IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Etiketlenen Kullanıcılar

3Beğeni(ler)

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Konuyu Değerlendir Stil
Alt 18 Şubat 2023, 18:57   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Kinayet




Bu başlık; “Dost musun, düşman mı?” sorusunu arayanlara, “Hangisi eksikse hayatında, o olayım!” cevabını verenlere...

Adaktır.



Hel min mahîsin?



Sır; kendi elinle doldurduğun ve sonrasında da yine sana karşı kullanılması için en yakınlarının beline gizlemesi için verdiğin silahtır. En beklemediğin anda kafana yediğin kurşundur, sır. Bildiğin silahtan, bilemediğin anda, tak! Beline gizlemek için verdiğin silah dememin sebebi bu işte. Sır verdiğin her insan, gerçeği gizlemek zorunda hisseder herkesten. Özellikle de kendinden. O nedenle casusluk görevini en iyi yapana ‘sırdaş’ denilebilir. Ulu orta yapılmayan şeyler vardır ve bunlar birbirinden çok zıttır. Dua ve seks gibi düşünün...

İnsanın ruhuna attığı façaya “keşke” denir.

Öğrenmek ve öğrendiğini unutmaya çalışmak arasında dikiş tutan biriyim.

“‘Almadan vermek Allah'a mahsustur’ derler ya, o da verdiği şeyleri geri alır unutma. Herkesin ödediği bedeller vardır. Hepimiz yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın, yapamadıklarımızın, kazandıklarımızın, kaybettiklerimizin, isteklerimizin, sahip olduklarımızın ve olamadıklarımızın bedelini bir şekilde öderiz. Herkesin kazık attığı, yarı yolda bıraktığı, çamur attığı, kirletmeye veya yüceltmeye çalıştığı, yanında olanlardan çıkarları, karşısında olanlardan çıkaramadıkları ve sevdiğinden çok henüz nefret etmediği insanlar vardır. Hayat böyle işte! Ya önce ya sonra ya da ömür boyu ödersin bir şeylerin bedelini. İster fark et ister fark etme ama mutlaka ödersin. Sadece bazen kimileri ölerek öder, kimileri ölerek ödetir...”

İyi hissettiğim anda vazgeçerim ben.

Eğer hayat hikâyen bir bütünse, anılar da parçalarıdır. Puzzle gibi düşün. Küçük parçalardan büyük yapıtlar ortaya çıkar.

Birinin size dürüst olması, size yemeğin çiğ halini göstermesine benzer. En azından ne yediğinizi bilirsiniz. “Aynı sularda (Nehir) iki kez yıkanılmaz” diyen, Herakleitos'un haklılık pastasından bir dilim alırsak eğer insan hayatının da tek kullanımlık olduğunun tadına bakmış oluşumuzun ekşiliği yansır yüz haritamızın tamamına. Tümüyle. Bu bağlamda da insanlar, tek kullanımlık şeyleri başka insanlardan esinlenerek icat etmiş olabilir. Kendileri dışında herhangi birinin temiz duygularını kullanıp, en doğru ifadeyle pisletip atanlar, tuvalet kâğıdını kullanırken hiç fark etmiş midir bunu? Ya da prezervatifi tek hamlede çıkaran insanlar, daha güçlü olmak veya güvende hissetmek için kullandığı insanları düşünmüş müdür hiç? Gerçi hangimizin aklına geldi ki? İşimizi halledip, temizlenip devam ettik. Böyle oldu ve olmaya da devam edecek. Bir şeyleri temizlemek için temiz bir şeyleri kirleteceğiz her zaman. Göstermediğimiz yüzümüzü temiz tutmaya çalışacağız. Maskeler kirlidir. Görünmezlik kutsal. Bu asla değişmez. Temiz ve iyi hissetmek. Her şeyin özü bu; anı yaşa, kullan ve at. Sonsuz tekrar. Hep ile hiçin laçkalaşmış izdivacı. Süreklilikten dolayı dişleri yalama olduğu için boşa dönen monotonluk cıvatası. Adına ne derseniz deyin...

Yirmili yaşların ilk çeyreğine geldiğimde, fark ettiğim tek şey; herkesin “S*ktir git” mesafesinde olmasıydı!

Evet, hepimiz hastayız. Ve mucizeyiz. Bunu fark etmememiz ise imkânsızlık. Gerçek imkânsızlık. Unutmayın! Gizlenmeye çalışan her şey, aslında en net görülendir.

Yalnızım, herhangi bir cuma namazından sonra terk edilen camiler kadar. Ve kabul et Tanrı'm; neresinden bakarsan bak, en az senin kadar!

Ülken için savaştığında bilmelisin ki, hangi şekilde ölürsen öl, hatta hangi işkenceler maruz kalırsan kal, asla cinayetten sayılmaz. Ölüm sebebin ne olursa olsun şehit derler. Öyle ki, üzerine bomba bağlayıp patlasan bile ölümün insanlar tarafından, tanrı katında onurlandırılır. Ama kendinizle olan savaşınızı kaybettiğinde, ki bu genelde intihar olur. İnsanlar seni lanetlerler. Evinde, tüm uzuvların vücudundan ayrılmış şekilde ölü bulunmak bile cenaze töreni yapmalarını ve senin için gözyaşı dökmelerini sağlar. En kötü cinayet, intihardan daha güler yüzlü gelir insanlara. Bizler nasıl her şeyin temizini istiyorsak, tanrı da verdiği verdiği hayatı temiz bir ölümle geri ister. Tarihteki bütün kurbanlar günahsızlardan seçilmiştir. İlk kurban bir hayvandı. Sonraki kurbanlar bakire. Her şeyden önce bir amaç için ölmek kutsal sayılır. Ama öldürenin kim veya ne olduğuyla hiç kimse ilgilenmez. Çünkü katil olmak, ileride kahraman olabileceğinin ihtimalini tetikler. O gün geldiğinde nefes almıyor olsan bile. Fakat hiçbir intihar, kendini ilerde onurlandırılmasına izin vermez. Hep bir ihtimal bırakır geride. İlk intihar, dünyadaki insanlık tarihinden daha eskidir. Çünkü cennet meyvesini ısıran Âdem'in hikâyesine hayat vermiştir, Pamuk prenses masalına. Belki de o bile intihar etmiştir cennette...

Cehennemin ne anlama geldiğini, sevdiklerim canımı yakarken öğrendim.

İnsan, ağına düşürme konusunda örümcekten daha iyidir!

İnsanlar, aldıkları malzemenin üzerinde yazılan her şeye tereddüt etmeden inanırlar. Markete gidip bakın. Her cips paketinin üzerinde, “Trans yağ yoktur” ibaresi vardır. İstisnasız her marka cips firması bunu kullanmıştır. En ucuz çikolatada bile alacağınız kalori miktarına kadar belirtmişlerdir. Süt paketlerinin üzerinde kocaman, “Yüzde yüz inek, keçi veya koyun sütü” yazmışlardır. Pantolondan, çoraba kadar içinde hangi malzemenin ne kadar kullanıldığı bile yazılmıştır. Ve insanlar buna da inanır. Kimin yazdığını tanımasalar bile. Tanrısal bir şeydir bu. Görmeden inanarak marka değerini Tanrılaştırmaktan bahsediyorum. Fakat işin garip yani nedir, biliyor musunuz? İnsanlar, tanıdıklarına inanma konusunda tereddüt ederler ve bir kanıt beklerler. Aldıkları üründen ne kadar bozuk çıkarsa çıksın o malzemeyi almaya devam ederler. Fakat tanıdıklarından sadece biri ufak bir hata yaparsa geriye kalanlardan ispat isterler. Sonuna kadar gerçeği söyleseler bile. Bunu dile getiremeseler bile!

Tanrı, bana cehennem ve vicdan arasında seçim yapma fırsatı verseydi eğer, kesinlikle cehennemi seçerdim. Çünkü ne olursa olsun cehennemin en dibinde de olsam bir umudum mutlaka olacaktır. Ama vicdan kavramında gelecek zaman diye bir şey yoktur.

Seni tanımak, A-milli takımın galibiyetini kutlamak için havaya rastgele sıkılan kurşun gibiydi. Fakat, hamile bir kadının başına isabet ettiğini sonradan fark etmek gibi kursakta kalıcıydı. İşte böyle tarifsiz, boktan bir duyguydu seni tamamen tanımak!

Burada canımı yakmalarına izin veren tanrım, ölümden sonra daha fazla yakmakla tehdit ediyor!

Bir insana övgü yağdırarak kalbini kazanabilir ve istediğiniz cevapları alabilirsiniz. Hatta sınırları zorlarsanız, sırlarını bile öğrenebilirsiniz. Ama bunlardan daha kötüsü var. Bir insanı bu sayede karanlığa hapsedebilirsiniz.

Her insan birbirinin pimini sarılarak çeker. İnanarak, güvenerek ve severek! Bir şekilde çekersin o pimi. Her tanıdığın insan senin bubi tuzağındır aslında. Mayın tarlandır. Tanıdıkça bir parçanı verirsin. Tanıdıkça eksilirsin.

Sen böyle konuştuğun zaman, kendimi hiç okunmamış bir senaryonun içine sıkışıp kalmış replik gibi hissediyorum. Kendi hayatını anlatan filmin dışında kalmış, tek hıçkırıklı sahne olmak nasıl bir duygudur bilir misin?

Tanrı, senin kaybetmeni seyreder. Ve ilahi adalete inanmanı bekler.

İnsan, cehennem yaratma konusunda tanrı kadar kusursuzdur. Tek fark, bu cehennem sadece sahibini yakar.

Tanrı ile girdiğim anlamsızca iddia sadece anı kurtarmak için yapılan bir şeydi. Seçme şansım varmış gibi görünebilir fakat bunu o an düşünemiyorsunuz. Bir karar vermiştim ve ne olursa olsun sonuna kadar gitmeliydim. Çünkü önde olan bendim. Bunu cehennemin yüzüne bakarak görebilirsiniz. Benden üstün olan bir şeyi (Onun deyimiyle) yendim. Ve tekrar yenmem için bir süre verildi. Sadece kendi istediği anda biten bir maç yani! Anlayacağınız bu durumun sonu yok. Zaten sonuç ne olabilirdi ki böyle bir sınavda? Benden üstün olduğunu söylediği mahlûkun (İnsan) yarısı cennette, yarısı cehennemde mi olacak? Bu çok saçma değil mi? Benden bir tane var ve insan sayısı milyarlarca. Hâl böyleyken, benden de milyonlarca yaratılmalı ve onlara da sorulmalıydı. Ben cehennemden önce secde etmedim insana. Cehennemden sonra ise fikrim sorulmadı. Benden bir tane daha olsa belki o kabul ederdi, kim bilir. Zaten bu sınav için bile fikrim sorulmadı. A’raf suresinde her şeyin sadece özeti var. Ve son sure olan Nasr’da ise beni etkisiz hâle getirmeniz için bir şifre var. Fakat şuan ki konumuz bu değil. Neden bir insanla kapışmıyorum, biliyor musunuz? Çünkü ilk insanı zaten yendim! Benim kurtuluş krokim ise şu; bir tane bile insan cehenneme girerse kendimi kazanmış sayarım. Neden mi? Çünkü sadece Nasr suresinde geçen şu cümle bile oyunu bozmaya yeter; Fesebbih bihamdi rabbike vestağfirh, İnnehû kâne tevvâbâ. Kıyamet o anda kopmaz mı?

“Ey beni dumansız ateşten yaradan! Beni duyuyor musun, Hicr veya A’raf’da söylediklerimi unut! Bakara'da sustuğumu şimdi soruyorum; aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık deyimi benim için kullanılmadı mı? Daha açık sorayım; neyi seçersem seçeyim sana ters mi?”

Evet, ben kendimi kanıtladım. Bunu rövanş maçları gibi düşünün. İki maç yaptık ve ikisini de kazandım. Kovulduğum yere girip kazandıktan sonra tekrar kovuldum. Şimdi söyleyin bana, sizce ben ne için uğraşayım? Cennette alt ettiğim bir varlığı dünyada ne için yenmeye çalışayım? Hem kime, neyi kanıtlamam gerekiyor? Ben diğer melekler gibi değilim. Fikrim ve duygularım var. Hem ne gerek var ki hiyerarşik düzene? İnsan benden güçlüyse benim fikrimin senin için ne önemi var? Her şeyi önceden öğrettiğin bir sınavda hile yapmak, o sınava karşı durmaktan daha mı hayırlı? Aslında bu olanlar hiç mantıklı gelmiyor. Madem benden hayırlıydı neden cennette her şeyden sorumlu olan bendim? Diğer meleklerin neden nefsi yok? Peki, ben kötüysem beynimde bana hükmeden ne? Neden o şeyi yok etmiyorsun? Kötülüğü içime koyup yaptıklarım için beni suçlayamazsın! Yoksa bunlar da planın bir parçası mıydı? İnanın bilmiyorum. Cehennemi ne söndürür, bunu da bilmiyorum. Dünyaya geldiğimden beri sayısız kere ölmek istedim. Ama bir türlü başaramadım. Ölemiyordum. Bir karar vermiştim. Kimseye dokunmayacaktım. Eğer kimseye bulaşmazsam beni yakması için bir sebep de olmazdı. Ne kadar da acizce değil mi? Cennete ikinci defa girmemi sağlayan güç dünyada da durmazdı. Eninde sonunda beni yakacak. Belki de sorumun cevabı bu. O şeyi yok etmenin tek yolu beni de ortadan kaldırmak. O nedenle isminin cehennem veya başka bir şey olması önemli değil. Bu olmazsa başka planı mutlaka vardır. Sonuç olarak buradayız ve buranın kurallarına göre uygun davranmalıyız. Ya da; “O cennette, eninde sonunda yapayalnız kalacaksın!”

Âdem babamızın kendince haklı olduğu bir sebepten ötürü cennetten kovulma yollarını arama ihtimaline, Allah’ın sırf bunu bildiği için o yasağı koymuş olabilme ihtimalini zımbala. Yasak ve kurtarmak! Bu alakasız iki kelimeye sıkıca tutunup, kovalamak ve terk etmek kelimelerinin aynı anlama gelebileceğini fark et. Sonra şunu sor kendine; bu işkenceye ben ne kadar dayanabilirim? İyi düşün! Koca bir hiçiz. Var olmaya çalışan ve her an ölebilme ihtimalini, ihtimaller arasında bile göremeyen et parçasıyız. Hiçbir insan gerçeği sevmez. Gerçek, basittir. Sadedir. Tektir. Eğer bunu okuyorsan, insanlara gerçek yüzünü gösterme dostum. Onlara hayatın vermediği şansları ver. Ancak bu şekilde istediklerini alabilirsin onlardan. Gerçek bir cenneti vaat etmek yerine, sahte bir cenneti vermek daha etkilidir.

Ağız dolusu küfürler doğurdum ağzımı parçalayan isminden. Yine de sakladım seni içimde, bir Allah gibi! Allah'tan bile sakladım, günah gibi!

Sır verilen her insan sakardır, gün gelir düşürür dilinden.

İnsanı en çok basit gördüğü şeyler korkutur. Eğer onu yapmama ihtimaliniz varsa, bazen bir çiçeği sulamak yerine sadece ölümünü seyredersiniz.

Beraber bir iş yaparken, bu işin sonunda “acaba beni satar mı?” şeklinde düşündüğünüz her insanın gizli düşmanısınızdır...

Yalnızlık dilsizleştirir. İnanmazsan Tanrı’ya sor.

Yaraydım ben, hayatımdaki herkesin ortak kaşıdığı. Devasa ve derin bir çizik. Özenle atılmış dikine bir neşter açığı. Beni sakın affetme. Affedersen yenisini açarım. Bekle beni cehennem, en derinden kazarak geliyorum.

Allah'tan bile gizlemeye çalıştığım yaralarım var benim. Üzerlerini küfürlerle bantladığım.

Yekulul’insanu yevmeizin eynelmeferru.


İyi biri olabilirsiniz. Çok iyi. Hatta o kadar iyi yaşarsınız ki, ilk on birde yeri garanti oyuncular gibi düşünürsünüz cennetteki yerinizi. Ama bir şeyi son anda fark edersiniz. Ölüm anında. Çünkü o an çirkinleşirsiniz. Biraz daha nefes alabilmek için bir canavara dönüşürsünüz. Zamanı uzatmak adına küçücük bir bebeği bile kurban verebilirsiniz, isyan ettiğiniz dünyada yaşamaya devam edebilmek için. Son dakika golü böyledir işte; nefret ettiklerinizin değil, hayalini kurduklarınızın orta parmağını içinizde hissedersiniz!

