![]() |
Cevap: Atatürk Anıları. PORTRE PORTRE İstanbul'un kurtuluşundan yirmi üç gün sonra Cumhuriyet ilan olunur ve Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilir. 1924'ün 2 Ocak tarihinden 22 Şubat'ına kadar İzmir'de bulunur. İzmir'e giden bir Kurul arasında Çallı İbrahim de vardır. Çallı, Atatürk'le karşılaşır ve kendisine: - Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal'in portresini yapmama izin verir misiniz Paşam? der. Atatürk de: - Mademki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal'i çizmek istiyorsun, benim modelliğime gerek yok, yanıtını verir. Daha sonra Çallı, bazı araştırmalarına dayanarak Atatürk'ün koltukta oturur, sivil giysili/fraklı tablosunu oluşturur. Oğuz ÖZDEŞ |
Cevap: Atatürk Anıları. Atatürk bir akşam, Çankaya'da arkadaşlarına sordu - Dünyanın en büyük insanı kimdir? - Timur'dur Paşam! - Değil. - Fatih'tir. - Değil. - Yavuz Sultan Selim. - Değil. - Alpaslan. - Değil. - Napolyon. - İskender. - Değil. Nafile!.. Ne derlerse Atatürk "değil" diyordu. Dalkavuklardan biri dayanamadı: - Sizsiniz Paşam., dedi. Atatürk, bu zatı tersledikten sonra, sualinin cevabını kendisi verdi: - Dünyanın en büyük insanı Hz. Muhammed'dir. Ölümünden bu yana bin üç yüz sene geçtiği halde, günde beş vakit, Cenab-ı Allahtan sonra adı söylenen Hz. Muhammed'dir. alıntı |
Cevap: Atatürk Anıları. Atatürk ve Yoksulluk OSMANLI Devleti'nin sonu gelmek üzere olan o karanlık günlerde Mustafa Kemal, Halep'te bulunuyor ve İstanbul'a gidecek. Ama tren bileti alacak kadar bile parası yok. Tek varlığı zamanla edindiği ve yetiştirdiği atlar, kısraklar. Tek çare, bunları satmak. Gerçi, o denli sevdiği bu hayvanlardan ayrılmak da güç geliyor ona. Ama satacak, para edecek başka hiçbir şeye sahip değil. "Salih, bu atlardan birkaçını satıp da İstanbul'a gidebilirim. " Salih (Bozok) atları satma görevini üstleniyor, fakat tek bir alıcı çıkmayacak. Subayların hiçbirinin durumu Mustafa Kemal'den başkaca değil. Halep'in hali vakti yerinde olanların çoğu at meraklısı ama atları alsalar, seferberlik var, ülke savaşta, ordu tüm hayvanlara el koyuyor. Tam bir çıkmaz, çaresizlik... ATATÜRK VE YOKSULLUK İşte tam da bu günlerde 4. Ordu Komutanı Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Mustafa Kemal'le Halep'te buluşacak. Cemal Paşa'nın Mustafa Kemal'e eskiden beri sevgisi ve bağlılığı var. Birçok konuda da görüş birliği içindeler. Bir ara söz dönüp dolaşıp Mustafa Kemal'in sıkıntı içinde olduğuna geliyor: "Cemal Paşa, benim bazı cins at ve kısraklarım var. Bunları satmak ihtiyacındayım; isteklisi çıkmadı. Siz buranın eski komutanısınız, bana bir yol gösterir misiniz?" "At ve kısraklarınızı önce baytarlarıma muayene ettireyim." "Diyarbakır'da iken, Alman ve Avusturyalılar, bu atlarla kısrakların önemli bir servet olduğunu söylediler, kıymetlerinden şüphe etmiyorum, ama öyle yapınız..." Ve Cemal Paşa, tüm at ve kısrakları iki bin altına alıyor! Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelebilmesi, savaşımına başlayabilmesi çok sevdiği, yıllardır edindiği, yetiştirdiği at ve kısraklarının sayesinde... Dahası, Cemal Paşa bu hayvanları sonradan beş bin altına satacak ve atların ve kısrakların değeri iki bin değil, beş bin altınmış diyerek aradaki üç bin altını Mustafa Kemal'e gönderecektir. Ve yıllar sonra diyecektir ki: "Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım." ONUN İÇİN BİR TUTKU Atlarından, kısraklarından ayrılması kuşkusuz onu çok üzmüştü. Çünkü atları o kadar çok seviyordu ki... Bir tutku idi at sevgisi onda. Onları okşarken elleri sevgi ile titrer gözleri parlardı. Onlarla konuşurdu da. Ve bu sevgi karşılıklıydı. Seyislerine huysuzluk yapan atlar onu karşılarında görünce hemen terslenmeyi keserlerdi. Nerdeyse çocukları sevdiğince severdi atlarını... Ankara'da çiftlikdeki taylarından biri ruam hastalığına yakalanıp da öldürülmesi gerektiğinde, ellerine lastik eldivenler geçirerek tayı birkaç kez okşamadan öldürmelerine izin veremeyecek, hayvanı okşarken de gözyaşlarını tutamayacak ve ağzından şu sözler dökülecektir: "Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış. Eğer bir evlat kaybetmek felaketine uğrasaydım kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı." Atları onun arkadaşları gibiydi de. SABİHA GÖKÇEN İRKİLİYOR "Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun: "Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?" diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı... "Maalesef Paşam! Yok. .. Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur... Bir şey daha söylemek isterim... Gözleri sanki sizi arar gibi..." "Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakar ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..." Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı. Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Gazi eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının. "Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!..." Öptü onu birkaç kez. "Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?" SEVELİM, OKŞAYALIM Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. "Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın... " Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti. .. Ve bir gün Çankaya'da sofrasında Gazi yaverlerine buyuruyor: "İki gün önce bizim atlardan biri doğurdu. Alıp onları buraya getiriniz." Konuklar, herkes şaşkın. Yaver, duraksıyor. Gazi'nin "Sevelim, görelim, okşayalım" sözleri şaşkınlığa, duraksamaya bir son veriyor. Çok geçmeden tay ve annesi Yıldız, bakıcıları Kerim'in yedeğinde şeref salonunda. Salonda ayakları kaymasın diye geçecekleri ve duracakları yerlere halılar, kilimler serilmiş. Gazi, onları ayrı ayrı sevmekte ve eliyle kesme şeker yedirmekte.. . |
Cevap: Atatürk Anıları. Mesaj: [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] RE: Atatürk'le ilgili anılar Mahmut Sadi'nin bir ogrencilik anisi: "Yil 1923... Istanbul Universitesi' nde ogrenci oldugum siralar. Okul duvarinda bir ilan goruyorum. 'Avrupa'ya talebe yollanacaktir. ' 'Allah Allah' diyorum, ulke yikik dokuk yil 1923... Avrupa'ya talebe! Luks gibi gelen bir sey, ama bir sansimi denemek istedim. 150 kisi icerisinde 11 kisi secilmisiz. Benim ismimin yanina Ataturk 'Berlin Universitesi' ne gitsin' diye yazmis. Zaman geldi. Sirkeci Gari'ndayim, ama kafam oyle karisIk ki gitsem mi, kalsam mi orada ben unutulur muyum, para yollarlar mi, gurbet ellerde ne yaparim? Bir an gitmemeye karar verdim, dondum. O sirada bir muvezzi ismimi cagirdi: "'Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafin var.' "Telgrafi actim aynen sunlar yaziyordu: "'Sizleri birer kivilcim olarak gonderiyorum; alevler olarak geri donmelisiniz. ' "Var mi boyle bir sey? 11 ogrencinin nerede, ne zaman, ne dusunebilecegini hesap edebilen bir lider, dunya lideri olmasin da ne olsun! Yil 1923, biz evimizde bir cocugumuzun huyunu degistiremiyoruz, bir huyunu. Tum ulkenin huyu degisiyor. Bununla ugrasan bir insan, yolladigi 11 ogrencinin nerede, ne zaman, ne dusunebilecegini hissedebiliyor. " Mahmut Sadi devam ediyor: "Gel de simdi gitme, git de orada calisma, don de bu ulke icin canini verme!" Diyor.? |
