IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Konu: Kısa öyküler.. Konu Cevaplama Paneli
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın
Boot Engelleme Sorusu
Başlık:
  
Mesajınız:
Başlık Sembolleri
Konunun başında Sembol kullanmak için aşağıdaki Listeden bir Sembol seçiniz:
 
   

Diğer Seçenekler
Diğer Seçenekler

Your browser doesn't have Flash, Silverlight or HTML5 support.


Değerlendirme
İsterseniz bu Konuyu buradan değerlendirebilirsiniz.

Konuya ait Cevaplar (Yeniler yukarda)
02 Mart 2006 06:00
hitman Ellerine sağlık,cok güzel vb postlar atmayin lütfen.Bunun yerine tesekkür butonunu kullanın.Elimden geldiğince buraya kısa hikayeler aktaracağım.Simdiden ilginiz icin tesekkür ederim.
İyi okumalar..
02 Mart 2006 05:58
hitman Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: "Mükemmel!" der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi. Muhakkak ki güzel sesi vardı. Artık imtihan kafi görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan evvel talebe olarak alınırdı, alınmazdı gibi sözler oldu. Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sıvaslı Alinin bulunduğunun farkında değildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum, münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu. İkimiz de Alinin yanına gitmeğe cesaret edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.

Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Alide hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.

Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim. Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu ufak ayak hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmıyan, gözleri sonsuz bir derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlıyan bu adam farkında olmadan kendini sağ ayağının bir minimini ve sinirli kımıldamasiyle boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.

Kendimi toplıyarak onun yanına doğru yürüdüm. Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne yapacaktı?

Yanına gider gitmez ayağının hareketi durdu. Arkadaşım da gelmişti. Çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe başladı:

"Ali, evladım! Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz"

Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeğe çalışıyordu. Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa eder gibi geldi.

Herhangi bir şey yapmış olmak için:

"Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!" dedim.

Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın farkına bile varmadılar.

Bir kebapçıdan karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmağa imkan yoktu. "Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.

Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:

"Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!" dedi.

Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:

"Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!"

Ve yanımızdan ayrılıp gitti.

Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Alinin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.(1937)


02 Mart 2006 05:57
hitman Dostum, Ankaraya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebine yerleştirmeğe muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü bu iş hakkında konuştuğumuz zaman:

"Bilmezsin, kardeşim" diyordu. "oğlanın sesi kulaklarımdan gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim."

Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek için şöyle diyordum:

"Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı hak duyulan, kah kaybolan küçük dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi, ve nihayet hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatin içine yayılıveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?"

Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkışaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yazılmış dahi olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz inkar edilemezdi.

Arkadaşım şimdiden hulyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı Alini bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:

"Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!" diyordu.

Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı Alinin Ankaraya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan makamlar zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu. Bu meyanda Konyaya yazıldı. Pek uzun olmıyan bir araştırmadan sonra bizim genç tenor bulundu. Yol parası Konya belediyesince temin edilerek Ankaraya gönderildi.

İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez, bir kenarda elinde saziyle bekleyen Sıvaslı Aliyi tanıdım. Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi basık ayakkaplarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor ve üzerinde bulunduğu halı tabanlarını yakıyormuş gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının kenarına dayamış, sapını iki parmağiyle yakalamıştı. Odada konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve karşı duvarda gezdiriyordu.

Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun nasıl geçtiğini sordum. "Kötü değil!" dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktım, derhal anladı: "İndiğim handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!" dedi.

Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde, bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde yaşadığını farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim.

Buraya kimbilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa konserleri ona yabancı idi. Olsa olsa Ankarada "büyüklerden" birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve arasıra "büyük" meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümidediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara meclislerinde saz çaldıklarını herhalde duymuştu.

Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan biri maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getiriyordu. Orta mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar "hay hay!" dediler. Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.

Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu. Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano vardı. Oda birdenbire doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe görmediği bir alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almağa çalıştı. Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir bir iskemle koyarak Aliye:
"Otur bakalım" dedi.

Diğer bir müzisyen atıldı:

"Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!"

"Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyliyen halk şairi gördün mü?"

Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın doktorlara bakışına benziyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.

Benim yanımdaki geç müzisyenlerden birine:

"Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş kurup söylemeğe alışmıştır, belki sıkılır!" dedim.

O bir an "doğru" der gibi bana baktı, fakat sonra:

"Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!" dedi.

Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi, ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.

Konuşulanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini sahnenin ortasında tek başına kalıveren Aliye dikti.

Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamağa başlamıştı. Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç kere dokundu.

Bu sesler onu bir an açar gibi oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeğe hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.

Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince pek belli olmıyan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adelelerini biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.

Müthiş bir gayret sarfediyordu. Çenesinin yanlarından aşağı doğru uzanan ve iki küçük direk gibi kımıldamadan duran yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden kuvvetle fırlattığı bu sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline alarak ayağa kalktı.

Alman müzisyenlerden biri derhal:

"Fena değil, fena değil... Ötekini de dinliyelim..."

Dedi ve başiyle sarışın genci gösterdi.

Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi yavaş yavaş büyüdü ve bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende taklidi, bayağı hünerler yapmağa özenmesine rağmen mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman "Bravo!" diye söylendi. "Bu çocuğu yetiştirebiliriz!"

Bu aralık gözlerim Aliye ilişti. Bu odada olanların hiçbirisiyle alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın eliyle onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca:

"Bunu aynen tekrar et!" dedi.

Türk müzisyenlerden biri izah etti:

"Piyanoya göre söyle bakalım!"

Ali bir bana, bir de gözleriyle arıyarak dostuma baktı. Ben "eyvah" dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek istedim:

"Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar."

Piyanodaki kadın ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:

Bir haber yolladım canan iline...

Diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.

"Yok, iki gözüm" dedim, "şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın."

Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak "bu söylesin" dedi.
02 Mart 2006 05:56
hitman Sabahattin Ali - Ses

1.

Bizi Beyşehirden Konya'ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin alına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı bir takım memeleri yerlerinden oynatıyordu.

İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor, ve o dinlenmek için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:

"Bitti mi?" diye heyecanla soruyordu.

Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne oturup beklemeğe ve etrafımıza bakınmağa başladık.

Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.

Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşuğa terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere mırıltıya benzer seslerini duyurmağa başlıyordu.

Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan iki kadını adlı. Konyaya götürdü.

Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı. Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde bakkal olduğunu söyliyen tahta ayaklı bir ihtiyar kalkıp otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan sonra yola düzüldü.

Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi çadırlarına dönerek ateş yakmağa başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu. Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damlıyarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı.

Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir şeyler yiyorlardı.

Bir müddet daha geçip ortalık adamakıllı kararınca şoför, yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.

Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire mavimtırak ve soluk ışığa gömüldü. Arkadaşımın yüzüne baktım. O gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne titrek silüetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları seyrettikten sonra:

"Nerdeyse ay görünecek!" dedi.

Tam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı.

Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen bir halk şarkısı söylemeğe başladı:

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni...

Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin çınlamaları vardı.

Arkadaşım:

"Bu ne?" demek ister gibi yüzüme baktı.

"Fevkalade!" diye mırıldandım.

Ses tekrar, ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:

Aldım sazı çıktım gurbet görmeğe,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var şuna, buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum gör beni.

Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim. Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de kaldırdı. Amelenin çadırına doğru yürümeğe başladık.

Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldanıyorlardı.

Yirmi yaşından fazla göstermiyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini tamamen görmeğe imkan oktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalariyle kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça, insan, sanki, o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu.

Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.

Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak, tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu sefer hitap eder gibi, şarkısına devam etti:

Ayın şavkı vurur sazım üstüne,
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne,
Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.

Otomobilin diğer yolcuları da toplânmışlardı. Herkes hayretle kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeğe başlamış ve gözlerini yere, yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden gelen bir sesle şunları okudu:

Sekiz yıldır uğramadım yurduma,
Dert ortağı aramadım derdime,
Geleceksen bir gün düşüp ardıma,
Kula değil yüreğine sor beni.

Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı yaşa diye bağırdılar. O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmıyarak, boşlukta dolaştırmağa başladı. Hafifçe tebessüm etmeğe de çalışıyordu.

Arkadaşım yanına sokularak sordu:

"Senin adın ne oğlum?"

"Ali!"

"Nerelisin?"

"Sıvaslıyım!"

"Sazı nereden öğrendin?"

"Ne bileyim? Küçükten beri çalarım."

"Söylemeyi?"

"Onu da öyle... Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim."

Arkadaşım bana baktı:

"Harikulade bir ses, azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben bu oğlanın arkasını bırakmam!" dedi. Sonra tekrar ona dönerek yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak bir şeyler notetti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda amelelik yapıyordu. "Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz mı?" diye soruyordu. Nihayet Konyada, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyledi. Dostum onları da kaydetti. Bu sırada, epeyden beri yanımızda durup bizimle birlikte saz dinliyen şoför:

"Beyler, otomobil hazır!" dedi.

Delikanlıya birkaç şarkı daha söyletmeğe hazırlanan arkadaşım, diğer yolcuların hemen yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını, çantalarını kavrayıp kamyona doğru yollandıklarını görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Aliye döndü:

"Seni aratıp bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum, daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?"

Ali hiçbir şey anlamadan tasdik etti:

"Olur beyim!"

Omuzuna vurup:

"Hadi bakalım, Allaha ısmarladık!" dedik,

Bütün amele hep birden:

"Selametle"

Dediler ve biz ayrılırken, Alinin etrafında gülüşerek onunla konuşmağa başladılar. Herhalde arkadaşımın sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak neticeler çıkarmağa çalışıyorlardı.

2.

02 Mart 2006 05:55
hitman Erdal Öz
Cam Kırıkları



Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. İçerisi dumanla kaplı. Gözlerim yanıyor.

Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; 'Küçük Bilmem ne Kulüp'te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, -böyle şeyler işte- sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı...

Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:

"Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir."

"Bana mı söylüyorsunuz?"

"Dinle," diyor. "Savcıydım o zamanlar."

"Siz mi?" diyorum.

"Dinle," diyor. "Genç, yakışıklı. Savcıydım, bilmem anlatabildim mi? Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya."

Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Kızlardan ikisi çok güzelmiş.

"Taze badem gibiydiler," diyor.

Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: 'İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü'nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz' diye.

"Savcıydım; bilmem anlatabildim mi?" diyor.

Bir sigara yakıyor.

"Şehir Kulübü'nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Kasabanın eşrafı da orada. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Herkes canım. İçiyoruz..."

Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular.

"Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı."

Bakmış. 'Baktık' demiyor, 'baktım' diyor.

"Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği."

"Hani kızlar ulan?" demiş, üstüne yürümüş 'keltoş' toparlak tiyatrocunun. "Bir elim de havada," diyor. "İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi?"

"Hastalandılar Savcı Bey," demiş keltoş toparlak tiyatrocu.

"'Ulan, ****** çocuğu!' dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı," diyor.

Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum bana sövdüğünü sanmasınlar diye, ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş; bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle:

"Hak etmiş ama," diyorum. "Vursaydınız suratının ortasına. "

Oysa bana ne.

"Vurmadım," diyor. "Vuramadım."

Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri.

"Öyle olsun," demiş.

Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha.

Savcı bozuntusu anlatıyor:

"Masadaki arkadaşlara rezil oldum," diyor.

Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış.

"İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?" Kollarını açıyor, "İrikıyım ikisi de," diyor. "İkisi de Siirtli. 'Gidin temizleyin şunları' desem, ikisi de o anda..."

Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor.

"Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden," demiş.

"Çeyrek saat geçti, geçmedi," diyor , -elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu- " iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler."

Gülüyor. Keyifle gülüyoruz.

"Ama nasıl?"

Elimde olmadan,

"Nasıl?" diyorum.

Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor:

"İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. 'Kombinezon' derler o ince dantelli şeye değil mi?"

Masada birkaç ağızdan 'evet' çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor.

"Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler," diyor.

Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri,

"Eee?" diyor.

"Esmerini Kaymakam Bey'e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik, hem..."

Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor.

"Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek"

Hıyar gibiymiş memeleri.

"Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?" diyor.

Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. İçerisi tıklım tıklım dolu. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum. Charlie Chaplin'in 'Sahne Işıkları' filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum.

"Sahne Işıkları'nı gördün mü?" diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. "Gördüm," diyorum. "Nasıldı ama?" diyor sevgilim. "Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin," diyorum. Gülüyor. "Nasıldı ama kızın yürüyüşü?" diyor, pembemsi sesiyle. "I am walking! I am walking!" Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız...

"Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler."

Emniyet müdürü oyalamış onları.

"Ulan Cumhuriyetin savcısına bu numara yapılır mı?" diyor. "Kızlar şikayetçi olmadılar. 'Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,' dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları."

Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.

Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. "Deniz ne güzel." O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. "Çok tatlısın," diyorum. Ayağını önümüze gelip kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla...