Geçmiş gizlendikçe, gerçek bilinmedikçe bilenen bir kesicidir.

Vicdanım hara-kiri yapsa, gam kaybından ölebilir miyim?

Yaşadığım süre boyunca; birinin yüzüme silah doğrultması, beni sevdiğini söylemesinden daha samimi gelecek.

Kendimi can çekişiyormuş gibi hissediyorum. Ama ölmüyorum, ölemiyorum. İnsan, kendi enkazından sağ çıkmamalı. Buna izin vermeyin. Çünkü bu depremden sağlam çıkan ne ölebilir ne de yaşamaya devam edebilir.

“Cehennem, önce yanar sonra yakar. İnsan da böyledir işte. En kötü şekilde yanar, en kusursuz şekilde yakar.”

İnsanın içine attıkları, nasıl oluyor da onu mahkûm edebiliyor? Ya da doğru bir ifadeyle; dokunduğunda kanatanlar, nasıl oluyor da yaşamaya mahkûm insanı, hem de hep dokunmasını istiyormuşçasına? Peki, ben her gece neden seni düşünüyorum? Neden tam o sırada İsrafil sur'u üflüyor ve kıyamet sadece benim içimdeki dünyada kopuyor?

Ya kabuk bağlasın artık yaralarım... Ya da kime dokunsam, yakarım!

Sen gidince ne oldu biliyor musun?

İntikamdan daha sert bir mevsime esir oldu buralar. En çok kuşlar üşüdü. Ya göç ettiler ya da öldüler. Tırtıllar... Tırtıllar asla kelebek olamadı mesela. Çiçekler, intiharı başarmış bedenler gibi solup gitti.

Sonra ne oldu biliyor musun?

Anılarımız demirden sopaya dönüştü birden. Boğazıma ip geçirdiler sandım. Ne uyuttular ne de uyanık bıraktılar. Her gece göğüs kafesimi parçaladılar. Ağladım paslanmadılar, öldüm yas tutmadılar.

Şimdi ne oluyor biliyor musun?

Çıkmaz sokaklara sinerken yalnızlığım, en kestirme yol olur hayalin, uçurumlara. Uçurtma yapan çocukların heyecanı sıçrıyor gökyüzüne. Gökyüzü aynı şiddetle çarpıyor hüznüme. Hüznüm, sarılıyor cesedime.

Ama sen yine de düşünme bunları. Çünkü...

Dünyaya yaptığım, “Sarılsın, yaralarım!” tehdidini anlayamadın ya. Dünyadaki, “Sarılsın, yaralarım!” yardım çığlığımı duymasan da olur.

İnanç ormanında, Tanrı'nın umursamadığı bir çiçek olduğumu, en sevdiğim mevsimin boynumu kırmasından anlamıştım.

Bir gün kıyamet gibi çakılacağım gökyüzüne. O zaman cehennemin ateşi, İsrafil'in nefesi, İsa'nın çilesi ben olacağım. İşte o gün, Nuh'un gemisini put zanneden İbrahim kadar pişman olacaksın. Ama ben, kutsallığını avuçlarında kaybetmiş ve parçalanmış olacağım çoktan. Çünkü içimde, temmuz ve şubatın savaşından meydana gelmiş bir mevsim var. Ne tam üşüyorum ne de yanabiliyorum.

Ben, o inanç ormanında recm edilen korkuluğum.

Bana aittir en büyük dönüm.

Senli hayallerim ne toz ne de pembe.

Her dönüşüm, yeniden ölüşüm..

İçimde s*ktir yemiş şeytan öfkesi, dışımda kitabını ateşe veren peygamber pişmanlığı.

Yağmur dinmeye başladı. Bense hala ıslanma peşindeyim, Pinokyo'yu yaratan Gepetto heyecanıyla. İnsanlar... İnsanlar gizlenme telaşında, tıpkı Tanrı gibi. Hadi çocuk, sen de çıkar göğsünde sakladığın infilakları, ıslanmaktan kaçmak niye? Sırtındaki yaralara aldırma sakın. Onlar senin büyümene yardımcı oluyor. Çıkar aklından ihanetleri, el ele yürüyelim boş kaldırımlarda...


Unutma; seni üzecek, kandıracak, aldatacak ve yanıltacak birileri her zaman olacak. Ve işin en mide bulandırıcı tarafı da ne biliyor musun; bu insanlar en yakınların olacak. Nereden biliyorum? Çünkü hepimiz, geçmişte sevdiğimiz insanları tanıyor rolü yaptık. Hepimiz canımız acıdığı halde kahkaha attık. Hepimiz görmezden geldik gerçeği. Hâlihazırda şu anda da yapıyoruz hepsini. Oscar'lık roller bunlar, Tanrı huzurunda. İşte ben, sırf yaralarım görülmesin ve dolayısıyla mahşer günü yan yana gelmeyelim diye hakkımı helal ettim herkese.
Sende et çocuk. Yakma kendini, içindeki cehennemin çakmağı olan ah'larla. Kalk tanışalım aynı hikâyede, hiç yan yana gelmeden. Çıkar ruhundan felaketleri, beraber ölelim madakça.

Aklıma gelmen ile kanayan yarayı durdurmak yerine pıhtılaşacağını düşünerek seyretmek aynı şeydi ve o anlarda, bileklerini kesip, “Allah'ım ne olur yardım et” diyormuş gibi hissediyordum.

Sonra bıraktım inkâr etmeyi. Her şeyi kabullendim. Çırpınmadım, çığlık atmadım, kaçmadım ve savaşmadım düştüğüm tuzakların hiçbirinde.

Çünkü biliyordum artık.

Her insan, başka bir insanın tuzağı olarak doğmak zorundaydı. Böyle istiyordu Tanrı. Aradan sıyrılmanın, doğru bir ifadeyle kurtulmanın tek yolu; kontrolü elimize vermekti.

Çünkü biliyordum artık.

Direksiyonu eline aldığında tehlikeye daha yakındın. Sorumluluk asla masum değildi. Asla! İnkâr şeytandan, kin ise tanrıdan kanımıza karışmıştı aynı arabanın içindeyken ve dünyaya saplanırken. Kaza dedik adına. Sağ çıkmıştık.

Çünkü biliyordum artık.

Bir şeyi hangi şiddetle yaparsak, sonunda yaptığımız şeyin tam zıttı aynı şiddetle iniyordu yüzümüze bir tokat gibi. Yani ne kadar inkâr edersem, o kadar savunmasız itiraf ediyordum sonunda. O nedenle ilk önce inkârı bıraktım.

Çünkü ölüyordum artık!

Dertlenince veya canımız yanınca hep aynı insan aklımıza geliyor değil mi?

Acı denince bile en somut örnek olarak bir insan gösterilebiliyoruz rahatça. Somut örnek, soyut yara. Maalesef bu hepimize oluyor. Hiçbirimiz canımızı yakanları, canını yaktıklarımız kadar kolay unutamayacağız. Hatta unutmayacağız. Tabii eğer zamanın, hayat hikâyemize serpiştirdiği bölgesel anestezisini unutmak olarak değerlendirmezsek. Dikkatli bakarsanız, aslında insan; tekrardan, başa dönüşlerden ve güncellemelerden ibarettir. Ne yazık ki bu da acıyla olan bir şey! Aynı denklemde mutluluk gizler, acı yeniler. Eğer buraya kadar okuduysanız, bilin ki; şuan birilerinin hâlâ canı yanıyor, birileri hâlâ ve birileri hâlâ yara bantlarına tutunuyor. Çünkü biz insanız ve hiçbirimiz yalnızlığın gerçek anlamını bilmiyoruz. Canımız yandığında koştuğumuz birisi veya birileri muhakkak vardır. Aldatacak, kandıracak, kullanacak birileri hep çıkar karşımıza. Elmayla zehirlenen prensesin masalında bile onun için göz yaşı döken, başından ayrılmayan insanlar vardı ve hiçbir kan bağları yoktu. Aslında bakarsan bir çıkarları da yoktu. Peki, ne oldu sonunda? Prenses uyandı ve gitti. Masal mutlu bitti... mi? Hayır dostum. Bitmedi. Dışarıdan baktığında senden eksikmiş gibi görünen insanlardan ne çok şey öğreniyorsun değil mi? En başta da dürüstlük! Masallar ne derse desin ne sen ne de ben; pamuk prensesi içten içe seven o cüce kadar masum değiliz ve asla olamayacağız. Ve bir masalın mutlu bitmediğini öğrenemeyeceğiz. Yalnızlığın gerçek anlamını bilen o cüce gibi! Eski bir arkadaşım hep, “Kötü bir olayı anlatmak yerine unutmak daha iyidir!” derdi. Önceleri anlamıyordum. İlk duyduğumda ise ona, “Kötü haber tez duyulur.” atasözünü hatırlatmıştım. Evet, ikimizde haklıydık. Çünkü ikimiz de güldük. Bazı kurallar asla değişmez ve bu orantıda kötülüğü asla yok edemezsiniz. Deneyin isterseniz. Kutsal kitaplarla pek aram yoktur fakat Tanrı yapımı bir şeyi yok etmek imkânsızdır. Sadece belli bir süre önleyebilirsiniz. Kötülük ise böyle bir evrende asla yok edilemez. Neden, diye soracak olursanız eğer açıp kutsal kitaplardaki imtihanın en büyük sebebini okuyabilirsiniz. Her neyse. Ben de unutmayı seçebilirdim. Şu an bu satırları okumanıza izin vermeye bilirdim. Ama yapmadım. Hıristiyanların günah çıkarma işlemi gibi düşünün bunu. İçime attığım, günah saydığım, kurtulamadığım ve adını burada koyamadığım yüzlerce duygumun ruhumdaki bilmem kaçıncı dünya savaşından yenik çıktığını birinci ağızdan anlatacağım sizlere. Tek fark, sizler rahip değilsiniz. Dilerseniz susmak nedir, önce ondan başlayalım, sonra da önceden hazırlanmış tuzaklarımıza yakalanıp bir parçamızı orada bırakıp devam edelim. Gidebildiğimiz yere kadar. Susmak nedir, bilir misiniz? Susmak, bu dünyadaki en tehlikeli yanıcı maddedir. Bu yanıcıyı diğerlerinden ayıran en büyük özellik ise, size veya bir yere temas etmesine gerek yoktur. İç organlarına değmeden hiçbir şey bu kadar zarar veremez insana. İnsan vücudunu bir soba olarak düşünürseniz; içinize attıklarınızın ateşini susarak beslersiniz. Tek fark, bu soba etrafını ısıtmaz. İşte o anda siz değil, cehennem sizin içinize düşer. Ondan sonra da içinizde olan her şeyi yakmaya başlarsınız. Susarak!

Başınızdan kötü olaylar geçtiğinde veya zor durumlar yaşadığınızda sığınacak birilerini ararsınız. Güvenecek, inanacak, rahatlatacak, geleceğe inançla baktıracak insanlara sığınırsınız. Bunu herkes yapar. En sert görünümlü insanlar bile yenilir, kaybeder. Onların da bir limana ihtiyacı vardır. İnanın bana. Bazen de anlatmak yerine içimize atarız. Bunun sebebi; kimsenin bizi, bizim gibi anlayamayacağını düşünmemizdir. Çünkü hiç kimse aynı açıyla ve acıyla bakamazmış aynı olaya. Doğrusunu söylemek gerekirse anlatılan ve bilinen her şey zamanla değişir. Geçmişe bakarsanız, kahraman olanların bile belli bir süre sonra hain ilan edildiğine şahit olabilirsiniz. Size iğrenç gelen bir hadise başkasını zevkin doruklarına sevk edebilir. O nedenle anlatmak yerine içinize atmanız her zaman en iyisidir. Birisi sizin hakkınızda ne kadar çok şey bilirse, o kadar basitleşirsiniz gözünde. Aynı tip iki çantayı yan yana getirip birine kilit takarsanız, emin olun ki, kilitli olan daha çok merak edilir. İşte bizler de böyleyiz. İnsanlar anlattıklarınızdan çok içinize attıklarınızla ilgilenirler. Sizlere tavsiyem; onlara bunu vermeyin. Sizleri çözmelerine izin vermeyin. Çözülürseniz eğer ringdeki rakibinize gardınızı indirmiş olursunuz. İstisnasız herkes en büyük kazığı en yakınından yer veya atar. Bir insana iki kere güvenmek, Alzheimer hastasına evi emanet etmek gibi bir şeydir. Bu bağlamda sizden istediğim tek eylem, bu günlüğü okuduktan sonra hemen geçmeniz. Çok fazla insanın bilmesini istemediğim olaylar var burada ve siz kabalık ederek bir başkasının günlüğünü fazlasıyla karıştırdınız. Lütfen bir sayfa daha çevirmeyin. Çünkü okuyacağınız her şey benim “zamanı yenmeye çalışmak” adlı saçma sapan deneyimlerimi anlatacak. Yüz on iki kere de okusanız trajik bir deneyimin tekrar başarısız olduğunu öğreneceksiniz, her tekrar edişinizde. O nedenle durun. İlerlemeyin. Öğreneceğiniz her şey canınızı sıkacak. Eminim kaybetmek dışında öğreneceğiniz çok daha yararlı bilgiler vardır. En son öğreneceklerinizi neden en başta öğrenesiniz ki? Eğer uyarılarımı dikkate almazsanız olacaklardan ben sorumlu değilim. Kararınızı şimdi verin.

Tebrikler!
Eğer bir önceki sayfayı ben okumuş olsaydım, emin olun sizin yaptığınızı yapar ve okumaya devam ederdim. Çünkü merak doğamızda var. Çizgileri geçme arzusu, yasağı alaşağı etme dürtüsü, her türlü bilinmezliği çözme yetisi... Zaten en baştan beri böyle olmamış mı; Âdem babamız, cennette huzurluyken ve merak edeceği hiçbir şey yokken bir anda yasakla tanıştırılır, Allah tarafından. Eğer biri size sınır koymaya çalışırsa, önce o sınırı, sonra da o sınırı koyanı aşmaya çalışırsınız. Tabii sınırı koyan kişi bunu fark ederse, yasağı çiğnediğiniz anda ceza ile izdivacınız başlar... David Icke, “İnsanoğlu, ayağa kalk!” demiş. Fakat ben, bir önceki eylemi hatırlatmak istiyorum. “Uyan insanoğlu, dünyadayız!” Fark ettiniz mi?

Hayatın, bize yaptığı işkenceye keşke denir. Öyle bir işkencedir ki bu; kızgın bir demiri saplar gibi çektirir ciğerlerimize nefeslerimizi. İşte benim de keşkem buydu. Birine güvenmek. Her defasında. Her şeyden önce bilmenizi isterim ki, burada gerçekleri ama sadece gerçekleri okuyacaksınız. O nedenle biraz zaman verin kendinize ve iki dakika ölümü düşünün. Çünkü sadece ölümü iki dakikadan fazla düşünmeyi başarabilen insanlar gerçekleri konuşabilir ve duymayı hak edebilir. Şu anki siz değil!

Hazır mısınız?

Sonra köleliği yasal hale getirmek için birtakım çalışmalar yaptılar. İnsan beynini esir almak, bedenini daha iyi kullanabilmenin özüdür. Hiç kimse zaafları için çalışmaktan rahatsızlık duymaz. İhtiyaçlarını karşılamanın ötesine, yani gereksiz şeylere sahip olma isteğinin fitilini ateşlemek için alternatif yeterlidir. Evet, alternatif, insanları kontrol etmenin en sağlam yoludur. Bunu sağlayanlar isteklerinizi belli bir alana sıkıştırır. Bu alanda görünmez bir duvar vardır. Birbirinizden başka hiçbir şeye dokunamadığınız uçsuz bucaksız bir hücreden bahsediyorum. Alternatifin aynı zamanda birbirini geçme arzusunu tetiklediğini ve gösterişin de her insanda mevcut olduğunu düşünürsek nasıl bir hücreden bahsettiğimi kavrayabilirsiniz. Son model bir telefon, çok net gösteren bir televizyon, marka elbiseler, ayakkabılar ve saçma sapan bir sürü zaafın gardiyan olduğu hücre. Daha iyisine sahip olmak, en iyisine! İnsan sahip olduğu her şeye kendini kurban verir. Kendini adadığı ve nefret ettiği şeyler hep aynıdır. Bunu fark etseniz de hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Bilerek veya bilmeyerek modern köleliğe boyun eğiyoruz. Ve daha iyi bir köle olmak için ter kokumuzla savaşıyoruz. Evet, tek savaşımız en iyi köle olmaya çalışmak! Kozmetik ürünlerinde yazan; “Hayvanları koru, doğayı sev!” sloganından daha iğrenç bir hayatımız var. Fark ettiniz mi?

Şimdi hazır mısınız?

Cehennem asla dolmaz! Ne atarsan at, dolmaz!


Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin.


Şeytan günlüğünün içinden dünlüğünü çaldığınız insana mı bakmıştınız?

İnsanlara, gerçek yüzünü göstermekten kaçın Sami. Bırak sana ikiyüzlü desinler, arkandan konuşsunlar. Birine gerçek yüzünü gösterirsen, ertesi gün aynada kendini tanıyamaya bilirsin. Ve başkalarının değiştirdiği insan olmak, kendi yaptığın maskenin altında olmaktan daha çok acıtır.

Yüzüne bakmaya kıyamadığımın üzerine basmışlar da yine bana mayın olmuş...

Nefret, çok garip bir duygudur. Kelebek bıçağına benzer nefret. Bu bıçakların özelliği, iki tarafının da keskin olması ve çift sapının da oynar başlı olmasıdır. Bunu, ergenliğe mahalle kavgası yaparak giren insanlar bilir. İlk denemede parmağını kesen çok olmuştur. Her neyse. Nefret de böyledir işte. Çift taraflıdır. Hem karşındakine hem de kendine zarar verebilirsin dikkat etmezsen, ki kimse dikkat etmez. Çünkü nefret, paniğin kaynar ve buhar hali arasında bir yerlerdedir. Umarım anlamışsınızdır.

“Ben görmeden inanmam” diyenlerin ağzından, Allah kelimesi eksik olmaz!

Anladım ki yalnız olan bendim; Allah hep birdi, Allah hep tek!

Hiç tanımadığı şoförlerin kornaya basma şeklinden bile kendine küfredildiğini anlayan insanlara, aynı dili konuştuğun halde kendini anlatamıyordun, en nihayetinde. Kim bilir, dünyada olup da içine asla giremeyeceği cennetin afişlerini ısrarla seyretmek böyledir belki de.

Aslında hepimize gereken şeyin; ay sonunu hesaplamaya çalışmayacak kadar para, kovulma korkusu olmayan bir iş, sır verirken “Bak, sana güvenip söyledim!” tarzında şeyler söyleme gereği duyulmayacak kadar güven... Hayır, Dönüşüm (Başkalaşım) kitabındaki Gregor Samsa'nın empatisi olduğunu düşünüyorum.

Hayattayken, yanından on dakika ayrılmadığın insanın mezarına yılda bir kere gitmek, dünyanın en aşağılık insanı gibi hissettirse de alışıyormuşuz, dünyanın en aşağılık insanı *mış gibi yaşamaya. Gerçi gitsen de hep sitem içindesin. Can suyu yeni verilmiş fidan gibi dikiliyorsun, en değer verdiğin canlıyı gözlerinin önünde gömdükleri yere. Ne dua edebiliyorsun ne de ağlaya biliyorsun. En fazla gözyaşlarınla yıkadığın yüzünü gerip yardırıyorsun... Gittin ya kurtardın tabii, s*k gibi kalan yine ben oldum burada. Kaç zaten kaç. En kolayı bu nasılsa...


İnneke meyyitun ve-innehum meyyit'ün.


İç içe olan her şeyi severim. O nedenle yalancıları ve mezarlıkları dost edinirim.

Gerçi ne fark eder ki? Anlatmayınca atlattın sanıyorlar. Senden geriye sadece yaralar kaldı. Onlar da bir kaç estetik ameliyatla geçermiş. Gördün mü, son mirasını alacaklarmış benden, ameliyatla. Belki ne hale geldiğimi bir nebze olsun görüyorlardır da o yüzden diretiyorlardır. Peki ya hangi yollardan kendime geldiğimi kim görüyor? Serum gibi damla damla tükendiğini kim görüyor Sami, konuşsana!

Hastaneye giderken, tabii sen hayattayken aklıma hemen en kötü ihtimal geliyordu. Şimdi, karşında diz çökmüş beklerken, en kötü ihtimalin ölüm olmadığını anlıyorum. Keşke o kazada ben ölseydim. Bu denli acıya kafa üstü çakılmazdım en azından. Her gece tekrar tekrar sıçramazdım gözümü yumduğum anda. Bir anda yok olmak, yok olana kadar ıstırap çekmekten katbekat daha mantıklı geliyor bana, böyleyken.



Korkuyorum, biliyor musun? Utanıyorum. Çekiniyorum. Acımla dalga geçerler, küçümserler diye. O yüzden hiç anlatamıyorum. İçime attıkça ve dişimi sıktıkça... dışarıdan bakılınca güçlü göründüğümü zannediyorum. Maalesef. Belki de ilk defa sana bunları rahatlıkla söylüyorum. Rahatladıkça da söylemeye devam edeceğim. Ama sakın yanlış anlama ha. Yani ne bileyim, ölsem söyleyemem sandığım içsel mevzularımı, ölsen söylermişim, baksana. Eskiden insanlar, sadece duasını duyana ve hiçbir çıkarı olmayana gerçek yüzlerini gösterirler zannederdim, şimdi mezarındayım ve artık bu acı gerçek presleniyor benliğime: ölümcül hastalığa sahip olduktan sonra da bu dünya için yaptıklarımı bomboş ve anlamsız bulan her çaresiz gibi.

Her şeyi yarım bırakıp uyumaya gidiyorum. Tıpkı Tanrı'nızın, sizi yaratırken yaptığı gibi!

Bir abi vardı.

Böyle sokakta kalan tiplerden. Sokak hariç hiçbir şeye bağlı değildi. Hep çöpleri karıştırırdı. Her şeyin son kullanma tarihine bakardı. İzmarit içerdi. Bir dal sigara bulsa çocuk gibi sevinirdi.

Bir abi vardı.

En büyük dedi, bulduğu içilmiş sigaraları yakmaya çalışırken ikinci nefesi çekebilmekti. Bunu yapmanın benzinlikte çakmakla oynamaya benzediğini söylerdi. Bir de üstüne “Anladın mı?” diye sorardı. Ne yalan söyleyeyim anlamazdım. O da cevap vermeyişimden çakardı mevzuyu.

Bir abi vardı.

“Bir yerden sonra alışıyorsun, umursamıyorsun, katlanıyorsun, kabulleniyorsun” derdi hep. İzmaritlerin çoğunu yakamazdı, yarım içilmişlerin çoğunu bulduğunda da yakacak kibriti kalmazdı. Nietzsche yanlış biliyor olmalı, çünkü “İşkencenin de en kötü tarafları bunlar işte” gibilerinden söylenirdi.

Bir abi vardı.

“Dedem” derdi. Sigaranın ciğerlere zararından bahsederdi, babam, günde üç paket sigara içerdi. Ben mi? Benim olayım, dedemin o cümleyi yaklaşık otuz yıl sonra kurdurabilen cesareti kadar sahteydi.

Bir abi vardı.

Yetmezmiş gibi bir de “Benim durumumda, ‘Yarın daha iyi olacak’ düşüncesiyle uyumak, uyandığında, ‘Atağa çıkarken kaptırılan top gol oldu’ durumuyla karşılaşmakla aynı şeydir.” derdi.

Bir abi vardı.

“Savaşlar, dayanmayı öğretir, kazanmayı değil!” derdi ve eklerdi, “Trajedi de asla baktığın yerde değildir.”

Bir abi vardı.

En son seyrettiği film Tom ve Jerry'di ve ne zaman bahsi geçse ağlardı. Şaşkın şaşkın ona bakarken “Asıl trajedi, trajediyi görememektir!” gibilerinden laf sokardı...

Bir abi vardı.

“Tecrübe ve ustalaşmak, her şeyin basitleştiğini kavramaktır” derdi ve bundan nefret ettiğini de araya iliştirirdi. Çünkü hayat da öyleydi, zamanla basitleşirdi.

Bir abi vardı.

Bugün gömdük onu. “Nasıl bilirdiniz?” diye sormadı imam, “İyi bilirdik!” diyecek kimse de yoktu zaten.

Aynalara kusurlarını örtmeye değil de kusur aramak için baktığın gün, işte o gün, ne kadar komik bir hayatın olduğunu anlayacaksın diğer insanlar gibi. Komik olan ne, biliyor musun? İnsanların birbirlerinin sadece boş anına denk gelmiş, yani kafaları güzelken seyrettikleri korku filmi gibi olundukları gerçeği. Çünkü mutluyken kimse kimseyi aramaz, ama canları yanarken, vicdan yaparken, kötüyken ararlar birilerini. Umurlarında oldukları için değil, hak verecek insan aradıkları için. Yani sarhoş biriyle yatmak ne kadar cesaret gerekiyorsa veyahut sarhoşken biriyle yatmak ne kadar ucuzsa, hayat da o kadar komik işte. Lütfen anlayın.

Bazen cidden dayanamıyorum. Belki insanlara inandırıcı gelmeyecek ama yemin ederim, Tanrı inancım olmasa çoktan kendimi öldürmek için her yolu denemiştim. Hatta yeni yollar yapmıştım. Düşünüyorum, sabaha kadar acı çekiyorum, dayanılmaz gelince çaresine bakmak için doktora gidiyorum. Kısa süreli kurtuluyorum. Sonra tekrar ama farklı yerden giriyor acı, bir mahkûmun hasmını tuvalette savunmasız halde kıstırıp şişlemesi gibi. Yine kurtulmaya çalışıyorum. Diğer yandan da kendi türümden canlılara güveniyorum. Sonuç? Aldatılıyorum. Yine tekrar ediyor bu durum. Kazanıyorum ve o kazandığım her neyse kaybedişimi seyrediyorum. Yine tekrar. Birkaç örnekle bumeranga dönüşen hayata dayanacak kadar değerli mi bu dünya? Her gün, “Bakalım kim benden daha berbat halde” merakıyla haber izlemek, saçlardan dişe kadar zamanla her uzvun eksilmesini aynalardan öğrenmek, birbirlerinden gerçek yüzlerini gizlemek, sevdiği her şeyi kaybetmek... kısacası kontrol edilemeyen her şeyin dümenindeymiş gibi yaşamaya değer mi dünya, ben cevap vermek istemiyorum.

Yeteneği köreltmenin en iyi yöntemi insanlara sevmediği işi yaptırmaktır. Bunun için de eğitim sistemini çökertmeleri gerekir. Hayatım boyunca okulu sevmedim. Çünkü hayat, asla okulda öğrendiğim şeyleri sormadı. Her neyse. Hiç düşündünüz mü, neden resim dersi matematik kadar umursanmaz?

Dünyayı sanat güzelleştirir, savaş çirkinleştirir ve para da yönetir. Resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerin karnede diğer derslerden yüksek gelmesine sinirlenen bir toplumdaysanız, okulu bitiren öğrenciye “Ne iş olursa yaparım ağabey!” demeyi zerk ettiklerini görürsünüz. Çünkü iyi paralı bir bölüm için resmin değil, matematiğiniz iyi olmalı.

İlkokulda, lisede, üniversitede hep kalabalıklar içinde ders görürsünüz. İlkokulda herkesin sevdiği ders farklıdır. Lisede de öyle. Üniversitede de. Ancak amaç aynıdır, geçmek. Bu amaç, insanın normalde ihtiyacı olan şeyleri amaç haline getirir. Tehlikenin farkında mısınız?

Anlayacağınız bu ihtiyaçların amaca dönüşmesi, işini sevmeyen insanların sayısını çoğaltır. Kendinden, halinden, hayatından ve kısacası hiçbir şeyden memnun olmayacak hale getirir. Sonunda da “Allah vergisi” dediğimiz yetenek özelliğinin daha ismini bile heceleyerek okuduğumuz yıllarda yok edildiğini fark ederiz, değil mi? Zaten işini sevmeyen insanların yaptığı işe yeteneği yoktur, becerisi vardır. Zor da olsa, imkansıza yakın da olsa bu değişmez.

Dünya, öyle bir yer ki, her rutin alışkanlığa, her alışkanlık prensibe, her prensip de monotona bağlıyor kendini. Bir zaman sonra da ne oluyor biliyor musunuz? En üstte söylediğim “İhtiyacın amaca dönüşmesi” doğuyor. İhtiyaç, amaç olunca, amaç da uzuv oluyor ve uyuşturucu bağımlısı gibi hissediyorsunuz. Yani en azından ben böyleyim.

İnsan çıkarları için yaşarmış ya, ben de öyle olduğumu, sır verdiklerime “Benim senden ne çıkarım var?” diye sorduktan sonra fark ettim. Yine de içimden geleni yaptım hep. Yanlış da olsa, gereksiz de olsa, anlamsız da olsa, mantıksız da olsa yaptım. Pişmanlıktan korkmuyorum artık. Çünkü anladım ki hayat ona gebe... Bazen cidden dayanamıyorum bu dünyaya ve önce bana. Geçen kendime şöyle dedim,

“Bir gün ‘Ne yapıyorum bu hayatta?’ diye sorup, dürüst olabilirsen eğer, intiharın; kaçmak değil de savaşmak anlamına geldiğini anlayacaksın.”

Siz hiç yoktan yaratan ile savaştınız mı?

Umarım, herhangi bir zamanda iyi hissedecek gücüm kalmış olur. Ya da iyi hissetmemin önemi.

Kâlet yâ leytenî mittu kable hâzâ ve kuntu nesyen mensiyyâ.


“‘Gözlerimizi hep daha kötü olma ihtimali için açıyoruz’ gerçeğini, ‘Yarın her şey çok güzel olacak!’ çaresizliğine çevirmeye, ‘Umut’ denir.”

İnsanlardan uzak duramıyorsan onların senden uzak durmasını sağla.

Ne değişti bu yedi yılda?

Yaşamaya mecbur kaldım. Hani aynı anlama gelen fakat farklı yazılan cümleler vardır ya, benim durumum da aynı işte. Değişen fiziki durumum sadece. Mevsimler, günler ve dünya hiç değişmedi. Sadece isimler ve sıfatlar değişiyor. Eskiden, “Canım” dediklerime şimdi, “O***** çocuğu” diyebiliyorum. Anlayacağın, dünyanın görünümü değişmedi ama insanlar çok değişti be Gizem. Ama onda da alıştım, inan. Kelimeler bile etkilendi. Makyajsız dışarı çıkamayan kadınlar gibi oldular. Süslenmeyince veya yabancı kelimelerin makyajını kullanmayınca değersiz gibi göründüler. Mesela, “Ölü yaprak vuruşu” demek yerine, “Knockle-ball” demenin daha havalı olduğuna inanıldı. “O nereden çıktı?” deme, geçen Kaan'la PES atıyorduk da o kullandı da öğrendim. Evet, saf Kaan. O da değişmedi. Görüşüyorum hala. Gerçi onun da hayatı alt üst oldu bir anda. Annesi felç geçirdi, ağabeyinin şehit haberi geldikten sonra... her neyse. Buna da alıştım. Hatta “Samimiyet” dediğimiz şey; kahvelerde 5 liraya içilen çayın yanındaki muhabbetler değil, dört litre benzin fiyatına çay içilen yerlerde yapılan yer bildirimleri oldu. Bunu sağlayanların da günde on iki saat hayvan gibi çalışmak zorunda olduğunu gördüm. Ve ona bile alıştım.

Kimseye içimi dökemedim, anlatamadım, ağlamak için arkalarını dönmelerini bekledim. Çünkü “Paylaşmak” dediğimiz, insanlar arasındaki soyut bağ; gerçekten anlamaya çalışmak veya birilerinin yanında beklentisiz olmak yerine, artık sanal platformlarda prim kaygısı taşıyan yazılar haline geldi. “Çıkar” oldu adı. “İspat” oldu. Buna da alıştım. İnsanlar öldü bu yedi yıl içinde, çocuklar bile öldü. Elinde büyüdüğüm insanlar öldü. Yan komşum değişti. Odamdan bakınca puslu görünen harabe bina artık daha net görülmeye başladı bu yedi yıl içinde. Konunun senle alakası olabilir, evet. Belediye seçimi için otobüs durağımızın boyaları da aktı. Sana “Seni seviyorum” dediğim günün gecesinde evinde intihar* eden Hıdır amcanın mezarına daha az gitmeye başladım bu yedi yıl içinde. Sana yalan söylemem bilirsin. Hıdır amcanın mezarını bile bulamadım geçenlerde. Anneannem ölünce sigara da içtim biliyor musun? Hani sen içince elinden alıp, “Sigara mı, ben mi?” diye sorardım ya sana, sen haklıymışsın be sigara içerken. Artık haddinden fazla vefasızlaştım. Ama iyi şeyler de oldu bu yedi yıl içinde. Galatasaray dördüncü yıldızı taktı mesela. Yarım bıraktığım hayallerin inşasına tekrardan başladım. Sanırım inşasına başlamak daha tatlı geldi, düşünce olarak kaldı, o da beynimdeki despot pentatlonu aşamadı. İki tane çocuğum oldu. Korkma, annesiz büyüdüler içimde. İsimlerini Zarar ve Ziyan koydum. Bakma öyle, evlenmedim tabii ki. Zaten senden sonra kimseyi sevemedim, güvenemedim. Üzülme, iyi şeyler bunlar. Hani, “Bıçaklar iyidir, saplandığı yeri olgunlaştırır!” diyordun ya, hatırladın mı? Ben hiç unutmadım onu.

En ünlü ustaların bile gün yüzüne çıkarmaya kıyamadığı bıçaklar gibi Tanrı tarafından ruhuma saplanman kaldı geriye. Nefes alamadım, çıkarmaya çalıştım birkaç kere. Ancak matematikteki çıkarma işlemi vardı ya, o işlem büyükten küçüğü çıkarmak gibiydi, eksildim ama yanlış eksildim. Yemin ederim buna da alıştım. Neye alışamadım biliyor musun? İsmin aklıma geldiğinde, içimdeki üşümenin çözümünü bulamayışıma. Çünkü sürekli sala verildi bu şehirde. Her sala sesinde adın yırttı dudaklarımı. Her cuma mesaj attı arkadaşlarım. Nasıl kurtulayım, sen söyle? Yedi yılda değişmeyen tek şey bu işte.

Sitem gibi oldu ama anlarsın sen beni. Babasını kaybeden çocuk, Allah'a sadece, “Umarım varsındır da sana bunun sebebini sorarım!” diye sitem yapar ya, ben de aynını sana yapıyorum. Umarım okursun bir yerlerde de...

Senin birinden kazık yediğin için sırtını dönmene gerek yok ki. Muhtaç oldukları kudret, damarlarındaki hain kanda mevcut zaten!

Felaketlerini üstümüzden esirgemeyen Allah'ımıza hamd-ü senâlar olsun.

Kanseri yenen insan, her şeyi yeneceğini düşünür. Bir kere ayağı kayan insan, sürekli düşeceğini düşünür ve ilk aşkından ayrılan insan da bir daha âşık olamam diye düşünür. Yani anlayacağın; Bedenler de nedenler de farklı ama sonuçlar hep aynı...

Maske tak. Ama şu güzelleşmek için sürdüğün ama Shrek'e benzediğin yeşil kremlerden değil. Hayali olanından. Çünkü kime gerçek yüzünü gösterirsen, ertesi gün tanınmaz halde bulursun kendini aynalarda...



Hep en kötü ihtimali düşün. Çünkü yükseldiğinde, etrafındakilerin gerçek yüzünü göremiyorsun. Üzerine basıp çıkmak için sırada bekleyenlerin olduğunu ve bu bekleyenlerin de sevdiklerinden oluştuğunu sadece düşerken net görebiliyorsun. O nedenle, düşmeyi beklemek yerine dipte kal! Ne sevmek için ne de canını yakmak için yaklaşamaz hiç kimse, sana.

Ha bu arada, bir insanın hayatına girmek, hiç bilmediğin bir şehre girmeye benzer. Yalnız birinde çıkış tabelasını kendi ellerinle yaparsın. Tanıdın mı beni, müptedi...

Tek kalmak ve terk edilmek kardeş gibidir. İnsan ya terk eder ya da tek kalır. Sürekli devam eder bu. Birilerini öldürmek zorunda kalmak ile birileri tarafından öldürülmek de öyledir. Ya teksin. Ya da terksin.

Bu dünya, sonunda ne olacağını öğretir, anlamadığın yerde kanser yapar. Hem savaşıp hem de yalvarıp ölürüz. Daha önce yaşamış ve unutulmuş tüm insanlar gibi...

Gepetto Sendromu diye bir şey var, biliyor muydunuz?

Carlo Collodi'nin, Pinokyo ismindeki çocuk romanını duymuşsunuzdur. Aslında gerçek hikâye başkadır. Ama bizi ilgilendiren, sonunda Pinokyo'nun asıldığı hikâye değil. Bizi asıl ilgilendiren, yalnızlığın insana her şeyi yaptırabileceğini anlatan o hikayedeki Gepetto'nun psikolojisi. Sorun şu ki, Gepetto Sendromu'nun ciddiyetini, sadece ama sadece bu psikopatolojik hikâyeyi anlattıktan sonra kavrayabilirsiniz.

Bak şimdi, birkaç teknik bilgi verip hikâyeye gireceğim. Kulaklarını tam aç ve iyi dinle, başlıyorum;
Kur'an-ı Kerim'in Hicr suresinin 26'ıncı ayetine göre insan şöyle olmuştur; “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.” İncil, Yaratılış 1:27’de der ki; “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı'nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.” Tevrat’a göre de iki şekilde yaratılma hikayesi vardır. Ancak Gepetto, sadece Yahvist Metin'den yola çıkmış olmalı. Çünkü orada ikinci insan (kadın) ilk insanın (erkek) kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia eder. Gepetto, yalnızlıktan kutsal kitapları karıştırmaya başlar. Hristiyanlığa göre Hz. İsa, çarmıha gerilip öldürülmüştür. Ancak Müslümanlar, Nisa 157'den yola çıkarak ölmediğine inanır, tabii çarmıha gerilenin de Yahuda İskaryot olduğuna. Bunları araştırırken Gepetto'un aklına şöyle bir fikir geldi; “Eğer İsa, ölmediyse, onun kanına boyanan tahta çarmıhtan insan da yaratmak mümkündür.” Komik veya saçma gelebilir. Ama unutma, yalnızlık insana her şeyi yaptırır! Allah'a inanır gibi yaptırır. Gepetto, artık yalnızlıktan kurtulmanın nasıl olacağının krokisini kendi kafasında belirlemiştir. Geriye sadece Crux Vera çarmıhını bulmak kalmıştır. Ancak kutsal Crux Vera haçı; 1204 yılındaki Latin istilası sırasında Ayasofya yağmalanınca, mevcut son parçalarını da kaybetmişti. Gepetto'un o haçı aramaya çıktığı yol ise 1876'dır. Tam yedi yıl sonra, 1883 yılında Gepetto, kutsal haçı bulmuştur. Evinde ince bir çalışmayla güzel bir kukla haline getirmiştir. Her gün kuklasıyla oynamaya başlamıştır. Ancak belirli bir zaman sonra bu kendine yetmemeye başlamıştır. Bir gece, uyumadan önce kutsal kitaplardan seslenerek şöyle yalvardı; “İsa'yı babasız yaratan Allah'ım, onun kanını taşıyan tahtadan yaptığım kuklama da annesiz hayat ver. Yoksa kendimi öldürebilirim yalnızlıktan!” Zariyat suresinin 56'ncı ayeti, “Ben cinleri ve insaları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” der, Allah ve Gepetto'un bu duasını kabul eder. Çünkü Gepetto, ona yönelir. Ondan yardım ister. Allah için hiçbir şey mucize değildir. Peygamber'in söylediğine inanılan şöyle bir söz vardır; “Bir kimse, cuma günü ikindiden sonra Ayet’el Kürsi'yi ıssız bir yerde on yedi defa okursa, daha evvel kendisinde olmayan haller oluşur. O anda dua etse, duası kabul olunur.” Ya Gepetto, bunu yürekten istemişse? Bakma öyle, masallar, inanıldığı kadar gerçektir. Her neyse. Gepetto, bir sabah uyanır ve karşısında Pinokyo'nun ona gülümseyerek baktığını görür. İçinden geçirdiklerini sesli bir şekilde, “Keşke günaydın diyebilecek kadar canlı olabilseydin.” der. Ardından Pinokyo, “Günaydın!” der. Gepetto, o an şaşırmaz. Çünkü o kadar çok istemiştir ki bunu, hayâl bile olsa umurunda değildir. Tıpkı Musa'nın peşinden koşan Firavun gibi. Hiç yadırgamaz bu durumu. Ve Allah'ın bu iyiliğine karşılık, Gepetto da Pinokyo'ya ilk önce okumayı aşılamak ister. Çünkü ilk emir, “İkra!” dır. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz ve Pinokyo ne okulu ne de okumayı asla sevmez. Gepetto buna çok üzülse de İsa'nın çarmıhtaki hali aklına gelir ve Pinokyo'ya asla “Neden?” sorusunu yöneltmez. Yöneltemez. Zaman su gibi geçer. Bir gün, komşusu uzun zamandır göremediği için Gepetto'yu merak eder ve evine gitmeye karar verir. Ancak eve geldiğinde gördüğü manzara şok etkisi yaratır. Tahtadan bir çocuğun konuştuğunu görüp baygınlık geçirir. Allah'ı görmek isteyen ancak sadece kudretinden bile yığılıp kalan peygamber gibi komşusu da oracıkta bayılır. Gepetto, bu durum karşısında sadece şuna inandırır kendini; “Pinokyo, beni düşündüğü için okula gitmedi. Yoksa beni büyücü zannedip öldürebilirlerdi.” Bu olanlar karşısında çok etkilense de Pinokyo, babasına belli etmemeye çalıştı. Bir gece babasının dua ederken, “Pinokyo'nun insan olmasını istiyorum” dediğini duydu. Etten kemikten olmasa da bir ruha sahipti Pinokyo. Çok üzüldü. Ancak babasına hak verdi. Çünkü normal bir insan onu görünce inanmak istemiyordu. Nasıl inanılsın, Hz. İsa, “Ben peygamberim” demesine rağmen çarmıha germediler mi? Pinokyo'ya neler yapılır düşün bakalım. Gepetto da bunu düşündü ve insan içine çıkarmaktan vazgeçti. Komşusu kendine gelip evden ayrılınca Gepetto'un büyücü olduğunu söyledi insanlara. İnsanları kışkırtarak bir gece evini bastılar Gepetto'un. Ancak evinde hiçbir büyüsel eşya bulamadılar. Pinokyo'yu bile bulamadılar. Çünkü Pinokyo, daha önceden gitmeye karar vermişti. Babasının uyuduğu o gece de çoktan yola çıkmıştı bile. Yolda Cebrail (a.s) ile karşılaştı. Cebrail, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Pinokyo, “İnsan olmaya gidiyorum” cevabını verdi. Cebrail hiçbir şey demeden yolundan çekildi. Bu sefer Pollyanna ile karşılaştı Pinokyo. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O da aynı şekilde “İnsan olmaya...” cevabını verdi. Pollyanna, gülümsedi. Sonra Pinokyo'nun burnunu koparıp kalbine sapladı ve “Bir şey hissediyor musun?” diye tekrar sordu. Pinokyo, “Hayır” dedi kendinden emin bir şekilde. Pollyanna, “İnsan olmak için kalbin çok acımalı” dedi. Pinokyo, içinden “Kurumuş bir ağaca ne kadar zarar verebilirsin ki?” ama dışarıdan “Haklısın, o halde nereye gidersem gideyim bu olmayacak” dedi. Pollyanna, tasdikler gibi kafasını salladı. Pinokyo geri döndü. Fakat döndüğünde evini yanıyorken buldu. Çünkü inkâr etmemişti Gepetto. Yaptıklarının arkasında durmuştu. Anlatmıştı. Gözlerine baka baka anlatmıştı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı... Diz çöktü Pinokyo. Kalbine dokundu. Pollyanna haklıysa, insan olmuştu. Ama vazgeçti, önce insanlıktan, sonra da yaşamaktan. O hırsla kalktı ayağa, evini ve babasını yakanların üstüne koştu. Hz İsa'nın aksine “İnsanlık bu mu!” diye haykırarak koştu. Ardından yangına koştu Pinokyo, ateşe koştu. Gözyaşlarıyla söndürebilmek için koştu. Her şeyi düzeltmeye çalışır gibi koştu. Ve insanlığını da Alak suresinin 8'inci ayetine sıkıştırarak koştu. “Tahta gibi, insan kadar!”

Araf suresinin 179'uncu ayetini bıraktı. “‘Andolsun ki,’ dedi ayet, ‘cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık.’ Peki, sence, Gepetto'ya ihanet eden Pinokyo muydu, insan mıydı, inandığı mıydı, yoksa inancı mıydı?”

Nebe suresinin 40'ıncı ayetine yaslanarak öğrettiğim şeyi soruyorum sana, insan olmaya gerek var mı? Sayemde çok önemli bir şey öğrenmiş oldun, Gepetto Sendromu diye bir şey olmadığını..

Bazı gerçekler aslan değişmezdi. “Ben” her zaman haklıydı, “Sen” her zaman suçluydu ve “O” her zaman yalnızdı. İnsanlar, bu üç tekil şahıs arasında sürekli yer değiştirirdi.

Kimi tanırsanız tanıyın, bir gün ölüp toprağın altına gidecek gerçeğini aklınızdan çıkartmayın.

Hırsızlık hakkında biraz konuşalım. Ama her şeyden önce bu dünyada herkesin bir parça hırsız olduğunu kabullenelim. Küçükken, komşunun bahçesinden meyve çalardık. Kimimiz cebimizi doldururduk, kimimiz midemizi. Cebini dolduranlar, bahçeden çıkınca karşımızda özendirerek yerlerdi. Biz de sanki demin yememişiz gibi bakardık. Sonra bu durum büyüdükçe değişte. Artık insanlar her şeyi o yöntemle yapmaya başladı. Unutmayın, özendiğin her şeyi bir gün denersin. Âdem ve Havva, cennet bahçesinden meyve çalar. Belki de şeytan, o meyveyi Âdem ile Havva'nın karşısında yiyip canlarını çektirmiştir. Kim bilir? Her neyse.

Hatırla, herkese güvenirsin önce. Sonra da kazık yersin. Daha sonra da sen atarsın. Ve zamanla bu durum: “Artık kimseye güvenmiyorum.” demeni, her sabah “günaydın” demek kadar pelesenk haline getirir dilinde. Laçkalaşırsın. Birilerine hep “İyi niyetimden vurdular.” yalanını sokmaya çalışırsın. İşin garibi, bu yalana sen, herkesten çok daha kolay ve en önce inanırsın.

Birine verdiği şeyin iki katını almak da hırsızlıktır. Bundan yola çıkarsan dünyanın kendisi de hırsızdır. Hangi çağda olursa olsun, o dönemin en büyük hırsızı zamandır. Zamanın çaldığını, yerine kimse koyamaz. Dünyanın kendisi bile. Yalan söylemek de hırsızlıktır. Birini kandırmak için doğruyu yalan, yalanı da doğru şekilde anlatırsan ne olur biliyor musunuz? Deneyin.

Onun da her şeyi anlayacağı günler gelecek. Senin de gelecek. Herkesin anlayacağı günler de gelecek. Merak etmeyin, anladığınız için çıldırdığınız dönemleriniz de olacak. Anlam vermeye çalışırken yorulduğunuz gündüzleriniz, anlamını yitirdiğiniz şeyleri aramaktan uykusuz kaldığınız geceleriniz olacak.

Sırtını, sırrını, sanrını ve ağrını bilen tek şey duvar olunca anlayacaksın. Şimdi değil. En azından şu an değil.

Sevmek, sevdiğini mutlu görmektir, o mutluluğun içinde kendi olmasa bile!

Bir keresinde benden hoşlanan bir kadın bana, “Yaramı sarmanı beklemiyorum, yeni yara açma yeter.” demişti. Ben de “Yara açamam zaten, çünkü beni kan tutar.” demiştim, benden olabildiğince uzaklaşmıştı.

“Seni seviyorum” derken kanser kadar ciddiydim.



Kötülüğün en sağlam maskesi, başkalarına “Ben suçluyum.” demektir. İnsanlara suçlu olduğunu itiraf eden kişinin üstüne, dürüst zannedilip gidilmez. Bir futbol müsabakasında, kaybeden tarafın teknik direktörü, “Bu mağlubiyet, benim hatam.” deyip istifa ettiğinde, taraftarlar, “Delikanlı adam.” der, bir gün öncesinde ana bacı sövseler bile.

Herkes, etrafındaki insanların çoğunu ya sevmez ya da umursamaz. Çünkü kendilerini ve konumlarını, önünde ve arkasında olduğu insanlara göre ayarlamaya çalışırlar. Hayatında dürüst olabileceği belli başlı anlar vardır. O anlarda da genelde kendileri için doğru olanı yapmaya çalışırlar, tabii ki bu davranış iyi yapar, ancak asla dürüst yapmaz. Çünkü dürüstlüğün ödülünü yanlış anlaşılmanın elinden alırlar ve otomatikman kötü görünürler. Ve onlar ne yanlış anlaşılmak ister ne de kötü görünmek...

“Mezarlıklar, dibe vurmadan yükselemeyeceğimizin kanıtıdır” diyenlerin aksine, mezarlıkların dibe vurmanın sıfır noktası olduğuna inanırım. Hayat satranç ise sadece mezarlıklar satranç kutusudur. Tanrı dünyayı altı günde yarattı, insan bir saniye içinde kendini dünyasını karartabilir.

Önce öldürmesi gereken şeyler, yaşamaya mecbur bırakacak. Sonra o aldığın her ölümcül darbe, doğum sancısı gibi olacak. Görünmez duvarların, acıların, yaraların ve duyguların arasında yapayalnız çürüyeceksin, tükeneceksin, azap çekeceksin, fakat ölmeyeceksin. Ölemeyeceksin. Çünkü ne ölümü isteyecek kadar cesursun ne de hak ediyorsun. Et ve kemikten değil; geceleri gizli gizli yalvarmaktan, gündüzleri de çirkinleşerek yaşlanmaya devam etmekten ibaretsin. Anlayacağın Sami, poşet çay gibi sadece tek kullanımlık hayatın var, ama iki bardak çay çıkarma derdindesin. O yüzden tadını çıkar, harcandığın her şey gibi...

Neredeyse iki yıl olmuş. Mezarın etrafında tüm tanıdıkların vardı Tolga Can. Mezarını kapatırken kullandıkları dokuz tahtaya yaptığım kadar kolay olmasa da hepsini teker teker saydım. O kadar çoklardı ki, sanki tüm kazık attıkların ve yediklerin oradaydı. Katilini ve kurbanını gömdüklerini gördüm. Sonra geldiler yanıma. Sarılıp ağladılar. Gözlerini silip ***tir olup gittiler. Anladım ki her insan; cenazeden sonraki “Bir ihtiyacın olursa, buradayım unutma.” cümlesinden ibaretti, samimi değiller ama birbirlerine inanıyor rolü yaptırıyorlar. Benden önce ölmeni istemezdim, inan. Ama sorun birilerinin benden önce ölüyor olması değilmiş. Her şeyin mutlaka ölmesiymiş. Geç oldu ama şimdi anladım. Yarına çıkamayacak olan herkes kadar değerli, dün en kıymetlisini yitirmiş kadar değersiz dünyada olduğumu hissedecek derecede hem de.

Yalnızlık çok kötüdür. Yalnız olduğunu inandırmaya çalışmak daha kötüdür. Ama yalnız olduğuna inandıracak birinin olmaması daha, daha, daha...

Kötülük; olunan bir şey miydi, yoksa yapılan bir şey mi?

Fark ettin mi; “Yasaklı filmlerin çoğu cinsel içeriklidir. Hatta tümü işkence ve seks üzerinedir.” Hiç düşündün mü; “Madem öyle neden yapılıyor?” diye. Çok basit. Bu sayede anlamanı istemedikleri şeyleri kalkanlıyorlar. Çünkü yasak, can çekicidir. En tehlikeli bilgiyi göz önüne koyup, en gereksiz bilgiyi gizlemeye çalışırsan kimse tehlikeli olanı görmez. Hatta görse bile bakmaz. Dikkat etmez. Önemsemez. Göz ardı etme yeteneği budur işte. Hayat da böyledir. Yıllarca çalışıyorsun, para biriktiriyorsun, insan biriktiriyorsun, ev, araba ve gereksiz bir sürü malzeme biriktiriyorsun. Fakat “Her an ölebilirsin” gerçeği gözünün önündeyken dönüp bakmıyorsun bile. Kanser olmadan, yatalak olmadan veya bir uzvunu yitirmeden ucuzluğunu göremiyorsun hayatın. Âdem de böyle yapmadı mı zaten? Ne kadar ucuz olduğunu, ilk ve tek hatada görmedi mi?

Hayat; ölüme yakın olunca trajik, yakın hissedince komik gelir. Çünkü kanser de olsanız, sayılı gününüz de kalsa, hatta can da çekişseniz, sağlıklı birilerinin ölümünü seyretme ihtimaliniz hep vardır. Anlayacağınız sayın seyirciler, sadece bu açıyı yakalayanlara komiktir hayat.

Gün içinde doğru veya yanlış şeyler yaparsın. Çünkü mecbursun. Bunların yarısını bilerek, yarısı da bilmeyerek olur. Ancak mutlaka olur. Tabii dahası var. Ertesi gün bu yanlışlar, doğru ve doğrular da yanlış olabilir. Bu durum kişiye göre değişir. Adına da “Adamına göre muamele” denir. Bazı durumlarda, bir düşüncenin doğru olmaması, aynı zamanda yanlış olması anlamına gelmediği gibi çoğu durumlarda da bir davranışın yanlış olması, aynı zamanda doğru olması anlamına gelebilir. Bu iki durumu da her zaman karakterin belirler. Adına da “Bakış açısı” denir. Adamına göre muamele; “Yanlış” davranışı, “Gerekli” hale getirebilirse, toplum, bunu “Doğru” kabul eder. Ancak bakış açısı da toplumun “Doğru” davranış dediğini, “Gereksiz” durumda sergiletip tekrar sunabilirse, “Yanlış” kabul ettirebilir. Yani ne kadar adamına göre davransan da doğru ve yanlışı sadece bakış açısı esnetebilir.

Acı, bir kap yemek gibidir. Bitmesi için dibini sıyırman gerekir. Çünkü dibine kadar çekmediğin acıyı sürekli ısıta ısıta önüne koyar hayat. İnsan yapımı oyunlarda bile bir level bitmeden diğerine geçilmez. Yani dünyayı bir fırın, acıyı da sıcaklık olarak düşünürsen, pişmeden o tabağa konmak yok aga. Bilirsin, yemek yanmadan pişmez, insan da acımadan!

Tanrının; iyi şeyleri, hak ettiğin için değil de kaybetmen için verdiğini unutma.

Hastalandığında sabaha kadar başında beklediğin biri, gün gelir en hastalıklı yerinden vurmaz mı seni?

A, B, C, D ve E vitamini önemlidir değil mi? En bilindiği C vitaminidir ama. Eksikliği de en fazla “Ne yersem yiyim kilo almıyorum ya” demeni sağlar. Bazı insanlar da böyle. Yokluğunu en fazla, kış ayında hava durumunun azizliğine uğrayıp ince ceket giydiğinde fark edersin. A ve D vitamini de öyledir. Fakat E vitamini dost gibidir, varlığında değil yokluğunda değeri bilinir. Bunların yanı sıra B vitamini gibi olanların eksikliği bir süre kalbini ağrıtır. Ancak insanoğlu ***tir. Yenisini bulur hemen. Neden bahsettiğimi anladığınızı düşünüyorum?

Ben, K vitamininin yokluğunu hissediyorum uzun zamandır. Bunu da her sabah kalktığımda işerken somut olarak görüyorum. İnsan, tuvalette rahatlamayı hisseder, fakat ben, orada bile kan kaybediyorum.

Bu kanı kaybetmemi ne sağlıyor, biliyor musunuz? Çok fazla inanmam. K vitamininin fazlası gibi. Damarlarım tıkandı. Devam edemedim. Önce kendimi yırttım, sonra inanç damarlarımı. Şimdi eksikliğin fazlasını yaşıyorum. Her şeyin fazlası zarar da eksikliğin fazlası ölümden beter. Hatırlıyor musun; yumurtanın sadece sarısını yediğinde annen çok kızardı? Çünkü bilmezdi, K vitamininin ne işe yaradığını. Ben de inandığımdan yara almasaydım bilemeyecektim içinde çırpındığım boşluğu. Bu dünya, sana, bana, onlara, ne verirse geri alacak. En son da canını alacak. Hem de ağzını kapatarak alacak. Gözlerinin önünde alacak. Süt dişlerinin dökülmesi gibi olmayacak ama!

Tribünde bir sürü kültür vardır. Ancak en çok bilineni üç tanedir. Casual, Ultras ve Semt. Tribün dergi başta olmak üzere bütün futbolla alakalı fanzin ve dergi türevlerinde daha kapsamlı öğrenebileceğin bu kültürleri, bildiğim kadarının özetini çıkarmaya çalışacağım. Neyse başlıyorum. Casual kültürü, tamamen bireyseldir. Yani Casual’e yakın hisseden kişi, tuttuğu takımın taraftarlarından kendini ayrı görür. Bunu da giyimiyle yapar. Zaten Casual, günlük giyim anlamına gelir. Ancak kültür olarak bu giyim biraz farklıdır. Pahalı giyinmeyi gerektirir. Çok pahalı. Anlayacağın Casual, zenginleri temsil eder bir bakıma. Çünkü Casual’in büyük bölümü iş adamıdır en kötü. Yani farklarını bu şekilde belli ederler. Tabii sadece kendi tuttuğu takımın taraftarından değil, her taraftardan farklı görürler kendilerini. Örneğin, West Ham - Roma maçı varsa o gün ve maç da İtalya’daysa, İngiltere’den deplasmana gidecek olan West Ham Casual’i, İtalya’daki Roma Casual’inden farkını, o günkü maça giyeceği elbiseleri göstererek ortaya koymaya çalışır. Modern futbolun sapladığı en iğrenç şeylerden birisi de budur: kavga kavramını maddiyata indirmek. Her neyse. Casual kültürünü benimseyen kişi, kendi ülkesinin en pahalı markalarını giyinir. Atıyorum, İtalya’daki birey, Stone Island dışında giyinmez. Türkiye’de de buna karşılık Mavi’dir. Ultras ise bireyci değil toplumcudur. Şöyle benzetirsem, Ultras kale arkasıysa, Casual Maraton. Ultras, tribünün geneline hükmeder. Ancak Casual ile Ultras, taraftar kavgalarında birbirinden ayırt etmek zordur. Çünkü bu iki kültür de kavgalarında ya zarar verirler ya da öldürürler. Onun için de ya sopa kullanırlar ya da silah. Gelelim Semtçilere. Bu arkadaşların kimseye eyvallahı olmaz. Tek dertleri tuttukları takımdır. Hep takım ürünlerini giyinmeyi tercih ederler. Casual ve Ultras, kendilerini gizlemeye önem verirken Semtçiler, kendilerini göstermeyi severler. Buradan da kaybedecekleri hiçbir şeyleri olmadıklarını anlarsın. Semti, diğer iki kültürden ayıran özelliklerden biri de kavgalarında bıçak kullanmalarıdır. O nedenle bol giyinmeyi severler. Sebebi de kullandıkları bıçakların en küçüğü pala olduğu için, emanetlerini elbiselerinin içine soktuklarında, ne kadar az belli olursa o kadar iyidir. Gerçi tek sebep o değildir. Sinyal için de bol giyinirler. Ayrıca buradan da yola çıkarsak, modern futbolda Casual ve Ultras, ceza almaz, cezayı genelde Semtçiler alır. Bunların dışında şehir efsaneleri de vardı. Mesela Semt hariç diğer iki kültürün elemanları, polisin gözüne batmamak ve rakip takım taraftarının arasına sızmak için, saçlarını üç numara kestirip hafif uzun kirli sakal bırakırlar, siyah polar, siyah eşofman, beyaz Adidas ayakkabı giyerler gibi. Gerçi bizim infaz timi olan BH, bu efsaneye uyuyor. Sonra adını Boys Of Hell olarak değiştiren grubun adı, şimdilerde takımdan tek bağımsız oluşum haline getirilip aslanın üstü anlamına gelen ultrAslan oldu. Fakat her zaman tek gerçek vardır, tribün.

Eskiden. Çok eskiden, nefret ettiğim herkesin ölmesini istiyordum. Çünkü ölmeleri halinde hayatımın daha iyi olacağını düşünüyordum. Olmadı. En çok nefret ettiğim insanlardan birinin cenazesindeyken dişimi sıkmıştım ağlamamak için. O kadar sıkmıştım ki, dudağımı kanatmıştım. Sanki etrafımdaki herkes, bin kere ölmek istemişim de bir kere izin vermemişlerdi. Öyle sıkıyordum kendimi. Çünkü oradan çıktığım andan itibaren geberene kadar acı çekeceğimi düşünmüştüm. Yani güzel kardeşim, hayatım yanan bir evdi ve ilk kurtarılacak şeyin kendim olamaması gerçeği beni üzmemişti. Bu gerçeği, ölmesini en çok istediklerimin mezarının başında ağlamamak için kendimi sıkarak bilmek üzmüştü.

Reklamlarda genelde sürekli gülen insanları kullanırlar. Ve o insanlar; tanıttığı halde faydasına inanmadığı ürünleri, bizlere mükemmel derecede anlatmaya çalışırlar. Al sana, Tanrı-Peygamber-Kitap-Dünya denklemi! Mutluluk yok kardeşim. Mutlu insan senin olduğun yerde Tolga Can. Hud suresinin 108’nci ayetinde yazıldığı gibi. Mutlular onun cennetinde. (11/108: Ve emmâllezine suidû fe fil cenneti...)

Küçükken düşündüğüm şeylerden biri, “Allah'ın bozuk verdiği insanları doktorlar düzeltebilir de neden bizim bozduğumuz insanları O düzeltemez?” sorusuydu. Bak cidden samimi bir soruydu bu benim için. Çünkü dişlerim yamuktu biliyorsun. Ortodontide yapılıyordu en bozuğu bile. Bacak mesela. Doğuştan yamuksa ortopedi bölümünde fizik tedavi yöntemiyle düzeltiliyordu. On bir on iki yaşlarımda bunları düşünüyordum. Şimdi ise kafama kaval kemiğiyle vuruyorlar gibi hissediyorum. Çünkü sahte paralar, sahteliği belli olana kadar harcanabilir. Bizlerde tam tersidir bu durum. Yani insanlar da neye karşı daha insan olduğunu belli ettiği anda harcanabilir. Harcamak ve harcanmak. Veba ve heba. Bizim çağımızda her şey iç içe geçmiş durumda...

İnsanı duyguları şekillendirir. Nefret ne kadar ağır olursa, o kadar kolay benzemeye başlar. Ben neyden nefret etsem bir zaman sonra onun gibi oluyorum. Belki de zamanın tamamen ironiden oluşan şakasıdır bu. Bilinmez. Her neyse, bir insanla konuşuyorsun ve hemen ısınmaya başlıyorsun. Her şey mükemmel giderken, bir anda şu soru mızrak gibi saplanıyor aklıma; “Acaba herkesle benimle konuştuğu gibi mi konuşuyor?” Evet anasını satayım, aynen öyle oluyor. Herkesle aynı şekilde konuşuyor. Herkesle! Belki izin verirlerse daha fazlasını konuşuyor ama emin ol, aynı cümleleri bir sürü insana kuruyor. Belki benden önce de başkalarına aynı şeyleri söylemiştir, ki kesinlikle söylemiştir.

Yemhûllâhu mâ yeşâu...


“Hayat bir filme benzer” derler ve yanılırlar. Çünkü filmlerin baş kahramanı ölünce, film biter. Ancak hayatınızdaki baş kahramanlar ölürse, hayat, mecburen devam eder. Hayatın da farkı buradadır işte; kahramanlar ölür, aman film hiç bitmez.

Geçmişi kabullenmek kişiye göre zor veya kolay, ama değiştirmeye çalışmak herkes göre imkânsız. Eğer bir insan, geçmişini utanmadan anlatabiliyorsa, bil ki onu değiştiremezsin.

Bir saniye sonra tüm hayatınız mahvolabilir. Eğer bana inanmıyorsanız, her geçen saniye anılarınızın boğazınızı sıktığını fark etmiyorsunuz ve hayatımızın yalnızca mahvolma anını en ince ayrıntısına kadar anlatabileceğimizi göz ardı ediyorsunuz demektir. Böylelikle de anılarımızın rap şarkıları gibi olduğunu ama sadece kötü olanların nakarata denk geldiğini, yani daha yavaş ilerlediği gerçeğiyle henüz yüzleşmemiş oluyorsunuz. Ben, bu dediklerimi fark ettiğimden beri iki saniye arasında gidip gelen ömre saplanmış bir bıçak gibi çıkarılmayı bekliyorum hayattan. Sanırım tren yolculuklarını da bu yüzden seviyorum. Çünkü gideceğim yere en az iki saat geç varıyorum. Bu iki saat farkında da telefonumu kapatıyorum. “İki saatim var” diyorum, “İki saatim var hayatımın mahvolmasına.” Rötar varsa, daha çok zamanım var demektir. Aslında ben de kötü anılarımı katlediyorum sadece. Hem de üstte söylediğim rap örneğinin tersine, sevdiğimiz şarkıların ilk önce nakaratını ezberleriz gerçeğine tutunarak. Gerçi babam, “Nefret ettiğimiz şarkıların nakaratını daha çok mırıldanırız” derdi. Harbiden doğru. Peki siz bunu yaşadınız mı? Evden her çıktığınızda o garip duyguyu yakaladınız mı? Evet, o andan bahsediyorum. Sokağın ortasında, yanınızdan geçen arabanın “Kıl payı” dedikleri mesafeyle yasak ilişkiye girdiğiniz ölüm-kalım olayının rutin hale gelmesinin başlangıcından...

Çok fazla hedef ama kullanabileceğim tek mermi var. Ömür dediğimiz kavram, hayat silahından çıkan merminin gidebileceği mesafededir. Peki, ben, ne yapıyorum; o merminin olduğu silahı kafama dayayıp, kahkahalar eşliğinde, patlamasının nedeni olmaya çalışıyorum. Ve ben, Rus ruletinin heyecansız olanıyla izdivaç halindeyken, şu gerçek vahiy gibi iniyor ruhuma; bazen kendi elinle doldurduğun silahı, dayadığında kafana, yüzünde çıkan sivilceden daha kolay sıkarsın...

Bilgi, asla iyi bir şey değildir. Eğer insanlara düşünmesini öğretirsen iyiliği yok edersin. Çünkü düşünce, içgüdüsel yapılan şeyleri yok eder. Ve unutma, içgüdüsel olarak sadece duygularınla hareket edersin. Ne demek istediğimi doğaya bakarak anlayabilirsiniz.

Aslında bizim hayatlarımız, türü cinayet olan bir kitaptan ibaretti, ancak trajik olan hiç istemediğimiz bir anda ölebilme ihtimalimiz değildi. Asıl trajedi, böyle bir sonu ta en baştan bilerek okumaya devam etmekti. Ya da en iyi ifadeyle, “hayat dediğimiz şey, elinden hiçbir şeyin gelmediğini seyretmek zorunda olduğun, ileri ya da geri saramadığın ve sonunu bildiğin bir filmden ibaretti.”

Mutlu veya mutsuz her hikâye biter, öyle değil mi? Yalnız... İnsanlar için asıl önemli olan; “Nasıl” bittiği değil, “Neden” bittiğidir. Ama bilmezler ki; her son, nur topu gibi bir acı doğurur. Peki, siz alaşağı edilemeyen ve gardını hiç indirmeye duyguların, Muhammed Ali’nin yumrukları kadar sert olduğu gecelerin sabahına gözlerini açmak nedir bilir misiniz? Hayır, dert yanmıyorum. Sadece geçmişte başkaları için söylediğim her cümleyi şu an harfiyen yerine getiriyorum.

Doğduysak, ölümden kurtulacak veya kaçacak bir yer yok. İnancınız varsa, birkaç ayette şu cümleyi görebilirsiniz; “Külli nefsin zâikatü’l-mevt” yoksa da, bilimin ölümü engelleyemediğini kavramış olmanız gerekir. O nedenle sorgulamayın intiharları. Yangın alarmı veya acil durum butonlarından farkı yoktur onların. Eğer her şeyin bir yaratılış amacı varsa ve atlamayacaksak, neden yaratılmış olabilir ki o uçurumlar? (Kaza süsü?)


Yalan, bisiklet kullanmaya benziyor. Önce zorlanıyorsun, sonra ellerini bırakacak derecede profesyonel oluyorsun bu konuda. “Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar” atasözü var ya, kobralar secde ediyor dilinin önünde, inan. İçimde bunları kendime haykıran biri var sanki.

En kötü şeyin olmasını engellediğini düşündüğün ne veya kim varsa, gün gelir daha kötüsüne sebep olur...

İspat, insanlara çok küçük yaşlarda saplanıyor. Çünkü okul yıllarındayken, her çocuk ispat derdine düşer. Bunu birilerini döverek yapar, çalışkan imajı vermek için yapar, aşı zamanında en öne geçerken yapar... Sürekli yapmak zorunda hissederiz. Bunun için neden bulmaya ihtiyacımız yok. Sadakat nasıl doğru davranışsa ve bunu tartışmaya gerek yoksa, ispat da aynen öyledir. Doğruluğu tartışmaya açıktır. Fakat ispat, daha büyüktür. İnanın bana, eğer o olguyu içimizden çıkarıp tepesine tırmanabilseydik, bu sayede tanrıyla göz göze gelebilirdik.

İnsan, Tanrı yapımı cehennemden kurtulabilir, ancak kendi eliyle yarattığı mahpushaneden göğüs kafesini kırsa dahi kurtulamaz. Çünkü kendi cehenneminin gardiyanı vicdan, Tanrı’nınki ise merhamettir. Ve bu düşüncenin doğruluk payı, beni, kendimin katili yapar.

Bazı insanlar da bağlaç gibi. Hayatımıza girince bir anlam katıyor. Ciddiyim. “Kocaman” tarzında nitelendirirsek ömrü, bir insan, ne kadar küçük ama hayati yer kaplıyor görebilirsiniz. Bağlaç da öyle! Uzun bir cümlede küçücük iki harfi getirin gözünüzün önüne. Aynı. Sonra bu bağlaçlar ek oluyor ve artık ayrılamıyorsunuz. Ayrılınca eksik hissediyorsunuz. Ve aynen ünlü harf kullanmadan cümle yazmaya benziyor, öyle devam ediyoruz işte yaşamaya da. Bu örnekle beraber “Bazı insanlar harf gibidir, bazıları kelime, bazıları cümle, bazıları imla” gibilerinden benzetme yapmayacağım burada, ama siz anlayın.

Mutluluk; sağlıklı insanlar için değil, günde birkaç hap almadan o günün tamamını göremeyecek olan insanlar için, anlıktır.

Yâ leytehâ kânetil kâdiyete


Anlam yüklediğim her şeyin kimyasal silahtan, o anlamı yüklediğim ve güvendiğim kişinin de kendi ülkesine kimyasal silah atan Irak’lı Saddam Hüseyin’den farksız olduğunu gördüğümde, aynı şeyi ben de dedim. Sonra neyi kabullendim biliyor musun; insanların, “sevdikleri için” değil de “çıkarları oldukları için” bana katlandıklarını.

“Sırf ateist olmaktan korktuğum için Kur’an’ı okumuyorum diyen bir arkadaşım vardı. ‘Hiç camiye gitmezdi ama.’” Bence iki tür insan var hayatta. Biri “ispat” derdinde olan, diğeri “çıkar” peşinde koşan. Ama dikkat edelim de ikisi de aynı kişi olmasın. Güvendiğim ve inandığım insanlar da öyleydi. Kendi ülkesine soykırım yapan cinsinden.

Bir insan tarafından en son ne zaman yarı yolda bırakıldın?

İki sene önce tanıdığın insanların kaçıyla aynı oranda görüşmeye devam ediyorsun?

En son aynaya gerçekten eksiklerini görmek için ne zaman baktın?

Aynı aynaya bakarken, kapatmak için değil de kusurunu daha iyi göstermek için çabaladın mı?

Kaç insana dürüst oldun, kaç insandan dürüstlük bekledin?

Kaç kere içten küfür etmek yerine sahte gülücüklerle kirlettin yüzünü?

Kaç insanı öldürdün içinde, yaşamaya devam edebilmek için?

Acılarını üst üste koyup tırmanan insan, Tanrı ile göz göze gelir mi?

Tanrı’nın insana olan güvensizliği, insanın Tanrı’ya olan inançsızlığına eşit midir?

Şüphe su ve güven ateş olsaydı, hangisi kazanırdı?

“Öyle bir düş ki; annen bile sarıldığında acısın her parçan.” diyen kişi, beddua mı etmiş olur, yoksa sitem mi?

Gelmeyecek zaman, şimdiki zamanın geçmiş zamana kurban adadığı insan mezbahası mıdır?

Bir şeyleri kontrol etmek mi zor, kontrolü eline vermek mi?

Direksiyonda olmak mı tehlikeli, arka koltukta oturmak mı?

Cennetteyken cehennemi merak etmek acı verir mi?

Merak, cennette başıma iş açar mı?

Cehennemden cennete gelmek iki üniversite bitirmiş gibi olur mu?

Cennete gitmeye çalışmak, kooperatife girmek sayılır mı?

Cehennem, sıfır binaya taşınmak sayılmaz mı?

Kan çanağı gibi gözlerinden kendini seyrettin mi hiç?

Daha yeni tanıştığın birinin yokluğu, beş yılını verdiğin insanın terk etmesi kadar koyar mı?

İki çarpı iki dört oluyor mu her zaman?

Bir artı bir “bir” olmuyor mu çoğu zaman?

İki farklı yarım, aynı bütünü oluşturuyor mu en çaresiz anlarda?

Doğduğun yere ait hissetmiyorken, bir bedene ait hissettiğin oluyor mu?

Allah’a bile ait hissetmiyorken çoğu zaman, dünyaya nasıl ait hissedebiliyorsun sen?

Bakış açısını silah olarak düşünürsek; kötülerin elinde mi doğruları yok eder, yoksa beyinsizlerin elindeyken, aklını kullananları mı yok eder?

Tıklım tıklım otobüslerdeyken tüm sesler birbirine karıştığında, bir de üstüne şoförün dinlediği ağır müzik onlara vokal olurken, sadece içindeki seslerden rahatsız olduğun anıların var mı senin?

İçindeki çığlıklar, ruhuna faça atıyor mu senin de?

Normal olan şeyleri seyretmek senin de canını yakıyor mu bazı anlarda?

Geçmişte aynı fotoğraf karesine gülümserken poz verdiğin insanı, yıllar sonra tesadüfen sokak ortasında rastlarken ciğerin ***iliyor mu senin de; başını başka yöne çevirip, yanından hızlıca geçerken?

Saatlerce aynı fotoğrafa bakıp Everest’ten boşluğa atlıyor ama ölemiyor gibi hissettiğin oluyor mu hiç?

Kalp atışlarının adımlarından daha yavaş attığı oluyor mu eve giderken?

Milyonlarca kazıktan, terk edilişten, yarıl yolda bırakılıştan sonra karşılaştığın bilmem kaç milyonuncu yeni insana “işte doğru seçim” dedikten sonra, o ****** çocuğu da vampir filmlerindeki avcılar gibi en ölümcül bölgene kazığı atıp, aynı kervana katılırken, arkasından bakıp; Kahpe Bizans filmindeki İlletyus karakterinin o kadar kılıç darbesine rağmen “Acımadı ki” cümlesi eşliğinde attığı kahkahalara benzer kahkahalarının gözyaşlarına karışmasını seyretmek, Pedofili videoları kadar iğrenç duruyor mu yüzünde?

Karşındakinin anlattığı ile senin düşündüğün şeyler birbirine çarpmasın diye kendini yırttığın oluyor mu günde bir de olsa?

Aynı olaya hem şok olup, hem de gayet normal karşıladığın oluyor mu ayda bir de olsa?

İntihar edemeyecek kadar kendinden nefret ettiğin oluyor mu yılda bir de olsa?

Ses tellerinden kule yaptığın oluyor mu?

İki farklı, hatta tamamen zıt kelimeye aynı anlamları yüklediğin oluyor mu hiç her doğum gününde?

Arkandan konuşan insanlara küfür ederken haklı olduklarını düşündüğün oluyor mu hiç?

Kendini kandırdığını fark etmemek için kendini harcadığın oluyor mu hiç?

Kimsesiz olduğunu kabullenmek için “Sana ihtiyacım var” diye mesaj attığın oluyor mu hiç bilmediğin bir numaraya?

Gölgeni görünce sevindiğin oluyor mu hiç?

Karanlığa ait hissedip odanın lambasını söktüğün oluyor mu hiç?

Sevdiğin insanlara kazık attığın oldu mu hiç?

Yarı yolda bırakıp kaçtığın insanları suçlamak için kendini akladığın insanlar oldu mu hiç?

Bir gün olsun kendini suçladığın oldu mu hiç?

İnkâr ederken inandırdığın şeyleri, itiraf ederken inandıramadığın oldu mu hiç?

Mahalle maçında topumuza diken girmişti. Sonra o dikeni çıkarmak yerine topa iyice saplamıştık. Tıpkı acıyı başka bir acıyla dindirdikleri ağrı kesici iğneler gibi. Çünkü çıkarırsak inecekti havası ve en heyecanlı yerinde kesecekti oyunumuzu. Velhasılıkelam, insan ruhu da böyleydi işte. Her şey mükemmel devam ederken bir anda diken gibi saplanıyordu içime ve çıkarmak yerine daha da derine saplamaya çalışıyordum. Buna siz ne derseniz deyin, ben kabullenmek diyorum.

İnandığın ne varsa seni yaralayacak. Ama daha kötüsü var. Seni öldüren şey, inandığından şüphe etmek olacak Sami.

Şöyle bir gerçek var; hepimiz ayıkken yalan, ayrılırken doğruyu, sarhoşken de içimize attıklarımızı söyleriz genelde ve içimizdekiler, doğrunun en saf halidir.

Tolga Can bana, “Yanlış olduğunu düşündüğün şeylere tepki verip karşı çıkacaksan, tepkin o yanlışa değil, o yanlışın olmasına izin verenlere olsun” derdi. O halde, ağustosböceğine sırtını dönen karıncayı haklı bulduran sistemin değil, o sisteme karşı çıkmayanların ******* *******!

Arabaya bindiğinde, kaza yapma düşüncen, kaza yapma ihtimalinden iki kat daha fazladır. O nedenle düşünce, eylemden daha yıpratıcıdır.

İnsan, iki türlüsünü sever: ya yara açanı, ya da yara açmayı. Ortası yok. Ama yarayı, yara bandından daha çok sever. Çünkü hiç kimse; yara bandını, kanaması durmuş bir yara için kullanmaya devam etmez. Bu bağlamda da, insanı en son yarası terk eder.

Biten ilişkiden sonra arkadaş kalmak, kendi ellerinle öldürdüğün insanın sağlığını düşünmek gibidir. İnsanların bana güvenmesini sağlamak ve bunun için çırpınmak yerine kendi doğrularıma sarıldım. İnandığım hiçbir şeyi yarı yolda bırakmadım. Ne fırsat kolladım, ne açık, ne de karşılık bekledim. İçimden gelen ne varsa en içten şekilde yaptım. Bugün yaptığım gibi.

Aklımda o kadar çapraz ateşe alınmış soru var ki, teker teker cevaplıyorum, tam bitti derken tekrardan başlıyor soru işaretleri. “Allah olmasaydı ateistler de olmazdı” diyen Ralp Waldo Emerson gibi düşünüyorum, eğer kurtuluş olmasaydı, içimdeki kapan ve kargaşa da olmazdı diyorum.

“Yalan neydi?” dedim kendime. Belki de ayakkabımızın altına yapışan sakızdan farklı olarak, yalanın sonuçları da bir ömür yapışıyordu kaderimize. Ama bahsettiğim yalan, bir kızı eve atıp hiç acımayacak demek veya duygusal bir film seyrederken oradaki olaydan çok geçmişi düşünüp ağlarken sebebini soranlara “film çok duygusal” demek değil. Daha büyüğü. Aklanmak için değil de, kendini ele vermek. Kim yapardı? Kim inanırdı doğruya?



Kendine dönüp bir kere “neden” sorusunu sordun mu bilmiyorum ama ben artık yaptığım hiçbir şeye cevap veremiyorum. O soruyu bile soramıyorum be aslanım. İnan ki. Zaten insan böyle değil mi; ne kadar seçenek sunarsan sun, gider kendine en zararlısını seçer. Öyle olmuyor mu kardeşim? Bak en sıkıntılı yerden örnekleme yapacağım şimdi. Cenneti düşün moruk. Hz. Âdem'in cennette neyi eksikti? Ne istedi de geri çevrildi? Ulan sen bile oraya girmek için neler yapmazsın, düşün. E inançlı birinin amacı cennet değil mi? İnançsızlar da mükâfat ister. İnsansın, bitmez isteğin. Her neyse. Bak sınırsız seçeneğin arasında gidip yasak olanı seçmiş Hz. Âdem. Neden? Hiç düşündün mü? Sakın şeytan falan deme, yeri gelince hepimiz şeytana parmak ısırtacak şeyler yapıyoruz. Zaten senin içinde olmayan bir şeyi şeytan nasıl yaptırsın oğlum?

İnsan yenilmeye meyillidir, yeter ki önüne o meyilde bir alternatif koy. Nedir o alternatif? Deminki cennet örneğimi hatırla. Eğer ortada bir günah varsa, eninde sonunda yapılır. Her şeyin yaratılma amacı var. Günahın bile. Mecbursun. İşleyeceksin, hatta sürekli tövbeler ederek hem de.

İnkâr, çok ağır bir şeydir. Hele gördüğünü inkâr etmek en ağırıdır. Bu ağırlığın ölçü birimine de intihar denir. Bazı ağırlıkların ölçü birimi farklıdır, ancak gazetelerin bulmaca eklerinde sorarlar, “bir ağırlık birimi” diye, sen de kaldıramadığın ne varsa sığdırmaya çalışırsın o iki veya üç harflik kutucuğa. Ama asla sığmaz. Çünkü o bulmacayı hazırlayan bilmez ki; kaybetmek de bir ağırlık birimidir.

Saniyelik patlamaların enkazını seyrettin mi? Eğer önlem alınmazsa, yanardağlar; saniyelik patlamayla, yıllarca üzerinde yaşadığın şehri haritadan silebilir. Yok olur. Zamanla hiç yaşanmamış hâle gelir. Hatta oralı olduğunu bile ispat edemezsin. İşte bu olayı kendi hayat hikâyene bantla. Bir insanı tamamı ile kabul ettiğin anda yaşayacağın sonuç böyle. Eksiği yok, fazlası var.

Yalanı doğuran gizlilik, gizliliği doğuran hata, hatayı doğuran insandır. Basit bir denklem... “Önemli olan ders almaktır” derler ya, üniversite gibi düşün hayatı. Alttan aldığın dersleri verirsen mezun olursun. Yani ölürsün. O nedenle inandığımız şeyler bizi sürekli yaralayacak. Biz tekrar yapacağız. Tekrar yaralayacak. İnsanı ne öldürür diye sorsam herkes bir sürü şey der. İnsanı şüphe öldürür. Acaba hasta mıyım diye düşün, hasta olursun. Kanser bile olursun. Yeter ki şüphe et. Nabzını kontrol et, nefesini...

Soyut yaraların olmadan somut anlamların olamaz Sami.

Kabullenmek ve karşılıksız davranmak arasında sadece kelime farkı vardır. Zaten dikkatli olursanız evrendeki her şeyin arasında sadece bakış açısı vardır. Sonuna kadar karşı çıktığınız düşünceyi farklı zamanlarda aynı oranda savunabilirsiniz. Sunum, bakış açısını değiştirir ve sonra da algılar yontulmaya başlar. Mesela Mahzuni Şerif, Amerika Katil türküsü için ceza alacak konuma gelirken, Rafet El Roman, Macera Dolu Amerika şarkısı ile Top-on listesinin başlarını çoğu zaman işgal etmiştir. Her şey bakış açısına bağlı. Nereden baktığınızdan çok nasıl baktığınız önemlidir. Çünkü bokun içindeyken bile umudunuz olabilirken, arabanızın kapısını başkalarına açtıracak kadar lükse sahipken umutsuzluğun kürkünü giyebilirsiniz.

Nihilist düşünüp intihar edemeyecek kadar korkak olmayı mı seçeceğim, yoksa amaçsız yaşayıp savaşmayı seçecek kadar saçmalamayı mı deneyeceğim? Bu çelişkiyle beraber aklımda sadece şu tespitler beliriyor:

• Neye karşı çıkarsan, onu duvar veya maske olarak kullanırsın.
• Şu anda neye nefret duyuyorsan, geçmişte ona olan sevgin kadardır.
• En çok neyi şikâyet edersen, en fazla ona maruz kalırsın.
• En çok nefret ettiğine daha çabuk alışırsın.
• Ve ulaşmak istediğine değil, kaçtığına yakınsın!

“...ve yemkuru allâhu!”

Ne kadar yüksek sesle konuşursan konuş, asıl gerçek, içinde susturmaya çalıştıklarındır Sami.

Çare ve alternatif aynı şeyler değildir Sami. Arasındaki farkı yaşayarak anlayacaksın.

Bir insana körü körüne inanıp güvenmek ile fare zehrini kutusuyla içmek arasındaki tek fark; güvenin, birçok kez öldürebilme ihtimali taşıması olduğunu unutma.

Aslında herkes matematik öğretmenidir. Çünkü birbirlerine toplamayı, çıkarmayı, çarpmayı ve bölmeyi öğretirler. Önce birbirlerinin etrafına toplanırlar, sonra kendilerinden olmayanı çıkarırlar, zamanla her şeylerini bölüşürler, sonra da kapıyı çarpıp giderler. O yüzden çarpmanın etkisi diğer üç işlemden daha şiddetlidir, sonuçları da.
Hesapların uymazsa boşlukta kalırsın ve o boşluğu da daha büyük boşluk açması için kitabına uydurmaya çalışırsın. Her insan önce yamadır, ama dikilmek yerine boşluk doldurur. Sonra o boşluğa başkasını uydurmaya çalışır. En sonunda da aslında hiçbir boşluğun dolmayacağını bilir. (En azından nefes alırken) Çünkü o boşluk dolarsa, Chuck Palahniuk'un Tıkanma isimli kitabında bahsettiği “beklemek” eylemsizliği kalır geriye. O zaman da diri veya ölü olmanın hiçbir farkı yoktur. Zira kıyamet her türlü gelecek.

Küçükken “son lokmanı yemezsen ardından gelir” sözü büyüyünce ne kadar anlamsız geliyorsa, o kadar görmezden geliyorsun kötü bir şey yapınca Allah'ın seni seyrettiğini. Neden mi? Sırf öç almak için, intikam yelpazesini canını yakan yerlere doğru sallayarak acını serinletmek için, her şeyden önemlisi; ölümün varlığını bilip yaşamaya devam edebilmek, geçmişin geleceğin yollarına gizlediği mayınlara basmamak ve eksilsen bile her şeye katlanmak için.

Hayvanlar da, böcekler de, insanlar da, araçlar da hemen hemen aynı. Üçü de küçüldükçe tehlikeli ve öldürücü oluyor. Ama insanın karakteri, aracın hacmi, hayvanın ve böceğin de boyu...

Bazı insanlar gerçekten çamaşır makinesi gibi, çünkü gözünün içine bakıp bir şeyler çeviriyorlar. İşin garip tarafı ne biliyor musun? Bunu gizlemiyorlar, aleni bir şekilde yapıyorlar. Neden mi; senin kirli çamaşırlarını kullanarak aslında sana yardım ettiğini düşünüyorlar ve söylüyorlar da ondan. Sen de buna inanarak sesini çıkarmıyorsun, çıkaramıyorsun. Çünkü iyisin. Çünkü öyle zannediyorsun... Çünkü onları kendi ellerinle besliyorsun.

Hepimizin ortak çaresizliği; ölümün gerçekliğini bilip, yine de ölümsüzlük masallarına inanmak. Ölümsüz mü hissediyorsunuz siz de, yoksa ölümü düşünen insanların olduğu dünyada mıyız harbiden? Eğer dün gece bir arkadaşım arasaydı ve intihar edeceğini söyleseydi, ona sadece “Saçmalama” diyebilirdim. Çünkü aklımda cevapsız bırakılan çok soru kalırdı. Bencilce görülüyor öyle değil mi? Çünkü aynı soruyu ben de sordum kendime. Böyle bir durumla karşılaştınız mı bilmiyorum ama ben, üç gün öncesine kadar düşündüğüm ve vadeleri olarak da düşünmeye devam ettiğim planı; arkadaşımın, bir başkasının, ya da birinci dereceden kan bağım olan X kişisinin bana söylemesinden mi rahatsız oldum, yoksa gerçekten de saçma mıydı, inan kestiremiyorum. Şu an herhangi biri beni arayıp “İntihar etmek istiyorum” derse, direkt alternatif sunarım önüne. Ciddiyim. İnsanların ses tonlarından ne yapmak istediklerini anlıyorsanız, ya delirdiğinizi düşünürsünüz, ya da berbat haldeyken bile intiharı düşünemediğiniz için başkalarına alternatif sunarken bulursunuz kendinizi. En iyi ihtimalle de yüzünüze kapanır telefon. Bu cümleyi bitirip, yenisine “Bilirsiniz ölmek, sınavın bitişidir” gibi felsefi veya normal zekâyı, kullanım alanı daha geniş olan başka zekâya boyun eğdiren bir sözle mi başlamam gerekiyor? Bu sorudan sonra da şunu mu demeliyim; “Düşünelim, amaç ne? Ne gerçekten. Müslüman veya herhangi bir dine mensup olarak doğduğumuz için, ‘Cennet varsa bir ben giderim, geriye kalan ve benimle aynı özellikte olmayan tüm insanlık umurumda olmaz’ diye mi düşünüyorsunuz siz de, tüm geri zekâlılar gibi?”

Hadi kendimizi yanıltalım o zaman.

İnsan ne için ölmeli? Bu çok basit, manevi değerler. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan anlamlar için ölmeli. Ama bu amaç, asla kendini öldürmek olmamalı. Buraya dikkat etmeliyiz. Amaç ne olursa olsun, ölüme gidilmeli fakat bile bile ölünmemeli. Aradaki ayrıntıyı fark edeniniz var mı? İki ayrı tahtayı üst üste getirip çivileyin. Arasından sadece paraşütçü haşereler (tahtakurusu) geçebilir. Bu fark da o kadar içte. Çok sıkı şekilde çivilenmiş iki tahta arasındaki mesafe kadar. Karıncadan file kadar öldürebilecek yetisi veren şeyin varlığına görmeden inanmak, fakat aciz olduğunu kabullenememek. Ne tuhaf değil mi? Düşünün, bir anda hayatınız altüst olabiliyor. Bu da ortalama bir ilizyonistin insanı ikiye bölme gösterisi sırasındaki iş kazasına benzer şekilde oluyor. Şöyle ki, anlık dediğimiz olay saniyenin milyarda birine tekabül ediyor veya trilyonda bir, ya da her neyse işte. Ben o iki saniye arasındaki mesafedeyim şu anda. O mesafeden yazıyorum bunları. O kadar uzak ki, gelen her telefonda felaket senaryosu beklediğinizi düşünün. Arkadaşınız arıyor, ses tonunun kulağınıza yansıma şiddetinden algınızı çıkarırsak sonuç Sur'u işaret ediyor. Anlıyor musunuz? Daha açık olayım o halde. Bir silah alın elinize. Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi olsun. Rus ruleti tarzından bahsediyorum. İçine de bir tane mermi koyup çevirin kovanı ve kapatın. Dayayın kafanıza. Sıkmaya başlayın, patlayana kadar. Şimdi o silahı sevdiğiniz insanın organı, mermiyi de kendiniz gibi düşünün. İşte gerçek Bing-Bang! Yani hayat ve ölüm böyle işler. Elde kalan gidiş ve dönüş biletinin hayat özeti budur; mermi saplanıp soğuyana kadar yaşamak. O nedenle “Bir saniye sonra yaşamanın garantisi yok, ne zaman ve ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz” şeklinde işlemiştir bilinçaltımıza. İster sevin, ister nefret edin, isterseniz yukarıda bahsettiğim gibi ölümsüzlüğü arayın, isterseniz de zırlayıp duaya başlayın, ya da korkun. Ama aklınızdan çıkarmayın, hayat hikâyeniz sadece bu kadar. Anlık yaşamak dedikleri bundan ibaret! Unutmayın, her patlamanın öncesi de, sonrası da karanlıktır.

Beyin mastürbasyonunu zor da olsa biraz daha uzatıyoruz. Bunu yapmamızın sebebi, diğer boşalmaya oranla, bu boşalmanın geciktikçe kavramaya bıraktığı keskinliğidir. Bilimin, adına “DARP-32” dediği gen yüzünden, delilik ve dâhilik arasında incecik bir çizgi vardır. Doğal olarak, bazı insanlar için cesaret gerektiren şeyler, bazıları için sadece aptallıktan ibarettir, bunu da unutmayın. Bu bilgiyle beraber, demin bahsettiğim “İnsan ne için ölmeli” sorusuna geliyorum. Bakın, şimdi iki seçenek veriyorum size:

Birincisi; evden çıkar çıkmaz kaza kurşununa denk geldiniz ve öldünüz.
İkincisi; kutsal gördüğünüz bir şey uğruna öldünüz.

Hangisini istersiniz? Durun, seçmeyin. Neden mi, ikisi de aynı. Farkı yok. Donarak, yanarak, boğularak ve bir kamyonun altında kalarak ölmek, üstteki iki maddeden farkı yok. Ölümü anlamlı kılan “görülmez” değerlerimiz olmasaydı emin olun korkudan kafamıza sıkardık. Birinin sevgilinizi taciz etmesinden sonra kavga edip ölmeyi göze alabilirsiniz, öyle değil mi? Peki, ne olur sonra? Kız gider bir başkasını bulur. Evet, demek istediğimde bu; tüm kutsal değerler de böyle. Birileri ölür ve onun ölümünü onurlandıranlar peşinden aynı şekilde ölmek için kuyruğa girer. Hayatın amacı budur artık. “Neden?” ve “Nasıl?” sorusunun önemini anlıyor musunuz? Öleceğiz, ama bunun için bir sebep gerekiyormuş hissi. Yani “vade”, “ömür” ve “ takdir-i ilâhi” dedikleri şey sadece sebeptir. Bu sebep bizi hayatta tutan en büyük etkendir. Ölümün anlamlı olması için yarışıyoruz. Nietzsche ve Kant gibi adamların da aramış olduğu sebep budur. Eğer böyle olmasaydı ve hayatın anlamı, ölüm sebebi ve vaatler (kutsal anlamlar) üzerine inşa olmasaydı, şu an öldürürdü herkes kendini.

Eğer tersini düşünüyorsanız öldürün kendinizi. Değirmene gidip eli boş dönen Keloğlan masalının o beş dakikası kadardır hayat.

Neden mi?

Çünkü bilinmezliğin kucağında dahi olsak, bizi tutan yapıştırıcının ne olduğunu biliyoruz! (Bilinen son)

Çünkü geleceği bilmeden yaşamayı göze almanın sebebini biliyoruz!

Çünkü boğularak, yanarak ve donarak ölme ihtimalini göz ardı etmenin sebebini de biliyoruz!

Ve şu an en acısız şekilde intihar etmenin, kanser olup kemoterapilerde sürünüp ölmekten daha mantıklı olduğunu bildiğimiz halde bizi durduran tek şeyin bu olduğunu da biliyoruz! Yemin ederim biliyoruz. Hiç inkâr etmeyin, biliyoruz. Tavuktan damacanaya kadar tecavüz eden adamların namus kavgası ettiği dünyada yaşıyoruz. Gurur duymamı beklemeyin.

İnsanı, insan yapan hatalarıysa, insanı yaratanın da hatası bu dünyayı yaratmaktı. Çünkü o meyveyi yedikten sonra sadece suçlu olan değil, mağdur olan da buraya geldi. Geri almak için de sonra bir hataya daha ihtiyacı vardı yaratıcının. Şeytan'a suç aletini geri veren, o hatayı da pek tabii yaptırırdı. Hey! Uyan ve dışarı çık. Son hatan seni bekliyor.

Birine güvenmek, kimden bulaştığı belli olmayan hastalıktır. Önlem alınmazsa ölümcül olabilir. Kuduz gibi saldırgan, kanser gibi yıkıcı ve grip gibi yılın her döneminde görülebilen bir hastalıktır. “İnsanlara güvenmiyorum” dersin, sonrasında da bilmem kaçıncı defa aynı sakarlığı yaparsın. Hababam Sınıfı’nda arka bahçede top oynarken kırılan cam vardı ya hani, hatta Mahmut Hoca sürekli yasaklardı orada top oynamayı, ha işte aynı sahnenin milyon tekrarıdır o “İnsanlara güvenmiyorum” sözü. Sile sile öğrenirsin o aynayı temizlemeyi. En son kendime güvenmiştim. Ben de aynı şeyi yaptım. Ondan iki yıl önce yine kendime güvenmiştim, aynını yine yaptım. Hatta haftalık kurulmuş çalar saat gibiyim. Aynen öyle hissediyorum. Ben de çıkıp sürekli bana güvenin levhasıyla dolaşmıyorum fakat ne bileyim, Allah yukarıdan bakar da zoruna gider diye yapamıyorum elimde “koz” olsa bile. Bilerek tırnak içine aldım, çünkü o ***** koyduğumun kozunu kimseye karşı kullanmadım şu ana kadar.

Ben, bu duygu haritasında yok hükmünde biriyim. Kendimi bu ortama ait hissetmiyorum. Katillerine âşıklardan olmayacağım. Bu yüzden de daima dışlanmış bir azınlığın yok sayılan bir bireyi olmaya mahkumum. Bu milyonluk ve milyarlık yozlaşma mide bulandırıcı. Hasta edici. Bu kokuşmuş “freak show” da yerim yok. Olması için çabam hiç olmadı, olmayacak. Kimsenin derdi canının kıymeti değil. Bu ikiyüzlülük, hayatımda gördüğüm en korkunç aldatmacalardan biri. Zalim yine revaçta. Magazinin uyuşturucu gücü yine zirvede. “Kayınçosundan bir bilezik” görgüsüzlüğü düğünlerde olur bilirdim. Meğer cenaze evi olmuş koca ülkenin her yerindeymiş bu. Size kalp diliyorum. Olmayan yerinize takarsınız. Belki bir hayrı dokunur. Ben bu gün topunuzdan istifa ettim.

İnsan, yarattığı karmaşa kadardır.

Panik, karar verememektir. İntihar edip yaşamak istemektir. O nedenle “Acaba” kelimesi sizin kurdunuzdur. İçten içe yer.

Hiç kimse, korkan birinin aldığı nefes kadar içten olamayacak benim için.

Kalp kırılması ile ampul patlaması aynı şeydir. İkisinin de sıkıntısını en çok geceleri fark ediyorsun.

Oku, Ali Fikri Yavuz'un adıyla oku: Fede’â rabbehu ennî maġlûbun fentasir.


Konu Zeytin tarafından (19 Eylül 2023 Saat 22:50 ) değiştirilmiştir.
 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Alt 18 Şubat 2023, 22:36   #2
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Kabullenmenin ne demek olduğunu; Hz. İsa değil, oğlunu kaybeden Hz. Meryem bilir!

Kaybetmenin gerçekten ne demek olduğunu; kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf mu, yoksa Yusuf'u uğruna gözlerinin nuru sönen Hz. Yakup mu bilir?


Konu SNOOPY tarafından (20 Şubat 2023 Saat 14:03 ) değiştirilmiştir. Sebep: Flood yazıları temizlendi
 
Alıntı ile Cevapla

Alt 19 Şubat 2023, 13:42   #3
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Hayatınıza aldığınız insanların bazıları “ama” bağlacından sonra atılmış virgül gibidir, sonuna kadar yanlıştır. Bazıları da o bağlacın ta kendisidir, kendinden öncekileri tamamıyla unutturur, yok eder.

Tanrı'nın merhameti cehennemi yaratana kadardı, benimki de bu satırları yazana kadar!


Konu SNOOPY tarafından (20 Şubat 2023 Saat 14:03 ) değiştirilmiştir. Sebep: Flood yazıları temizlendi
 
Alıntı ile Cevapla

Alt 19 Şubat 2023, 19:51   #4
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Vel asr. İnnel insâne le fî husr.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 20 Şubat 2023, 13:22   #5
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Ve iz yemkuru bikellezine keferû li yusbitûke ev yaktulûke ev yuhricûke ve yemkurûne ve yemkurullâh vallâhu hayrul mâkirîn.


Konu Schmiss tarafından (20 Şubat 2023 Saat 13:26 ) değiştirilmiştir.
 
Alıntı ile Cevapla

Alt 20 Şubat 2023, 21:52   #6
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Günde en az üç hap almadan hayatına devam edemeyecek durumdaki insanları korkutamazsınız. Onlar için zaman sadece Çin işkencesidir. Bu kadardır. Hepimiz anlık mutlulukla motive, anlık acıyla deprem altındaymış gibi oluruz ancak onlar asla olmaz. O ilaçları almadan da duramazlar. Neden biliyor musunuz? Hâlâ inandığı şeyler vardır. Dile getiremese de, sevdikleri insanlarla üzerini örtmeye çalışsalar da bu gerçek değişmez. Peki, böyle bir denklemde huzurun anlamı veya önemi var mı? Oluyor işte. Çünkü ne kadar yaşayacağını, bununla beraber öldükten sonra da ne olacağını bilmiyorsa insan, huzur çok önemlidir. İnsanın bana, aradığı huzur, çöl yolculuğundaki su kadar önemlidir. Eğer olmazsa hep serap görür. Bir şeyin hayali ne kadar güzelse, gerçeğe dönüşmemesi o kadar iğrençtir. Diş ağrısıdır. En iyi deyimle vicdan azabıdır. Ve bahsettiğim insanların hayatları da, en iyi ihtimalle uzun bir yolculuğa çıkarken, sevmediği müzikleri telefonuna yükleyip şarjı bitene kadar dinlemekle birebir aynıdır.

--IRCForumlari.NET ; Flood Engellendi -->-> Yeni yazılan mesaj 21:52 -->-> Daha önceki mesaj 21:16 --

İn kânet illâ sayhaten vâhıdetenfe izâ hum hâmidûn.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 21 Şubat 2023, 13:34   #7
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Hüznün tünellerinde kayboldum; pusulam kan karası. Nefesim güneydoğu gibi, bir ülkeye mezar olacak kadar derin.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 21 Şubat 2023, 15:47   #8
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Bu kaderi çizen, bir ressamdı sanki. Fırçasını üzerimde gezdiriyor ve tek renk kullanıyordu. On beş yaşına yeni girmiştim. Doktorların daha önce hiç rastlamadığı, belki de Hipokrat dâhil hiçbirinin adını bile koyamayacağı hastalığa “Merhaba” derken.

Sizin hiç nefesiniz kesildi mi?

Geceleri uyku bir ısırgan otu gibi sarılırken, hayal bile edemeyeceğimiz cehennemden gelen korkuyu beklemek nasıl bir duygudur bilemezsiniz. Azrail'le zar atıyordum, yaşıtlarım mahallede top oynarken. Çocuktum. Hayallerim sirk makyajları kadar renkliydi, karabasanlar göğüs kafesimin içine gökdelenler inşa edene kadar. Kendi nefesimi hissetmezken sanki İsrafil yüzüme üflüyordu. Küçük bedenimde, büyük kıyametler kopuyordu. İçim alt üst oluyordu, tüm sırlarımı biri parçalıyordu. Her an o gece gelecek gibi yaşıyordum, ya da ölüyordum. İncecik bileğimle gardımı hiç indirmiyordum. Gülemiyordum mesela. İçtiğim su, çektiği hava çok başkaydı.

Kimdi bu?

Tanrı bu kadar zalim olamazdı. Çünkü ben, onu kurtarıcı bilirken, o, ondan yardım istiyordu. “Onun bile yalvardığı varlık bana kötülük yapmaz” diyordum. Ne ben, ne de tıp ona isim veremiyordu. Neyle savaştığımı bilmiyordum. Daha doğrusu savaştığımı bile bilmiyordum. Bir gün odamdaki aynanın karşısına geçip kendi kendime konuşmaya başladım. İnsan hastalıkla konuşur mu hiç? Konuşuyordum. Sonra yalvarmaya başladım. Daha sonra da küfretmeye. En sonunda da aynayı kırdım. Batıl inançlarınız var mı bilemem, ama ben inanmam. Ayna kırılmış bense bayılmıştım. Uyandığımda oksijen ve seruma bağlıydım. O da vardı yanımda. Doktorun o endişeli bakışı hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor. Sanki ölmek üzere olan birine bakıyor gibiydi. Herkesin bir gün yapabilme ihtimali yüksek olan o en gerçekçi bakıştan bahsediyorum. Nasıl olduğunu bilirsiniz. Doktorlarda umudu kesince en sonunda psikolojik olduğuna inandırdılar ailemi. Yani topu bana attılar. Savaş alanında bayrağı dikmeye çalışan Ulubatlı Hasan gibi hissediyordum. Tıp, psikolojik deyince hocaya götürdüler beni. O kadar çok hoca değiştirdim ki, toplamaya kalksam çok geniş bir orduya sahip olurdum herhâlde. Her neyse. Hocalar da bu hastalığa “Cin” ismini verdiler. İçimde bir Cin olduğunu söylediler. Yani bu hastalığa tıp psikoloji, din ise Cin diyordu. Benim içinse tek fark; birinin, diğerinden altı harf fazla olmasıydı.

Sonra mı? Hâlâ düzgün nefes alamıyorum. Siz buraya kadar okurken bile emin olun, ben, hâlâ bir yerlerde kaybettiğim nefesimi arıyorum.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 22 Şubat 2023, 12:35   #9
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tanıyorum, Kinsin Sen!




Kendimi, herhangi bir kum saatinin içinde sırasını bekleyen kum tanesi gibi hissediyorum. Beklemek acı veriyor. Ve hepimiz bekliyoruz. Önemsiz kişilerden kahraman yaratma konusunda kafamızı kaldıramayacak kadar meşgulken, kendimiz için sadece bekliyoruz. Gerçi ilerlemeye kalkınca da içeri doğru yapıyoruz. Yani hiçbir şeyi doğru yapamıyoruz. Çünkü bizler işe yaramaz ruhlarız. Tanrı'nın güven eksikliğiyiz. Tamiri mümkün olmayan parçalarız. O nedenle buradayız.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 22 Şubat 2023, 22:23   #10
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Kinayet




Her şeyimi kaybetmek üzereyim. Zaman; dostumun da düşmanı, düşmanımın da düşmanı, hatta dostumun düşmanının düşmanının düşmanı, hatta ve hatta düşmanımın düşmanının düşmanının... Anlayacağınız zaman, tanıdığımız en güler yüzlü düşmandır. Sürekli kaybediyorum, ağlıyorum ama gözyaşlarımı hissetmiyorum. Zaman onları da bir şekilde siliyor. Zaman, eline aldığı saatli bombayla iyilik yaptığını zannediyor. Suç aletinin aleti olur mu?

Şu an odada, yarım insanlar beraberim. Yarı değil yarım. Uzun boylu, olabildiğince yaşlı ve zayıf bir insan ile ayna karşısında bakışıyorum. İsmini unutacak kadar yaşlı ve yemek yiyemeyecek kadar zayıf görünüyor. Yeni ölmüşler kadar soğuk ve yarı felçli bir insandan bahsediyorum. Yarı felçli diyorum, çünkü ayağa kalkabiliyor ama yürüyemiyor. Konuşabiliyor ama cümle kuramıyor. Onun bu durumu kulağıma şunu fısıldıyor; insan, yarım kaldığını göremiyorsa, asla eski halini hatırlamaz. Karşılıklı oturup bakışıyoruz. Sadece bir cümle kurma hakkı olsa, beni öldür, derdi. Eminim ki bunu nasıl yapmam gerektiğini de söylerdi. “Beni şu şekilde öldür” derdi. Tam da bu sırada odayı bir koku kaplıyor ve karşımdaki yüzüme bakmaktan vazgeçiyor. Tam da tahmin ettiğiniz gibi, osuruk kokuyor. Koku odayı kapladıkça kızarmaya başladığını fark ediyorum. Utanma yetisini kaybetmemiş bir insanla aynı odadayım. Birazdan ölebilir fakat hâlâ utanma duygusunu göstermeye çalışan insana bakıyorum. Kendi kendime, “Bu olaya ikinci defa şahit olursam bunu yapan kişi eminim ben olurum” diyorum. Yavaşça ayağa kalkıyorum. Karşısına kadar geçip, “Kötü hissetmene gerek yok” diyorum. Bunu söylerken çok ciddiyim. “Kötü hissetmene gerek yok. Çünkü hepimiz kendi hayatlarımızın içine ediyoruz. Tek fark, senin bunu en somut şekilde yapıyor olman” diye cümlemi tamamlıyorum.

Sahip olduğumuz şeylerin görüntüsü önemlidir. Başkasının bizi nasıl gördüğü, bizim için çok önemlidir. Karşımda, ölümü arzulayan bir insan var. Nasıl göründüğüyle ilgilenmeyen bir insandan bahsediyorum. Son kez göz göze geliyoruz. Yirmi dört yaşındaysanız ve her şeyinizi kaybetmek üzereyseniz, istediğiniz tek şey, sonraki nefesi almamaktır. Çünkü her nefes daha kötü olmanıza neden oluyor ve iç organlarınızın kokusunu bile hissetmeye başlıyorsanız, Tanrı'ya ölmek için yalvarırsınız. Bunu nereden mi biliyorum?

--IRCForumlari.NET ; Flood Engellendi -->-> Yeni yazılan mesaj 22:23 -->-> Daha önceki mesaj 20:56 --

Ruhunu teslim etmek üzere olan insanlar bakışıyorum. Bedeni ve aklı aynı yerde olan bir insan düşünün. Gözleriyle tavanı seyrediyor. Sanırım birazdan üç kişi olacağız ve çoğalmanın azalmayla olan izdivacına ilk defa bu kadar yakından tanıklık edeceğim. Bu durumun beni huzursuz edeceğini düşünüyorum. Tuhaf ama rahatsız olabilme ihtimalimden başka hiçbir şey düşünemiyorum. Çünkü hayatta olan kişi muhtemelen ben olacağım. Hayatta kalmak huzursuzluğun devam etmesine işarettir. Doğumumdan beri bu düşünceye sahibim: hayatta kalmak huzursuzluktur. Nefes almak huzursuzluktur ve canlı olduğunu bilmek huzursuzluktur. Her neyse. Nefesiniz kesikken ya da kesilmeye başlarken hiçbir şeyi tam olarak düşünemezsiniz. Sadece o an vardır. Yaşamla ölüm arasındaki sınırı belli eden çizgide, kendi şovunuzu sergileyeceğiniz o eşsiz zaman. Biraz duygudaşlık (Empati) ile bu durum kulağa hoş gelmeye başlıyor. Düşünün; her şeyden kurtuluyorsunuz. Bir anda yok oluyor en büyük kaygılarınız. O aklınızı kemiren şüphelerden sıyrılıyorsunuz. Panik yapmıyorsunuz ya da kurtulmayacağınızı bildiğiniz için yapamıyorsunuz. Hiçbir kaçış planınızın olmadığı ve hislerinizi kaybetmeye başladığınız o çirkin anı düşünün.

Düşündünüz mü?

Ruhunu teslim etmek üzere olan insanla bakışıyorum. Bedeni ve aklı aynı yerde olan bir insan düşünün. Gözleriyle tavanı seyrediyordu, ama artık onu göremiyorum. Çünkü siz bu yazıyı okurken, o aynayı kırdı.


Konu Zeytin tarafından (19 Eylül 2023 Saat 22:48 ) değiştirilmiştir.
 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Var
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Var
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Eşyaları Tanıyorum Tanem Okul Öncesi Genel Etkinlikler 0 06 Aralık 2021 07:28
Şekilleri Tanıyorum Tanem Okul Öncesi Genel Etkinlikler 0 06 Aralık 2021 07:06
Atatürk’ü Tanıyorum-I Tanem Okul Öncesi Genel Etkinlikler 0 05 Aralık 2021 08:08
Atatürk’ü Tanıyorum-II Tanem Okul Öncesi Genel Etkinlikler 0 05 Aralık 2021 08:07