IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 28 Mayıs 2014, 02:24   #1
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Osmanlı Önce Ekonomide Yenildi




Halil İnalcık’a göre, “altı yüzyıllık Osmanlı tarihinin bölümlenmesinde, 1300-1600 arasındaki klasik çağ, otokratik ve merkeziyetçi yönetimi, emir ve kumanda ekonomisi ile, belirgin ve kendi içinde bütünlüklü bir dönemdi; buna karşılık daha sonraki ‘gerileme’ döneminde, bu geleneksel siyasi kuruluşun yapıtaşları bir dönüşüm sürecine girdi...

onyedinci yüzyıl bir geçiş dönemi karakterine büründü ve kapsamlı değişimlere tanık oldu”. Merkeziyetçi yapıyı yeniden canlandırma girişimleri olduysa da, başarılı olamadı. Uzun süreli savaş dönemleri, örneğin 1683 ve 1699 yılları arasında yaşanan savaşlar gibi, sistemi ciddi krizlerin içine soktu.

18. yüzyıla gelindiğinde ise, “taşra eşraf ve ayan ‘hanedan’larının yerel güçler olarak sahneye çıkmalarıyla birlikte, hayli değişik, bir bakıma merkeziyetçiliğini kaybetmiş bir Osmanlı İmparatorluğu ortaya çıktı”.

Bu dönemde, “Osmanlıların Avrupa’ya ve Avrupa uygarlığına ilişkin tutumları da radikal biçimde değişti. İlk defa bu dönemde Osmanlılar Avrupalıların üstünlüğünü kabullenerek batı usullerini taklit ve iktibas yoluna gittiler.

Bu, Osmanlı devletinin ayakta kalabilmesi için giderek Batılı güçlere bağımlılaşmasına yol açtı. Ondokuzuncu yüzyıl, hem Osmanlıların gerek siyasal ve gerekse ekonomik bakımdan Batı’ya bağımlılığının artışına tanık oldu, hem de batılılaşmaya yönelik radikal reformlara sahne oldu”.

Osmanlı İmparatorluğu, “çağdaş Avrupa’nın biçimlenmesine de önemli ölçüde katkıda bulunmuştur”.

İmparatorluğun Avrupa’daki hasımlarına, Habsburg’lara, karşı ittifak içinde oldukları ülkelere verdiği ticari ayrıcalıklar (kapitülasyonlar), her ne kadar bu dönem verilen ayrıcalıklar mali bağımlılık yaratmadıysa da, Venedik, Fransa, İngiltere ve Hollanda’da “ulus-devletlerin merkantilist-kapitalist büyüme süreçlerinin ilk aşamasına damgasını vurdu”. Nitekim batıda ilk tutunan ve ekonomik gelişmenin sürükleyicisi olacak olan “imtiyazlı şirketler, Levant kumpanyalarıydı”.

İşte bu değişim sürecini iyi anlamak gerekiyor. Yoksa, 16. yüzyılda dünya ticaretinde “belirleyici” bir rol oynayan “süper güç” Osmanlı İmparatorluğunun 18. yüzyılda Batıya karşı mali açıdan tökezlemeye başlamasını ve takip eden zaman diliminde de Batı karşısında “ekonomik önem bakımından ilk sıradan ikinci sıraya” düşmesini izah etmek zor olacaktır.

Çok erken dönemlerde, 19. yüzyıl ortalarında, sorgulanmaya başlandı: Batı Avrupa’da kapitalizm gelişirken, dünyanın diğer taraflarında neden bu gelişme sağlanamadı?

Bu konuda yüzlerce kitap yazılmış, binlerce makale kaleme alınmıştır. Sorun, başlangıçta tamamen ve hatta şimdilerde bile önemli ölçüde, Avrupa merkezli olarak ele alınmıştır. Sorunun adı “Doğu sorunu” olarak konulmuş, daha sonraları da genişletilerek “müstemleke” ve sömürgecilik şeklinde biçim almıştır.

Avrupa kapitalizmine acımasız eleştiriler getiren Karl Marks bile, Doğu sorununu işlediği yazılarında, Hindistan örneğinde çok açık ifade edildiği gibi, “donmuş sınıfsal yapıların parçalanması ve kapitalist gelişmelerin zorla da olsa bu ülkelerde ortaya çıkmasını” insanlığın geleceği açısından kutsamış ve hatta alkışlamıştır.

Avrupa merkezci yaklaşımlar, önce Batıda eleştirilmeye başlanmış ve özellikle de Doğu toplumlarının tarihi üzerine yapılan araştırmaların yaygınlaşmasıyla, daha da önemlisi sömürgeciliğe karşı yükselen ulusal direnişlerle birlikte aşılmış ve terk edilmeye başlanmıştır.

Bu çalışmada, tarihsel süreç içinde son dönem yapılan araştırmaların ışığında, Osmanlı ile Batı arasındaki ekonomik mücadelede neyin ne zaman kaybedildiğini ve “gerileme” dönemi olarak adlandırılan sürecin içinde yaşanılanları kısaca sorgulamaya çalışacağız.

Ticaretin klasik dönem Osmanlı İmparatorluğunda son derece önemli bir olgu olduğu, üretimin de lonca sistemi ile birlikte önemsendiği, para kullanımının kırsal kesimde ve hatta göçebeler arasında bile yaygınlaştığını biliyoruz.

Yüzeysel olarak bakıldığında, bu özelliklerin aynı dönemde Batıda da var olduğu görülmekte. Ama Batı ile Doğu arasında daha bu dönemde bir farklı oluşum olduğu da, dikkatli hiçbir gözlemcinin, atlamaması gereken bir yandır:

Batı Avrupa’daki krallıkların neredeyse tamamında merkantilizmin sürükleyici unsuru olan tüccar ve üretici kesim, ülkelerinin tüm karar alma mekanizmalarını doğrudan etkileme şansına sahip ve bu mekanizmaları ekonomi ile ilgili konularda yönetme iddiasındadır. Bu nedenledir ki, kapitalizmin gelişme tarihini inceleyenler, bu tarihi 12. yüzyıla kadar geri götürmektedirler.

Osmanlı’da ise, ne loncalar ne de tüccar taifesi İmparatorluğun karar alma mekanizmalarını yönetme şansına ve yeteneğine hiçbir zaman sahip olamamışlardır.

İnalcık ve Quataert, Batı ile Osmanlı arasında ortaya çıkan farkı şu şekilde özetliyor: “Amerika’nın bütün o ucuz gümüş, pamuk ve şeker kaynaklarıyla Atlantik ekonomisinin yükselmesi ve hepsinden önemlisi Avrupa’nın güttüğü saldırgan merkantilist politika, Osmanlı para sistemini çökertti ve onyedinci yüzyılda çarpıcı değişimlere yol açtı”.

1750 ile 1850 yılları arasında Osmanlı dış ticaretinde mutlak miktar açısından büyük bir artış ve uluslararası ticaret hacminde görülmedik düzeylere yükselme gözlenmesine rağmen, süreç Osmanlı’nın aleyhine işlemeye başlamıştır.

Osmanlı’da, gelişkin bir para ekonomisinin erken dönemlerden itibaren oluşmasına rağmen, merkantilizmin gelişmemesinin sebepleri, bilim adamlarını hala meşgul etmektedir.

Büyük malikanelerin varlığına rağmen, tüm Osmanlı tarihi boyunca pazarlanabilir ürün fazlalarının büyük kısmının küçük işletmelerde, çift-hane birimine dayalı bir toplumsal formasyon içinde, “aile emeğine dayalı köylü çiftliğinde” üretilmiş olması dikkat çekmektedir.

Yararlandığımız yazarlarımızın şu tespiti, sanırım, dikkatinizi çekecektir: “Osmanlı devleti, Avrupa’nın geniş ekonomik ve askeri alanlarda gösterdiği olağanüstü gelişme ve yayılmanın etkilerinden ilk etkilenen Asya imparatorluğu oldu. Bir yandan merkantilist Batı, ekonomisi bu hayati pazarı kaptırmamaya ve sömürmeye bağlanırken, diğer yandan Habsburg ve Rus imparatorlukları, yeni ve ileri savaş teknolojisinin sağladığı olanaklarla, Osmanlı İmparatorluğu’nu istila ve paylaşmaya yönelik saldırgan askeri bir politika izlemeye koyuldular. Böylece, daha onsekizinci yüzyılın başlarında Doğu Sorunu Avrupa siyasetine girdi ve doğrudan doğruya imparatorluğun varlığının sürüp sürmemesi sorunu gündeme geldi. Avrupa hegemonyası, Osmanlı İmparatorluğu’nu üstünlük konumundan derinleşen bir bağımlılık konumuna itti. Bu krizden bir çıkış yolu bulmak amacıyla Osmanlılar, önce askeri, sonra da idari örgütlenmelerini değiştirmeyi denediler. Böylece, Osmanlılar açısından, geleneksel bir Müslüman toplumunun ne ölçüde Avrupa’nın yolundan gidebileceğini belirleme çabası anlamında, Batı Sorunu diye ifade edebileceğimiz bir durum ortaya çıktı”.

Sorun, tarihin bu döneminde, “Müslüman bir toplumun” Avrupa’nın yolundan gidebilme sorunu olmaktan çok daha derin ve karmaşıktır.

Kısaca özetlenen bu neredeyse üç yüzyıllık serüvenin içinde yer alan bazı önemli kavşaklara göz atmanın faydası vardır.

Böylelikle, tarihsel süreçte kolayına tasfiye edilemeyen bir imparatorluğun nasıl dönüşüme uğradığını, yapılan hataları, adım atmaktaki gecikmeleri – ki hala devam eden bir hastalıktır, en önemlisi de Batıya nasıl bağımlı hale geldiğimizi biraz daha yakından izleme imkanımız olacaktır.

Bu dönemle ilgili yazdıklarımızı okurken, Cumhuriyetin kuruluş dönemi hariç, son elli yıllık serüvende de benzer hataların yapılıp yapılmadığını ve en acısı hatalarda ısrar edilip edilmediğini düşünme fırsatı verecektir.

Batıda gelişen savaş teknolojileri, Osmanlı’nın da savaşlarda yenilmeye başlamasına yol açmıştır. Bu savaş teknolojilerindeki gelişmeyi yaratan ise, Avrupa’daki merkantilizm ve bu temelde dünya ekonomisini kontrol altına almaya çalışan ekonomik hakimiyet hırsı idi.

Merkantilizmden sanayi devrimine doğru yol alan Batı, “altın buzağı”ya tapmaktadır. Milyonlarca insanı, hem kolonilerde hem de kendi ülkelerindeki milyonlarca insanı, sömürme ve yok etme pahasına da olsa, kar etme ve zenginliğin gücünü elde etme hırsı, tarihin bilmediği bir anlayışa sahiptir.

Halil İnalcık, gelişmeyi şu şekilde anlatıyor: “Osmanlı diplomasisinin ... temel prensibi, iki cephede birden savaşmaktan kaçınmaktı... Osmanlıların Habsburglar’la uzun ve yıkıcı bir kapışma (1593-1606) içinde olduğu bir sırada, 1603’te Şah Abbas’ın da savaş ilan edip Azerbaycan’daki bütün Osmanlı fetihlerini geri alması, bu politikanın çöküşü demekti. Onun için, 1606’da Habsburglar’la yapılan Zsitva-Törok andlaşmasını, Osmanlılar için talihin dönüşü ve gerilemenin başlangıcı saymak yanlış değildir... Bu noktada Osmanlı gerilemesinin, üstün Avrupa askeri teknolojisinden olduğu kadar, Batı Avrupa’nın modern ekonomik sisteminden de kaynaklandığını kaydetmeliyiz. Osmanlı ekonomisinin ve para sisteminin 1600’lü yıllarda uğradığı çöküntünün ardında, bu sırada Doğu Akdeniz’de Venediklilerin yerini alan Batı ülkelerinin saldırgan merkantilist ekonomileri yatıyordu”.

Zaten, “üstün Avrupa teknolojisi”ni yaratan da, aynı ekonomik sistem değil midir?

Bu süreci besleyen Osmanlı iç sorunları yok mudur?

Vardır.

Miri toprakların devlet denetiminden mülk vakıf statüsüne geçirilmesi gibi toprak sistemini giderek bozan uygulamalar bunların başında geliyordu. Ama, daha beteri, uzun savaş yükünü taşımakta zorlanan Osmanlı maliyesinin, bu savaşlar nedeniyle yıkıcı sonuçlarla karşılaşmasıydı.

Savaşlarda giderek ateşli silah kullanılması, yeniçeri sayısını arttırmış ve yanı sıra da sekban denilen para asker sayısında da muazzam artışlara neden olmuştu. Savaşların olmadığı dönemlerde de, bu paralı askerler İmparatorluğun içinde asayişsizliğin gelişmesine neden olmaya başladılar.

Tımar sisteminin önemini yitirmesi ve çökmesi sonucu, sipahiler de bu güruhlara katılarak celali isyanları diye bilinen ve kırsal nüfusta azalmalara neden olan, tarımın yıkıma uğramasına yol açan gelişmeler ortaya çıktı. Bütün bu faktörlerin savaşlarla birleşmesi sonucunda Osmanlı sistemi adeta felç olmuş ve ilk kez 1590 tarihinden itibaren, daha önceleri hiç görülmeyen, hazinede muazzam açıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

“Osmanlı mali istikrarını darmadağın eden bir etmen de”, der Halil İnalcık, “gümüş paranın tağşişiydi”.

1580 sonrasında Avrupa’dan ucuz gümüş akışını başlıca neden olarak gösterse de, savaşların merkezi hazinede yol açtığı devasa açıkların tağşiş olayında, yani gümüş sikke içindeki gümüş miktarını azaltmak, baş etken olduğu biliniyor. İnalcık eklemektedir: “Bu kargaşalıklar sonucu onyedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, artık onaltıncı yüzyıldaki hayat gücüne sahip değildi. Ortaçağa özgü koşulların doğurmuş olduğu tımar sistemi bir daha onarılmaz biçimde parçalandı. Yerini, paralı tüfekçilerden oluşan bir ordu ile, gitgide nakdi vergi tahsilatına kayan bir merkezi hazineye bıraktı. Osmanlı akçesinin yerini Avrupa paraları aldı ve ekonomi, Avrupa merkantilizminin yörüngesine girdi.”

Bununla da kalınmaz, bir nevi iç borçlanma sistemi olan iltizam ve mukataa sistemi gelişmeye başlar.

Burada, yine İnalcık’ın değerlendirmelerinden yararlanarak, Osmanlı bakış açısı ile Avrupa’da oluşan zihniyet arasındaki farkı ortaya koyan bir saptama daha yapalım: “... batılı merkantilist hükümetler(i) Osmanlı Devleti’nden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle, Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında miri devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı.”

Batının homo economicus kavramı yerine, Osmanlı’nın reayanın refahını her şeyin üstünde tutan değerler sistemi arasındaki farkı tartışan İnalcık, bu farkın tezahürünün de, “yoksul ve muhtaçları gözetmek, gelecek nesillerin refahına kaynak tahsis etmek ve cemaat yaşantısını iyileştirmeye çalışmak” şeklinde olduğunun altını çizmektedir.

Sonuçta, gelişmiş bir para ekonomisine sahip olduğu ve kapitalist piyasa ekonomisi uygulamalarına imparatorluğun içinde rastlanıldığı halde, “Batı’dakine paralel herhangi bir gelişme Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkmamaktadır”.

Halil İnalcık eserinde daha da ileriye giderek, Avrupa merkantilizmi ile “Osmanlı bolluk ekonomisi” arasındaki ayrımı ortaya koyar: “Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin, Batılı ulusların Levant’da (yani Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde) faaliyetleriyle birlikte belirli bir değişime uğraması ve doğrudan doğruya kapitülasyonlar rejiminin de bu arada yeni bir yönelime girmesi kaçınılmazdı. Ulus çapında bir anonim şirket gibi düşünülen ve yönetilen ulusal ekonomi kavramından yola çıkan Batı merkantilizmi, İtalya’daki ilk filizlerine kıyasla kapitalizmin daha ileri bir biçimini temsil ediyordu. Merkantilizm, Osmanlıların ekonomik anlayışıyla tam bir tezat teşkil ediyordu. Batı ekonomileri, Osmanlıların ekonomiye ilişkin bu anlayışlarından azami ölçüde yararlanarak kendi merkantilist politikalarını geliştirip kendi kapitalist çıkarlarına avantaj sağladılar.”

Merkantilizm, servet birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine verdiği önemle gelişir ve Batının sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine doğru evrimleşmesini sağlar. Doğuda ise, ülke refahı için gerekli olan piyasalardaki altın ve gümüş bolluğu ve temel, zorunlu ihtiyaç maddelerinin karşılanabilirliği önemli idi.

Doğu ile Batı arasındaki bazı benzerliklere rağmen, der İnalcık, “Osmanlılar ile merkantilistler arasındaki temel fark, Batı’da bir ülke ekonomisinin global olarak bir anonim şirket gibi düşünülmeye başlaması, bilanço toplamının ülke lehine olmasına önem verilmesi ve bunun kıymetli madenler ile dayanıklı mallar olarak hesaplanır hale gelmesiydi”, ki bu anlayış daha sonra yükselecek olan “ulus-devletlere bir model oluşturmuştu”.

Ekonomiyi bir bütün olarak göremeyen Osmanlılarda, yerli sanayii koruma ve himaye fikri de gelişmez. İthalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyor ve bunun sonucu olarak da Batılı tüccarlara çok rahat kolaylıklar sağlanıyordu.

Bütün bu farklılıkların sonucunda, Doğu ile Batı arasında bir tezat ortaya çıkar: “... bu tezat daha çok bir himaye ve kumanda ekonomisi ile, düzenleyicilik değil, özgürlük aracılığıyla bolluğa ulaşmaya çalışan bir burjuva toplumunun laissez-faire ekonomisi arasındadır”... “Daha ucuz ve kaliteli mal üretebilen yeni teknolojilerin gelişmesini teşvik eden” ve bunun sonucunda da genişleme ve rekabeti hedef alan Avrupa karşısında Doğu sanayileri çaresiz kalacaktır ve Doğuya ucuz sanayi ürünleri ithalatında patlama yaşanacaktır.

Şunu belirtmekte fayda var: Osmanlı’nın klasik döneminde kapitülasyonların oynadığı olumsuz rol, bu dönem ekonomik faaliyetlerin içinde görülmez.

Tarihin akışı içinde olumsuzluklar ortaya çıkar. Hele de 19. yüzyıl başlarında, örneğin İngilizlerle, imzalanan anlaşmalardan hem içerik hem de yakın vadeli sonuçlar itibariyle çokça farklıdırlar.

İmparatorluğun son yüzyılındaki kapitülasyonlar, bir ekonomik esaret belgesidirler. Osmanlının klasik çağında ise, karşılıklılık temelinde birer anlaşmadır kapitülasyonlar ve Türkçe’deki ifadesiyle de ahidname olarak adlandırılırlar.

Yukarıda bahsettiğimiz sorun ise, bu tür anlaşmaların (kapitülasyon) bizatihi kendisinden kaynaklanan bir sorun olmasında değil; Avrupa’da yaşanan ekonomik gelişmeleri fark edemeyen imparatorluk yönetiminin ülke içinde sanayii geliştirmek yerine, üstelik de zamanla çok büyük ölçekli mali transferlere ve dış ticaret açıklarına neden olacak eski bir anlayışı sürdürmesindedir.


Yoksa, klasik dönem Osmanlı İmparatorluğunun imzaladığı kapitülasyonların, dönemin siyasi şartları içinde Osmanlı’ya faydası olmuştur ve hatta imparatorluğun güç kullanma ve Avrupa krallıklarını birbirine karşı kullanma aracı olarak da müspet bir rol oynadığı bilinmektedir. İnalcık da, eserinde, bu dönem kapitülasyonları hakkında, dönemin kendi şartları içinde, çok olumsuz sözler ifade etmez.

Avrupa ile ticari anlaşmaların tarihi de oldukça eskilere uzanmaktadır: Bilinen ilk ticaret ayrıcalığı (kapitülasyon), Cenovalılara Orhan Bey tarafından 1352’de verilmiştir.

Bursa’nın tarihi, Osmanlıların ticaret ve üretim tarihini anlamak açısından son derecede önemlidir. Bursa, daha fethedildiğinin hemen ertesinde, uluslararası ipek ticaretinin bir antreposu ve dokumacılıkta da dünya çapında iş yapan bir merkez konumundaydı.

Bursa’nın tarihi, bu anlamda, Osmanlı ticaret ve sınai üretiminin gelişme çizgisini tek başına görmemizi sağlayan ve inişleri çıkışları ve bunların sebeplerini anlamamızı temin eden örneklerle doludur. İnalcık, eserinde, bu nedenlerle “Bursa ve İpek Ticareti”ne uzun bir bölüm ayırır.

Bursa, sonraki yüzyıllarda da, imparatorluğun adeta aynası olma işlevini sürdürecektir. Bursa’dan ticaret yüzyıllar boyunca coğrafyanın her yönünde sürecektir; tabii ekonomik gelişmelerin ve savaşların izin verdiği ölçüde.

1600’lü yıllara gelindiğinde manzarayı şu şekilde özetler İnalcık: “Hollanda ve İngiltere sanayiinin sağladığı daha yüksek kalitede ve daha ucuz mallar karşısında Osmanlı ekonomisi, yünlü kumaş ve sof, çelik ve öteki maden mamulleri, özellikle gümüş üretiminde rekabet gücünü tamamıyla kaybetti. Keza, Kanarya adaları ve Brezilya’daki plantasyonlardan gelen ucuz şeker karşısında Kıbrıs ve Mısır’daki şekerhaneler kapandı. Kapitülasyon rejimi altında Osmanlı açık-kapı politikasının sonucu olarak, yerli sanayii iyileştirmek ve himaye etmek amacını güden herhangi bir ekonomi politikası uygulanmadı. 1630’lara doğru Osmanlı ülkesi ... bir ekonomik düşüş gösterdi... düşüş, temelde, Batı’da yükselen modern kapitalist sistem karşısında Osmanlı’nın zamanı geçmiş bir Ortaçağ gelenekçi sistemine inatla bağlanması sonucu olarak gözükmektedir.”

Batı, artık sömürgelerinden gelen ucuz mallarla dünya ticaretinde hızlı bir yükseliş trendi yakalamış ve bunun karşısında Ortadoğu ticareti de önemini kaybetmeye başlamıştır.

Başka araştırmacılar da, örneğin Suraiya Faroqhi, benzer görüşleri paylaşmaktadır: “Bilim adamları Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisaden, 16. yüzyıl başında genişlemekte olan Avrupa ekonomisinin uydusu olmadığı konusunda genellikle fikir birliği içindedir. Aynı şekilde, 1840’a gelindiğinde de artık bunun tam tersinin geçerli olduğuna ilişkin de genel bir fikir birliği vardır... Osmanlı zanaatlarının büyük ölçekli bir yıkıma 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında uğradığı anlaşılmaktadır, daha önce değil.”

Faroqhi, 17. yüzyıldaki gelişmeleri özetlemeye devam eder: “17. yüzyılın büyük bölümünde Batı ve Orta Avrupa’nın oldukça fazla sayıda bölgesi ve sanayisi bir depresyon konağından geçmekte olduğu için, Avrupa’nın iktisadi etkisi sınırlı kaldı. Osmanlı tarafında ise, 17. yüzyılda Osmanlı devleti Avrupa’nın, bölgesine sınırsız bir şekilde nüfuz etmesini önlemeye yetecek askeri güce sahipti. Osmanlı tüccarları el sanatları sanayilerini organize etmeyi ve etkin dağıtım şebekeleri kurmayı başarmışlardı; Osmanlı pazarlarına girmeye çalışan Avrupalı tüccarlar karşılarında genellikle zorlu rakipler buluyorlardı.”

17. yüzyılda belirgin bazı değişiklikler yaşanmaya başlar: İzmir, basit bir kaza merkezi olarak bırakılmış ve bu vasfıyla da üst mevkilerdekilerin işe karışmasından uzak duran bu küçük liman kasabası, gelişmeye başlar.

İzmir giderek hem ticarette hem de üretimde Bursa’nın yerini alacaktır. Akdeniz’de İngilizler Venediklileri gölgede bırakır. Denizde Osmanlı hakimiyetinde gerileme başlar, sadece askeri açıdan değil taşımacılık açısından da bu böyle olur: “Osmanlı padişahları Akdeniz’de yüreklere korku salan bir donanma bulundurmaya devam ettikleri halde, Osmanlı gemi taşımacıları imparatorluk limanları arasındaki kıyı ticaretini Avrupalı rakiplerine kaptırdılar. Bu durum tonaj eksikliğinden değil, siyasi etkenlerden kaynaklanmaktaydı... Osmanlı kıyı ticaretinde ‘kervan’ denilen Avrupa gemilerinin kullanılması uygulaması tercih ediliyordu...Osmanlı İmparatorluğu’nun dahili kıyı ticaretinde Avrupa gemilerinin bu şekilde kullanılması, yerli armatörlerin iş fırsatlarını kısıtlayarak ithal yarı-mamul mallara bağımlılığı artırdı.” 17. yüzyılın başka bir farklı göstergesi de, “gayrimüslimlerin ticari faaliyetlerindeki artıştır”.

Üstelik, imparatorluğun tebaası olan gayrimüslimlerin ticari etkinliklerinin artmasının yanı sıra, Venedikliler, Fransızlar, Hollandalılar, İngilizler ve hatta Hintliler de ticari etkinliklerini artırırlar.

Osmanlı’da, Avrupa’da modern dönem öncesi görülen “toplumsal tabakalar” ile karşılaştırılabilecek bir kurum olup olmadığını tartışan Faroqhi; ulema dışındaki bütün yönetici kesimin mal ve mülklerinin sık sık padişah tarafından müsadere edilmesi, kalıtsal bir soyluluk bulunmaması, siyaset sınıfı içinde yer alanların en az birkaç kuşak kalıcı ve kabul edilmiş bir konum edinme imkanlarına sahip olmaması gibi olguları anlatır. Bazı benzer gelişmeler gözlenirse de, Osmanlı toplumunun Batı’dan keskin çizgilerle ayrıldığına kuşku yoktur.

17. yüzyılda Osmanlı toprak sistemindeki çözülme, vergi toplamada iltizam ve malikane sisteminin ağırlık kazanması neticesi, giderek artmıştır. Taşrada “siyasal hane halkları”nın giderek daha fazla dikkat çekmesi ve bunların reislerinin güç, özgüven ve itibar kazanmaları tesadüf olmasa gerek. Faroqhi, bu dönemi şöyle anlatır: “17. yüzyıldaki ademi merkezileşme taşrada Osmanlı hakimiyetinin zayıflamasına yol açmadıysa, bu kısmen merkezde yetkinlik konusunda elde edilen kazanımlar sayesinde olmuştur”.

Merkezin bürokratik gücünün giderek arttığı bir dönem olarak ortaya çıkıyor 17. yüzyıl. Şu veya bu şekilde ticaret yaygın olarak yapılıyorsa da, Batı’da örnekleri görülen türden bir sermaye birikimine izin verilmez.

18 yüzyılla ilgili olarak, başka bir araştırmacı, şu tespiti yapmaktadır: “Osmanlı devleti, hassas dengeler üzerinde duran uluslararası şöhretini 18. yüzyılın büyük bölümünde başarıyla koruduktan sonra hızlı bir bozulma yaşanmaya başladı”.

McGowan, incelediği 18. yüzyılı değerlendirirken şu özeti yapar: “”1699-1812 dönemini kapsayan ‘uzun’ yüzyılı ikiye bölersek, iki parçayı birleştiren dikiş Katerina’nın Osmanlılarla yaptığı birinci savaştır (1768-1774)... Osmanlı 18. yüzyılının ekonomik tarihinde de aynı sıralarda, çok da belirgin olmayan bir bölünme hattı ortaya çıkmaktadır. Yüzyılın ilk altmış yılında cam, sabun, şeker, barut ve kağıt gibi bir takım yeni teknolojilerin gösterişsiz ama inandırıcı ilk adımlarına tanık olunmuştu. 1760’lardan sonra ise bu çabalar duraksamış, hatta bazı durumlarda gerilemiş görünmektedir.”

Bu yüzyıl, olumlu ve olumsuz gelişmelerin iç içe ortaya çıktığı bir yüzyıldır. Haremin vezirler üzerindeki uzun süredir artarak devam eden nüfuzu kalkar ve “kafes sistemi”ne de son verilir. Yeniçeri teşkilatı artık neredeyse askerlik hariç her şeyle uğraşmakta, esnaflık yapan, ticaretle uğraşan “bir tür milis gücüne dönüş”müş bulunmaktadır.

En dikkate değer gelişme, 18 yüzyılda, Sırp, Romen ve Yunanlıların giderek fethedilmiş uluslar olduklarının bilincine varmaya başlamalarıdır.

McGowan, bu kesimlerin Avrupalı tüccar ile kurdukları ilişkilerin böylesi bir bilinçlenmede rolü olduğunu düşünmektedir: “Osmanlıların yabancı tüccara karşı nispeten liberal bir tavır içinde olması nedeniyle, istemeden de olsa, üç gelişme yaşandı: Birincisi, sömürge tipi (ya da periferileşmiş) bir ticaret örüntüsü oluştu; ikincisi, azınlıklara mensup tüccarlar ve temsilcileri kısmen yabancılaştırıldı; üçüncüsü, insanların enerjisi ve sermayesi endüstriden uzaklaşıp ticarete yöneldi”.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
ekonomide, osmanlı, yenildi, Önce


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Ekonomide rekor büyüme Feronia Haber Arşivi 0 30 Haziran 2010 12:43
120 Yıl Önce Osmanlı'da üretilen Robot Nickolas Tarih 6 20 Mayıs 2010 21:38