"...Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi. Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok."

Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez.

"Vay anasını!" diyor karşısındaki.

"Dinle," diyor, mavi gömleklisi.

Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum.

Laleli'ye inen yokuştayız. Aksaray'dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. "Bu kemerin adını biliyor musun?" diyor. "Bilmiyorum," diyorum gözlerine bakarak. "Bozdoğan Kemeri," diyor. "Bozdoğan Kemeri," diye yineliyorum. "Dün de geçmiştik buradan," diyor. "Hiç farkında değilim," diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorum onu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üst dudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. "Bize gidelim mi?" diye fısıldıyorum. "Saat kaç?" diyor. Bakıp söylüyorum. "Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım," diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. "Bu yaz İzmir'e gelecek misin?" diyor.

"Gelmemek olmaz," diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. "Ne zaman gelirsin?" diyor. "Fuar zamanı," diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. "Seninle Kadifekale'ye çıkarız," diyor. "Çıkarız sevgilim," diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale'ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. "Kadifekale'den bütün İzmir'i seyrederiz," diyor. "İmbat mı eser İzmir'de?" diyorum. "Nereden biliyorsun imbatı?" diyor. "İzmir'de daha önce hiç bulundun mu?" "Hayır," diyorum. "Duydum." İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale'deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse kanatan cam kırıkları. İzmir'e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken...

"...İçsene!"

Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum.

"Hadi bakalım," diyor, bardağını bardağıma vuruyor.

Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum.

"Ya, böyle işte," diyor. "Sonunda beş parasız evlendim o kızla."

Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum.

Mavi gömleklisi atılıyor öteden:

"Olsun," diyor, "yaşamışsın ya, sen ona bak."

Eğilip bana soruyor mavi gömlekli:

"Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?"

Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne?

"Yoo, haklısın," diyorum. "Haklısın."

"Gördün mü, arkadaş da hak verdi," diyor mavi gömlekli.

"Olsun," diyorum karşımdakine, -bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum- "yaşamışsın ya, sen ona bak."

"Orası öyle," diyor karşımdaki.

Orası öyleymiş.

Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri'nin oralara... Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki 'Sahne Işıkları'nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim.

Ne o, kalkıyor musun?" diyor bir ses.

Başımı sallıyorum.

"Yahu bu saatte nereye?"

Bir elim havada,

"Bozdoğan Kemeri'ne," diyorum.

1962-2001
02 Mart 2006 05:54
hitman Alabanda/ Halikarnas Balıkçısı (1886-1973)