Cevap: Atatürk Anıları. Satın alınmayan adam Atatürk geçen dünya harbi başladığı zaman türk ordusunda alman general ve subaylarına mühim mevkiler verilmesinin aleyhinde bulunmuştu. Alman mareşali falkenhayn bu gibileri itirazdan vazgeçirmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Bu sırada mustafa kemal paşanın yedinci ordu kumandanlığına hareket edeceği günün gecesi, istanbul'da akaretler'de 74 numaralı eve alman mareşalinin karargahında memur olan bir türk kurmay subayı ile genç bir alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Mustafa kemal sordu: - bunlar nedir? Alman subay cevap verdi. - istanbul'dan ayrılıyorsunuz; size mareşal falkenhayn bir miktar altın göndermiştir. - bu paralar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisliğine gönderilmesi lazımdı. - efendim, o da başka... " Mustafa kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman mustafa kemal türk subayına emretti: - bu zabit bilmiyor, senedi alsın. Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım reisliğine haber gönderiniz... Bir kaç ay sonra atatürk yedinci ordu kumandanlığını, vekil olarak ali rıza paşa'ya bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti. - mareşal falkenhayn'e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu kağıdı ondan alınız! Mareşal falkenhayn yaverine: - mustafa kemal paşa'ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için ali rıza imzalı kağıdı da kabul edemem! Dedi. Mustafa kemal paşa şu haberi yolladı; - verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlar dan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan mustafa kemal imzası sizde kalamaz! |
Cevap: Atatürk Anıları. BU MİLLETVEKİLLİĞİ AYRICALIĞINI HİÇ BEĞENMEDİM Atatürk bir sabah Florya'dan Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver'e: - Sorunuz, tren var mı? Diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazarı dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata'nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor; - Vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun? Yanındakiler cevap verirler. - Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz. Ata hayretle: - Bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık! ŞEF ASKER Mİ SİVİL Mİ OLMALI? Çankaya akşamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk'e soruyorlar. O'na diyorlar ki: - Şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor: - Şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker. Bu cevabı ile şefliğin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor. LAİKLİK İlk Melis'te bir gün laiklik söz konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla: - Arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben bu laikliğin manasını anlamıyorum. Diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden eline kürsüye vurarak: - Adam olmak demektir hocam, adam olmak! Diye hoca efendinin sualini cevaplandırmıştı r. ATATÜRK VE DİN ADAMLARI Mücadele'nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma) Heyetleri'ni vatanın köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanı Türk Ocakları Genel Başkanı olan rahmetli Hamdullah Suphi Tanrıöver'di. Mustafa Kemal'e geldi. - Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak? Ata gülümsedi. - Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler dedi. VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR Kral Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O'nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral'ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk: Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! diyerek, Kral'ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. ANKARA'YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM? Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü'nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk'ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize: - Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından: - Neden? suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk : -Şimdi dalkavukluğu bırakın diye münakaşayı kapattı. Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacakki. SAKAL ÜZERİNE....... ...... Atatürk Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar; - Kimdir bu? Vali yanıt verir; - Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.Ata Şıh'ı yanına çağırır ve; - Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasını gösterir. Şıh; - Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır.Ata telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra Nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür.Atatü rk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; - Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; - Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp Nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır; - İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. |
Cevap: Atatürk Anıları. Turk nedır? ATATÜRK e Türk nedir diye sormuşlar. işte ATA nın cevabı; "Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. GAZİ MUSTAFA KEMAL" |
Cevap: Atatürk Anıları. ATATÜRK ile amerikalı general Çanakkale Savaşı sonralarında Atatürk'ü Ziyarete gelen Amerikalı General belirli bir süre konuştuktan sonra Türk askerini görmek istediğini Atatürk'e belirtir ve Atatürk'te en yakın askeri kışlaya generali götürür.Askerler generali törenle karşılarlar(Bu günkü gibi değil tabi savaş koşullarında) General bakar ki askerler bitkin çoğunun üniformaları yırtık paramparça. ayaklarında çoğuna yakınının botları yok olanların ki ise ayak parmakları ve ayaklarının büyük bölümü yırtıklardan dışarı çıkmış , çoğu açlıktan bitkin halde gözüküyor.Daha sonra Amerikalı general sıradaki askerin birine yaklaşır ve omzuna eliyle biraz güç uygular ve Asker yere düşer; General Atatürk' e dönerek şunu söyler: "SİZ ÇANAKKALE ZAFERİNİ BU ASKERLERLE Mİ KAZANDINIZ ?" Atatürk - "EVET Biz Çanakkale'yi bu askerlerle kazandık" dedikten sonra yere düşen askerin kulağına birşeyler fısıldadıktan sonra General'e askeri tekrar sarsmasını ister.General az önce bitkin bir biçimde yere düşen Askeri bütün gücüyle sarsmaya çalışır ama ASKER kımıldamaz sanki beton bir heykel gibi durur ve çok güçlü bir direnç gösterir.Bunu gören General büyük bir şaşkınlık içinde Atatürk'e sorar: -"AZ ÖNCE KULAĞINA NE SÖYLEDİNİZ ?" Atatürk şunlar söyler : - "İLK BAŞTA OMUZUNa DOKUNDUĞUNUZDA YERE DÜŞTÜ ÇÜNKÜ SİZİ DOST OLARAK BİLİYORDU" -"2.DE İSE KULANIĞINA SİZİN BİZİM DÜŞMANIMIZ OLDUĞUNUZU SÖYLEDİM" **********"TÜ RK ASKERİ DOSTLARINA SEVGİ İLE YAKLAŞIR AMA DÜŞMANININ ÖNÜNDE İSE ASLAN GİBİ DURUR******* **** "Dünyada Her Millet İcraatına Tahammül Ettiği Milletin Meswuliyetine Ortak Sayılır" Mustafa Kemal ATATÜRK.... |
Cevap: Atatürk Anıları. Köylü Milletin Efendisidir" ATATÜRK ve HALİL AĞA Yüce önder Atatürk Cumhuriyet'i kurduğu yıllarda devlet işlerinden yorgun düşmüştü.Yeni yönetim biçiminin vatandaşlar tarafından nasıl karşılandığını merak eder olmuştu. Bir gün canı iyice sıkılmıştı.Nuri Conker'i yanına çağırarak: "Gel yardım et bana..Kaçalım köşkten.." Onun bu içtenlikli isteği karşı çıkmak,büyük bir haksızlık olacaktı. "Tamam ,sen planı hazırla ben uygulamasını yaparım.." Atatürk ve Nuri Conker,birinin hazırladığı,ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü'nün tüm nöbetçilerini atlatırlar ve köşkten kaçtılar.Altları nda ,Nuri Conker'in bir arkadaşının arabası vardı.Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkartarak,Çekmece' ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı.Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış,toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çifttin bir yanında öküz,bir yanında merkep vardı.Eşit güçle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.Atatü rk şoföre durmasını söyledi. İndiler.Köylüye seslendi: "Kolay gelsin ağa.." Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi: "Kolay gelsin." "İşler nasıl ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü? Köylü isteksiz konuştu: "Tanrı'nın gücüne gitmesin bey,bu yıl yufkaydı mahsul.Kabahatin acığı bizde ,acığı yukarda!Biz geç davrandık,yukarı sı da rahmeti esirgedi." "Bakıyorum sapanın bir yanında öküz,bir yanında merkep koşulu.öküzün yok mu senin?" "Var olmasına vardı ya, hıdrelezde vergi memurları sattılar" "Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı ? Olmaz böyle şey ! Muhtara şikayet etseydin.." Köylü güldü: "Muhtar başımda deel miydi !? Memurun a bey? Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu : "Kaymakama gitseydin." Köylü Halil Ağa iyice güldü. "Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" Dedi. "Kaymakamın haberi olmadan bizim buralardan kuş bile uçmaz." Atatürk konuşmayı sürdürdü: "E peki, İstanbul şuracıkta.Geleydin valiye anlataydın derdini.. Onun işi bu değil mi? Köylü ,Atatürk'ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu.Konuş manın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.Kestirip attı: "Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük.Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz ? Atatürk sordu : "Adın ne senin ağa?" "Halil… Köylük yerde sorsan Halil Ağa derler.." "Demek varlıklısın?" Ağa dediklerine göre." "Acık çiftimiz – çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış" "Peki Halil Ağa, senin işin beni bayağı meraklandırdı. benim bildiğime göre ,bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz.Sen aldılar diyorsun.Hadi kaymamak şöyle,vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin ?" "Bilmez olur muyum beyim?" "Tamam öyleyse hemen her hafta İstanbul'a geliyor.Florya Köşkü'ne iniyor.Köşk de şuracıkta Birgün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona..Herhalde çaresini bulurdu." "Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.Ama bak şimci,tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya..Tutalım ki koydular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstermezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni.." Nuri Conker lafa karışmak istedi.Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. "E peki bakalım bu dediğime ne bulacaksın?" dedi. Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu.Gitseydin ,çıksaydın önüne ,anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya !.. Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu: "Sen nediyon bey?"dedi. Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek…Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten,işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.. " Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk'ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor,ç iftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey kalmamıştı.Atatü rk köylünün omzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.Birgün köyüne de gelir,bir ayranını içerim.Açık yürekli bir vatandaşsın.Ama yine de sana söylüyorum hakkını kimsede bırakma ara" Döndüler, arabaya bindiler.Halil Ağa onları uğurladı. "Meraklanma beyim,eyvallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.Fakat bu, Baba'ya borçtur.Ödenmesi gerek.." Otomobil hareket etti.Atatürk'ü n canı sıkılmıştı. "Bir uygun yerde dönelim,tadı kaçtı bu işin!.."Dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor sigara üstüne sigara yakıyordu.Yüzünde ince bir keder vardı. "Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzü satmışız,merkeple çift sürüyor, hala da "Devlet Baba" diyor. Ne mübarek millet, bu millet.." Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: Şimdi; İstanbul'da ne kadar bakan,milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum.Ayrı ca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul,onlara da haber ver. Yaver odadan çıktı.Atatürk,Nuri Conker'e döndü: "Şimdi sende arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin.Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin."Seni sevdi,sana öküz alıverecek"diye bir şeyler söyle, kandır.Kuşkulandı rmadan al getir buraya." O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağdan oluşan yirmibeş konuk vardı. Atatürk," Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi."Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum." Bir süre sonra içeri baş yaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk"Buyursun! " dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu,yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı.Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı.Arkasından tüm konuklar da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,"Hoş geldin Halil Ağa"diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı: "İşte beklediğimiz efendimiz" dedi. Nuri Conker,Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendiside yanındaki sandalye ye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten nasıl kaçtığını,Halil Ağa'yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü,sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra şöyle dedi. "Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağı z.Ben sorduklarımı baştan soracağım,Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak. " Halil Ağa'ya döndü: "Bak beri Halil Ağa" dedi."Sen benim bu akşam başmisafirimsin .Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek.Ökü zü de alacağım.Ama şimdi ben tarla da sorduklarımı baştan soracağım, sende orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksı n.İşte soruyorum: "Bakıyorum sapanın bir yanında öküz,bir yanında merkep koşulu.Öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak oldu.Atatürk önledi: "Yoo bak böyle şey istemem.Soruyorum cevap ver." Soru cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı.Ü rkütücü sorulara gelmişti sıra.Atatürk sordu. "Peki ,İstanbul şuracıkta, gideydin valiye,anlataydı n derdini… Onun işi bu değil mi? Vali Muhittin Üstündağ Halil Ağa'nın ancak iki metre ötesinde kendisine bakıyordu.Nası l desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda.Eteğ ine düşsek derdimizi duyurabilirmiyiz ki… "Olmadı bu, Halil Ağa!..Bana dediğin gibi dos doğru… "Böyle demedik mi beyim ?.." "Ya, ben mi yanlış anladım?.." "Dur soralım bakalım Nuri'ye.Nuri, böylemi dedi bize Halil Ağa?" Nuri Conker karşılık verdi: "Hayır Paşam!.." "Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış.Hani bir şey dediydin sen vali neden duymazmış?.. "Aynen bana söylediğin gibi söyle" Halil Ağa kekeleyerek konuştu: "Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır.Paşam" dedi."Kusura kalma gayri".. "Diplomatsınki yaman diplomatsın,Halil Ağa…Ama şimdi diplomatlık sırası değil.doğru konuşacağız…Söyle bana, orada dediğin gibi…" Halil Ağa gözünü yumup başını yere eğdi. "Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla "Bırak bu sağarı" diye bir laf kaçırmıştım…" Sofrada gülüşmeler başlamıştı. "Hadı bunuda oldu diyelim.Geçelim gerisine:E Peki ,bir Başvekil İsmet Paşa var,bilirmisin? " Halil Ağa ,İsmet Paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi: "Şanlı İsmet Paşa'mız bilinmez olurmu ? O bugüne bugün.." Atatürk ,Halil Ağa'yı durdurdu. "Bırak şimdi övgüleri" dedi."Ben şimdi gerisini getireyim:Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor,Florya Köşk'üne iniyor ,köşkte şuracıkta.Birgü n kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona.Herhalde bir çaresini bulurdu." Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi. "Kapıya koymazlar bizi,koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!... Atatürk'ün sesi iyice sertleşti: "Beni uğraştırma,Halil Ağa"dedi.Erkek adam sözünü yalamaz,ne dediysen,tıpkı sını tekrarlayacaksı n!.. Halil Ağa ürktü, toparlandı.Başı nı yine yere gömüp konuştu. "Şanlı paşamıza da sağar dedik ya.." "Yalnız sağar değil,sağarın sağarı" değil miydi?" Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı. "Öyle dedikti paşam, doğrusun!" diyebildi. Atatürk İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi,sözü kendine getirdi: "Son soruyu sorayım şimdi" dedi" Bununda karşılığını ver,öküzünü al git."Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu ? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya ? "Hiç bırakır mı aslan paşam benim!...Erip erişir de tarlama dek gelir halimi dinler." "Bırak bunları Halil Ağa dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu.Atatü rk'ün gözlerinin içine bakarak konuştu: "İşte bunu demem paşam!" dedi."Ağzıma ateş doldur,işte bunu demem!" Atatürk gülmeye başladı: "Zorlatacak bizi bu Halil Ağa laf anlamıyor" dedi."Mustafa Kemal Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de işinden gücünden,yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seyirtecek" demiştin". Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladıTaş kesilmiş,duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü: "Atatürk de işi içkiye vurmuş,sarhoşun biri demesine getirdin ya fazla üstelemeyelim" dedi. "Şimdi bak beni dinle ,Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay, hükümet…Yani,biri başbakan,ötekilerde bakan! Memlekete göz kulak olacak,işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi? bu baylar hemen sıvanırlar,İsviç re'den mi olur,Fransa' dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluşturulur, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı göndeririler. Büyük Millet Meclisine…Bu millet Meclisi dediğin, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler.Kanun bunlara gelir.Bunlarda Hükümet elbette incelemiş,gereğ ini düşünmüştür,benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını,olur sana bir kanun!..Ama sonra bir vergi memuru gelir vergi borcundan Halil Ağa 'nın öküzünü çeker satar…Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkeple, bir yanda öküz,ırgalana ırgalana sürmeye çalışır.Ama üretim düşermiş,ekin zorlaşırmış kimin umurunda…Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar,işitirim tasalanırım! E.. hakça söyle bakalım Halil Ağa..Sen benim yerimde olsan,efkar dağıtmak için,bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar ,sana Sarhoş der…" Halil Ağa'nın dili çözülmüştü: "Öyle diyen yok haşa!...Dinden çıkmak gibidir…Buldun mu bunu hacısı da içer, hocası da içer…" Peki sende içer mi sin? "Hiç bulunurda içilmez olur mu paşam?..İçeriz ki tıpkı şerbet gibi!.. Atatürk hizmet edenlere işaret etti.kadehleri doldurttu.Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı. "Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim ." ……………… Daha sonra Halil Ağa köyüne dönmek için müsaade ister. Atatürk Nuri Conkere İşaret eder. Halil Ağa önce Atatürk'ü daha sonrada salonda bulunanları selamlayarak salondan ayrılır. Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü: "Efendimizin halini gördünüz mü ? beyler dedi."Devlet size böyle davransa siz ne yapardınız?Mübarek millet bu, adam millet bu…Şimdi bu adam milletin karşısında" adam olmak bize düşüyor!.. Sofrada kesin bir sessizlik vardı .Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu: "Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık yada bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor.İkisi de bence birbirinden farksız…Böyle bir kanun yaptıksa,memleket çıkarlarına aykırıdır.Nasıl yaparız nasıl yapmışız bunu?Eğer yaptığımız kanun doğru da yorumlanması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım:Hükümet nasıl bir yöntem içindedir.Sonra unutmayın ki olay İstanbul'da geçiyor.Bunun Van'ı var,Bitlis'i var,kıyı bucak ilçesi var.acaba oralarda neler oluyor? BU ÇARK İYİ DÖNMÜYOR BEYLER!... T.Fikret BİLGİN |
Cevap: Atatürk Anıları. ATATURK – YALOVA VE CINAR AGACI Gazi Pasa'dan baska kimse altimda durmasin Atatürk Yalova'ya geldiginde cok nefis bir cinar görüyor. 'Sunun altinda bir kahve bir sigara icelim' diyor ve "suraya bir kösk yapsaniz ne vardi" diye saka yapiyor. Arkasindan "bana kücücük benim sigacagim kadar kücücük bir kösk, arkasina da İsmet Pasa'ya bir büyük kösk yapin" diye sakasina devam ediyor. Saka da olsa İstanbul Valiligi, hemen harekete gecerek orada (adi kösk) olan bir bucuk katli bir ev yapiliyor. Pasa'yi da cagiriyorlar. Pasa, cok mutlu oluyor. Köksü Ata’nin begendigi o’ cinarin yanina yapmislar. Daha sik gelip gidiyor, ancak bir kis Yalova’ya gidemiyor ve yaz olunca gittiginde görevliler, (Biz bu cinarin bir kolunu kesecegiz, köskün üstüne basiyor ve belki biraz daha basarsa yikacak) diyorlar. Ata:'Bu agaci biraz öteye götürün' diyor, Cevaben :'Ölür' diyorlar. Bu defa Ata, Cok kesin, sert ve tatli bir emir veriyor: 'Öyleyse bu köskü götürün.' Herkes birbirine bakiyor, ama emir kesin. İstanbul'dan geliyorlar, 16 metre derine inip, dösedikleri traversler üzerinde köskü yaklasik 6 metre öteye tasiyip Cinarin dalini kurtariyorlar. ……. 10 Kasim günü Atatürk ölmüs, bir hafta sonra köske bir mektup gelmis. "Gazi pasa'nin ölümü üzerine kestirmedigi büyük kol aniden hastalandi. Bu konuda emriniz." Tabi cürüyen kolu kesmisler. ……. Yine ayni bölgede, İsmet Pasa'nin köskünün yaninda bir agac varmis. Cins bir cam, ama cok güzelmis. Atatürk gelir gider ve her defasinda 'Geldim nasilsin' der ve altinda bir sigara icermis. Bir defasinda da saka yapmis agaca, 'Bakanlar Kurulu'nu altinda topluyorum' deyip, milleti toplamis. Agac, Atatürk'ün ölümünün ardindan, Baharda hic kimsenin anlayamadigi bir sekilde birden kurumus. |
Cevap: Atatürk Anıları. Devlet Adamliği Dersleri Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor. Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir'de geçireceği ilk gecesinin tarif edilemez sevincini yaşıyordu. İzmir'deki yeni evinde Mustafa Kemal Paşa ilk gecesini çalışarak geçirdi. Kendisi için zengin bir sofra hazırlandığı halde hiçbir yemeğe dokunmadan ufak tefek ile karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyanmıştık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik ve doğruca Vali'nin odasına girdik. Vali, İngiliz Konsolosu ile konuşuyordu. Biz gelince Vali ayağa kalktı ve Konsolos ile Mustafa Kemal Paşa'yı tanıştırdı. Konsolos, iyi Türkçe biliyordu. Paşa Vali'ye sordu: -Konu nedir? Vali anlattı: -Sayın Konsolos, İngiliz tebaasından olan vatandaşlar ile Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıkların güven altında bulunduklarını belirtir bir "güvence" istiyorlar. Ben kendilerine herkesin eşit biçimde güven altında olduklarını bildirdim. Mustafa Kemal Paşa, Konsolos'un Türkçe bildiğini biliyordu, öyle olduğu halde öfkesini belirtmek için sordu: -Ee, peki daha ne istiyormuş? Bu soruya Konsolos Türkçe cevap verdi. -Tebaamız hakkında hükümetinizden yazılı teminat istiyorum! Konsolos garip bir biçimde diklenmişti.. . Paşa'nın sesi havada kırbaç gibi şakladı: -Yunanlılar zamanında kendi tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz? Konsolos gerisinde İngiliz devletinin bulunduğunu belli eden bir kasılma ile: -Evet, dedi. Yunanlılar burada iken tebaamızı emniyette görüyorduk. -Öyleyse buyurun tebaanızla birlikte Yunanistan'a gidin, efendim! Konsolos kendisinden umulmayacak bir cesaret gösterdi: -Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz? Mustafa Kemal iyice öfkelenmişti fakat öfkesini tuttu ve Konsolos'a: -Siz kiminle ve ne konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanıyım. Savaş açmaya, barış yapmaya hakkım var. Siz kimsiniz! Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz efendim! O kasım kasım kasılan Konsolos, Mustafa Kemal Paşa'nın son cümlesi üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti. Mustafa Kemal Paşa arkasından bir süre baktıktan sonra Vali'ye döndü: -Yüz vermeyin Vali Bey! Bunlar karşılarında hala Babıali Hükümeti var sanıyorlar. Bir zırhlısı önünde pusacak, bir blöfü önünde yelkenleri suya indirecek "devletçik" sanıyorlar bizi! Küstahlığın derecesine bakın, bana "Savaş mı açıyorsunuz?" diye soruyor, barut kokan bir odada sorduğuna bak! Savaş halinde değil miyiz sanki! Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden Amiral rütbesinde olduğu anlaşılan İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı'nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa'nın odasına doğruldu. Nazik, fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca: -Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum! dedi. Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce: -Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale'deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız, kanıtlanmış oldu. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum. Amiral bir süre sonra konuya girmiş: -Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebaamız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler,Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güven de midirler? -Hiç kuskunuz olmasın Amiral! Türkiye'deki bütün insanlar gibi tebaanız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler. -Suç işleyenler? -Suç işleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar... Suçlu iseler, cezalarını elbette çekeceklerdir. .. -Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatını kaybettiler. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır! Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa, dünyanın koparacağı gürültü ile kendini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş: -Şu "Efendi Devlet" rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu işlere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti memleketimizin azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! .. Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakkı olmaz! Amiralin benzi kül gibi olmuş: -İngiltere Hükümeti'nin tebaasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulması nı sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz... İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış: -Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı (o dönemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı ) boşaltacak güçtedir de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tebaanızın ve azınlıklarınızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz! Donanmanızın da en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum! Mustafa Kemal Paşa'nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşmış ve en sonunda: -İngiltere'ye savaş mı açıyorsunuz? demiş. İşte Paşa burada son sözünü söylemiş: -Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde "Barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum! Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral... Şişe, gerine girdiği Mustafa Kemal Paşa'nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda kekeleyerek: -Affedersiniz! demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıkar. Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu: -Paşa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk topraklarında bir savaşçı olarak bulunduğunu "Paşa'dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını , tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine kenetlemiş titriyordu. Karşısında Babıali Paşası bulacağını sanıyordu herhalde... "İngiltere devletini kendi devletine eşit gören "bir Paşa ile karşılaştığı için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir... Aradan bir saat geçti geçmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir teğmen çıktı. Amiralden -devleti adına- bir ültimatom getiriyordu, Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa'ya bildirdim; "Gelsin" dedi. Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu. İngiliz çakı gibi bir teğmendi. Paşa'nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref aracılığıyla ültimatomu Paşa'ya ulaştırdı. Paşa: -Peki teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize gereken karşılığı verir. Siz geminize dönebilirsiniz. .. Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref'e dönüp: -Başkomutan ellerini öpmeme müsaade buyururlar mı? Ruşen Eşref, Teğmenin dileğini Paşa'ya söyledi, Paşa: -Nereden icap etmiş sor bakalım! dedi. Teğmen: -Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım... Lütfetsinler. . Teğmen Paşa'nın elini öptü, Paşa da Teğmenin yanağını okşadı. Odayı boşalttık. Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı: -Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar? -Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor. -Öyleyse Halide Hanım'ı (Edip Adıvar) bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar... Durumu, ordu komutanı Nurettin Paşa'ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin... Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu... İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler... |
Cevap: Atatürk Anıları. ATATÜRK VE HALİL AGA İSİLİ BİR KÖYLÜNÜN HİKAYESİ Atatürk köşkten sıkılır ve Nuri Conker' e "Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..." Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. "Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..." Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü ' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi: "Kolay gelsin Ağa!.." Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi: "Kolay gelsin" "İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz konuştu: "Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi." "Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?" "Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar." "Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?" Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..." Köylü güldü: "Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?" Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu: "Kaymakama gitseydin." Köylü iyice güldü. "Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi. Atatürk konuşmayı sürdürdü. "E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun işi bu değil mi?" Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı: "Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?" Atatürk sordu: "Adın ne senin Ağa?" "Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..." "Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre." "Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa' ya çıkmış." "Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?" "Bilmez olur muyum, beyim?" "Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu." "Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..." Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. "E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne,anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.." Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. "Sen ne diyorsun bey?" dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.." Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi. "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.." Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı. "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk' ün canı sıkılmıştı. "Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı. "Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.." Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: "Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı.. Atatürk, Nuri Conker' e döndü: "Şimdi sen de arabayla çIkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya." O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ' dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum." Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağynabir şeyler söyledi. Atatürk "Buyursun!" dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı: "İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi. Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker' le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi: " Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağı z. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak." Halil Ağa' ya döndü: "Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksı n. İşte soruyorum: Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.Atatürk önledi: "Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver." Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu: "Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa' nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..." "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..." "Böyle demedik mi beyim?.." "Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?" Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.." "Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle." Halil Ağa kekeleyerek konuştu: "Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..." Atatürk gülmeye başladı: "Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..." Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi: "Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağırı' diye bir laf kaçırmışım..." Sofrada gülüşmeler başlamıştı. "Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: "E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?" Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi: "Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..." Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu. "Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu." Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi: "Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.." Atatürk' ün sesi iyice sertleşti: "Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksı n!.." Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu: "Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya..." "Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?" Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı: "Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi. Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi. "Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git." "Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?" "Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler." "Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu. "İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!" Atatürk gülmeye başladı: "Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü: "Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi. "Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi' ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmıs, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım ! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..." Halil Ağa' nın dili çözülmüştü: "Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..." Atatürk sordu: "Peki sen de içer misin?" "Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.." Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa' ya uzattı: "Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim." Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış , gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü: "Yunan' ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..." Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.." "Yemek yemedin!.." "Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim." Atatürk Nuri Conker' e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü: "Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.." Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu: "Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler! .." Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya Kaynak: İsmet Bozdağ' ın "Atatürk' ün Sofrası" |
Cevap: Atatürk Anıları. Can Dündar Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip'in öyküsü Atatürk, öğretmenini nasıl görevden aldı? Öğretmenler Günü'ydü dün... O günün anısına Atatürk'ün sofrasında yaşanan tarihi bir sahneyi hatırlatmak istedim. Gazi'ye "Devrimleri gerekirse babamıza karşı bile savunuruz" diye meydan okuyan Dr. Reşit Galip'in şerefine... |
Cevap: Atatürk Anıları. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan "Türküm doğruyum çalışkanım" andı var ya... Geçenlerde sevgili hocam Prof. Dr. Baskın Oran'ın eşi Feyhan, "Biliyor musun o andı kim yazdı?" diye sordu. "Kim?" dedim merakla... "Dedem." "Deden kim?" "Reşit Galip..." İnanılır gibi değil. Ne o andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını biliyordum ne de Feyhan'ın Atatürk döneminin Maarif Vekili Reşit Galip'in torunu olduğunu... Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü'yle yıldızının hiç barışmaması... Onu daha yakından tanımak isteyenlere, yeni yayımlanan çok kapsamlı bir çalışmayı, Yener Oruç'un "Atatürk'ün Fikir Fedaisi: Dr. Reşit Galip" kitabını (Güner Y., 2007) tavsiye edip lafa girelim. Etkileyen konuşma Feyhan'ın anlattığına göre Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş. Liseyi İzmir'de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp'a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı'na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 1923 Mart'ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa'nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş: "Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir. " Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi "milletin bir ferdi" sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin... Kemal Paşa ona milletvekilliğ i önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHF İdare Heyeti'nde görev almış. Türk Ocakları'nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk'ün isteğiyle Serbest Fırka'ya girmiş. Ve Atatürk'ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. Ata'nın sofrayı terk ettiği gece Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır: 1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den "tabya öğretmeni"ydi. Kazım Özalp'in "Atatürk'ten Anılar" kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, "kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini" belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: "Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi" dedi. "Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz." Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. "Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız" dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. "Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez." "Bu kokuşmuş kafayla..." Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı . Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti'nden izin alamamışlardı. Reşit Galip "Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" diye kestirip attı. Atatürk'ün kaşları çatıldı. "Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz" diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki: "Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır." Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: "Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?" "Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır." "Sizi de eleştiririm!" Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: "Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem" diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: "Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz." İlk kez Atatürk'ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Milletin sofrasıReşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu'nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya'dan "İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz" yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben "yardımcı olunması" isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı; "Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır." Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Sonra neler oldu? Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. "Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler. Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz" der. Sonra "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler. 1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; "Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile" demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar. Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı'na gelmiş, Ata'nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Kütüphanedeki yatak Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünun'dan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zübeyre Hanım'ın deyimiyle "deli gibi çalışıyor" ama Atatürk'e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk'le araları iyiydi. O Gazi'ye "Paşam", Gazi de ona "Doktor" diye hitap ederdi. Torunu Feyhan Oran'a "Peki ne oldu da ayrıldı?" diye sordum. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, "Seni eve ben bırakacağım" demiş. Eve bırakınca o da saygıdan, "Ben de sizi uğurlayacağım Paşam" karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış. 1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören'deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş. "Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış" dedi hiç görmediği torunu Feyhan: "Anneannem üç çocuğunu büyütebilmek için Afet İnan'dan yardım istedi. Atatürk'ün yardımıyla krediyle bir ev aldılar. O evin bir odasına sığışıp diğer daireleri kiraya vererek geçindiler." Feyhan ilkokulda her sabah içtiği andın dedesinin kaleminden çıktığını ilkokul sonda annesinden öğrenmiş. Sonra dedesini Cebeci Asri Mezarlığı'nda ziyaret etmiş. Dr. Reşit Galip orada, kendisinden önceki bir başka Maarif Vekili, Mustafa Necati ile yan yana yatıyormuş. |
Cevap: Atatürk Anıları. ANILARLA ATATÜRK HAPI YUTARDI Atatürk Galatasaray Lisesi'nde öğrencilerden birine sordu: -Nil olmasaydı, Mısır ne olurdu? Öğrenci,çabuk yanıt vermek için boş bulunup: -Hapı yutardı...dedi. Bu yanıt Atatürk'ün hoşuna gitti.Öğrenciye on numara verdi. YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı. Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralı n bindiği motor,inip çıkıyordu. İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı. O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk: -Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı. DEVRİM BİR ANDA OLUR YA DA OLMAZ Atatürk yazı devrimini gerçekleştirmiş ti. Yaşlı,genç,kadın, erkek tüm yurttaşlar yeni harfleri öğrenmek için gece gündüz kurslara gidiyorlardı. Devrimi izleyen iki yıl içinde bir buçuk milyon vatandaş okur yazar olmuştu. yazı devriminin en dikkate değer yanı,Atatürk'ün bu devrimin yerleşmesinde en ufak bir ihmali bile kabul etmemiş olmasıdır. Örneğin bazı kimseler kendisine: -Paşam,ilkokulları n ilk sınıflarından itibaren yeni harflerle öğretime başlayalım. O kuşakla birlikte ortaokulu,liseyi ve üniversiteyi izletelim,diyorlardı . Atatürk bu görüş ve düşüncelerin hiçbirisine yanaşmadı. -Devrim ya bir anda olur,yada hiç olmaz,dedi. YAPACAKLARIMDAN SÖZ EDİN Bir soruşturma dolayısıyla,Atatü rk'ün başardığı işlerden Vasıf Çınar söz açmıştı. Kendisine Sordu: -Sizin en büyük eseriniz hangisidir? Atatürk'ün kısa cevabı şu olmuştu: -Benim yaptığım işler,biri ötekine bağlı gerekli olan işlerdir.Fakat, bana yaptıklarımdan değil, Yapacaklarımdan söz edin. BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK Yazı devriminden sonra(1928), Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce,O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı. Aslında,adlandı rmada geç kalınmıştı. Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra,bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti: -Yurdu kurtardınız.Şimdi ne yapmak istrerdiniz? Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti: -Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak,en büyük amacımdır. Ondan sonra Atatürk nerede görünse,mutlaka orada bir okula girer,öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu. Birgün Atatürk'ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu. Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti. Atatürk: -Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz,dedi. Eğer izin verirseniz,bizde sizden faydalanmak isteriz.Sınıfa girdiği zaman,Cumhurbaş kanı bile öğretmenden sonra gelir. |
Cevap: Atatürk Anıları. Atatürk’e Hakaretten Sanık Köylü [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk’e arz ettiler. “Mahkemeye veriyoruz” dediler. “Size küfür etmiş.” Atatürk sordu: “Ben ne yapmışım ki ona?” Evrakı tetkik edenler açıkladılar: “Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan.” Atatürk bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş: “Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?” “Hayır.” “Ben Trablus’tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!” ( Hilmi Yücebaş ) |
Cevap: Atatürk Anıları. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Mayıs 28, 2007 Atatürk’e bir köylünün cevabı Tarihimiz sayisiz savaslarla doludur. Biz bu savaslardan baskaldirip ne memleketi imar edebilmisiz, ne de kendimiz refaha kavusmusuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda oldugu kadar düsmanlarimizdadir da. Çünkü basta moskoflar olmak üzere düsmanlarimiz hep söyle düsünürlerdi : - Türklere rahat vermemeli ki, baska sahalarda ilerleyemesinler… Bunun için de sik sik basimiza belalar çikarirlar, savaslar açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kiskirtirlardi. Biz böyle durmadan savasirken de o zamanlar askere alinmayan gayri müslimler durmadan zenginlesirlerdi. Onlarin neden zengin, bizim neden fakir kaldigimizi bir köylü, Atatürk’e verdigi kisa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmistir. Atatürk, Mersin’e yaptigi seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binalari isaret ederek sormus : - bu kösk kimin ? - kirkor’un… - ya su koca bina ? - yargo’nun - ya su ? - salomon’un… Atatürk biraz sinirlenerek sormus : - onlar bu binalari yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananlarin arkalarindan bir köylünün sesi duyulur : - biz mi nerede idik ? Biz Yemen’de, Tuna boylarinda, Balkanlarda Arnavutluk daglarinda, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savasiyorduk pasam… Atatürk bu hatirasini naklederken : - hayatimda cevap veremedigim yegane insan bu ak sakalli ihtiyar olmustur, der dururdu. Atatürk’ün nükteleri-fikralari-hatiralari, sh 18 |
Cevap: Atatürk Anıları. Cumhuriyet Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalik bir halk kitlesi iskelede etrafini çevirmis bulunmakta idi. Bir kadinin, elinde bir kagitla Atatürk’e yaklastigi görüldü. Ihtiyar, zayif bir kadindi. Ata’nin yolunu keserek titrek bir sesle: - beni tanidin mi ogul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komsunuzdum. Bir oglum var; devlet demiryollarina girmek istiyor. Siz onu alsinlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oglumu yine ise almamis..ne olur bir kere de siz söyleseniz. Atatürk’ün çelik bakisli gözleri samimiyetle parladi… Elleriyle genis jestler yaparak ve yüksek sesle : - oglunu almadilar mi? Dedi. Ben tavsiye ettigim halde mi almalidar? Ne kadar iyi olmus… Çok iyi yapmislar… Iste Cumhuriyet böyle anlasilacak… Kadin kalabaligin içinde kaybolmustu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle: - iste Cumhuriyetten bekledigimiz netice… Diyordu. Köymen, Hulusi; Atatürk’ü anmak kitabindan, s. 260 |
Cevap: Atatürk Anıları. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Mayıs 28, 2007 Bayrağa saygı Atatürk bu engin insanlik duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygi ve bagliligini izmir’e girdigi sirada da göstermisti… O’na İzmir’de Karsiyaka’da bir ev hazirlanmisti ki, bu evde isgal esnasinda Yunan krali Konstantin’de kalmisti… Evin sahibinin oglu ile hazirlikta çalisanlarin bazi yakin akrabasi Yunanistan’da esir bulunuyorlardi; isgal esnasinda, bütün Türkler gibi çok izdirap çekmislerdi; içlerinden yaraliydilar ve yunanlilardan öç almak atesiyle yanip tutusuyorlardi. Bu duygularin etkisi altinda evin dis merdiveninin üzerine, muzaffer baskomuta’ninin basip geçmesi için, ipek bir düsman bayragi sermislerdi… Atatürk yere serili bayragin önünde durmustu; etrafinda bulunan kadin-erkek izmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu: “buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabanci kral bu evden içeri, bizim bayragimiza basarak girmisti; siz lütfedin, bu karsilikla o lekeyi silin. Burasi bizim sehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvariyorlardi. Hiçbir durumda benligini ve sagduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatli bakis ve sesi ile: “o, geçmiste hata etmis; bir milletin iskitlalinin timsali olan bayrak çignenmez, ben onun hatasini tekrar edemem,” cevabini vermisti ve ancak bayragi yerden kaldirttiktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmisti… Soyak, Hasan Rıza; Atatürk’ten hatiralar, s. 136 |
Cevap: Atatürk Anıları. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Mayıs 28, 2007 Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma … Sivas kongresi sonrasi, heyeti temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlastirildiktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle ankara’ya geldiklerinde keçiören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmislerdi. Daha sonra Mustafa Kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlügü binasina yerlesti. Burasi hem evi, hem çalisma yeriydi. O tarihlerde ankara vilayetinin sehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayranci’da bag evleri vardi. Bunlar arasinda Çankayada papazin bagi olarak adlandirilan iki katli ev Mustafa Kemal’e armagan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köskü oldu. Iki katli binaya 1924’de ilaveler yapildi fakat bina isitilamiyor idi. Zafer, inkilaplar, cumhuriyet, dünyanin üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna sahsiyeti, mütevazi de olsa yeni bir devlet baskanligi konutunu zorunlu kiliyordu. Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dis cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yesilin her tonu ile ve planin esasi Mustafa Kemal’in olan yapi 1932’de tamamlandi ve ayni yilin haziran ayinda da tasinildi. Pembe köskün dösenmesi için bütçede pek mütevazi para vardi. Gazi, gerekli olani sahsi imkanlari ile karsilama karari aldi ve kendisine tavsiye edilen o günlerde beyoglu istiklal caddesinde bir türk’ün açtigi dekorasyon magazasi sahibi Selahattin Refik beyi ankara’ya davet etti. Binayi gezdirdi, arzularini açikladi ve kendisinden teklif istedi. Kisa süre sonra kendisine sunulan tasariyi inceledi, muhatabi konuyu gerçekten biliyordu ve anladi ki, kendisini taniyanlarca da uyarilmisti. Buna ragmen teklifleri hazirlayanlari kirmadan ülkenin mütevazi imkanlarini izah edebilmis olmanin rahatligi içinde feragatlar istedi. O sirada ata’nin yaninda olan Ankara belediye baskani asaf İlbay bey Ata’nin su açiklamasini kaydeder. “biliyorsunuz burasi cumhurbaskanligi köskü… Mülkiyeti devletin… Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin dogrudan seçecegi zatlar gelecek. Bu esyalarin parasini benim sahsen verdigimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlis hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapilamadigi bütçe darligi içinde israf yapildigini düsünenler bulunmaz mi? Bir endisem de karar mevkinde olanlarin sahsi arzularini devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.” Sonra Selahattin Refik bey’e döner: “sahsi imkanlarin olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrisi tercih etme tercihindeyim. Beni anliyorsunuz zannederim.” Der. |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 17:29. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk