IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 18 Haziran 2013, 13:01   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Türk Destanları ve Açıklamaları




Yaratılış Efsaneleri

Orta Asya'da yaşayan Türk toplulukları arasında dünya ve insanın yaratılışı hakkında birçok efsane saptanmıştır. Bu efsaneler yakın çağlarda derlendikleri için İslamlık, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi dinlerden etkiler taşımaktadırlar. Ancak bunlar genel yapısıyla erken dönem Türk mitolojisinin izlerinin görüldüğü önemli ürünlerdir.

Aşağıda, Altay Türkleri'ne ait iki yaratılış efsanesi verilmiştir. Bu iki efsane temel olarak birbirlerine benzerler; ama ayrıldıkları noktalar da vardır; aralarındaki farkları, okuyunca anlayacaksınız. İlk efsane W. Radloff tarafından saptanmıştır; ikinci efsane ise V. Verbitskiy tarafından saptanmış olup ilk efsaneden daha değişik bir söyleyişe sahiptir. İki efsanede de tek bir yaratıcı Tanrı vardır. Birinci efsanede Tanrı; Kayra Kan, Kuday ve Kurbustan adlarını taşırken, ikinci efsanede Ülgen, Bay-Ülgen adlarına sahiptir. İki efsane de dış etki (Çin ve İran) taşırlar.

Bu yaratılış efsanelerinde İran mitolojisinin ile Mani dininin etkisinin olduğu görülmektedir. İkili düşünce ilkesi (dualizm) İran mitolojisinin en önemli özelliğidir. İran mitolojisinde Hürmüz, iyilik ilahıdır ve gökte oturur; Ehrimen ise yeraltında karanlıkların ilahıdır. Aynı durum Altay Türkleri'nin yaratılış destanlarında da vardır. Altay yaratılış destanlarında da Tanrı Kuday gökte oturur, Şeytan Erlik ise yer altında. Ama Erlik, Tanrı değildir; yalnızca güçlü bir körmös'tür (şeytan). Türk Tanrı düşüncesi, İran mitolojisindeki ikili ilah sistemini tek ilahlı sisteme çevirmiştir.

İran mitolojisinde Hürmüz, birçok yaratık yaratır ve Ehrimen de bunların bir bölümünü kendisine vermesini ister; ama olumsuz yanıt alır. Aynı durum Altay yaratılış efsanesinde de söz konusudur. Tanrı Kuday (Ülgen) da birçok yaratık yaratır ve Erlik bunların bir kısmını kendine ister ama Tanrı bunu reddeder.

Altay yaratılış destanlarında, herşeye gücü yeten ve günümüzdeki Tanrı inancının aynısı olan bir inanış yoktur. Altay yaratılış destanlarında Tanrı'ya yaratma eyleminde kimi varlıklar yardım eder (mesela Ak Ene ve Kişi yani Erlik). Bu yüzden bu efsanelerde her şeye kaadir bir Tanrı imajı yerine, yaratma eyleminde çeşitli varlık ve nesnelere başvuran bir ilah portresi çizilmiştir.

Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış efsanesinde (aşağıdaki ikinci efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine yer verilmiştir. Bu efsaneye göre dünyanın altındaki üç balığın, dünyanın dengesini sağlamada rolü vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın dengede durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint mitolojisinde de vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun insanın yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin simgesi olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda büyük bir balık bulunduğunu ve balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa olduğunu ileri sürerlerdi.

Altay yaratılış efsanelerinin bazı kahramanları yabancı adlar taşırlar; mesela Mangdaşire, Şal-Yime, May-Tere vb. Bu efsanelerin bazı motifleri de Eski Türk kültüründe bulunmamaktadır. Mesela Tanrı'nın gökte oturması, yaratma eyleminde nesne ve kişilere başvurması, Ak-Ana, Tanrı'nın insanlarla doğrudan konuşması ...gibi. Altay yaratılış efsanelerinde, Türk destanlarındaki güçlü yapı ve görkem de yoktur. Ergenekon Destanı ile karşılaştırılmaları bile bunu kolayca gözler önüne serer.

Aşağıda iki yaratılış efsanesi de yer almaktadır.




YERİDİNG PÜTKENİ
(Yerin Yaratılışı)

Herşeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı.

Tanrı bir şey düşünmüyordu. Kişi, yel çıkarıp suyu dalgalandırdı; Tanrı'nın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. "Bana yardım et!" diye bağırıp Tanrı'dan yardım istedi.

Tanrı "Yukarı çık!" dedi, o da sudan çıkıverdi. Sonra Tanrı, "Sağlam bir taş olsun!" dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi, taşın üzerine oturdular. Tanrı, Kişi'ye "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı'ya götürdü.

Tanrı, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken "Yer olsun !" diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine Kişi'ye "Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar !" diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Tanrı'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Tanrı'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Tanrı'ya uzattı. Tanrı, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. O'nun suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı'yı buluyordu. O'ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: "Tanrı! Gerçek Tanrı! Bana yardım et".

Tanrı, Kişi'ye "Ağzındaki toprağı ne için sakladın" dedi. Kişi, "Kendime yer yaratmak için saklamıştım" diye yanıt verdi. Tanrı da, "Öyleyse at ağzından ve kurtul" dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Tanrı, "Artık sen günahlı oldun" dedi, "Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun".

Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. "Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun!" dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Tanrı, "Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!" dedi.

Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Tanrı'ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, "Ben bir kaganım, sen de kendince bir kagansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim ulusumdur!" dedi. Erlik, Tanrı'dan bu ulusu kendisine vermesini istedi. Tanrı, "Olmaz!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!".

Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: "Tanrı bize şu yandaki dört dalın yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın yemişi de bizim aşımız oldu"

Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Törüngey denilen erkeğe yaklaştı. Ona "Tanrı size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz" dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik, Törüngey ile Eje'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Törüngey, Tanrı'nın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Törüngey ile Eje'nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.

Derken Tanrı geldi. Bütün ulus, kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı, "Törüngey! Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz" diye haykırdı. Törüngey ile Eje "Ağaçların arkasındayız" dediler, "Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz". Sonra, olanları bir bir anlattılar. Tanrı, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. "Şimdi sen de Körmös'ten (Şeytan'dan) bir parça oldun" diyerek yılana verdi ilk cezayı. "İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi. Eje'ye döndü, "Sen, Körmös'ün sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın". Törüngey'e de şöyle diyerek cezasını verdi: "Körmös'ün aşını yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek."

Tanrı, Erlik'e de kızdı. "Benim adamlarımı niçin aldattın ?" diye sordu öfkeyle. Erlik "Ben istedim, sen vermedin" dedi, "Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım". Tanrı da, "Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum" diyerek Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden şöyle dedi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok. Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size May-Tere'yi göndereceğim".

May-Tere, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da May-Tere yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, May-Tere'ye yalvardı: "Ey Gök Oğul, bana yardım et. Tanrı'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana". May-Tere, Erlik'in dileğini Tanrı'ya iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı. Sonunda Tanrı, Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin!" Erlik, söz verdi. Tanrı'nın katına çıktı. Baş eğdi. "Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı. Tanrı, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Tanrı'nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: "Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor." Mangdaşire, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire'yi kaçırdı. Mangdaşire, Tanrı'nın katına çıktı. Tanrı, "Nereden geliyorsun?" dedi. Mangdaşire, "Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye yanıt verdi. Tanrı, üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi, "Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in gücünden üstün olacak". Mangdaşire'nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.

Gün geldi, Mangdaşire güçleneceğini anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire'yi yanına çağırdı. "Var git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin" dedi, "Sana, kendi gücümden güç verdim". Mangdaşire şaşırdı: "Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?". Tanrı, Mangdaşire'ye bir kargı verdi. Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.

Erlik, varıp Tanrı'dan kendine yeni bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı" dedi. Tanrı, Erlik'i yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. "Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Bunun üzerine Erlik, "Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim" dedi. Tanrı, "Yo, onları sana vermeyeceğim" dedi, "İstiyorsan kendin yarat". Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Bir vurdu, kurbağa çıktı. Bir vurdu, yılan çıktı. Bir vurdu, ayı çıktı. Bir vurdu, domuz çıktı. Bir vurdu, Albıs (kötü ruh) çıktı. Bir vurdu, Şulmus (kötü ruh) çıktı. Sonunda Tanrı, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Tanrı, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmez, tüyü yelek olmaz Kurday denilen kuştur. Tanrı, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.

Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara "Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim" dedi.

Yardımcı ruhlarına döndü: "Şal-Yime; sen, rakı içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim için, bir de kaganları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Körmösler size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz korumam altında olcakasınız. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar; size yardımcı olacaklar.

Yapkara! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse, Mangdaşire'ye söyle; o güçlüdür.

Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs, Şulbus yeraltındaki karanlıklar ülkesinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen May-Tere'ye bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar.

Podo-Sünku, Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Mangdaşire, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak.

Mangdaşire, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret".

Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire, Tanrı'nın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Mangdaşire kendi kendine mırıldandı: "Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek". Bir yel geldi, Mangdaşire'yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Yapkara insanlara "Mangdaşire'yi Tanrı yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı'nın yargısı budur" dedi.

İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.

--------------------------------------------------------------------------------

İKİNCİ YARATILIŞ EFSANESİ

Gök yoktu, yer yoktu. Yalnızca, sonu olmayan bir deniz vardı. Tanrı Ülgen (Aakay, Kurbustan), bu denizin üzerinde uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu, bulamıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu. Bir ses "Önündeki nesneyi yakala" diye fısıldadı. Ülgen, bu fısıltıyı yineledi. Ellerini öne doğru uzattı. O sırada su yüzüne bir taş çıkmıştı. Ülgen, taşı yakaladı, üzerine kondu. Taşın üstünde ne yapacağını düşündü. Uçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ene (Ak Ana), süzülüp Ülgen'in karşısına çıktı ve "Yarat" dedi; üç kez yineledi. Ülgen "Nasıl?" diye sordu. Ak Ene "Yaptım oldu de, yaptım olmadı deme" dedi. Sonra, Ak Ene kayboldu. Bir daha da görünmedi. Ülgen, insanlara şu buyruğu verdi. "Var olana yok demeyin; vara yok diyen de yok olur!".

Ülgen, "Yer yaratılsın!" dedi; yer yaratıldı. "Gökler yaratılsın!" diye buyurdu; gökler yaratıldı. Böylece bütün dünyayı yarattı. Sonra, üç büyük balık yaratıp, yeri onların üzerine yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarına, üçüncüsünü ortasına temel yaptı. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını eğerse, kuzeyden yayık (tufan) olur. Başını daha aşağı eğerse, yeryüzünde su basmadık bir avuç yer kalmaz. Onun için bu balık, büyük bir zincirle bir direğe bağlanmıştır. Onu, Mangda-Şire yönetir.

Ülgen, dünyayı yaratırken ay ve gün ışığının dokunduğu Altın Dağ'da oturdu. Bu dağ, gök ile yer arasında idi. Dünya'nın yaratılışı altı gün sürdü. Yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizin gün kalktı...

Bizim Ay ve Güneş'imizin dünyasından başka, doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer uçmag (cennet), birer tamu (cehennem) vardır. Herbirinde insanlar bulunur. En büyük dünya, Han Kurbustan Tengere'dir. Bay-Ülgen, bu âlemin yönetimini yardımcılarından olan Mangızın Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yerinin adı Altın Telegey'dir. Cehennemi, Mangız Toçiri Tamu'dur. Bu tamuyu, Matman Kara adlı bir zebani yönetir.

Doksan dokuz âlemin ortancası, Ezre Kurbustan Tengere'dir. Ezre Tengere'yi, Belgein Keratlu Türün Musıkay Burkan'a verilmiştir. Yerinin adı, Altın Şarka'dır. Cehennemi, Tüpken Kara Tamu'dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir.

Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız, en küçük dünyadır. Adına, Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı, May-Tere yönetir. Cehenneminin adı, Kara Teş'tir. Bu cehennemi, Kerey Han yönetir. Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.

Bay-Ülgen, birgün denize bakarken, suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri, insan gövdesine benzeyen bir kil tabakası ile kaplıydı. Ülgen, "Bu cansız toprak, kişi olsun!" diye buyurdu. Toprak, kişi oldu. Ülgen, ona Erlik adını verdi; olduğu yere bıraktı. Erlik, giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de onu yanına aldı; kendisine küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik, Ülgen'i kıskandı. Ondan daha güçlü olmak istedi. Ülgen'e imrendi, "Ben de onun gibi olmalıyım" diye düşündü. Düşüne düşüne Ülgen'e düşman oldu. Ülgen bunun yerine, Mangdaşire'yi yarattı. Sonra da, bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktan oldu. Kulaklarına üfledi, can verdi. burunlarına üfledi, akıl verdi. En sonra da, yine bir kişi yarattı ve May-Tere adını verdi. Ona "Bu insanları sen yönet" diye buyurdu.




ALP ER TUNGA DESTANI

Destan Hakkında Kısa Bilgi:

Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin bilgiler edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız,

Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.

Bu Türk Beğlerinde atı belgülük
Tunga Alp Er idi katı belgülük
Bedük bilgi birle öküş erdemi
Biliglig ukuşlug budun ködremi
Tacikler ayur ânı Afrasyab
Bu Afrasyap tutdı iller talab

Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.

İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)

Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.

Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi altına almıştır.

Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er Tunga'dır.

Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir.

Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:

Alp Er Tunga öldi mü?
Isız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.
Ödlek yarağ közetti
Oğrun tuzağ uzattı
Begler begin azıttı
Kaçsa kah kurtulur?
Begler atın urgurup
Kadgu anı turgurup
Mengzi yüzi sargarup .
Korkum angar türtülür.
Uluşıp eren börleyü
Yırtıp yaka urlayu
Sıkrıp üni yırlayu
Sığtap közi örtülür.
Könglüm için ötedi .
Yitmiş yaşıg kartadı
Kiçmiş ödig irtedi
Tün kün kiçip irtelür Alp Er Tunga öldü mü?
Kötü dünya kaldı mı?
Felek öcünü aldı mı?
Şimdi yürek yırtılır.
Feleğin silahı hazır
Gizli tuzak kurdurur
Beyler beyini vurdurur
Kaçsa nasıl kurtulur?
Beyler atlarını yorup
Kaygıdan çaresiz durup
Beti benzi sararıp
Sarı safrana döndüler.
Erler kurt gibi hıçkırdı
Yaka bağır yırtıp durdu
Acı ağıtlar çığırdı
Yaş akar gözler kurur.
Gönlüm içinden yandı.
Geçmiş zamanı andı.
Geçen günler nerdedir?


Şu Destanı

Şu Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.

Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı, kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.

Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3. Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.

Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:

Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmıştı.

Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:

''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''

Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.

Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:

''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''

Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:

''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''

Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.

O sırada, Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp, yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini, Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan, kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı. Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet, kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken, kentte kimse kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.

Bütün millet, Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak, binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat, pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.

''Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz, geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.'' dediler.

İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.

Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ''Türk mânend'' dedi. Bu söz, ''Türk'e benziyorlar'' anlamına geliyordu. Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.

Bu olaylar olurkan Şu Kagan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kagan, artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü, kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua gelmişti. Şu Kagan, çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri, gidecek olanların tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını, başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan, vezirine hak verdi. Yaşlı, deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.

Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle karşılaştılar. Türk çerileri, Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk erlerinden biri, Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı, çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın Kan (Altun Han) dendi.

Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu. Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar, kenti aşamadılar.



Tufan Efsanesi

Türk mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir. Altay Tufan Efsanesi, özetle şöyledir:

Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
eniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.

Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu. Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.

Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi: "Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor." Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.

Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi. "Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.

Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkleri'ne göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
açıklamaları, destanları, türk, ve


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Türk Destanları ve Mitleri. - Türkler ve Sonsuz Feza Gökyüzü. Sevda Tarih 1 08 Ocak 2012 23:41
Türk DesTanları konTes Tarih 20 26 Mart 2009 23:03
DünyA desTanLarı konTes Tarih 6 24 Mart 2009 23:53