Saç maşası satan adam güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş bağıra bağıra mallarını methediyordu.
Günün son turuncu ışığı sönmek üzere idi. Denizin mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarından ise, çakmak çakılıyormuş gibi turuncu kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı gökte bir gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu yarısı açık menekşeydi. Adam, doğrusu, söz kuvvetiyle satıyordu. Sözler burgaçlanarak ve köpürerek ağzından şelâle halinde akıyordu. Etrafına halka olmuş çoğu erkekler ağızlarını açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre gözü kârda değildi. Kâr mı? ne gezer efendim! Hatta ziyanına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası sağlamak üzere işte vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları satmayacak, hediye edecekti.
Kendisi abur cubur satan alelâde bir işportacı değildi. Hâşa efendim! Ona yüksekten gelen bir ses, ''Yürü ya kulum! Git de bu maşaları güzellere sat!'' diye nida eylemişti, o da bu emir üzerine yola çıkmıştı. On kuruş ziyanla beher maşayı yirmi kuruşa hediye ediyordu. Zaten her isteyene hediye edemeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane kadar kalmıştı. İsteyen alır, isteyen almazdı. Yapacağı iş sadece onlara almak fırsatını vermekti.
Satıcının etrafında kalabılık halinde halka olmuş erkekler arasında yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı alaylı bakıyor, bazıları kaşlar çatık, ciddiyetle dinliyorlardı. Yalnız halka dışında gemi alabandasına şiltelerini sererek bağdaş kurmuş olan kadınlar tepeden tırnağa kadar göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin tabirince, kadının sancak tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı, iskele tarafının saçları için bonnaza sütlimanlık, yani düz. Adam maşaların bu marifetine işaret ediyordu. Ve permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle edilebileceklerini söylüyordu.
Alabandada oturanlar arasında iki çiftçi de vardı. Sabahtan beri birbirine ''maksulların'' nasıl olduğunu, havayı, yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup tekrar tekrar cevapladıktan sonra artık söyleyecek lafları kalmamıştı.
''Bukle'' sözünü duyunca, onun, ''U''sunu ''O''ya çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık yarısı düz olan kadın güya utanıyormuş gibi başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu. Maksadı saçlarını dört tarafa göstermekti. Teskere alarak köylerine dönmekte olan iki er yavukluları için birer maşa aldılar. Satıcı oradan ayrılınca dört beş kadın teker teker giderek birer maşa aldılar.
Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş olup da maşa satışıyla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında bir köy öğretmeni kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı teselliye uğraşıyordu. Çocuk ''Bu vapur on para etmez, babamın upuzun direkli bir yelkenli gemisi var'' dedi ve bu sözlerinin öğretmen kadında ne tesir yaptığını anlamak için ona dikkatli dikkatli baktı.
Öğretmen elinden geldiği kadar hayret ve hayranlıkla! ''Ah ne güzel!'' dedi. Oğlan ''Onun sahici direği, beyaz yelkeni var, bu kara kara tüten pis baca gibi değil'' diye ilâve etti. Çocuk devamla ''Biz babamla Amerika'ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!'' dedi ve bu sözlerinin öğretmene güzel tesir ettiğini görünce heyecanlandı... Öğretmen çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu. Oğlanın yüzünde şanlı işler görenlere has bir gurur parladı ve ''Gemi giderken biz hep rakı içeriz. Bardakla değil doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz'' dedi. Öğretmen ''Aman ne güzel!'' diye ellerini çırptı. Bu sefer çocuk öğretmene, bu peri midir melek midir, diye düşünerek hayranlıkla baktı. Kadın cebinden çıkararak çocuğa bir avuç şamfıstığı verdi. ''Rakım yok ama bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna gider'' dedi. Küçük yarı çekingen ve yarı hayran, fıstıkları yemeğe koyuldu. Oğlan, doğrusu pek erken yaşında kadın kısmının entrikalarına ve tuzaklarına uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın o akşamın pembeleşen ışığınde gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi. Oğlan kadına ''Sen evli misin?'' dedi. Öğretmen ''Hayır'' dedi. Oğlan memnun oldu. ''Ben büyüdüğüm zaman'' dedi. Kadın elini sallıyarak, ''Ona daha çok vakit var'' dedi. Çocuk, ''Eyi ya! ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim'' dedi. Öğretmen güle güle çocuğa sarılarak öptü. ''Aman çok hoş olur. Aman seni sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin!'' dedi. Çocuk ''Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak bir beygirim olacak, bir de tüfeğim, arslan kaplan avlayacağım, sabahtan akşama kadar, dondurma, elma şekeri ve kurabiye yiyeceğim'' dedi. Öğretmen, ''Hiç korkma onları ben yaparım'' diye cevapladı. Öteki ''Elbette yaparsın, beraber yiyeceğiz... Kırk tane oğlum olacak. Onlarla beraber oynayacağım. Ama bak kız çocuğu istemem!'' dedi...
Bunlar böyle konuşurken iki üç adım ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış bir denize bakıyor ve sonra gözlerini yukarıda birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak ihtiyar İkinci Kaptan'la görüşen bir genç kıza çeviriyordu. Delikanlı o kadar şiddetle ve hayranlıkla bakıyordu ki, kızı, dönüp kendisine bakmaya mecbur ediyordu. Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı... Davut gözbağcıymış gibi kızın bakışını tutuyordu. Gözler birbirine bağlanıyordu. İkinci Kaptan mühim bir şeyin vaki olmakta olduğunu anladı. Denizcinin gözünde ne merhamet ve ne de arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için bakışı kızın en mühim tellerini titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından ayrıldı. Kısa bir an için de olsa bu iki insan aynı çeşitten iki mahluk olduklarını anladılar. İki kuş gibi ayrı dallarda oturup birbirine bakıyorlardı.
Deniz seyahati her insanı az çok âdet zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri arasında büyük bir sempati akıntısı dolaştırır. İnsanlar gemiye birbirinin yabancısı olarak binerler.
Aradan bir iki gün geçince yabancılık duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç eş dost müstesna insanlar yabancı olarak doğdukları gibi yabancı olarak yaşar, yabancı olarak da ölürler.
Birdenbire Davut gülümsedi, kız da gülümsedi. Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti. Belki de aralarında cereyan eden şeyden cinsiyet farkının -yani birisinin erkek ve ötekisinin dişi olmasının- payı vardı. Aralarında gözle görünmez kudretli bir bağ peydahlanmıştı. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü mülâhazalarını aşıyordu. Bir an için Davut'un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne indi. Kadının farkına varmadan göğsünü kabartışı bir kendini verişti.
İhtiyar Kaptan salonun merdiveninden inerken gemi kâtibine rastgeldi. Neden bilmedi fakat ona ''İnsan ne muamamalı mahluktur'' deyip geçti. Kâtip, acaba bizim moruk aklını mı oynattı diye başını sallayıp işine gitti.
Teskere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası almış olan erler, çocuğa bir avuç şamfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız artık ölünceye kadar, gelip geçmiş o kısacık anı unutmayacaklardı. Ciddi ve mühim saydıkları bin bir hatırayla dolan varlıklarına bu ufak tefek şeyler sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş oldukları gülümsemelerdi.
(Türk Hikâye Antolojisi, İstanbul 1967, s. 56-60)
02 Mart 2006 05:53
hitman "İşte" diyorum... Bir dakika geçti... İki dakika geçti geçti, üç dakika... dört, beş, altı... bir çeyrek...
Katı kalpli duvar saatim, şimdi hayatımdan eksilen çeyrek saati klasik melodisi ile kutlamaktadır:
Sonra yine: Tiktak, tiktak, tiktak; tiktak, tiktak, tiktak, tiktak.
Yirmi dakika geçti, yirmi üç, yirmi beş, otuz... Ve yarım saati kutlayan ikinci melodi:
Bir otuz dakika daha geçince, duvar saatimin keyfine diyecek yoktur artık. Hayatımın koca bir saatini yemiş bitirmiş olmanın neşesi ile deminden beri kesik kesik çaldığı melodisini şimdi artık bütünlemektedir:
Sonra kafama tokmak vurur gibi:
"Dan, dan, dan, dan, dan, dan."
Onun ilk "dan"ı duyulur duyulmaz, orkestra şefinden komuta almış gibi, irili ufaklı bütün öbür saatler de hep birden boşanıveriyorlar. Kimi yangıncı kampanası gibi: Lingir, lingir, lingir. Kimi kapı çalınır gibi: Zırrrt. bazısı kibar, edebli, sakin; bazısı acar, şirret, ciyak ciyak... Guguklu saatin küçük kuşu da geri kalır mı: Guguk... guguk... guguk... Bu gürültüden sonra yine sükut: Tiktak, Tiktak, tiktak, tiktak. Bir dakika daha geçti. Üç dakika daha geçti, beş dakika daha... bir çeyrek:
Sonunda ya sapıtacağım. Yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği bozulmak kaygusundan kurtulacağım.
Üçüncü bir ihtimal daha varmış ki onu hiç düşünmemiştim.
İlkin, ikinci ihtimal en kuvvetlisi görünüyordu. Her akşam iş dönüşü tiktaklar içinde geçirdiğim bir iki saat beni her gün biraz daha zamanın akış şuuruna erdiriyor, aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu.
Daireden yıllık iznimi alınca, iki saatlik zaman şuuru kürümü günde on iki saate çıkardım. Yirmi gün odama kapandım, bir yere çıkmadım. Kürüme sebatla devam ettim.
İznimin son günü idi. Saat 12'ye geliyor. Koltukta başım yana dönmüş, uyuyakalmışım. Böyle her uyuklayıp uyanışta aklıma ilk gelen, saat olur. Bu defa inanılmayacak bir şey oldu: Silkinince saat aklıma gelmedi. Olacak iş mi bu? Saatlerce baktım. Hepsi 12'ye 1 var. Ama tiktakları duyulmuyordu. Önce durmuşlar sandım. Hayır, işliyorlardı. Duvar saatinin pandülü bir sağa, bir sola gidiyor. Demir döven demirci, durmadan çekiç sallıyor. Saat on iki oldu. Söz birliği etmişçesine hiç birinin saat başını vurduğu yok. Belki saati de vuruyorlardı da ben duymuyordum. Belki ne kelime, bal gibi vuruyorlardı. Zillere tokmakların vurup durduğunu, küçük kuşun kafesinden fırlayıp fırlayıp haykırdığını gayet iyi görüyordum. Ama sesleri çıkmıyordu. Gözümü kapayıp içimi dinledim. İşin kötüsü, içimdeki pandülün temposu da yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum.
Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım.
Doktor, "Ölmedin" diyor. "Ölsen bunları yazabilir misin?" Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum. Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum. Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir saatim.
Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum.
27 Ekim 1953
Haldun Taner, Hikâyeler 2, Bilgi Yayınevi, Ankara 1971, ss. 9-25

02 Mart 2006 05:53
hitman Batı müziğini neden seviyorum. Her bestenin atında bir metronom tiktağı sezdiğim için. Geçende Balkan radyolarından birinde Beethoven'in 8'inci Senfonisini dinliyordum. Üstadın, metronomu bulan Maelzel'e armağan olarak, ritmik metronom temposunda çalınsın diye bestelediği o ikinci mouvemet'ı, o her dinleyişimde kendimden geçtiğim caanım Allegrotto Scherzendo'yu herifler tutup da Rubato çalmazlar mı?... Yakalayıp radyoyu yere çalasım geldi.
Nefesimi en tıkayan bir şey de, durmuş saatler. Topkapı Müzesi'ne her gidişimde saatler bölümüne uğramadan edemem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup hemen kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Yaşama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur, hareket ederiz. Kimi hala alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Fransisco... Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkitbaşı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak... İleri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu.
Bunları laf olsun diye söylemiyorum. İnsanlar, her bakımdan saate benziyorlar. Hatta güleceksiniz belki; boş zamanlarımda öbür insanları da kendim gibi saate benzetmek en sevdiğim hayal oyunlarımdan biri. Tanıdıklarıma, yakınlarıma bakıp bu, saat olsa nasıl bir saat olurdu diye düşünürüm. Yahut tersine, saatten hareket edip insana geldiğim, belirli saatlerin insan olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini düşündüğüm de olur.
Mesela odamdaki duvar saatini alalım. Ben onun huzurunda mambo çalamam, bir kıza sarılamam. Camekanlarının altından büyük peder bakıyormuş gibi gelir bana. Bu saat, odaya, radyo İtri'den, Dede Efendi'den bir şey çalarken daha bir yaraşır, kendini o zaman daha bir evinde hisseder. Halinde, vuruşunda, işleyişinde bizlere karşı, bir küçümseme sezerim. Kim bilir, derim; zamanında ne ağırbaşlı ne efendice, ne olgun ve dolgun saatler vurmuştur da şimdi bizim bu havai, bu fasafiso, bu çocukça ve budalaca saatlerimizi vurmaktan sıkılıyordur. Bu saat konuşsa, muhakkak ağdalı, terkipli bir divan edebiyatı türkçesi konuşacaktır. Vuruşları bile, aruz üzre şiir okur gibidir. Sanki her saat başı Ziya Paşa ile birlikte:
Sanma ki saat çalar
Bil başına tokmak vurur
diye bizi azarlamaktadır.
Misafir salonunda fanus içinde duran konsol saati büyükannemin çeyizi imiş. Büyük valde saat olsa herhalde böyle tertipli, kıvrak, pırıl pırıl, hanım hanımcık minyon bir saat olurdu, diye düşünürüm.
Politikacıları neye benzetiyorum biliyor musunuz? Topkapı Müzesinde gördüğüm, istenince nihavend, istenince acemaşiran makamında çalan çalgılı eski saatlere...
Tahsildarlar saat olsa, muhakkak sayaç mekanizması gibi işlerlerdi.
Geçen gün dairede, bizim şefin tepesindeki sessiz işleyen elektrikli duvar saatine dikkat ettim. Eminim ki şef saat olsa, tıpkı böyle işlerdi. Sinsi sinsi. Hiç işlediğini belli etmeden. Bir bakarsın yelkovan hareketsiz duruyor, bir bakarsın bir dakika atıvermiş.
Müzisyenlere gelince, onların metronom gibi işlediklerine eminin. Hele orkestra şefleri... Bir Toscannini, bir Karayan, bir Furtwangler, şahıslaşmış, mükemmelliğin doruğuna ermiş en hassas birer metronom değil de nedirler?
Öbür saatlere kıyasla Metronomun bir iyiliği; temposunun istediği gibi hızlandırılıp yavaşlatılabilmesi... Çekersin ağırlığı yukarı, tempo yavaşlar. Tik... tak... tik... tak... İndirirsin aşağı hızlanıverir. Tiktak... tiktak... Böyle bir ağırlık da öbür saatlere takılabilse... Bunu, geçen gün bizim doktora açtım. Güldü:
"Ne o, şimdi de zamanı mı yavaşlatmak istiyorsun?" dedi.
Hem de nasıl... Eskiden hiç böyle bir zorum yoktu. Bu, bana şu son günlerde arız oldu. Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var. Belki de kuruntu. Belki de kurgum bitmeden zembereğim bozulacak. Zamanı durdurmak, yavaşlatmak, o akibeti kabil olduğu kadar geriye atmak merakı herhalde buradan geliyor.
Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır... Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum.
Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde...
Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.
Bu keşfimi nerde yaptım biliyor musunuz? Bir yılbaşı gecesi, Kadıköy vapurunun güvertesinde... Paltoma bürünmüş gidip ta buruna oturmuştum. Bir ara uyuklar gibi olup, birden silkindim. "On ikiye bir var" diye söyleniverdim. Çakmağı yakıp saate baktım ki; doğru... Saniye yelkovanı döndü, döndü, altmışın üstüne gelince çıt... Saat 11.59'ken, 12 oluverdi. Gün kadranında Çarşamba, yerini Perşembe ile değiştirdi. 31 Aralık çekilip yerini 1 Ocağa bıraktı. Saat, yılı göstermiyordu ama, 1952 bitip 1953 başlamıştı. Bütün bunlar, bir küçük an'ın marifeti. Hepsi şu ufacık yayın "tık" diye atıvermesi ile oluyor...
An an'ı kovalıyor, an'lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba Perşembeyi, Perşembe Cumayı sürüklüyor. Kasım, Aralık oldu, Aralık Ocak, Ocak Şubat olacak. Şubat da Mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz... Ah şu vapur bir dursa... İyisi, geri geri gitse... Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar. Gün kadranı Perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa... Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi...
Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak. Bari, geçişini iyice hissetsek. Vapur, Kızkulesi açıklarında... İşte Salacağa yaklaşıyoruz... Na şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği... Şu mavi lambalar Kordon Otelinin değil mi? Vapur yana dönüyor. İşte Kadıköy iskelesi.
Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gelmek var. Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, "a gelmişiz" diye şaşakalmak...
Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcununkine ne kadar benziyor...
Dakikalarının değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini o gece -o da 11.55'ten 12'ye kadar- dikkatle takibediyoruz. O da neden? Aklımız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı açtıklarından. Yılbaşı geçince de yine alt kat kamaraya inip gazetemize dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor? Neden bu dikkati her günün her saatinde, her dakikasına, her saniyesine çevirmiyoruz? Biz kendisini unutunca, coşkun bir sel gibi geçen zaman dikkatimizi her saniyesine çevirince, düz ovada kıvrıla kıvrıla akan tembel bir nehire dönecektir. Bütün mesele, dikkatimizi saniyelerin geçişi üzerine toplamada.
Peki, bunu nasıl yapacağız. Onu da buldum: Kendimizi saatlerin tiktağına vererek. Zamanın, dolayısıyle yaşamanın şuuruna varabilmenin en iyi yolu saatler ortasında yaşamaktır. Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pencerelerini sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın. Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktağında, zamanın geçişini düşünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, zamanı yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye yanınızdan kayıp gittiğini...
Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan geliyor. Açık arttırmalardan, antikacılardan, her çeşit saat toplamağa başladım. Çift kurgulu cami saatleri, elektrikli saatler, gümüş kapaklı eski Serkizof saatleri... hatta geçen gün eve, işe yaramaz diye Tramvay idaresi deposuna atılmış koca bir meydan saati bile getirdim.
Sabahleyin otuz beşinin de kurgusunu tazeliyor, akşam eve gelince sırtüstü yatıp, kulağım onlarda, her dakikanın, her saniyenin, her salisenin şuuruna vararak yaşadığımı olanca kesafetiyle hissediyorum. Dört tarafı ayna kaplı bir salon nasıl mekanı sonsuzlaştırır gibi olursa, insanı dört yandan saran saat tiktakları da zamanı adeta dondurup şuurlaştırıyor. Parmaklarımız arasından ince bir su gibi uçup giden zamanı ancak böylece iki elimizle kavrar gibi oluyor, sonunda yine parmaklarımız arasından kaçırsak bile, varlığını dokunmuşçasına kuvvetle duyuyoruz.
Saatlerin her biri kendi kişiliğine göre işliyor. Kimi acele acele, işgüzar işgüzar. Kimi ağırbaşlı, yavaş. Kimi genç bir kadın gibi sekmekte... Kimi dörtnala almış başını gidiyor. Şurada biri pamuk atan halaç temposunda... Öbürü, üstündeki örste demir döven demircinin çekiç gürültüleri içinde. Hasılı odam, otuz beş saatin çeşitli tiktakları ile dolu.
02 Mart 2006 05:51
hitman HALDUN TANER

ÖYKÜ / ON İKİYE BİR VAR

__________________________________________________ ____________

Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi.
Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık:
"Üçü yirmi geçiyor" diyivermişim.
Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür. Görünürde vapur filan olmadığı anlaşılınca gözler faltaşı gibi açıldı:
"Peki ama nasıl bildin?"
"Bilmem" dedim. "Dilimin ucuna geliverdi işte."
Rahmetli halam:
"Tesadüf a canım" dedi. "Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle şeyler."
Öbürküler de:
"Evet" dediler. "Tesadüf. Ama bu kadar olur yani."
İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu üç hece ile ne güzel ortadan kaldırıverirler. Kahinliğimin sırf bu tesadüfe dayandığı oybirliği ile kabul edildi. Hatta ben bile buna inandım. İnanacaktım.
Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde yatağımda uyandım:
"Bire beş var. Bire beş var" diye sayıklıyordum.
Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu. Biraz sonra saat "dan" diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıldım. Hayır. Bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içime işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok... Tıpkı, ağırbaşlı bir pandül gibi... Önce, bir kabus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hala kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine kapandım. Boşuna... Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. "Lamı cimi yok, tozutuyorum" dedim. Ter içinde yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı, evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne geçerlerdi. İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim, bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip, sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu.
Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayınladı. Hiç unutmam, rapor: "Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir samia ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahade edildi" diye başlıyordu.
Bana kalırsa, ben bunu soyaçekme ile izah taraflısıydım. Şeceremi araştırdım, bulmadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor.
Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyük babamın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı ses, onun tik tak'ları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik tak'ları noktaladı. İçimdeki pandülün tik tak'ları da tıpı tıpına tam onun pandülünün temposunda. Öyle ağır, öyle tok.
İmdi doktorun tezi şu: Normal üstü bir duyma hassam olduğu için şuuraltım, bu pandülün temposunu adeta bir plak gibi zaptedip kendisine sindirmiş. Şimdi ben, o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat olup çıkmışım.
Bu durumda bana:
"Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat başlarını çalmıyorum?" diye sormaktan başka bir şey kalmıyor. Kötü, çok kötü... İster misin büsbütün azıtayım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Telefon Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim.
Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır.
Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastasına resmen "sen tozutuyorsun dostum" demiştir.
Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni doktor mu kurtarır, ilaç mı, telkin mi?
Hemen, kesin bir prensip kararı verdim: Bundan böyle saat tahminlerine paydoss... O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kullanmazken ilk defa kendime bir sat aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden... Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra... Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse.
Arada bir, irademin dalgın anlarından faydalanarak, kaçamak tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere mesela. Yahut iki... Kontrolü, kendi saatimle yapmayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, kolunu aç, saate bak. Nerede kaldı, verdiğim prensip kararı? Halbuki meydan saatlerinin altından geçerken, insanın gözü pekala yanlışlıkla şöyle bir yukarı doğru kayabilir. Çoğu defa, kendimi tongaya bastırmak istediğim oldu. Bile bile, sırf yanılmış olmak için, 8.15 diye atıyordum mesela. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi gerçekten onbeş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmiştim.
Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediyesinin yanındaki saatin altından geçerken yine böyle kaçamak bir tahmin yaptım. "7.11" dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım. Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu sanki. Kendi kendime "Al kalemi" dedim. "Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar sırasına girdiğin mutlu ve tarihi bir gündür." Fakat sevincim içimde kaldı. Tam o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? "Meret yine on dakika ileri gidiyor." diye tamire kalkışmaz mı?
Kaç doktor değiştirdim. "Korkacak bir şey yok" diye yemin ediyorlar. İnşallah doğrudur. "Geçer mi?" diye sordukça, "bilinmez" diyorlar. "Hem bunun size ne zararı var kuzum? Faydaları da caba." Doğru. Faydasını neden inkar etmeli. Mesela ben bugüne kadar tren, vapur kaçırmış insan değilim. Gece saat kaçta yatarsam yatayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin istediğim saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme duyduğumu saklamayacağım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul... Ama zihnimi, benliğimi, şuuraltımı hassas bir anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba bir gün, radyomun akümülatörünü yormayacak mı?
Doktor: "Zamanı unut, alakadar olma" diyor. "Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim." İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle, ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek?
Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun tıkırtısı... bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerlerinin ray kesiminde çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan topal bir ihtiyarın adımları. Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir, neşesizsem keyiflendirir.
Tersine, bu tempoya uymayan seslerden de öylesine sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dalgaların aralığını bozduğu için bütün vapurlara kızıyorum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı hızlı dövmeye başlayınca, beni bir huzursuzluktur alır. Çalışıyorsam dururum, düşünüyorsam kafam işlemez olur, oturuyorsam kalkarım, uyuyorsam uyanırım. Hasılı rahatım kaçar.
Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu şaşırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şehirde oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.
Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atıyorum. Ne daha hızlı, ne daha yavaş... Sokağa başka biriyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atarken o iki, üç atabilse yine uyuşacaktık. Adımları küsurlu idi. İki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir insanın ruh temposu benimle nasıl uyuşur?
02 Mart 2006 05:50
hitman Taşralı/ Füruzan

Sokağın ucundan dön demiştiler. Aynı boyda boyanmış akasya ağaçlarının bitiminde, yeşil panjurları olan evdir. Otobüsten indiğimde, sıcak geçen bir günün akşamüstüydü. Üstelik pazardı. Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz. Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor ki.
Evin tümü kapanık bir renge bulanmıştı. Bahçe kapısına beyaz yediveren gülleri sarılıydı. Güllerin orda kara bir kedi duruyordu.
Kapıyı çaldığımda belirsiz konuşmalar geldi içerden. Alt bahçe öndeki gibi bakımlı değil, ekşimiş bir çöp kokusu geliyordu aşağıdan.
Aaaa hoş geldiniz.
Benden, küçük hizmetçi kıza söz edilmişti.
Bavulumu elimden aldı, kolunun yorulduğunu anladım.
(Nedense belleğimde, geçen yaz gittiğim bir çay evi, kokusuyla, sesiyle, havuzuyla... Peki buraya gelmemek yok muydu?)
Ara kapıyı açınca teyzemi gördüm. Bana anlattıklarına benziyordu. Saygın bir hanımefendiydi.
(Okumuş yazmış kadındır. Evinin titizliği temizliği dillere destandır. Eli sıkıdır ama eh o da bir çeşit meziyet. Koskoca paşayı kaybetti, hanımefendice içine attı acısını. Ağladı sızladı ama, evini düzenini korudu. Allahtan korkarım nemize lazım, yalan diyemeyiz, üstelik gençliğinde da sayılı güzellerdendi.)
Büyük cam vazonun tam arkasında oturuyordu, vazoda kurumuş, kabuklaşmış leylaklar vardı. Oda sanki loş bir avluydu. Sokağın toz kokan güneşi hiç yokçasına yitip gitmişti. Teyzem gri giysisinin içinde bana gülümsedi, elini uzattı. Tuttum, nemi kalmamış kuru kâğıt cildine dokununca yaşlılığını anladım.
Eskidenki güzelliğini, saçlarını boyamakla, bejlerin grilerin en yumuşaklarını giymekle sürdürme çabasındaydı.
(Ablamın yaşını bilmem. Aramızda on yıllık fark var sanırım. O da bir türlü doğrusunu söylemez. Ya çok büyük ya çok küçüktür söyledikleri. Ne bileyim a kızım, ben kahır içinde yaşadım. Şimdi kimbilir görseler beni onun ablası sanırlar. Kolay mı?..)
Annen nasıl?
İyiler.
Ablan ya?
Onlar da iyiler.
İçeriye küçük kız girdi. Eğri bacakları vardı. Yüzünde kapıyı açtığında olan gülüş duruyordu. Konuşunca hiç değişmiyordu gülüşü. Çok şaşırtıcıydı bu.
Yurdagül dedi teyzem. Git limonata hazırla. Bak gene mutfak kapısını açık bırakma, o murdar kediler taşlara basıyorlar, ona göre...
''Ona göre'' sözü Yurdagül'ün yüzünden gülümsemeyi aldı götürdü.
Teyzemin ayak başparmaklarının kemikleri podüsüet ayakkabılarının yanlarından taşmıştı. Elbisesinin yakasına ince kırmızı yakutlu (kırmızı olduğundan taş yakut olacağını düşünmüştüm) bir iğne takmıştı.
(Kibar kadındır ablam. Giyimini kuşamını bilir. Paşayla ilk evlendiklerinde mineli bir saat almıştı yüzgörümlüğü. Daha bir sürü şeyler takmışlardı da nedense benim gözüm mineli saatte kalmıştı. O canım çiçekleri nasıl da kondurmuşlardı saatin üstüne. Şaş da kal. Dayanamadım da bir kerelik takmak istemiştim. Sen savruksundur. şurda burda düşürürsün demişti. Boyundan saat düşer mi? Ne taksa sahicidir. Benim gibi deği öyle allı güllü şeyleri sevmez. Tam paşa karısı olacak kadındır teyzen. Bunu böyle bil.)
Konuşmadan durdu bir süre.
Koltukların yeşil kadife dayanacak yerlerine kolalı temiz örtüler konmuştu. Teyzeme hiç bakmıyordum. Onunla aramızda sevgisizlik hemen kuruluvermişti. Azalmış saçlarının altından kafasının derisi yer yer parlıyordu. Kurumuş bacaklarını üst üste atmıştı. Ayakkabılardan taşan kemikler ışıkta daha kesin gözüyordu.
Demek ki, üniversiteye gitmeye kararlısın. Vallahi kızım ne demeli bilmem. Jale'yi okuttuk da ne oldu. Evlenip gene çocuktu, kocaydı, aldığı diploma da süs. Üstelik bizim durumumuz uygundu. Rahmetlinin düşünceli kalbi, babalığı sayesinde (burda derin derin iç çekti, temiz bir mendili burnuna bastırdı) Jalecim, annen bilir, soğuk sudan sıcak suya elini değdirmeden büyüdü. Hizmetçiler çevresinde dolanırdı. Ama şimdi o nazlatma, o prensesler gibi genç kızlıktan sonra...
Gözlerini yüzüme dikti sustu.
Teyzemin bana karşı olan tutumunun bilincine vardım birden yoruldum.
(Sen babanı bilmezsin kızım. Altı yaşındaydın öldüğünde... O orta Anadolu kentini, arklardan suların bahçeleri doldurduğu geceleriyle anımsıyorum. Bizim bahçeye hep gece gelirdi sulanma sırası - ya da en etkilendiğim o gecelerdi. Yarı uykuda annem, en küçük kızın üstünü sıkılaştırır, yazda bile orta Anadolu'nun gecesi soğuktur, arı su kokusu uykuyu bastırır. Doğanın mutluluğu sağlığı kazılır kalır beş yaşa. Ayol uyan suyu akıtıyorlar bu yana... Uyku büyüklerin odasından anason kokulu taşar sofaya. Baba baba... Anacığımın para sıkıntılarını bile bile, içkili havuzlu istasyon lokantasında her gece biraz peynir, rakı, yazın kütür kütür karpuz. Büyük kentlerden gelip geçen uyumuş tren camları. Allahtan da mı korkun yok. Her gece içilir mi? Hiç olmazsa kendine acı. Bir güzel adamdı. O boy o pos...)
Yakışıklı adamdı baban yavrum.
Teyzem, Yurdagül'ün getirdiği limonatayı aldı.
Bardaklar gümüş tutmalıklar içindeydi.
Ama bir erkekte ilk aranacak bu değildi. Jaleciğimin canı yok mu? Evlenene kadar bir fincan kahve yapmamıştı. Ama şimdi kendinden yirmi yaş büyük, görmüş geçirmiş bir erkeği, evindeki hizmetçileri idare ediyor. Kendimi ayrıca örnek vermeyeceğim. Annen hata etti kızım. Size de çektiriyor. Sen şimdi üniversiteyi nasıl güçlüklerle...
Odada asılı tek resmi gördüm. Her yanından kahverengiler turuncular taşan bir sonbahar mevsimiydi. Yolun ucunda çok geniş şapkalı bir kadın kayboluyordu.
Teyzem dişlerinin takma olduğunu belli etmemek için o pek tuhaf gülümsemesiyle bana bakıyordu.
Limonata güzel olmuş, dedim.
Şekeri fazla olmuş. Siz gençsiniz ama bizden geçti artık. Tansiyondu, kalpti başladı. Annenin tansiyonu nasıl?
(Çok genç dul kalmışsınız, evlenin, dedi doktor. Bu ilerleme, bu çarpıntı ondanmış benim kızlarım. Ha ha hay dedim doktora. Benim iki kızım var iki kocam var demektir. Ablam atılıyor. Anacığım, doğru demiş adam. Niye direniyorsun. Annemin yeşil ela gözleri susuyor. Evlenmek için evlenilmez diyor. Sizin babanız gibi adamdan sonra... Gündüzleri oralar, salt toprak rengi alırdı. Pazara gelen köylüler eşeklerinin sık adımlarına uygun salınarak, pencerenin önünden geçerlerdi. Perdelerimiz apak patiskadandı. Orduevinde, düğüne giderken, annemin siyah tayyörleriyleki güzelliği o kentte, anlatılmaya kalmıştı. -Bayramda, hiç olmazsa dedelerine yazsak be kocacığım.- Bırak şunları, senin o evde kalmış ablanı sevindirmek için mi! Her şeyin para olduğunu kim söylemiş benim kızlarım, çok kahır çektim ama, eteğini çemirleyip komşu karşılayan bir kadınım ben. Babanız beni sevindirdi de üzdüğü kadar. Ben basit kadınım. Teyzenizi evinde bile terlikle gören olmamıştır.)
Sana ara odayı hazırlattım.
Gümüş takımların konduğu büfenin üstünde, paşanın, sivil fotoğrafı var. Oysa çocukluğumuzun paşası bu değildi. Alabildiğine büyüyen çizilmeyen paşaydı.
Kaç saat oldu geleli.
Ara odanın özenle ovulup arıtıldığını düşünüyorum. Bu yaşlı kadının çevresindeki saygın kişiliğini yaratma zorunluğuna titizliği eklemek gerekiyor.
(Yiyecekler iyice temiz olmalı, o marulları yalapşap yıkamayın diyorum ama. Hem sarhoş babanız, hem haylaz kızları... Annemin öfkesinde inandırıcı olmayan bir şeyler olurdu. Bahçenin arkasında ''kıkırdaşırdık''. Ablamın gittikçe dolgunlaşan bedeni, marulların bahar tadı, yaşamayı adlandırıyordu.)
Bana bakıyor, gittikçe öfkeli ve yaşlı sanki. Yineliyor.
Saçlarını kesmeyeceksin değil mi?
Hıı diyorum.
Oysa keseceğim. Hem de en kısa. Ders kitaplarımı değil, en sevdiğim yazarları alıp elime, bir dolu yeri gezeceğim. Dostoyevski'yi okuduğum kireç badanalı çıkmadaki kaysıların sessiz karanlıklarını ve hep su kokusunu arayacağım.
Bir kız olmanın buruk acısını bile tattırmaz teyzem bana, anlıyorum.
Yurdagül odayı açtı. Tek penceresi karşı evin duvarına bakıyordu. Bir çakaleriği ağacı, yaprakları küskün, hastalıklı, pencerenin dibindeydi.
Ben altıda kalkarım küçük hanım, işiniz varsa sizi istediğiniz saatte uyandırayım.
Annemin Yurdagül'e armağan olarak yolladığı renkli basmayı çıkardım bavuldan.
(Sakın sen verme kızım. Teyzen öyle yanında çalıştırdıklarıyla yüz göz olunmasını sevmez, kendi versin.)
Bu senin, Yurdagül.
Çok teşekkür ederim, küçük hanım.
İsmimi bilmiyor. Ona söylemeliydim. Yüz göz olunamaz evin isim gereksinmediğini öğrenmeliyim.
Dolaba çoraplar, mendiller, gecelikler sıralanacak. Buralarda yaşama savrukluğuna yer yok. Bu evin düzen tutuklarına, bir de ben katıldım.
Mutfaktan akşam yemeği hazırlığının sesleri geliyor. Tabak, çatal çınlamaları.
Hemen bir kekik kokusu uydurdum uzaktan gelen.
Sonra da ağlayacağım.
Bu Konuda 10 fazla Cevap bulunuyor. Bütün Cevapları görmek için buraya tıklayın.

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Var
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Var
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı