IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 17 Mayıs 2014, 16:11   #1
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Osmanlılarda Dil Öğrenme Geleneği




Osmanlı Devleti’nde yabancı dil öğrenme geleneği üzerinde durmak yerinde olacaktır. Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi Asya ülkeleri yabancı dil bilen memurlar yetiştirip, ülkelerinin eğitim programlarında Türkçe gibi Şark dillerini okuturlarken Osmanlı Devleti tercümanlık kurumu başta olmak üzere yabancı dil bilgisi gerektiren memuriyetleri Rum-Ortodokslara emanet etmişti. Divan-ı Hümayun Tercümanlarının birçok kez Fransız, Rus kliklerine ayrılmalarına ve onlarla işbirliği etmelerine rağmen bu konuda önemli bir adım atılamamıştır. Ancak 1821’de Rum isyanı ile Rumlar görevlerinden uzaklaştırılmış ve tercümanlıklara Türkler getirilmeye başlanmıştır. Bu durumda Osmanlılar niçin bu tarihe kadar bu memuriyetleri üzerlerine almamışlardır? Ya da niçin dil bilenler bu görevlere getirilmemiştir? Osmanlılarda dil bilenler yok muydu? Osmanlılar niçin yabancı dil öğrenmemişlerdir?

Osmanlıların yabancı dil öğrenmeme sebepleri arasında, Osmanlıların üstünlük duygularına kapılmaları, Batı ile ticaretin azlığı, içe kapalılık, kendi kendine yetme ve dini-ideolojik gerginlik gibi nedenler sayılabilir.Osmanlıların üstünlük duygusuna kapılarak kendi sistemlerinin dünyadaki öbür sistemlerden daha üstün olduğuna inanmaları Osmanlı devlet adamlarında Avrupa devletlerini “aşağı görme telakkisi”ni yaratmıştır. Osmanlıların uluslararası sistem içindeki gücüne ve üstünlüğüne dayanarak Batı’nın görüş ve düşüncelerini öğrenmek gibi bir kaygısı olmamıştır. Osmanlıların bu üstünlük duygusu İslâmî bir temelle de desteklenmiştir. İslâm hukukuna göre dünyanın “darül-harp” ve “darül-İslâm” olarak algılanması da Osmanlı ile Batı arasında kesin çizgiler çekmiştir. Hristiyanlık ile İslâmiyet’in Akdeniz ve çevresinde, savaşta ve barışta defalarca temaslarına rağmen, Rönesans ve Reform hareketleri Müslüman milletleri arasında hiçbir karşılık bulmamıştır. Hümanizm, akıl çağı, ticari devrim, sanayi devrimi, tarım devrimi Osmanlı’ya yansımamıştır. Üstünlük duygusu kısmen İslâm dünyasının dışında olup bitenleri küçümsemeyi de beraberinde getirmiştir. Bu küçümsemenin kaynağı da geleneksel anlayış ve uygulamalar oluşturmuştur.Osmanlının hemen yanı başında bulunan Batı’yla bağlarını kesmesi ve içine kapanması yaratıcılığını yitirmesine neden olmuştur. Fakat burada Osmanlıların Peygamber’in “kâfirlere karşı onların silahlarıyla savaşmanın mübâh” olduğunu bildiren sözlerine dayanarak savaş zamanlarında Avrupa’ya özgü uygulamaları benimsediklerini de belirtelim. Türkler Asya’dan Ortadoğu’ya gelip burada bin yıl boyunca hâkimiyet kurmalarıyla Arapça ve Farsça yanında üçüncü bir “ana İslâmî dil” oluşturmuşlardır. Daha önce değişik bir alfabe kullanmış olan Türkler, artık Arap alfabesi ile yazılan ve Arapça ile Farsça’dan oldukça çok kelime devşirilmiş olan yeni bir Müslüman Türkçesi ortaya çıkarmışlardır. Eğitim görmüş tüm Osmanlı yönetici/aydınların temel formasyonu Arapça ve Farsça olmuştur. Kültürlü bir Osmanlı efendisi için yabancı dil bilmek şart olmakla birlikte ve geçerli diller Arapça ve Farsça’dır. İleri düzeyde bir Osmanlı aydını/yazarı/tarihçisi olan Gelibolulu Mustafa Ali’nin Osmanlıların yükselme devrinde konu ile ilgili şu sözleri oldukça ilginçtir: “Faraza lisan-ı Arabî tekemmülü farz veya vacip olsa ve Farisi istimali sünnet-i seniyye makamında kıyam bulsa lisan-ı Türkî telaffuzu müstehab…”Osmanlıların yabancı dil öğrenememelerinin altında yatan sebep dini gerekçeler olmadığı halde, dine, dini taassuba dayandırılmıştır. Hemen hemen bütün araştırmalar bu yöndedir. Aslında bunun kaynağı İslâm hukukunda bir Müslüman’ın “diyar-ı küfr” olan Hristiyan memleketlerinde uzun süre oturmalarının hoş karşılanmamasıydı. Dolayısıyla bu durum yabancı dil öğrenimine de yansımıştır. Bu açıdan dinsel bağlamda bir Batı dilinin ve yazı sisteminin öğrenilmesi Müslümanları dinden çıkarma tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Böylece İslâmi gelenek Osmanlı’nın Batı’yı kendisine uyarlama çabasına ket vurmuştur. Osmanlılarda yabancı dil meselesi üzerinde yapılan yorumlardan biri de “bir milleti taklit eden onlardan biri olur” anlayışının Batılı uygulamaları taklit etmek ve bununda bizatihi küfre ve İslâm’a ihanet olarak anlaşılmasıdır. Hatta büyük Şeyhülislâmlardan Ebussuud Efendinin şu iki fetvası bu konuda oldukça açıktır. “Mesele: Padişah-ı âlem-penâh hazretleri bir diyarı feth ettikte bazı Müslümanlar ol diyarda mütemekkin olup, ol diyarın dilince tekellüm eyleseler şer’an nesne lazım olur mu? El-cevap: Gayet muztar olup ehl-i İslâm’a dini tefhime kadir olmayıp mühim olan maslahatı ilâm edince ruhsat vardır. Soru: Müslim kâfir dilince zaruretsiz tekellüm eylese, nikâhına zarar olur mu? Cevap: Zararı mahzdır. Küfrüne hükme olunup avreti tefrik olunmaz.”
Görüldüğü üzere devletin en güçlü devrinde yapılan bu yorumun, yabancı dile karşı takınılan bu olumsuz tavrın sebebi aşırı güven ve Batı’yı küçümseme zihniyeti ile açıklanabilir.Yine XVII. yüzyılın ikinci yarısında bir Fransız soylusuna esir düşen Süleyman adındaki Mısırlı bir yeniçeri, geri dönüşünden sonra kaleme aldığı eserinde Hristiyanlara yakınlık beslemekle suçlanacağını düşünerek deneyimlerini dile getirmekten çekindiğini anlatmaktadır.III. Selim devrinde Osmanlı Devleti’nin modernleşmesi sürerken Vak’anüvis Asım Efendi’nin Fransızca öğrenenleri “bazı kısa akıllılar” olarak nitelendirmesi Osmanlı aydınlarının meseleye bakış tarzını göstermektedir. Yabancı dil öğrenme meselesi hakkında Tanzimat devrinde büyük adımlar atılmış olmasına rağmen hâlâ “ecnebi bir lisan okumak ulemaya menafi görülmekte olduğundan” Ahmet Cevdet Paşa gizli gizli Fransızca çalışırdı.Yine Sadrazam Said Paşa, Fransızca öğrenmeye çalıştığı sıralarda, Ayasofya Camii’nde ders dinlerken Fransızca Elifba’sını düşürmesiyle arkadaşlarından birinin “aman koynuna sok, arkadaşlar görürse dayak atar” demesi bu taassubu açıkça gözler önüne sermektedir.Hâlbuki Hz. Muhammet, Yahudilerle yapılan antlaşmalar ya da onlar tarafından gönderilen mektupların İbranice veya Süryanice yazılmış olmasından dolayı kâtibi Zeyd b. Sabit’ten İbranice ve Süryanice öğrenmesini istemiştir. Bu durumda yabancı dil öğrenmeme alışkanlığı İslâm dini anlayışından çok dini taassubun bir sonucu olarak gözükmektedir.Ortaylı, Osmanlıların yabancı dil öğrenememelerinin sebebini sadece üstünlük ve gururla açıklanamayacağını, bunda birazda Osmanlı tüccar gruplarının uluslararası ticarette yaygın olarak faaliyet gösterememesi olarak yorumlamıştır.

İslâm dünyasının Batı dillerine karşı gösterdiği duyarsızlık sadece Osmanlılarla sınırlı kalmamıştır. Endülüs’te bile bu ilgisizlik mevcuttur.Osmanlılar gayrimüslim dilleri öğrenmeyi reddetmiş olmalarına rağmen sayısı azda olsa Batılı dillerde yazılmış eserlere başvurmuşlardır. Fakat batılı kaynaklara başvuranların sayıca az olmaları ve etraflarında eğitilebilecek bir grubun olmaması ayrıca bir talihsizliktir. 1640 yılına kadar hiçbir Osmanlı tarihçisi batılı yazarların Osmanlı Devleti üzerine neler kaydettiklerini dikkate almamıştı. İlk kez İbrahim Peçevi(1574-1650) bu konuda Macar tarihçilerine başvurmuştur.Yine Peçevî gibi XVI. yüzyılın seçkin okumuşlarından Feridun Bey, Hasan b. Hamza ve Ali b. Sinan’a bir Fransa tarihi tercüme ettirmiştir. XVII. yüzyılın sonunda Latince, Yunanca, Fransızca bilgisiyle Hezarfen Hüseyin Efendi Batı kaynaklarından yararlanmış Tenkihü’t-Tevarih-i Mülûk adlı dünya tarihinin Yunan, Roma, Bizans’la ilgili kısımlarını Yunanca ve Latince den çevirttirmiş, çağdaşı olan Kont Marsigli, Dimitri Cantemir, Galland gibi Avrupalı âlimlerle görüşmüş, fikir alışverişinde bulunmuştur.Batılı eserlerden faydalanan Osmanlı aydınları arasında Kâtip Çelebi de anılmalıdır. Kâtip Çelebi, Düstûrü’l-Amel’e zeyl olarak kaleme aldığı İrşâdü’l-Hayara ila Tarihi’l-Yunan ve’n-Nasara adlı küçük eserinde Hristiyan Avrupa’nın gittikçe kuvvet kazanmasına karşın, İslâm tarihçilerinin bu âlemi boş ve yanlış sözlerle tasvir etmesine üzülerek din kardeşlerini, “gafletten uyandırmak” için bu kitabı yazdığını belirtmiştir.Kâtip Çelebi’nin Avrupa tarih ve coğrafyasıyla uğraşması onu Avrupa kaynaklarını incelemeye sevk etmiş ve Fransız rahibi iken Müslüman olan İhlasî Mehmed Efendi de kendisine yardımcı olmuştur. Osmanlı Devleti, diplomatik ilişkilerin “vazgeçilmezi” olan Divan-ı Hümâyûn ve Donanma Tercümanlıklarını Rum Ortodoks Fenerli Beylere bırakmıştı. Fakat zaman zaman bu tercümanların sadakatlerinden emin olunamıyordu. İmparatorluk eğitim sisteminde de yabancı dil okutulmadığı için bu tercümanlara mecbur kalınıyordu. Bu durum 1821’de açılmış olan Babıâli Tercüme Odası’na kadar sürmüştür. Babıâli Tercüme Odası’nın açılmasıyla tespit edebildiğimiz ilk nizamnamesi 17 Aralık 1824’te yapılmıştır. İlk defa Lisan Mektebi denemesi bu tarihte yapılmıştır. Buna göre Babıâli Tercüme Odası ilk kuruluş yıllarında biri Beylikçi Efendi’nin nezaretinde dil öğrenecek memurların devam ettiği Lisan Odası ve diğeri de buradan mezun olup tercüme işleriyle meşgul olacak mütercimlerin çalıştığı Tercüman Odası olmak üzere iki birimden oluşmaktaydı. Lisan Odası’nda dil öğrenen memurlar, mütercim olarak Tercüman Odası’na alınır ve burada eksikliklerini tamamlarlardı. Bu mütercimler Tercüman Odası’nda tercümeleri “tebyiz” ve ceridelere kayd etmek ve boş kaldıklarında birbirleriyle Fransızca konuşup dil bilgilerini ilerletmek zorundaydılar. Tercüman Odası’nda çalışan memur bir başka göreve atandığı zaman yerine Lisan Odası’ndan diğeri atanacak ve böylece Tercüman Odası bağımsız bir birim haline getirilecektir. Tercüman Odası’nda tercüme edilen evrakın eskisi gibi kaybolmayarak kaydı tutulacak, evrakın müsvedde ve asılları torbalarda muhafaza edilecekti. Tercüman Odası mensuplarına ait olan maaşlar da kişilere değil memuriyetlerine ait olacaktı. Tercüme Odası’nda çalışan mütercimler izinsiz olarak göreve gelmediklerinde ya da tercüme ve tekellüme “ez can-ı dil” çalışmadıkları zaman Oda’dan atılacak ve yerine Lisan Odası’ndan diğeri atanacaktı.

Tercüme Odası’nın çalışmaları Başhoca İshak Efendi ve Zenob’un idaresi altında 1824’teki yenilikler doğrultusunda beş yıl daha devam etmiştir. Yahya Naci Efendi ile birlikte hepsi Mühendishane kökenli olan bu tercümanları Findley “marjinal kimseler” olarak nitelendirmiştir. Bununla beraber Zenob’un idaresi altında bulunan “Lisan Odası” vasıflı tercümanlar yetiştirmek bakımından pek başarılı olamamıştır. Lisan Odası’nda 500 kuruş maaşla ders veren Ermeni Zenob’un derslerini takip edenlerin “şimdiye kadar tekellüme muktedir olamayıp bir semere hâsıl olamamış” olması, Zenob’un “Katolik habislerinden” olması ve “bedhah gürûhundan” bulunmasıyla Zenob’un Babıâli’ye gelip gitmesinin mahsurlu olacağı düşünülerek görevinden alınmış ve İstanbul’dan sürülmesine karar verilmiştir. Yine aynı belgede Tophane-i Amire’de de Fransızca öğretilmekte olduğundan bahsedilerek Lisan Odası’nın gereksiz olduğuna karar verilmiştir.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
dil, geleneği, osmanlılarda, Öğrenme


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Öğrenme, Öğrendiğini Unutma,Yeniden Öğrenme Kızın1i Kişisel Gelişim 0 08 Aralık 2012 20:40
Osmanlılarda Temizlik Zen Tarih 0 21 Ekim 2012 19:34
Osmanlılarda Hayır Eserleri Rüzgar Tarih 0 20 Haziran 2012 09:28
SSK Prim Öğrenme, SSK Gün Öğrenme, SSK Hizmet Dökümü Süslü Sağlık Köşesi 1 21 Kasım 2010 21:01
İlk Osmanlılarda inanç AngeLus Ödev ve Tezler 0 25 Aralık 2009 16:11