaktaydı. Durumun kötülüğü sorumluluğun büyüklüğü dehşet verici bir yapıdaydı. Bu durum karşısında şöyle düşündüm: Meydana gelen durumdan her ne düşünceye dayanırsa dayansın çekilmek iki şekilde anlaşılabilirdi. Birincisi tutulan işde umutsuzluğa düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sorumluluk yüküne dayanamamak. Gerçi bu gibi yanlış sanılar hem kutsal amaçta gedik açabilir, hem de bu amaç etrafında toplanan kuvvetleri dağılmaya uğratırdı.

Böylece arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı önce ve sonra bir şey yapamayacaklarını itirafa zorlayacağı hakkındaki kesin kararıma ve Allah'ın durdurmasına dayanarak geçmişte olduğu gibi sonuna kadar milli mücadelemizi şahsıma yüklediği, görevin namus ve vicdan anlamı taşıyan tanrısal görev olduğuna karar verdim. Ve artık genel hareketin bir kanun şeklinde idaresine başlamak gününün daha fazla gecikmeye de zamanı kalmadığından 336 (1920) yılının Nisan 23'üncü günü Meclisin açılışı uygun görüldü.

İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra tahmini saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün varlığımı işgal eden bu fikir ve karmaşayla meclis salonunu dolduran milletvekillerinin önem veren ve güvenli bakışlarla bana yönelmiş olduklarını gördüğüm zaman girişimimizin milletin emellerine tamamen uygunluğunu bir kere daha anladım. Ve artık benimle fikir ve amaçta ortak milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan ötürü, büyük bir mutluluk hissettim.''


- Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu temiz ve soylu direniş fikri, zât-ı devletlerine nasıl belirdi, parıldadı? Direnişe ait ilk düşüncelerinizi sormama izin verilir mi?

''- Bağımsızlık ve egemenlik benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarımın en değerli miraslarından olan bağımsızlık aşkıyla dolu bir adamım.


Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve özel ve resmî hayatımın her evresine yakından tanık olanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın oluşup ve sürebilmesi mutlaka o milletin bağımsızlık ve egemenlik sahip olmasıyla olanaklıdır. Ben şahsen bu saydığım değerlere çok önem veririm ve bu değerlerin kendimde bulunduğunu iddia edebilmek için milletin de aynı içerikle nitelenmiş olmasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî egemenlik bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğince olan dostluk, siyaset ilişkisini büyük bir duyarlılık oluştururum. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.

Örneğin: Dünya Savaşı patladığı zaman coğrafi durum, tarihi olaylar ve siyasi dengelerin zorlamaları karşısında tarafsızlığı korumanın olanaksızlığı yüzünden Almanların bulunduğu gruba katıldık. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları duyarlılık ve egemenliğimizi bozucu olumsuz tavır almağa başladıkları dakikada en önce ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhen ve hattâ fiilen baş kaldırdım. Bu isyanım yüzünden idi ki Dünya Savaşının akışı içinde bir yıla yakın bir zaman bu hareketimin taraftarı olmayanlarla karşıt ve düşman durumunda kaldım. Sonrasında gerektiği için tekrar Suriye'de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine rastladı. Harbin sürdürülmesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan yararlanılarak sona erdirilmesi gerektiğine inanıyordum ve bu inancımı özel ve resmî açıklamadan uzak kalmamıştım. Savaş sonucunun bizim için kederli olacağı kanısındaydım. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için keder verici olan bu sonucu, memleketimizi parçalamak ve milletimize zarar vererek ve onurunu kırarak vahşi hayvanlar sürüsü haline sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde yenilirsek cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insanlık, uygarlık ve adalet kurallarının savunucusu olmakla tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve yaradılışta olurlarsa olsunlar her halde Türkiye'nin ve Türkiye halkının tarihini, saygınlığını ve varlığını egemenliğini yıkmak gibi boş bir girişimde bulunmayacaklarını umuyordum.

Ateşkes nedeniyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak bulunduğum Adana'dan ayrılıp İstanbul'a geldiğim zaman silah bırakma uygulaması ve onu izleyecek barışın kurallarına ilişkin düşüncelerimde etkin ve etken olan fikir ve inançlar böyle idi. İstanbul'da İngiliz, Fransız ve İtalyan siyasi üst görevlileri ve askeriyesinden bazılarıyla gerçekleşen ilişki ve görüşmelerimde de daima samimiyetle bu fikirleri söylüyor ve diyordum ki:

''Harbe girmek ve harbe girdikten sonra bağlaşıklar topluluğuna katılmak bizim için zorunlu idi. Çünkü tarafsız bırakmazdınız. Çar Rusya'sı sizin tarafta idi. Yenilgisinden doğan gerekler elbette söz konusu olur. Fakat milleti egemenliğinden yoksun bırakarak yok etmek, hiç bir zaman bu gereklerden sayılamaz.''

Bütün bu temaslar, bende şaşkınlık ve tuhaf bulma ile bir gerçeğini ortaya çıkartıyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu gerçek, düşmanların bizi zaman geçirmeksizin yok etmeye karar vermiş olmaları idi. Anlaşma devletleri memurlarının, subaylarının, askerlerinin İstanbul'da en büyük kurum ve kuruluşlarından sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, saldırıları, kışkırtmaları dahi keşfettiğim bu gerçeği kuvvetlendiren bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde ortaya çıkan bu saldırı ve kışkırtmalara karşı koca İstanbul içinde Padişahından, hükümet büyüklerinden, kumandanlarından, subaylardan en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması zor ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, şaşkınlık içinde ve kadere boyun eğmiş duruyordu. Ben de bu zincirlerle çevrili ve kendime dert ortağı aramakla uğraşıyordum. O şaşkın ve oluruna bırakmış kütleler içinde zaman zaman girişken görünen insanlar fark ediyordum. Bunlar fenalığı genel olarak hissediyorlar ve ona çare bulmak istiyorlardı. Fakat dayanma noktalarını yine İstanbul sur kafilesinin içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Sayısız programlar ve bu programların etrafında esaret zincirine bağlanmış olduklarının farkında olmayan yine o insanlar, topluluklar, fırkalar, cemiyetler, gruplar...

Bütün bu oluşumların yönü benim ruhumdaki oluşanla tamamen zıtlık oluşturuyordu. Çünkü bu oluşumların hiçbirinde söz konusu olan davanın gerçek içeriğini kavramış olma uygunluğunu göremiyordum. En aydın sayılan insanların manda tutkunluğu ile milletin bağımsızlık ruhunu yıkmak için aymaz bir sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktalarını gayet açık değerlendirebiliyordum: Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla fark etmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı diğer taraftan aracılık ile, düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu çevre içinde, gerçek duruma göre doğru hedef göstermekte başarılı olamaz ve milli hedefi yönlendirmek için kuvvetli bir dayanma zemini bulamazdı. Her halde hareket noktası İstanbul'un dışında idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti gerçek hedefe yönlendirmek gerekiyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm, belirli bazı arkadaşlarımdan fikir danıştım. Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben önce herhangi bir nedenle Anadolu'ya geçmek ve orada milletin fikir ve duygularını bir defa daha yoklamak ve ülkenin kaynaklarını izlemek istiyordum. İstanbul'dan ayrılışım bir sorundu. Bunun somut çözümünü düşündüğüm bir sırada Anadolu'da yetkileri oldukça geniş ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim fikrim yoklandı. Duraksamadan kabul ettim. Ve Anadolu'ya bu şartlar altında geçtiğim takdirde fazla hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmaksızın düşüncelerimin en uygun bir uygulama alanı bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir'i haydutçasına işgal etmek koşuluyla millete büyük bir suikast örneği vermiş oldular. Artık sarsılmaz bir şekilde kararımı vermiştim: Anadolu'ya gideceğim; derhal bütün yetki ve araçlarımla milleti gerçek durumdan haberdar edeceğim. Ve ulusumuzun bağımsızlığına vurulmak istenen darbeye karşı dayanma sebepleri ve savunmayı hazırlamaya çalışacağım.

Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum reislere amacımı anlattım ve çalışmalarımın zorluğa uğratılmaması için olabilecek olan yardımlarını rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün aymazlık içinde haber alan Vekiller Kurulu toplandı durumunda bulunuyordu. Benim gelişimden haberdar oldukları zaman görüşmelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi:


''Ne yapalım?'' dediler.

''Yiğitlik gösteriniz!'
' dedim.

''Bunu burada nasıl yapabiliriz?'
' diyenlerine:

''Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.'' cevabını vererek ayrıldım.


Samsun'a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin eğilimi, bağımsızlık savunmasında kararsızlık edenleri utandıracak düzeyde bırakabilecek bir yüce niteliktedir. Gerçi iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu haberler ve olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında gerçekten sağlamlık olduğunu kesinleştirdi. Bundan ötürü övünüyorum.''

Hâkimiyet-i Milliye 24 Nisan 1921

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 03:57   #4
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Emin'e Verdiği Mülâkat"
İlk Hatıralar

"Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe girmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrük memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni yöntem üzerine okumama taraftardı.

Nihayet babam işi ustalıklı bir şekilde halletti: Önce alışılmış tören ile mahalle mektebine başladım. Bu surette annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim.

Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı geçiriyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince, annem mektepsiz kaldığım için endişe etmeye başladı. Nihayet Selânik'te bulunan teyzemin evine gitmeme ve mektebe devam etmeme karar verildi. Selânik'te Mülkiye İdadisi'ne kaydoldum. Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük annem zaten mektepte okumama karşıydı. Beni derhal mektepten çıkardı.

İlk emrivaki
Komşumuzda binbaşı Kadri Bey isminde bir zat oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî hazırlığa devam ediyor ve mektep elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeğe hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu dereceye ulaşmak olmak için izlenmesi gereken yolun, askerî hazırlığa girmek olduğunu anlıyordum.

O sırada annem Selânik'e gelmişti. Askerî hazırlığa girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten ürkmüştü. Asker olmama şiddetle karşı koyuyordu. Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî hazırlığa giderek sınavı verdim. Böylece anneme karşı bir oldu bittiye getirme oldu.

Hazırlıkta en çok matematiğe ilgi duydum. Az zamanda bize bu dersi veren hoca kadar, belki de daha fazla bilgi sahibi oldum. Derslerin üzerindeki konularla uğraşıyordum. Sorular yazıyordum. Matematik öğretmeni de yazarak cevap veriyordu.

Mustafa Kemal İsminin çıktığı yer
Hocamın ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki: "Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun..." O zamandan beri ismim gerçekten Mustafa Kemal kaldı.

Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: "Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksınlar, onlara araştırma yaptırtacağım" dedi. Önce kararsız kaldım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı tercih ettim. Bunlardan birinin çalışması altına girdim. Çalışmanın sonunda sabrım kalmadı. Ayağa kalkarak: "Ben bundan iyi yaparım" dedim. Bunun üzerine hoca beni çalışmanın başına getirdi, eski çalıştırıcıyı benim çalışmam altına verdi.

Askerî hazırlığı bitirdiğim zaman ilgim epeyce ileri gitmişti. Manastır askerî lisesinde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Öğretmen benimle çok ilgilenmiyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim pek gücüme gitti. İlk sıla zamanında çare aradım. İki, üç ay gizlice Frerler mektebinin özel sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.

Edebiyat İlgisi
O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman öğrendim. Ona çalışmağa başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kompozisyon hocası diye yeni gelen bir zat, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. "Bu tarz uğraş seni asker olmaktan uzaklaştırır" dedi. Bununla birlikte güzel yazmak isteği bende kalıcı oldu.

Lisede iken inatçı bir şekilde çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir amaç vardı. Nihayet liseyi bitirdim. Harbiyeye geçtim. Burada da matematik ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta saf, gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri boşladım. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.

İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırdım. Şiir yazmak hakkında lise hocasının memnuiyetsizliğini unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcıydı. Teneffüs zamanlarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, "bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim." diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.

Siyasî Uğraşlar ve Yeni Fikirler
Harbiye senelerinde siyaset fikirleri başgösterdi. Durum hakkında henüz içe işliyen bir görüş belirleyemiyorduk. Sultan Hamit devri idi. Namık Kemal Bey'in kitaplarını okuyorduk. Araştırma sıkı idi. Genellikle ancak koğuşta, yattıktan sonra okumak olanağı buluyorduk. Bu gibi vatan pervarane eserleri okuyanlara karşı soruşturma yapılması, işlerin içinde bir berbatlık bulunduğunu sezdiriyordu. Fakat bunun içyüzü gözlerimiz önünde tamamıyla belirmiyordu.

Erkân-ı harp sınıflarına geçtik. Alışılmış olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların ötesinde bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler ortaya çıkmaya başladı.

Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık.

Mektepte Çıkarılan Gazete
Binlerce kişiden oluşan Harbiye öğrencilerine bu keşfimizi anlatmak hevesine düştük. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere mektepte el yazısiyle gazete kurduk.

Sınıf içerisinde ufak örgütümüz vardı. Ben idare kurulundaydım. Gazetenin yazılarını genellikle ben yazıyordum.

O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu çalışmalarımızı keşfetmiş. İzlettiriyormuş. Okul Müdürü Rıza Paşa isminde bir zattı. Bu zat Padişah huzurunda İsmail Paşa tarafından hatalı görülmüş "Okulda böyle öğrenciler var. Ya farkında olmuyor, ya gözyumuyor." denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için kabul etmemiş.

Bir gün, gazetenin gerekli yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dershanelerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masa üstünde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmamız nedeniyle cezalandırılmamızı emretti. Çıkarken: "Yalnız izinsizle yetinilebilinir" dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle hareket etmesinde, kendine yüklenen kusuru ortaya çıkarmamak çabası da olmakla beraber iyi niyeti de yadsınamazdı.

Eskân-ı Harbiye sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak mektepten çıktıktan sonra İstanbul'da geçireceğimiz süre zarfında bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş yerine bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyor ve biliniyordu.

Aramıza Giren Hafiye
Bu sırada Fethi Bey namında eski arkadaşlardan subayken askerlikten atılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksul durumundan ötürü yardıma gereksinimi olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde buluşacaktık. Gittiğim zaman yanında saraya bağlı bir de emir eri gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey diye anılan bir kişi vardı, derhal götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey meğer İsmail Paşa'nın hafiyesi imiş, bir süre tek başıma hapis kaldım. Sonra saraya götürdüler. Sorguya çekildim. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorguda anladık ki gazete çıkardığımızdan, örgüt kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan, kısaca bütün bu işlerden ötürü suçlanıyorduk. Daha önceki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle tutuklu olduktan sonra bıraktılar.

Askerî Hayatımın Başlangıcı
Birkaç gün sonra Erkân-ı Harbiye Dairesine bütün erkân-ı harp arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik'e, yani o zamanki ikinci ve üçüncü ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur'a çekileceğini, fakat aramızda anlaşırsak kur'aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Böylece ufak bir anlaşma sonucunda ikinci ve üçüncü ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranışı aramızda örgüt bulunduğuna kanıt saydılar. Beni Suriye'ye sürgün ettiler. Şam'da bir süvari kıt'asında staj yapmaya memur olunmuştum. O sıralarda Dürzîlerle bir takım meseleler vardı. Dürzîler üzerine askeri birlik gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.

Hürriyet Cemiyetinin Kurulması
"Hürriyet Cemiyeti" adında bir cemiyet oluşturduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli askeri sınıflarda staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem vardı.

Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde örgütlenildi. Yafa'da, daha fazlaca kaldım. Oradaki örgüt daha kuvvetli oldu. Fakat Suriye'de arzu ettiğimiz derecede gerçekleştirmek olanaksız görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha sert gideceği inancı vardı. Oraya gitmek için çare düşünmekte idim.

Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan kararda "araç yardımı ile memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi" kaydı vardı. Bu nedenle Makedonya'ya gitmek zordu. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna şüphe olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Fakat bu yanlışlık şurada burada çalışan komite önde gelenlerinin çalışmaları sonucu olarak icat edilmişti.

Bu belgeye göre izinli olarak İzmir'e gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun meydana çıkacağını değerlendirebiliyordum. Fakat o sırada Selânik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın gayet vatanperver bir zat olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların hızla yapılması Makedonya'ya gitmeme bağlı idi. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yardım etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik'e gidersem işi gerçekleştireceğini aracıyla bildirdi. İzini cebimize koyduk. Makedonya'ya gitmek üzere hareket ettim. Fakat hareketten sonra konunun ortaya çıkması olasılığına karşı izimi kaybettirmek için önce Mısır'a, sonra Yunanistan'a gittim. Eğer bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa'da bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik'e girdim. Bir gece Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle bağlantıdan ürküyordu. Ben ciddî bir dayanma noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik'te kaldım. Bu sırada mektep müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini kurdum.

Makedonya'ya Resmen Gönderilme
Selânik'te bulunduğumu İstanbul haber alarak, izlemeye başladı. Oradan tekrar kılık değiştirerek Yafa'ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi derhal sınıra memur ettim. Arandığım zaman sınırda olduğumu kantıladım.

Toplam iki buçuk, üç sene Suriye'de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya'ya gönderilmek için resmen başvurdum. Sonunda amacıma erişmiştim.

Selânik'e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti'nin "Terakki ve İttihat" adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey, Paris'ten Selânik'e gelmiş.

"Terakki ve İttihat Cemiyeti'nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi eder eder" diye arkadaşları ikna etmiş. Cemiyet o ad altında çalışmakta devam etti. Resmi memuriyetim, mareşalin kadrosundaki erkân-ı harbiyesinde idi. Ben bu durumda iken 1324 (1908) senesi geldi ve Meşrutiyet ilan olundu.

Meşrutiyet'ten sonra
Meşrutiyet'ten sonra bütün şahıslar ortaya çıktı. O zamana kadar saf ve temiz çalışıyorduk. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterişleri çirkin buldum.

Bazı arkadaşların eleştirilmeye değer gördüm. Eleştiriden çekinmedim.
Bu fenalıkları gidermek etmek için ilk düşündüğüm önlem ordunun siyasetten çekilmesi görüşüydü. Bunu diğer arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Nihayet 31 Mart Vak'ası oldu. Bu vak'a üzerine Makedonya'dan giden birliğin ve ilk devirde Edirne'den bunlara katılan kuvvetlerin erkân-ı harbiye reisi olarak İstanbul'a gittim. Başta kumandan Hüsnü Paşa vardı. "Hareket Ordusu" ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Konu şundan oluşuyordu: İstanbul'a hitaben bir bildiri yazmak gerekmişti. Bunu ben yazdım. Sonra sefirlere hitaben ikinci bir bildiri yazdık. Buna ne imza konulması uygun olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar "Hürriyet Ordusu" dediler. Oysa bütün ordu hürriyet ordusu durumundaydı.

Hareket halinde bulunan kuvvetlerin durumunu göstermek için "hürriyet ordusunun operasyon kuvvetleri" denildi. Ben bu "operasyon" kelimesinin Türkçeye tercümesini düşünerek "Hareket Ordusu" yorumunu kullandım.

31 Mart'tan sonra
31 Mart meselesi halledilince tekrar Selânik'e döndüm. Ordunun cemiyetten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu defa daha kuvvetle ileri sürmeye başladım.

Meşrutiyetin ilanından sonra örgüt kurmak için Trablusgarp'a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki Kongresi'ne delege seçiliyor, fakat gitmiyorduk. Bir defa yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Fakat başarı yalnız kongrenin kuramsal kararında kaldı. uygulanmadı. İttihat ve Terakki'nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet'ten sonra başlayan fikir ayrılığı son derece şiddetlendi ve tamam bu ana kadar devam etti.

Bundan sonra yeni ordu örgütlenmesi yapıldı. İzzet Paşa Erkân-ı Harbiye Reisi idi. Ben bu örgütte Selânik kolordusu Erkân-ı Harbiyesi'ne küçük rütbede bir subay göreviyle katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun eğitim ve öğretimi ile uğraşıyordum. Bu görevde sözlü ve yazılı pek çok eleştiriler yapmak zorunluluğu doğuyordu. Bu eleştiriler özellikle eski kumandanları incitiyordu. Bunun, benim harekete geçmekten çok kuramcı olduğumdan ileri geldiğine kapılarak cezalandırma gibi 38'inci piyade alayına kumandan yaptılar. Bu tâyin kızgınlık yüzünden bir yargılamaydı. Alay Kumandanlığı'nı yaptığım sırada, Selânik'te bulunan bütün garnizon birliklerin, alayın tatbikatına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara diğer zabitlerin katılımı görüldü. O zaman Selânik'te bu faaliyetten şüphelendiler. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul'a çağırdılar. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'de bir göreve tâyin ettiler.

Selânik'te bulunduğum sırada Arnavutluk harekatıyla meşgul olmuştum. Önce Şevket Turgut Paşa memur iken Mahmut Şevket Paşa bizzat Arnavutluk harekâtını ele almıştır. Beni de erkân-ı harbiye reisi diye beraber götürdü.

Trablus ve Balkan harpleri
İstanbul'a çağırıldığım sırada İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ettiler. Ben de isim ve kıyafet değiştirerek bazı arkadaşlarla beraber Mısır'a oradan Bingazi taraflarına gittim. Bir sene kadar devam eden harp sırasında Bingazi Kuvvetleri Kumandanlığı'nda bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Harbi başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca hattına ve Bolayır'ın kuzeyine) geldiği bir sırada İstanbul'a döndüm.

Umumî harp
Bu senenin bitiminde Dünya Savaşı ilan olundu. Yapılmış olan başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağı'nda henüz oluşturulan 19'uncu fırkaya kumandan oldum. Arıburnu'nda, Anafarta'da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne'de 16'ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Kumandanı olarak Diyarbakır ve havalisine gittim. Orada yaptığımız mühim muharebelerden biri, Bitlis ve Muş'un Ruslardan kurtarılmasıdır.

Harbin son safhasında
Harbin son aşamasında bazı fikirlerim kabul edilmeyince kumandayı da geri çevirerek, İstanbul'a döndüm.

O sıralarda idi. Veliahd ile birlikte Alman Genel Karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı aksamını gördük. gözlemimden Hindenburg ve Ludendord ile mülâkatlarımdan sonra eski isteklerimdeki doğruluktan daha çok emin oldum.

O zaman oluşan son inancım, Dünya Savaşı'na katıldığımızda ilk anda söylemiş olduğum fikrin aynı olarak ortaya çıktı.

Bu seyahatten hasta olarak İstanbul'a geldim. İstanbul'da bir iki ay tedavi gördükten sonra tedavi amacıyla Viyana'ya gittim. Orada sanatoryumda bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat'da kaldım.

Diğer taraftan Sina cephesinde, benim zamanında raporlarda ayrıntısıyla açıkladığım felaket aynen meydana geldi.

Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağırıldı. Yerine Liman Von Sanders memur edildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında huzura çağrıldım. Maksadın beni tekrar yedinci orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek arzusunu belirttim. İlk davette ısrar gösterildi ve bana, yedinci orduya kumandan tayin edildiğimden sadece yapacağım hizmetlere ilişkin talimat verildi. Bu talimat, bana verilen, görev ve yetkiyle yapılamaz idi. Ancak bunu anlatmaya da olanak yoktu. Sonuçta zamanında istifa etmiş olduğum 7. Ordu Kumandanlığı'na tekrar başlamak üzere Nablus'a gittim.

Ateşkesten sonra
Aynı sıralarda ateşkes imza edilmişti. Daha Halep'te iken, derhal kabineyi değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul'a çağırılmamın faydalı olacağını açıktan açığa İstanbul'a bildirmiştim. Gerçi kabine olumlu buldu, fakat benim İstanbul'a çağırılmam gerekli görülmedi. Nihayet bu kabine de düştükten sonra İstanbul'a gittim.

İstanbul'a varışımda benim açımdan durum şu idi: Meclis-i Meb'usan nasıl hareket etmek lazım geleceğinde kararsız bulunuyordu.

Yeni düşmüş kişiler ve yetkililerle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her anlayışı tatmin ederek memleket savunması için kuvvetli bir durum oluşturma yönünde idi. Fakat bu düşünce üzerinde gerektiği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis'in dağıtılmasına tanık olduk.

İstanbul vatan savunmaya çalışan kimselerinden çeşitli adlar altında programlar ve partiler oluşturarak kurtuluş yolu aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı inceledim. Hiçbiri bir inandırıcı güce dayanmıyordu. Bundan ötürü hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Kuvvet onayının doğrudan doğruya millet olacağı düşüncesi bende pek güçlü idi.

İstanbul'dan ayrılmak kararı
İstanbul'da meydana gelen olaylar, yapılan girişimlerden, özellikle durumun ağırlığından ve felaketinden milletin haberi yoktu. İstanbul'da oturup milleti haberdar etmek olanağı da kalmamıştı. Bu nedenle yapılacak şeyin İstanbul'dan çıkıp milletin içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun uygulama şeklini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm ettiğim sırada idi ki hükümet beni ordu müfettişi olarak Anadolu'ya göndermeyi teklif etti. Bu teklifi derhal sevinçle kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir'e girdikleri gün idi ki İstanbul'dan ayrıldım.

Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta çeşitli adlar altında birtakım oluşumlar başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı ad altında birleştirerek bütün milleti ilgilendiren ve bütün orduyu da bu amaca hizmet eder kılmak gerekiyordu. Anadolu'ya girdiğim zaman, daha ordu müfettişi görev ve yetkisi üzerimde iken, bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda ortaya çıktı.

İzlediğim çalışma şekli İstanbul'da anlaşılınca beni İstanbul'a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuçta da istifa ettim.

Bir vatandaş olarak Erzurum Kongresi'ne iştirak ettim. Erzurum Kongresi'nde belirlenen esasları bütün memlekete yayma amacıyla Sivas'ta da bir kongre gerçekleşti. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Heyeti adındaki heyetle kongrelerin temel ögelerini belirledik.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 03:58   #5
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




Türkiye Büyük Millet Meclisi
Milletvekillerinin tekrar seçimi ve Meclis'in İstanbul'da açılması olanağı olunmuşsa da Meclis'in saldırıya uğramış olması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni oluşturma girişimi olmuş ve bu şekilde 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda yer alan söz konusu kanunun ruhunu ifade eden ve ilk projede ifade edilen prensiplerin çıkış noktasına gelince, esasen öteden beri Hâkimiyet-i Milliye'nin en iyi temsili mümkün olacağına ilişkin teorik bazı inceleme ve derin araştırmalardan benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Hâkimiyet-i Milliye'nin tamamıyla meydana çıkması, bunun asıl sahibi olan bütün insanların bir araya gelip, bunu eylemsel kullanmasıyla olanaklıdır. Fakat bütün Türkiye ahalisinin toplanmasıyla bu amacın gerçekleşmesi uygulamalı bir çare olsa olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Hâkimiyet-i Milliye'mizin bir kişi veyahut kişilerle sınırlı kabine gibi bir heyet tarafından temsil edilmesi yüzünden memleketi ve milleti despotluktan kurtaramadığımız tarihi olaylarla kanıtlanmış olduğundan herhalde bu hakkı temsili mümkün olduğu kadar çok insanlardan oluşan ve vekalet süresi az bir heyette temsil ve oluşturmak bence tek çare idi. Memlekette ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum inceleme ve araştırma da bana bu fikrin uygulamasında büyük olanaklar ve isabetler olduğu fikrini vermişti. Herhalde halkımızı idare ile yakından ilgilendirmek yani idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir idare şekli oluşturmak hem Hâkimiyet-i Milliye'nin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması nedeniyle çok gerekli idi.

İşte bu düşüncelerin bu incelemelerin ilhamı olarak bu proje yapılmıştı.
Halkçılık örgütlenmesi en ufak daireye kadar yayılırsa elde edilen sonucun daha büyük ve verimli olacağına şüphe yoktur. Memleket ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş durumunu da düşünürsek Meclis çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarısını takdir etmemek mümkün değildir.

Misak-ı Milli ve ondan sonrası
Misak-ı Milli barış anlaşmamız için en kabul edilebilir ve en az şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplayacağımız temel ögeleri içerir. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Milli'nin hedefi onu gerçekleştirmektir. Memleket ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan örgüt idaresinin gerçekten oluşturulup ve şekillendirilmesi ve uygulanabilir olunmasıyla beraber ekonomik durumumuzun milli refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirme ve canlandırılmasına bağlıdır.

Bu gerçeği, milli inançla tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de bilgi ve kültürümüzün tamamen uygulanabilir ve gerçek gereksinmemize uygun bir program dairesinde güçlendirmek gerekir. Bu noktalarda başarı sayesinde memleket gelişebilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.

Ufak bir program kadrosu söylemek lazım gelirse: teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel iradeyi halkın eline vereceğiz. Bu Toplantı Kurulunda hak sahibi olmak, herkesin çalışma sahibi olması esasına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.

İyileştirilecek şeyler, ekonomi ve eğitimdir. Bu sayede memleket imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır.

Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığı koruma ve bağımsızlık için, bir de milletimizin bu dediğimiz alanda iç rahatlığı ve tam bir güvenle çalışarak gönençli ve mutlu olmasını sağlamak için her vakit memleket ve milletimizi korumaya gücü yeter bir orduya sahip olması da emellerimizin en kutsalıdır.

Örgüt idaremizde bütün bu temelleri korunmaya tabiidir. Buna göre hükümet doğrudan doğruya BMM'nin kendisidir. Böyle idari işleri memlekette yürütecek olan bir heyetin, çeşitli fikir ve kurallar etrafında toplanmış partilerden çok esas ortak noktalara uyan kaynaşmış ve dayanan bir heyet olması yaraşır istektir. Ancak toplumsal esaslarımızın kaynağı olan millette henüz hayat ve gerçek refah sağlayan kamuoyunu kapsayan bir şekilde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi fikir ve içtihatlarının isabetli iddiasında bulunacak bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonucunda parti haline getirilerek oluşturulması uzak bir olasılık değildir.

Buna karşılık bazı özel anlayışlar oluşturulması belki de fikir çarpışması için faydalı olabilir. Fakat eskisi gibi millet ve memleketten kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun faydalı gerçeğiyle hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sırf teorik veya duygusal ve şahsi programlar etrafında parti teşkiline kalkışacak insanların millet tarafından iyi niyetle karşılanacağını zannetmiyorum.

Benim bütün düzenlemelerim ve uygulama kurallarında hareket olarak gördüğüm bir şey vardır. O da oluşturulan teşkilât ve araçların şahısla değil, gerçeklerle sürekli olduğudur. Bununla birlikte herhangi bir program, filanın programı olarak değil, fakat millet gereksinimi ve memlekete cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve güvenilir olabilir.

Kişisel çıkarlar dayanak bulamaz
Misak-ı Milli dairesinde oluşturulduktan sonra gürültü çıkarıp fesatçılık edecek ve yayılmacılık fikrinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna olanak yoktur.

AHMET EMİN
(Vakit'ten, 10 Ocak 1922)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 03:59   #6
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




Mustafa Kemâl Paşa'nın Chicago Tribun Ve Daily Mail'e Verdiği Mülâkat"
"Utkularımız bizim isteklerimizi değiştirmemiştir. Önceden istediğimiz şeylerden ne daha çok, ne daha az şey talep ediyoruz."


CHICAGO TRİBUNE MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT

Chicago Tribune'ün İzmir'e özel olarak göndermiş olduğu muhabiri John Clayton, İzmir'de Mustafa Kemâl Paşa hazretleriyle aşağıdaki görüşmeyi yapmıştır:

Mustafa Kemâl Paşa'nın yüz hatlarından yaşını tahmin etmek zordu. Otuz yaşında, kırk yaşında tahmin edilebilir. Kumral saçlı, mavi gözlü, orta boyludur. Hal ve tavrı nazik, şahsiyeti hoş ve çekicidir. Büyük askeri kumandanlar tipine benzemez. Zevkinde, alışkanlıklarında sadelik vardır.
Bugün kendisini ziyarete gittiğim zaman kartımı yaverine verdim.

''Paşa Hazretleri birkaç dakika meşguldür. Şimdi sizi kabul edecekti'' dedi. Yaver yanımdan ayrılarak gelişimi paşaya haber verdi. Dönüşünden sonra beş dakika kadar bekledim. Nihayet Milli Ordular Başkumandanı odaya girdi. Samimi ve gösteriş yapmadan oturdu.

Kemâl Paşa ordunun zaferlerinden, Türklerin ulusal isteklerinden batı devletleriyle yakında bir konferansta toplanmak isteğinde bulunduğundan söz açarak dedi ki:

''- Utkularımız bizim isteklerimizi değiştirmemiştir. Önceden istediğimiz şeylerden ne daha çok, ne daha az şey talep ediyoruz. Misak-ı Millimizde kararlılık istiyoruz.''

- Bağlaşıklarla görüşmeye hazır mısınız?

''- Onlarla bir arada toplanıp görüşmeye etmeye öteden beri hazır bulunuyoruz. Misak-ı Milli'nin içeriği bir sayfadan daha az yer tutuyor. Bütün Türk topraklarında gerçek bağımsızlık istiyoruz. Bizim için artık kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır. İstanbul'u, Edirne'yi ve Trakya'nın çoğunluğu Türk olan kısmını istiyoruz.''

- İstanbul'da iken beş sene için adli kapitülasyonların bırakılmasını kabul ettiğinizi işitmiştim.

''- Kapitülasyonların hiçbir kısmına ayrıcalık kabul etmiyoruz. Adli, mali veya askeri kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz.''

- Konu, ordunun İzmir'e girişinden beri Türk askerinin ve sivillerinin çarpışmasına vardı.

''- Görüyorsunuz ki İzmir'de hiçbir katliam gerçekleşmedi. Kimi bağımsız yağma ve katil suçlarını önlemek olanaksızdır. Bir ordu 450 kilometre yol yürüdükten sonra bir şehre girer, sonra geçtiği yerlerde kendi evlerinin yakıldığını, yağmaya uğradığını, akrabasının öldürüldüğünü gözleriyle görürse böyle bir askeri engellemek zordur. Yine de düzenin bozulmadığını görüyorsunuz. Biz intikam ve karşılık verme fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik. Bizim için geçmiş gömülmüştür.''


JOHN CLAYTON
(İkdam'dan, 20 Eylül 1922)



DAILY MAIL MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT

DailY Mail gazetesinin İzmir'deki özel muhabiri Price, Mustafa Kemâl Paşa ile yapılan mülâkatını gazetesine aşağıdaki şekilde hikâye ediyor:

Mustafa Kemâl Paşa doğuda Türk utkularıyla oluşan yeni durum hakkındaki görüşlerini bugün bana açıkladı. Barış şartlarının da saldırı planları gibi tamamıyla hazır olduğunu söyledikten sonra dedi ki:

''- Artık savaşmaya sebep kalmamıştır. Ben kesinlikle barışı arzu ederim. Son saldırıyı yapmaya isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu'dan uzaklaştırmak için başka çare bulamadım. Avrupa'da Meriç hattı sınırından fazla bir davamız yoktur. Boğazların güvenlik ve erkinliği için her türlü güvence gösterilmesine hazırız. Boğazları silahlandırmamayı üstleniriz. Fakat Marmara sahilinde İstanbul'u beklenmedik bir saldırıdan korumak için savunma amaçlı güçlendirmenin yapılmasında engellenemeyeceğimiz doğaldır.''

Mustafa Kemâl Paşa'nın Misak-ı Milli dışındaki barış koşulları Anadolu'daki verilen zararın ödenmesinden ve Yunan filosunun Asya sahillerine zarar vermemesi için gerçek sahiplerine bırakılmasından oluşmaktadır.

Barış Konferansı'na katılmaya hazır ise de konferans Türk topraklarında toplanmayacak olursa kendisi hazır bulunmayacaktır.

''- Yunanlılar, Türkiye Millet Meclisi Hükümeti kuruluşunu eksik sayıyorlar. Oysa bizim hükümetimiz Yunan hükümetinden daha sağlamdır. Ekonomik durumumuz fena değildir. Anadolu'da bol yiyeceğimiz vardır. Her türül zorluk içerisinde olmamıza karşın ordumuzun örgütü, silahlar ve denetim tamdır.

Üstün başarıya gösterdiğimiz ölçülü hareket Yunanlıların yakıp yıkma sevgisiyle karşıtlık oluşturuyor. İngiliz milletinin artık Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine başlayacağına eminim ve ümit ederim ki İngiliz devlet adamları durumu gözlemledikten sonra hakkımızdaki düşüncelerini değiştireceklerdir.''

PRICE
(İkdam'dan, 20 Eylül 1922)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:03   #7
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Şükrü ve Grace Ellison'a Verdiği Mülâkat"
''İrticacı fikirler besleyenler belirli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar.''

"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Şükrü ile Görüşmesi"

Reisicumhur hazretleri, Ankara'yı ziyaret eden Tercüman-ı Hakikat baş yazarı Ahmet Şükrü Bey'e aşağıdaki açıklamada bulunmuşlardır:

'- İstanbul'un saf, samimî ve alçakgönüllü kütlesine gönülden borçluyum. En zor dakikalarımızda kalbimiz onlarla beraber çarpmıştır. İstanbul ahalisi son senelerde çok kederli ve felâketli dakikalar geçirmişlerdir. Her zaman mâsum insanları baştan çıkarmak için uğraşanlar olmuştur. Böylelerinin sözlerine kulak asmamak, onlara verilecek en iyi cezadır. Mücadele hayatımızda acıklı dakikalar yaşadık. Emin olunuz ki hiç kabahati olmayan masumların haksızlığa uğraması kadar beni üzen bir olay yoktur.

Cumhuriyet fikirlerin serbestliği taraftarıdır. Samimi ve yasal olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her düşünce bizce saygındır. Yalnız karşıtlarımızın insaflı olması gerekir.

Memleketimize şöyle pamuk ipliğine bağlanmış bir düzen ve güvenlik değil, en gelişmiş sayılan memleketlerdeki huzur gelecektir. Bu noktada Fransa'ya veya İngiltere'ye imrenmeyecek bir hale mutlaka geleceğiz.

Memleket ne olursa olsun çağdaş, uygar ve yenilik taraflısı olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün özverilerimizin semere vermesi buna bağlıdır. Türkiye ya yeni fikirle donanmış namuslu bir idare olacaktır veyahut olamayacaktır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kütle bilmezsiniz, ne kadar yenilik taraftarıdır. Çalışmalarımıza hiçbir zaman, engeller bu yoğun tabakadan gelmeyecektir. Halk gönençli, bağımsız, zengin olmak istiyor. Komşularının refahını gördüğü halde fakir olmak pek ağırdır. İrticacı fikirler besleyenler belirli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu, kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. Gelişme yolumuz önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz, yenilik vâdisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akımla ilerliyor. Biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?''

(Hâkimiyet-i Milliye'den: 4 Aralık 1923)
AHMET ŞÜKRÜ


"Mustafa Kemâl Paşa'nın Grace Ellison ile Görüşmesi"

Yazı masalarının birinin üzerinde Napolyon'a ait bazı kitapları görünce, ''Sadece büyük bir zafer hakkında tebriklerim yerine, 'Küçük Korsikalı' hakkında bir kitap getirmediğime üzüldüm," dedim.

''- Böyle bir şey düşünmeyiniz, o beni büyük bir general olarak ilgilendirir, fakat...''

- "Ben zannediyordum ki sizin ona karşı ilginiz hayranlık derecesine varır, öyle diyorlar.''

''- Ne garip bir söylenti! Tabii ben bütün büyük stratejistleri araştırırım; fakat Sakarya'yı Austerlitz'e benzetmek büyük bir övgü değildir. Napolyon tutkularını her şeyden öne koydu. O kendisi için döğüştü. Amaç için değil. Sonunda kaçınılmaz olan yıkılma geldi.''

- Başarıdan hiçbir an şüphe ettiniz mi?

''- Hayır! aslâ. Ben bütün plânı en başlangıçtan beri olduğu gibi gördüm, (hiç cephanemiz kalmadığı zamanlar bile) ve sonucu bildim. Biz kan akmasına ve yıkıntıya engel olmak için uzun zaman geciktik. Fethi Bey, son bir önlem olmak üzere Londra'ya gitti. Çünkü biz kanla değil, mürekkeple yapılmış bir antlaşma istiyorduk.''

Gözüm Paşanın yazı masasının üzerinde asılı duran güzel yüzlü bir Türk hanımının portresine ilişti.

- Ne güzel bir yüz! diye haykırdım.

Paşa, göze çarpan bir gurula ''Anam'' dedi.

- Onu görmenin büyük zevkine varabilir miyim! dedim.

''- Çok hastadır. Doktorlar gece gündüz yanındadırlar. Yazık ki, korkuyorum artık iyi olmayacak.''

Sonra merdivenden çıkıp hastanın dairesine gittik. Onu bir divan üzerinde yastıklara dayanıp oturuyor görünce şaştım. İlk önce onun ölüme bu kadar yakın olduğuna inanmak güçtü.

''- ''Yazık!'' dedi Mustafa Kemal, ''Onun acısı benim yüzümdendir. Benim sürgün kaldığım yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü gözyaşlarının hesabını şimdi veriyor.'' O çok söyleyemeyecek kadar üzgündü, sesinde keder vardı.

-''Şimdi siz de onun zaferine katılabilirsiniz,'' dedim,''Oğlunuzla kimbilir ne kadar iftihar ediyorsunuz. Onun yaptıkları olağanüstüdür. Ben yalnız onun eserini görmüş olmak ve onunla konuşmuş olmakla kıvanç duyuyorum.''

Bana heyecanla teşekkür etti ve dedi ki: ''Allahın bana bu oğulu vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.''

(Yücel Mec. Mart 1940, sayı:61)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:04   #8
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Maurice Perno'ya Verdiği Mülâkat"
'' Peygamberimiz öğrencilerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin başına geçmelerini emretmedi.''

Tanınmış Fransız yazarı Maurice Perno, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı önemli bir görüşmeyi ''Revue de Monde'' dergisinde aşağıda olduğu şekilde naklediyor:

Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanape, iki koltuktan ibaret olan bu küçük odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu.

Bana elini uzattı, oturmak için yer gösterdi ve bir sigara verdi, nazikâne bir tavırla beni dinlemeye hazır olduğunu sezdirdi. Derhal konuya geçerek Fransa'nın, bağımsızlığını kaybetmektense ölüme karar vermiş olan bir milletin azim ve çabasını nasıl dostça bir ilgi ile izlediğini hatırlattım.

Mustafa Kemal Paşa:

''- Türkler; memleketinizin dostluğuna güvenebileceklerini bilirler. Her zaman Fransa özgürlük için kahramanca mücadelede dünyaya örnek olmuştur.'' dedi.

- Fakat, dedim; size itiraf ederim ki son aylar içerisinde Fransızların Türklere duyguları daha az geneldi. Türkiye'nin düşmanları vatandaşlarımın dostluğunu Türkiye'nin üzerinden çekip almaya çalıştılar. Ve önce Türk hükümetinin Türkiye'de okullarımızın, dilimizin, nüfuzumuzun gelişmesine engel olacak önlemler alacağını, sonra Türk milliyetçilerinin sözde yabancı düşmanı olduklarını ileri sürdüler. Bu iki nokta hakkında siz bana açıklamalarda bulunabilir misiniz?

Mustafa Kemal Paşa bir saniye düşündü gözleri uzaklara daldı, dedi ki:

''- Okullarınız için bu, biraz da eski bir hikâyedir. Fransız okulları Türk milletine büyük hizmetler etmiştir. Biz, hepimiz Fransa'nın kültür kaynağından içtik. Ben bile çocukken bir süre Fransız okuluna gittim. Fakat bazen yabancı okulların görev çizgilerini geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, bilimdışı propaganda amaçları izlediklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına dayandıklarını gördük.''

Bu suçlamayı derhal kaydettim:

- Bu şikayet belki bazı yabancı okulları için geçerli olabilir. Merzifon'daki Amerikan mektebini kapattığınız için kimsenin size bir diyeceği yoktur. Fakat Türkiye'de bir Fransız okuluna karşı gerek siyasi gerek dini herhangi bir propaganda suçlaması olduğunu bilmiyorum.

Paşa hafifçe güldü ve cevap verdi:

''- Fransız mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir. Şu halde meslekî bir özelliği vardır. Bunun için dinî bir propagandada bulunduklarından endişe edebiliriz. Yine de istiyoruz ki okullarınız kalsın. Fakat Türkiye'de bizim okullarımızın bile hazır olmadıkları ayrıcalığa yabancı okulların sahip olması kabul edilemez. Kurumlarınız, aynı sınıfta Türk kuruluşlarına konu olan kanun ve kurallarına uydukça sürekli kalabilir. Zaten bu mesele Ankara delegeleri ile Fransa temsilcileri arasında görüşülmüş ve temel prensipler üzerinde anlaşma gerçekleşmiştir.''

Bu sırada kısa bir sessizlik oldu. Mustafa Kemal Paşa sıcaktan başındaki astragan kalpağı çıkardı. Karşımda büsbütün başka bir adam gördüğümü zannettim. Sarışın ince saçları kalpak altında göremediğim geniş ve biçimlenmiş alnını açık bırakıyordu. Kendi kendime karşımda bir Türk mü, yahut bir Slav mı olduğunu düşündüm. Yavaş yavaş önce seçilemeyen, kapalı duran bu çehre canlandı, sesteki gönül rahatlığı değişti. Paşa devam etti:

''- İkinci yabancı düşmanlığı noktasına gelince: Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla içten ilişkilerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün uygar milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, özgürlüklerimize zorluk çıkartılmasına çalışmamak şartıyla burada daima gönülden kabul göreceklerdir. Düşüncemiz yeniden yakınlık oluşturmak, bizi başka milletlere bağlayan bağları arttırmaktır.

Memleketler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne uygarlığa katılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmesi, Batıya karşı elde ettiği başarılardan çok kibirlenerek kendisini Avrupa milletlerine bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.

Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye'de çağdaş, bundan ötürü batılı bir hükûmet oluşturmaktır. Uygarlığa girmeyi arzu edip de Batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir yönde yürümek kararlılığında olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçlük çıkarıldığını gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.

Fakat ortaya çıkan durum, Türkiye'nin kayıtsız şartsız bağımsızlığına tek başına sahip olması sonucuna vardı. Bundan sonra memleketimize gelecek yabancılar, samimiyetle bizi hakimiyet ve esaretlerine almaktan vazgeçerlerse kabul göreceklerdir. Kaldırılan eski anlaşmalar Türk milletinin bir yenilgisi sonucu değildi. Bu Türkiye'ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, padişahımızın birkaç yabancı devlete tam bir iyilik ve insanlıkla sundukları ettikleri bir armağan idi. Devletler bu armağandan aleyhimize yararlandılar. Eski zamandakiler memleketimizi yoksulluğa düşürdü, harap etti. Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa zarar verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz güvenliğimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye'de yabancı girişimlerinin, yabancı amaçlarının bize aşıladığı kaygılar tam olarak ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen sakınarak hareket ediyorsak, aşırı derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan bağımsızlığımızı kaybetmek konusundaki korkumuzdandır.''

Bu son sözler dikkatimi çeken bir samimiyet ve bir azimle söylendi. Mustafa Kemal Paşa yeni bir soru bekliyordu. Dinî konu hakkındaki fikirlerini dinlemek merakında idim. Bu alanda alınan bazı önlemlerden ne beklendiğini açıklamasını rica ettim.

''- Aldığımız bütün önlemler bir cümle ile özetlenebilir: Milli egemenliği ilân ettik. Kelimeler üzerinde oynamayalım. Bugünkü Türk hükümeti az çok cumhuriyettir (1). Bu bizim hakkımızdır; fenalık nerede? Kökenlerimizi hatırlayınız. Tarihimizin en ongun devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz öğrencilerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin yönetimine, başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin aklından aslâ böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Gerçekten görevini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl başarılı olur? İtiraf ederim ki bu koşullar içerisinde beni halife tâyin etseler derhal istifamı verirdim...

Fakat tarihe gelelim, gerçeği inceleyelim, Araplar Bağdat'ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou'da(*) bir hilâfet daha oluşturdular. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini aslâ tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde yüce ruhsal görevi yerine getiren tek halife fikri gerçeklerden değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.

Son iyileştirme düzenlemelerimizin neden olduğu eleştiriler, gerçek dışı var olduğu sanılan bir fikirden, islâm birliği fikrinden esinlenmiştir. Bu fikir aslâ gerçek olmamıştır.

İlâve edelim ki İslâm âleminde Türkler halifenin maddî ihtiyaçlarını fiilen sağlayan biricik, tek millettir. Evrensel bir hilâfeti destekleyip, üzerlerine alanlar, şimdiye kadar her türlü katılımdan uzak kalmışlardır. O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu kurumun yüküne katlansınlar ve yine yalnız onlar halifenin egemenliğine boyun eğsinler... Bu iddia aşırıdır.''

- Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir uygulama ve nitelik olmayacak demek?

''- Siyasetimizi dine aykırı olmak şöyle dursun, din açısından eksik bile hissediyoruz.''

- Asil kişi, düşündüklerini bendenize daha iyi açıklarlar mı?

''- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimiz -bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum- akla aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor. Halbuki Türkiye'ye bağımsızlığını veren bu Asya milleti içinde daha karışık yapay, bâtıl inanışlardan meydana gelen bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince aydınlanacaklardır.

Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini yıkıp ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.''

MAURİCE PERNO
(Akşam'dan: 11 Şubat 1924)


Mülakatları çevirenin notu:

* Cordou/ Cordoue: Emevilerin İspanya'da kurduğu devletteki Kordoba diye bilinen şehrin Fransızca söylenişi

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:05   #9
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Madame Titaina'ya Verdiği Mülâkat"
'' Hilâfet, zamanımızda artık yeri olmayan geçmişin bir efsanesinden başka bir şey değildir.''

Bu dinç, seçkin, görgülü, kibar ve 1919 senesinden beri herkesin sevgisini kazanmış olan şahsiyet ile karşı karşıya bulunuyorduk. Adı geçen kişiden değerli dakikalarını ziyan etmemek üzere, derhal görüşme konusuna başlamak için iznini istedim ve dedim ki:

- Reisicumhur Hazretleri, Millet Meclisinde memleketim için o samimî açıklamada bulunduğunuz zaman Ankara'ya ulaşmıştım...

Daha ben cümleyi bitirmeye zaman bulamadan Paşa sözlerimi keserek:

''- Bu konuda daha açık ve açıklayıcı olmak istiyorum. Okurlarınıza söyleyiniz ki, Türkiye ile Fransa'nın arasındaki ilişkinin sevgi ve dostlukla dolu olmuş bulunması, duygusal bir sevgi ve yakınlıktan ve iki milletin yüksek zevklerindeki katılımından yayılıyor. Türkiye kendini bulduğu ve anladığı bu günlerde bu eski sevgi ve dostluğa bir yenisi ekleniyor. Bu dostluk, şahsen daha sıkı bir hale sokmak istediğim iki Cumhuriyet arasındaki dostça ilişkileri daha fazla destekleyecektir.

- Gerçekten bu ilişki, gazetelerin Fransa'ya yapacağınızı yazdıkları geziyle sıkı bir şekle dönüşecektir.

''- Fransa'ya gezi mi? Doğrusu Mösyö Mojen ile görüştüm ve Türk toprağından dışarıya ayak attığım zaman en evvel Fransa'yı ziyaret edeceğime söz verdim. Arzumda 15 sene evvel tanımış olduğum memleketinizi ziyaret etme yönündedir. Memleketinizi memnuniyetle tekrar göreceğim.''

- Ne zaman?

''- Bunu belirlemeye olanak yok. Önce, çözümü gereken birçok sorunlar vardır. Her şey durum ve koşullara bağlıdır. Yavaş ilerlemekte bulunduğumuz yakınmalarının bize yöneltildiğini işitmişsinizdir. Fakat genç Türkiye Cumhuriyeti'nin bir sene evvel doğmuş bulunduğunu ve daha başlangıçta her şeyi yenileme gereksinimi ve düzenlemenin bir memleket içinde büyük bir iş karşısında bulunduğunu unutuyorlar.

- Sizin ve hükümetinizin tamamen özgürce olan düşünceleri Fransa'da bilinmekle beraber hilâfetin kaldırılması bir parça şaşkınlık yaratmıştır.

''- Bu, sıklıkla bana yöneltilmiş olan bir sorudur. Ben bu soruya daima aynı temiz duygular ve samimiyetle cevap vereceğim. Hilâfet, zamanımızda artık yeri olmayan geçmişin bir efsanesinden başka bir şey değildir. Tunuslular, Mısırlılar, Hintliler ve diğer Müslümanlar İngiliz ve Fransız egemenliği altında bulunuyorlar. Yeni bir halife yakında Kahire'de tayin olunacaktır.

Her halde Türkiye dinî geçmişinden bütün açıklıkla ve kesinlikle ilgisini kesmiş ve her tür zorluktan kurtulmuş olarak ilerleme yolunda yürüyor.''

(İkdam'dan: 30 Teşrinisani (Kasım) 1924)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:06   #10
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Falih Rıfkı ile Mahmut Bey'e Verdiği Mülâkat"
''Hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin,''

Umumi Harp Başlangıcında

''- Arıburnu'nu Anafartalar'ı yapmış bir kumandan idim. Zannediyordum ki, ve sonradan dost düşman herkesin anlayış şekli de benim bu düşüncemi doğruladı, memlekette bir hizmette bulunmuştum, o hareketle özellikle payitahtı(başkenti) kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu önemsiz hizmeti yerine getirmiş olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim Osmanlı'nın önemli kişilerini ziyaret ediyordum ve bu ziyaretleri daha önemli bir görev hissinin yönlendirmesiyle yapıyordum. İlim, fen, san'at ve olaylar bakımından, memleketim için ve milletimin söz konusu olması gereken hayat ve ölümü için düşüncelerim vardı, başta bulunanlara onları söylemek istiyordum. Dışişleri bakanını da görmek ve kendisiyle konuşmak faydalı olur inancındaydım. Bakanlığın bir müsteşar muavini vardı, Sofya sefaretinden tanırdım: Halil Bey... Evvelâ bu güzel kalpli adamı makamında buldum. Bakan Beyefendi'ye, kendilerini ziyaret için geldiğimi söylemesini rica ettim, bekleme emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar sürdü, fakat bekleyiş epey uzun oldu, bu aralık saygıdeğer bakan bey çok ilginç ziyaretçileri kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben geldikten ve haber verdikten sonra, gelmiş olanlar dahi bakan bey tarafından kabul olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, müsteşar muavinine:

- Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, dedim.

Muavin benim beklemede bulunduğumu tekrar hatırlattı.

- Beklesin, buyurmuş. Sessizlik ile muavin beyin yanında oturdum.

Kendisine dedim ki:

- Sizin bakanınız bütün zamanını böyle manasız ziyaretleri kabul etmekle mi geçirir?

Terbiyeli ve iyi muhatabım soruma cevap vermedi. Bir aralık bakan beyefendinin bürosunu salonla birleştiren kapı açıldı ve bir odacı:

- Buyurun efendim, dedi.

Muavin beyle ciddî bir konu üzerinde konuşuyordum:

- Nedir o? dedim.

Odacı:

''- Bakan beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar...'' cevabını verdi.

- Beklesinler, dedim.

Gazi devam etti:

''- Gerçekten müsteşar muavini ile olan konuşmamızın biraz uzatılmış bölümü sonuna kadar bakan beyefendinin davetine gidemedim. Bakan beyefendinin görkemli bürosuna girdiğim zaman, bakan beni ayakta ve güleryüzlülükle kabul etti ve bana askeriyenin, içişlerinin, genel durumdaki siyasetin çok parlak olduğundan parlak bir anlatımla söz etti. Nezaketen teşekkür ettim: Yalnız bazı düşünce ve görüşlerde bulunup bulunamayacağım konusunda bilgi istedim:
- Hay hay efendim, dedi.

Dedim ki, -Ben durumu hiç de sizin gördüğünüz gibi görmüyorum. Genel durumumuzun sizin anlattığınız gibi olmasını çok dilerdim. Fakat ben en çetin ve en zor sonuç alınabilen bir harp sahasından ve o sahanın kumandanı olarak İstanbul'a geliyorum. Eğer izin verip de beni bir saniye dinlerseniz gönülden borçlu olurum.

- Lütfen efendim, buyurdular. Devam ettim:

- Beyefendi, durum sizin gördüğünüz gibi parlak değildir. Siz ki devletin idaresi sorumluluklarından bir kısmını üzerine almış bir kişisiniz, eğer şunun bunun ifadesine güvenerek siyaset kullanmakta devam ederseniz, var olan tehlike genel tahminin de üstünde olur.

Cevap verdi: Beyefendi, (bunu söylerken pek ciddî bir âmir tavrı takındı) ne demek istediğinizi anlayamadım.

Basit bir dille açıkladım:

- Siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı ve acemi bir adam kabul ederek, bu acı gerçekler üzerinde benimle açık konuşmaktan sakınıyorsunuz. Erkli bir bakana yaraşan da budur. Fakat ben o adamım ki, benimle her şey konuşulur, izin verin, görüşeceğimiz fikirler aramızda kalacaktır, sizi diğer bir noktada aydınlatayım: Gerçeği konuşmaktan korkmayınız. Gerçek sizin dedikleriniz değil benim dediklerim.

Çok sert ve ciddî tavırla şu karşılık verdi:

- Kumandan bey, biz size saygı gösterdik, çünkü bize dediler ki Arıburnu ve Anafartalar kumandanı Mustafa Kemal hizmet etti, bunun için sizi nazikçe ağırlamak istemiştim, fakat bugün bana söz ettiğiniz şeylerin başka manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi, bu konunun görüşülmesi ve eleştirinin makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu başkumandanına, onun genelkurmayına, bütün vekiller heyeti ile beraber derin ve sarsılmaz güven taşıyan bir bakanım. Sizin kararsızlıklarınız olabilir; sizin bilmediğiniz gerçekler bulunabilir. Ben size bunları açıklamakta engellerim var. Eğer siz buraya şüphe ve kararsızlıklarınızı gidermek için gelmişseniz yanlış yere geldiğiniz uyarısında bulunmak zorundayım. Başkumandanlığa ve genelkurmaya baş vurunuz. Hiç şüphe etmem, ki orada sizi gerektiği kadar, ihtiyacınız kadar aydınlatacak kadar kişi vardır.

- Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız izninizle şunu bildireyim ki, önce ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile çok küçük subaylıktan beri derinden ilişkiye geçmiş bir askerim. Ben olayların yönü ile ordunun içinde subay, sonunda kumandan olarak iş görmüş ve düşünceme göre başarılı olmuş bir kumandanım. Türk ordusunu, onun erdemini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir subay, rastlantıyla kumandan olmuş bir adam gibi kabul ettiğiniz için üzgünüm. Yine de sizi hoş görüyorum, çünkü bütün hayatınızda, hattâ şimdiki önemli siyasî durumunuzda henüz gerçekle karşılaşmış bir kişi değilsiniz. Bana bir şey önerdiniz ki ben onu yapamam, Başkumandanlık Bakanlığına, genelkurmaya başvurmak, endişelerimi orada gidermek... Beyefendi; farkında değil misiniz ki artık bu memlekette millî bir genelkurmay kurulu yoktur, bir Alman Genelkurmayı vardır; o Alman Genelkurmayı ki, Türk ordusunda ilk iş olarak benim gibi âsi bir askeri uzaklaştırmak kararına vardı, beni o kurula mı gönderiyorsunuz?''


Büyük Adam Kimdir?

''- Arkadaşlar, Selânik'te Hürriyet meydanı denilen bir meydan vardır, bilinen bâzı yerler de meydanı kuşatır: Olimpos Palas, Kristal, Yonyo, vesaire...

Bir gece Yonyo'nun mahşer gibi kalabalık, büyük salonunun bir köşesinde, ufak merdivenle çıkılır; bir de özel oda olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Ufak, zarif bir salondu ve ağız ağzına dolu idi. Salonda bir masaya yaklaştığımı hatırlarım; bu masada ihtilâlci kişiler varmış. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim; masayı işgal edenler çok vatanperverâne konuşuyorlardı. Devrim yapabilmek için büyük adam olmaktan söz edilmekte idi. Herkeste büyük adam olmak isteği vardı. Fakat büyük olabilmek için insan nasıl ve kimin gibi olmalı?

İçlerinden biri bağırdı ''Cemal Paşa gibi olmak isterim..'' Sofrayı işgal edenlerden hepsi: ''Bravo,'' dediler, ''Cemal gibi...'' Sonra hiçbirini yakından tanımadığım bu kişiler hep birden bana döndüler. Ben durgun ve sabit bir gözle kendilerine baktım. Benim tavrımdaki ve durgunluğumdaki anlama dikkat eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün ve her gece görüşmekte olduğum Cemal Bey hakkındaki görüşleri onaylamamı beklemekte idiler. Ben bilmem neden, bu kişileri doyuracak bir işarette bulunamadım. Fakat içimden şu düşünce geçti: ''Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak gerekir, der, ve bunun için bir de örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı inancındadır, bu, adam değildir.''

Bu görüşlerde bulunurken, sofra arkadaşlarımı memnun edemediğimi hissettim. Hiç şüphe etmem, ki bana dair kararları olumsuz olmuştur; ve bu kararlarını akıllıca bir şekilde açıklamak için demiş olsalar gerekir ki:

"- Bu acemî efendi, galiba kendini o kadar büyük görüyor, ki ve bu sebepten görüş alanı o kadar daralmıştır, ki artık büyüklüğü göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız olamaz.''

Bu gece, o sofranın sarhoşluğu etrafında iki görüş belirdi: Biri olumlu, biri olumsuz.

Bir anlayışa göre önce büyük adam olmak, sonra memleketi kurtarmak gerekir. Diğer anlayış göre büyük adam lâfla olmaz, önce memleketi kurtarmalı, ondan sonra dahi büyüklük söz konusu değildir.

Arkadaşlar size bu hikâyeyi bugünkü duygumla, bugünkü deneyimimle söylemiyorum. ''Yonyo''nun özel odasındaki gözlemin bana esinlendirdiği fikir, bu idi.''

Bir Makalenin Tartışması

''- Bir gün Cemal Bey Selânik gazetelerinden birine imzasız bir başmakale yazmış; beraber çalıştığımız daireden çıkıp tramvaya binmiş. Olimpos'a gidiyorduk. Cemal Bey'in elinde o gazete vardı, bana uzatıp dedi ki:

- Bu başmakaleyi okudunuz mu?

- Hayır.

- Oku... dedi.

Okudum: ''- Nasıl?'' diye sordu.

- Sıradan bir gazetenin sıradan bir yazısı, dedim.

- Amma yaptın ha, bunu, ben yazdım.

Cevap verdim: ''Afedersiniz, bilmiyordum, yazmamış olmanızı dlerdim. Ve ekledim: ''Cemal Bey, şu ve bu tarzda siz birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz içinde bulunduğunuz durumu değerlendiriniz. Ve önce kabul ediniz ki, biraz isteklerden vazgeçmek gerekir. Eğer şunun bunun güler yüzünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim gerçekle hiç karşılaşmamış geniş çevrelerimiz vardır; bu çevrelerde henüz İran köylüsü hayalleri gibi hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin karşında bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda direnmeyi yok eden olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kanısına vararak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.''

Cemal Bey sözlerimi sakinlikle dinledi, bana hak verdi. İmzasız makalesini eleştirdiğim için beliren üzüntüsü gitmiş göründü.''

Bağımsız Yaşamak İsterim

''- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğun evde ne ana, ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve bağımsız bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi anlayış ve görüşlerine göre bana şu veya bu akıl verme ve öğütte bulunmasına sabrım yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî itiraflardan kendilerini sakınamazlar. Bu durum karşısında iki tür hareketten birini seçmek zorunludur. Ya boyun eğmek, yahut bütün bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Boyun eğmek nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarılarına uymak geçmişe dönüş demek değil midir. İsyan etmek, erdemlerine, iyi niyetine, yüksek kadınlığına emin olduğum anamın kalbini; görüşlerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.''

Yedi Evliya Kuvvetindeki Padişah

''- Bununla beraber size bu nedenle anamın ve kız kardeşimin devrim işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de söylemeliyim. Biz Selânik'te tahmin edeceğiniz tarihlerde; görünmez manası ne olduğunu bilmem, fakat özveriyle komitecilik yapıyorduk. Meşrutiyetin ilânından çok önce, bir gece bizim evde bir toplantı yapmıştık. Bu ev Selânik'te mektep karşısında, pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri, ki şehit oldu veya vefat etti, büyük saygıyla anarım, Kâmil Bey isminde bir süvari subayı idi, şişmanca bir kişi... Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madenî paralar... Bizim görüşme yaptığımız odaya bakan hizmetçi, anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, iddialar, tartışmalar ve plânlar var, manasında birtakım sözler söylemiş, anam, hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş..

Bildirilen kararlardan sonra arkadaşlar beni terkettiler, akabinde, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki:

''- Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?''

Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki toplantımızı görmüş, her şeye tanık olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden gerçeği gizlemeye gerek görmedim, aksine onları aydınlatmayı tercih ettim:

- Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam hiçbir kuvvete sahip değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!''

Anam o vakit dedi ki:

- Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. başarılı olmak zordur; mahvolmak daha doğal kabul edilmesi gerekir. Ne yapayım, biricik erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.

''- Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Beni bundan yasaklar mısınız?''

- Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman üzgün olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan alıkoymaya kalkışmam. Yalnız dikkat et, temel başarılı olmaktır, başarılı olmaya çalışınız.

Falih Rıfkı-Mahmut Bey
(Milliyet'ten: 13 Mart 1926)

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
atatürkle konuşmalar


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık