IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası

IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası (https://www.ircforumlari.net/)
-   Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler (https://www.ircforumlari.net/siir-hikaye-ve-guzel-sozler/)
-   -   Kokuların Oyunu (https://www.ircforumlari.net/siir-hikaye-ve-guzel-sozler/869425-kokularin-oyunu.html)

yeSa 10 Mayıs 2020 17:31

Yok Oluşun Filizlenmesi
 
Akıldan yoksulluk; sonucu nimetlerden yoksulluk kaçışı mümkün olanın kaçışın mümkün olmaması. Sonunu bilerek bir anda kestiremeden o yola freni patlayan otomobil gibi yalpalayarak kaçınılmaz olan kazaya uğramak gibidir. Akıl büyük bir nimettir kullanmasını bilen için, benim içinse hoyratça sonunu düşünmeden kullandığım, sonunda acılara gark olduğum bir düşünce ve bedenimin bir parçası. Derin olan ve sonunda sızıntılarla ve acılarla, kendi mezarını kazan mezarcı gibi mezarını kazan ve mezara girip içine sığmayan bir düşüncesizin en önde gideniyim dersem az söylemiş olurum. Acı ve neşe, yan yana gezen ikiz kardeş gibidir ama biri gelince gidene kadar insanın anasından emdiği sütü ağzından burnundan getirmeden gitmeyen ikiz kardeş. Büyük mutluluklar acının sonunda gelir derler ama bu kelime aklını kullananlar için geçerlidir. Oysa ben defalarca aynı hatayı yapan ve aynı acıları defalarca düşen akıldan yoksun bir insanım. Kimileri ise acı en kalın kemiği bile yumuşatır derlerde inanmayın kemik iyice sertleşerek sırtında kırılan odundan dayak yemiş gibi acılarlarla kıvrım, kıvrım kıvrandıran bir yaşam şeklidir. "Vergilius-Açlıktan öleni bir sandık altın diriltmez" sözü tam oturdu desem az söylemiş olurum. Saygınlığı yerle bir eden, dik olan başı öne eğdiren; gönül yapıcı bir dost bulana kadar düşünmen ve en önemlisi de gönül kırıcı bir şekilde bir dost ve çare bulamadan yoksullukla ve yoklukla baş başa kalmaktır. Ne kadar gayretli ve istekli olsanız da sıkıntınızı karşınızdakine açmaya kalkıştığınızda, onu dost ve arkadaş bildiğinizde öyle olmadığını anlamanın tokat’ını yiyerek geri dönmek en kötüsüdür. Elinizde olmadan bu duruma düşmek çileli olan yola çıkmayı kimse istemez ama mutlak olan başa gelince söylenecek söz bitiyor ve acı gerçek tüm çıplaklığı ile hayatına giriyor ve tek başına acılarla baş başa kalıyorsunuz.

Şu en iyi dostum bu en iyi arkadaşım şunlar en iyi akrabam sorusunun cevabını bulmuş olmanın hüznü içinde boynu bükük gerisin geriye dönerek acılarla hayatına devam ediyorsunuz. Bu durum başa gelince herkes bir anda âlim kesiliyor sanki hayatta her şeyi kendileri biliyor ve böylesi bir duruma kendileri hiç gelmeyecekmiş gibi ukala bir konuşma içine girmeleri en çirkin ve mide bulandıran tarafı. Elindeki beyaz bayrağın biranda simsiyah olmasının doğumu içinde müjde bir acınız daha oldu nidası ile sap gibi ortada kalmaktır. En az mutluluk veren tarafı da bu sıkıntılar sonunda acıya karşı bedeninizin çelik gibi olmasının tesellisidir veya avuntusu ile azda olsa hayatınıza devam ederek gidiyorsunuz. Sakin akan derenin önüne set çekerek akan suyun etrafa akarak boşa gitmesi bu durumu açıklayan tek açıklamadır. Buda bir tecrübe etrafındakileri tanımak için, bir benzeri olmayan bir hayat okulu; en zengin dostun ve arkadaşın bu durum karşısında halini anlatınca senin ona acıyasın geliyor ve anlıyorsun ki o senden daha zavallı ve yoksul. Söylediğine söyleyeceğine bin pişman olmaktır.

Sabahın güneşi ufukta yeni doğuyordu, hafiften rüzgâr esiyordu. Yolda yalnız giden garip yolcu gibi sendeleyerek yürüyordu. Düşüncelerle dolu zihni ve anlaşılmaz ve tuhaf bir eda ile bir anda durdu. Aklında gezen anlaşılmaz hileler ve ince oyunlar şaşılacak ve hayret edecek bir kıvraklıkla dolaşıyordu. İnsanı acizliğe ve insanlık yokluğuna, büyük felaketlere sürükleyerek çıkaracak, düşüncelere olmanın ezikliği ile ilerde duran taşın üstüne oturdu. Etrafına bakında sessizlik hâkimdi, birkaç kişi işe gitmek için uykunun mahmurluğunda yola çıkmıştı.

Amaçlarını ve gayelerini bilmenin huzuru içinde uygunluk ve düzene sokmuş oldukları yaşamlarının mutluluğu içinde işlerine gidiyorlardı. Beyhude ve boş olan bu düşüncelerden kurtulmak için doğruldu etrafına bakındı kendisinden başka hiç kimse kendisi gibi elem ve sıkıntıda olmadığının farkına vardı. İlerde kendi kendine vücut bulmayan başka bir gezegende gelmiş olan sıkıntının ezikliği belli olan bir kadın hüzünlü olarak ağaca yaslanmış hıçkırıklarla ağlıyordu. Bu hıçkırıklar, tüm bedenini kaplamış cehennemde, yanan bir kadının anlayışı içinde aşırılıktan uzak, büyük bir sıkıntı ve eleme bürünmüş bir şekilde bedenini kaplamış hıçkırıklarla ağlıyordu. Usulca yanına yaklaştı, omzuna dokundu. Kadın irkilerek döndü, gözlerinde akan yaşlarla gizli sırlar arayan bir bedevinin yüz simasına bürünmüşlük karamsarlığı ile göz göze geldi. Kapalı bir gözle görünen bütün yönleriyle çıkmaza giden yolcunun hazırlığında olduğu alnındaki derin çizgilerde belli idi.

- Neden böylesine acılar içinde ağlıyorsunuz? Şöyle bir kenara oturun. Çok bitkin görünüyorsunuz.
Genç kadın istemeyerekte olsa, isteksizce ilerdeki parkın bankına oturdu. Mahzundu, ürkekti ispat gerekmeyecek şekilde bu her halinde belli idi. Kıymet değer görmeyen bedeni, çok bedel ödemenin ağırlığında ezilmiş olduğu aşikârdı. Yutkunarak ve hıçkırıklarına boğulmanın iç çekmesinin zorluğu içinde.

- Ay.. Aylar. Aylardır. Bu sefil halimle dolaşıyorum aç ve sefil. Hiç kimse benim yüzüme bakmadı ama siz ilgilendiniz. Bana değer verdiniz.

- Lütfen rica ederim bir şey yapmış değilim. Sizi mahzun ve ağlamaklı görünce dayanamadım.

- Bölünmüş, parça, parça acılarla dolu halimi siz fark ettiniz. Siz çok iyisiniz.
Kendiside aynı durumda olduğunu söyleyemedi. Utandı. Elini cebine attı bir simit parası vardı. Karşı büfede bir simit alarak geldi. Genç kadına uzattı.

-Buyurun. yiyin.

Genç kadının pek müteessir olmuş ve ağlamaktan kan kırmızısı gözleri bir anda mutluluk ışıltısı içinde yutkunarak simide baktı. Aldı kokladı, hayranlıkla ve özenle bir ısırık aldı müthiş tat almış bir eda ile yemeye başladı. Simidi yiyişine hayranlıkla izledi. Belli ki çoktan beri açtı. Pek müteessir oldu.

- Yanlış anlamazsanız ilerde tek başıma yaşadığım eve gidelim, çok yorgunsunuz biraz uzanarak dinlenin. Daha sonra konuşuruz. Kadın hiç tereddüt etmeden;

- Sizin gibi böylesine anlayışlı birisinin niyetinde neden yanlış anlayayım? Aslında buna çok ihtiyacım var!

Ev dağınıktı ama selamet yurduna kavuşmanın sevinci gözlerinde gören, cemal kendiside aynı duygulara boğulmanın sevinci ile evin kapısını açtı içeriye girdiler. Hemen, dağınık duran kanepenin üstündeki yırtık elbiseyi alarak etrafı toplamanın telaşı içinde iken kadın kanepeye zorlukla çöktü. Uzandı. Rahatlamanın mutluluğu içinde hemen uykuya daldı. Ev sefillik kokuyordu. Aylardır pencereyi ve perdesini açmamıştı, sessizce perdeyi ve pencereyi açtı. Dağınık odayı topladı, mutfağa geçti. Lavaboda iki üç tabak kurumuş yemek artığı ile haftalardır duruyordu. Çöp kovasının kapağını açarak tabakları içine attı. Yatak odası azgınlıktan bozguna uğramış, azgınlar ordusu gibi darmadağınık duruyordu. Bu fesat dağınıklığı toplayarak, içeride yatan kadının yanına giderek elindeki eski battaniyeyi usulca üzerine örttü. Kadın esen yelde esen rüzgârın soğukluğunu hissettiren, üşümenin ürkekliği ile sımsıkı sarıldı. Buzdolabına yöneldi. İçi boştu. Bir tabakta bir parça peynir kurumaya yüz tutmuş şekilde duruyordu. Günlerdir parça, parça bir parça ekmek ve su ile yutkunarak yediği peyniri aldı. Dışarıda eskici avaz, avaz bağırarak geçiyordu. Buzdolabının üstünce aylardır örümcek bağlayan fırını kaparak dışarıya çıktı. Sıkı bir pazarlıkla sattı. Aldığı parayı büyük bir mutlulukla cebine koydu.

Aylardır cebine beş kuruş para girmemişti. Cebinin bir anda ısındığını fark etmenin sarhoşlu içinde bakkala uçarcasına gitti. Bir parça peynir, biraz zeytin iki ekmek iki paket yağ ve üç adet makarna alarak aylardır azap darbesine maruz kaldığını hissettiği ama şimdi selamet yurdu olarak görünen evinin kapısında neşe içinde girdi. Kadın hala mutlu bir şekilde kanepede yatıyordu. Mutfağa yöneldi elindeki poşeti, aylardır poşet yüzü görmeyen masaya bıraktı. Aldıklarını buzdolabına büyük bir özenle yerleştirdi. İhtiyacını karşılamanın huzurunu, fesadı ortadan kaldırmanın sevincini hissetmenin güzelliği içinde kalbi küt, küt çarpıyordu. Kalbine doğan bu karışık haller içinde düşünceli olarak salona girdi. Yalnızlık, bir kenara çekilmiş duran tenha evi yeni bir başlangıca başlarken tek kalmamanın güzelliği içinde parlıyordu sanki. Kötülük, fenalık ve alçaklıkla ekilmiş ve yeşeren kötü düşünceler yok olmuştu zihninde. Bildik, ama yaşayarak elde çıkan ve tekrara kazanılan bu duygu ile salona girdi. Kadın uyanmıştı. Kendisini görünce kadın kendisine çeki düzen vererek doğruldu. Saf ve berrak temiz bir toprağa işlenmiş ve ekilmiş bir tohumun patlayarak bahar şenliğinde yeşererek meyve olmasının mutluluğuna bezenmiş tarlanın, güzelliğine bürünmüş bir mutluluğu içinde yanakları al mor olmuş ve gözlerindeki ışıltının parıltısı içinde, ölümdeki ürperti, yaşama sevinci gibi bu iki zıtlığın arasında bir ömür geçirmenin yorgunluğu yok olmuştu.

Hayat bazen zorluklarla, elemlerle düğümlenmiş ve derin sukutla gizlenmiş mutluluk ve hüzünle kaplanmış olarak karşımıza çıkıyordu. Hayat yolculuğunda ateşli bir girdap gibi görünen ve saran ümitsizlik fırtınası bir anda ümit güneşi doğduran fırtınasına dönüşebiliyordu. Yalnızlığın ürkütücü ağırlığını taşımanın ezikliğini, zayıf omzunda atmanın ferahlığı ve derin hıçkırıklarla sessiz feryat eden gözleri hassas gönüllerde gelen duyuşlarla sakinleşebilirdi. Bir anda sonsuz sürecekmiş gibi görünen yalnızlığı; bir sabun köpüğünden farksız bu yalnızlığı bir anda sönerek son bulmuştu. Yaşam ve hayat sessiz kelimesiz dertlerle bezenmiş bazen duygulu bazen hassas bazen de sıkıntılarla akıbet dolu olarak hakikati saklar. Bu sukuta ve anlama müthiş manalar gömülmüş olarak karşımıza çıkması yolların böylesine kıvrımlı olması mecburi çıkış yolu mutlaka her an fena olayların hiç bitmeyeceği endişesi içinde bu ince gerçek hakikatini ile önümüze seriyordu hayat ve yaşam. Biraz önce dalları kurumuş ağaçları, şimdi meyveyle dolmanın ağırlığında kendisine ikram eden ağaçlara dönmüştü. Yemek yapmak için çiğ duran sebzeler nasıl ki ocakta pişerek lezzet alıyorsa hayatta böyle bazen sıkıntılarla beraber yaşayarak tahammül ve olgunlukla gönül güzelliği ile bizi pişirerek, yaşatarak değerini anlamamızı sağlıyordu.
*
- Çok güzel uyumuşum! Aylardır böylesine uyumamış ve rahat olmamıştım.
Genç kadının sesi ile mutfakta çıktı yanına geldi.

- Nasıl yorgunluğunuz geçti mi?

- Evet, size minnettarım! Günlerdir kışa benzeyen kuru ayaz geçen günlerime, sizin bu anlamlı ilgi ve alakanız sevgi dolu gönlünüzle, bir anda değişiklik ve ferahlık geldi. Köhneleşmiş zıtlıklarla bezenmiş hayatıma, engin sevginle tazeliş sundunuz. Sizin gibi olgun sevgi ve dönül kervanına katılmış insan, dünyada kalmamış olmamanın hüznü ile hıçkıra, hıçkıra ağlarken beni buldunuz ve şimdi ise bir damla ilgi ve sevginizle muzdarip olan yalnızlığıma ve umutsuzluk girdabı içinde boğulan hayatıma ve karanlık yoluma ışık saçan bu davranışınla hayatıma güzellik, yumuşaklıkla zarafet kattınız. Oysa ben aylardır derdimi kime söyledi isem horlandım, değeri olmayan bir paçavra gibi sürüklediler. Nefislerine esir düşenlerin elinde kaçarak haftalarca ıssız dağlarda aç susuz kaldım.

Ne diyeceğiniz bilemedi. Kendiside aynı kendisi gibi yalnızlıktan mahzun olduğunu doğuran ve anne olmanın şerefi ile cennetin ayaklarının altına serilecek olan genç hanımın; doğum sancısının acısının ağırlığında feryat etmenin, doğan çocuğunda zindanda kurtulmanın sevinci ile doğmanın kurtuluşuna eren iki taraflı zıtlıklarla dolu dünyasını anlatmamaya karar verdi. Birine zahmet birine rahmet olan yaşantısını anlatarak üzmenin manası yok diyerekten.

- Bence abartıyorsunuz.. Birazcık ince ve hassas olmamı bu kadar büyütmeyin.

- Abartmıyorum sizi diğer insanlardan ayıran ince ve hassas düşüncenizdir. Bir köpeğin bile önüne atılan kemiği, inceleyip koklamadan değerini anlamadan nasıl yemiyorsa, beni de inceleyip anlamadan değersiz olan bir paçavra gibi şeytani heveslerini köreltmek için kullanmaya kalktılar. Bir köpeğin hassasiyetinde mahrum olanlar davranışları ile sizinki arasındaki değeri ölçecek kadar akılıyımdır. Kusura bakmayın evinize elim dolu güzelliklerle gelemdim ama dost ve sevginizi kazanmanın bahtiyarlığına erişmiş olmanın hazinesi ile huzur kaynağına kavuşmuş olarak sizi bulmanın arzusuna kavuştum. Şimdi siz oturun ben mutfağa geçeyim zira çok acıktım.

- Ben hazırlardım.

- Hayır, lütfen bana bırakın. Huzur içinde bir yemek yapmayalı çok oldu beni bundan mahrum etmeyin. Bu arada adım Hatice. Sizin adınız nedir?

- Cemal

- İzninizle mutfağa geçiyorum

Çok acıkmış olduğu her halinde belli oluyordu. Şimşek hızı ile mutfağa geçti. İhtiyaçlarını karşılayan nimetleri masada görünce gönülden büyük bir şevkle raftaki tencereyi alarak su ile doldurup ocağa koydu. Büyük bir samimiyetle özenle makarnanın poşetini açarak kaynamakta olan tenceredeki suyun içine boşalttı. Cemal, insanda canlılığın ifadesi olan bu samimiyeti uzaktan seyrederken, aylardır içindeki sıkıntıyı ve yoklukla ve tek başına yaşadığı ızdırap dolu hayatını Haticecin iki damla gözyaşına kıyamadığı gönül temizliği ile temizlemiş olmanın zevki ile uykuya daldı. Acemiliği ve bilgisizliği ve sonunu düşünmeden yapılan harcamalar nedeni ile sonucunu düşünmeden borca girmek helakine neden olmadan sonuçlaşmıştı. Bir anda gözünün incelikle görmüş olduğu bu sızıntı görmüş olmanın ve ona yakınlık göstererek özünü değiştirmişti. Selma büyük bir zevkle yemeği tavada kavurarak hazır hale getirmenin telaşı içinde tuzu ararken cemale tuzun yerin sormak için salona geçerken cemalin hafiften şekerleme yaptığını görünce tebessümle mutfağa geri döndü.


- Haftalardır bu kadar leziz bir makarna yemedim

dedi. Cemal

- Afiyet olsun

- Neden bana böylesine hayranlıkla bakıyorsunuz?

- İnsan pürüzsüz bir ayna, görünce bakmadan geçer mi? Ben de kendime bakıyorum bu ayna karşısında.

- Bana neden tek başınıza olduğunuzu ve başınıza neler geldiğini anlatmayacak mısınız?

- Nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Köyde yaşıyordum. Hayat dolu idim ve mutlulukla evlendim. Bir süre sonra eşim vefat etti. Hayatta dul kaldım. Bizim köyün âdetidir kadın dul kalırsa ölenin erkek kardeşi varsa, onunla nikâhlarlar ki namuslarına helallik gelmesin. Bende bu saçma âdeti hiç hoş karşılamadım ve kaçtım köyde. Peşimdekileri zar zor atlattım, günlerce dağlarda aç ve sefil kaldım..
Hatice bunları anlatırken olayı yeniden yaşamanın ürpertisi ve dehşetini yaşıyordu. Bunu fark eden Cemal:

- Anladım, gerisine gerek kalmadı. Bu vicdan yarasına maruz kalmana inan ki üzüldüm. İnsanda hırsının sınırı olmazsa böylesine hüsranla bitecek olaylara sebebiyet verir. Zalimce olan bu adetler, kör kuyu gibidir. Ruhu ve insanlığı doğru yoldan ayırır. Şimdi sen burada benimle kalıyorsun hem de hiç itirazsız, bende yalnızım.

- Sana yük olmak istemiyorum.

- Yük olmazsın, yoldaş olursun ancak.

Hatice’nin gözleri buğulandı. Büyük bir samimiyetle Cemale sarıldı. Beraberce birbirlerine sarıldılar, sırlarla dolu iki kalbin birleşmesi, kapalı olan dünyaya sadece kin ve öfke dolu ile daha düne kadar iyiliğe ve güzelliğe kapalı acz içinde olan gönülleri bir anda hisler ve duyuşlarla samimiyetle mutluluğa bezenmiş olarak geri geldi. Cemal

- Yeter bırak sulu gözlülüğü, ben şimdi dışarı çıkıyorum.Biraz işlerim var,seni yeni evinle baş başa bırakıyorum,ihtiyacın olan bir şey varsa dolapta alabilirsin,tabi bulabilirsen..

- Senin güzel kalbini buldum, o bana yeter. Sen gönül rahatlığı içinde git işin ne ise gör gel beni burada hazır bulacaksın.

Cemal gönül huzuru içinde evden ayrılarak yeni bir iş bularak üzücü olan ve tasa ve kederle yoğrulmuş hayatının neşe, sevgi ve samimiyetle mayalanmış yeni hayatı için bir iş bularak devam ettirmenin telaşı ile yola koyuldu. Bir an önce iş bulmalı ve akşam yemeği için mutfağa bir şeyler almalı idi. Bağışlanmış bu yeni yaşam iyilik ve lütufla donanmış hayatında hiç gitmememsinin temennisi ile ilerde gözüne ilişen pasta hane deki bulaşıkçı aranıyor ilanını gördü. Kalbi yerinden sökülecekmiş gibi heyecanla çarpmaya başladı. Bu işle yeniden hayatlarına canlılık kazandırma, uyandırma ve diriltme ile onararak devam etmenin ışığını gören ışığa hasret bir ama gibi uçarcasına kapıyı açarak içeriye girdi. İçeride tatlı bir huzur ve sükûnet vardı, birkaç mutlu müşteri ve kasada oturan otuz beş yaşlarında samimi bir yüz ifadesine sahip güler yüzlü bir bayan oturuyordu. Çok hesapçı ve inatçı olmayan, çözülmesi özel olan bir sorunu çözebilecek bilgisine ve tecrübesine ihtiyaç duyulan ve bu engin anlayışı ile gerçeği anlaşılır kılan ve gerçeğin anlaşılması için çözüm sunabilen bir hoş görüntüsü vardı. Kendisini görünce, fevkalade hoş bir ses tonu ile;

- Buyurun beyefendi. Hoş geldiniz. Ne arzu ederdiniz?

- Öz.. Özür dilerim. Ben iş için başvuruda bulunacaktım.

Genç kadın, cemali baştan aşağı engin bir anlayışın hâkim olduğu göz ucu ile süzdükten sonra.
-Buyurun oturun beyefendi. Belli ki bu işe çok ihtiyacınız var. Bu genç yaşınıza rağmen bu işe gönüllü olmanız beni şaşırtmadı. Benim ihtiyacım olan bütçem doğrultusunda size bu işi sunmam. Maddi açıdan umarım fazla beklenti içinde değilsinizdir. Bu arada ismim Lale;

-* Bende cemal. Fazla değil, günlük iki lokma ekmek iki tabak aş verseniz bu bana yeterlidir. İşe hemen alışırım, sizi de mahcup etmem.Körü körüne çalışma içinde olmadığımı sizde en kısa sürede anlayacaksınız ve memnun olacaksınız.Ben akılsız budala alık değilim belki öyle görünen bir görüntüm vardır ama..

- Rica ederim beyefendi, kendinizi böylesine küçük görmeyin ve aşağılamayın. Açılmış, kapalı olmayan bu gönül dünyamıza ve aramıza böylesine karanlık perde çekmeyin. Engelsiz, örtüsüz iyi niyetinizin böylesine çıplak bir durumla görülmemesine rağmen bu güzelliğinizi, gizleyen başa çıkılması güç demir leblebiye benzetmeyin. Yanımıza dost ve müşterilerimize gerektiğinde tatlı söz edecek bir insan arıyorduk onu da bulduk. Siz görünüş itibarı ile bu işi yapabilecek erdeme sahip olduğunuz mahcup ve alçak gönüllükle, deminizi almışsınız. Hazır olan bu işi, rengini ve kokusuna bir nefeste sahipleneceğiniz ve hatta yemeklerimizi bile yenecek kıvama getirecek bir yeteneğiniz olduğu kanısındayım.

- Siz bunları bana bakarak mı söylüyorsunuz?

- Evet.

- Yanlışınız olmasın? Sizin gözleriniz bozuk olmasın?

- Yok, siz yokluk görmüş, yok olma durumuna gelmiş olan ve yokluğa rağmen gönül gözünüzün açık olduğuna ben bizzat şahit oldum.

Şaşırmıştı.

- Nasıl? Anlamadım?

- Sizde insanda bulunması erdem olan sevgi ve gönül gözünüzün ve gönlünüzün zenginliğini sabahleyin evimin penceresinde bitkin, bitmiş bir halde duran kadına yardım ederken gördüm. Onlarca geçen insanlar aldırış etmeden giderken, siz bitik halinizle ona yaklaştınız ve gönlünüzü açarak yardımda bulundunuz. Temiz dürüst bu erdemliliğine, gözlerimde yaş akarak izledim. Zekâsı az gelişmiş olanlar gibi davranmadınız onun sessiz hıçkırıklarını kolay ve anlaşılır bir duyuşla duydunuz. Bu nedenle sizdeki bu cevheri bu gözlerimle gördüm, inkâr etmeyin. Şimdide bir sonuca varmak için ortaya koyduğunuz gücü sizde görüyorum. İş sizindir isterseniz başlayabilirsiniz.
Sevinçten havalara uçmak üzere kanatlandı sanki.

- Sakin olun beyefendi.

- Nasıl sakin olabilirim? Karanlık ve bakımsız barınak köşelerinde, acımasız ince ağlar kuran bu hayatıma yeni bir ışık geldi. Anlamsız baharımda çiçek açtırdınız. Sıradanlıkla giden anlamsız yönüme yön verdiniz.

Gözlerindeki yaşlar dolu dolu akmaya başladı. Lambadaki ince akkor tel gibi yanan yüreğinin sesi olan gözyaşlarını masada duran peçete ile sildikten sonra mutfağa geçti. Yırtılmaya yüz tutmuş ama onurla taşıdığı ceketini duvardaki çiviye asarak, mutfak önlüğünü boynuna mutlulukla geçirerek, lavaboda yığılmış tabaklara, sevinçle bakarak, yıkamaya başladı. Yüzündeki ışık dağılımını gören lale, cesurca sarmal, sarmal açan istekli çalışmasına bakarak masada duran müşterilerin geride bıraktığı tabakları alarak mutfağa yöneldi.

- Bu cezp edici çalışmanıza hayran kaldım.
Sadece güldü. İş bulmanın sıradan anlamsızlıkla dolu yaşamında kurtulmanın sevinci ile sadece gülüyordu. İçindeki bu mutluluğu Hatice’ye bir an önce anlatmanın heyecanını tüm bedeninde hisseti ve tatlı bir hoşlukla titredi. Akşam paydos olana kadar bu istekle çalıştı. Lale memnuniyetinin ve çalışmasındaki arzusunda ve şevkinin mükâfatı olarak kasada bir miktar para alarak avucuna sıkıştırdı. Heyecanla elleri titreyerekten aldı, mahcup eda ile.

- Teşekkür ederim. İnanın aklımı okudunuz. Çok ama çok ihtiyacım vardı bu paraya lale hanımefendi.

- Rica ederim. Bana lale diyebilirsiniz.

Başı önde sevinçle kapıdan iyi akşamlar dileyerek karşıdaki manava fırladı. Evin ihtiyacı olan sebze ve meyveleri; birçok yüzlerden ayrılabilen, yüzündeki mutluluk ışıltısı içinde fırında iki ekmek alarak evin yolunu tuttu. Artık cesurdu hayatın zorluklarına ve akılsızca kullandığı aklının sonuçlarına katlanmanın cesareti ile elindeki poşetleri sıkı, sıkı tutarak layıkıyla bir akşam yemeği yemenin hayali ile evin kapısını açtı. Evi bambaşka bir güzellikte yerleştirilmiş düzenlenmiş olduğu göze çarpıyordu.

- Hatice ben geldim

Ses çıkmayınca, yatak odasına girdi, oda darmadağınık vaziyette duruyordu. Sanki kargaşalıktan bütün eşyaların şekli şeması değişmişti. Üstelik kapının kilidi kırılmış ve kapıda kan lekesi vardı. Aklında binlerce kötü düşünce ile yere yığıldı. Uzun süre yerden kalkamadı. İlerde perdenin kenarında buruşmuş kan damlamış kâğıtta sayılar yazılmıştı acele ile yazılmış sayılardı. Anlam veremedi, kim yazmış olabilirdi. Bu sayı kombinasyona anlamsız bakarken yere bıraktı, üzüntü içinde kalktı elindeki poşeti mutfak da masanın üstüne bıraktı. Üzgün bir vaziyette

-Gitti işte!

Derken duyulmamış bir eziklikle masaya oturdu kaldı. Yüreği üzüm çiçeği gibi kokarken, etrafını birden kokuşmuş küf kokusu sardı. Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa iple sandalyeye bağlanmış gibi kaldı. Bu gidişe bir anlam veremeden saatlerce düşündü, çözemeden, çakılı kaldığı sandalyede zorlukla kalktı. Aklına kâğıtta yazılı olan sayılar gidip geliyordu. Akşamın karanlığından kurtulmak için lambayı yaktı. Belden yukarıya örtülen örtüye bürünmüş gibi bedenini saran, Haticecin sessizce gidişinin sancısı, daha önce denenmiş sınanmış olmamanın tecrübesizliği ile ne yapacağını bilmeden odalarda dolaşıyor müjde verici bir iz ve işaret aramanın umudu ile sancılar içinde kıvranarak dolaşıyordu. Acı içinde, davanın büyük olmasın ve tecrübesizliğin nihayet son sözü söylemenin henüz erken olduğunu anlamanın manasından başka bir şey düşünemiyordu. Olaylar hayatında koşu atına binmiş hızla giderken yetişememenin acizliğinde salona yığıldı kaldı. İçindeki kuvvetli olan bulma ümidi dağılıp kaçmıştı.

Sabahın aydınlığında uyandı. Sabaha kadar yerde yatmanın rahatsızlığında tüm bedeni tutulmuş, ağrılar içinde sızlatıyordu bedenini. Odaları tekrar gezdi Hatice gelmiştir diyerekten gezdi, hiç kimse yoktu. Yerde duran kâğıdı aldı cebine koydu. Güneş ufukta yeni doğuyordu. Oysa cemal, bu doğan yeni güneşle; birini yanına alıp beraberinde yeni doğuşlara götüren rüzgârı ile yeni bir güne uyanacaktı. Hayatı boyunca becerisizlikle yaptığı işler gibi, bu ümit dünyasındaki kavgada yenik düşmüştü. Boş ümitlere bağlanarak bir parça lokma yemek yemenin tadına varmadan yine başa dönmüştü. Şehre köyde yeni gelmiş bir şey bilmeden şaşkın dolaşan bir acemi gibi kapıyı açarak işe gitmek için yola koyuldu. Kendi varlığını hiç görüyordu ve bu halinin tesirinde Pasta haneyi geçmişti. Derinden gelen bir sesin deprenmesiyle duyulan sesle irkildi, etrafına bakında pastaneyi geçmiş olduğunu anlayarak geri döndü. Dükkânı açtı, temizliği yaptıktan, sonra masaları ve sandalyeleri düzelterek mutfağa geldi. Kıymetli ve değerli bir eşyasını kaybetmiş çocuk gibi huysuzca düşüncelere daldı. Gücü yetmeme hali ve acizlik içinde kıvranıyordu. Sanki bedeninde bir parça eksilmişti. Tasadan bedeni kapıya asılmış perde gibi sallanıyordu, yere yıkılmak içinde iken lale içeriye girdi cemali bu halde görünce telaşla mutfağa geçti ve koluna girerek sandalyeye oturttu. Üzgün bir ses ile

- Sana ne oldu böyle? Dün huşu içinde idin, şimdi gözlerinde korku var, düşkün bir haldesin!
Devamlı akan, gözündeki yaşlardan dolayı zayıflıkla konuş maktanda acizlik içinde

- Gitti

- Kim gitti?

- Dün, yardım etmek için yanına yaklaştığım Hatice evde yoktu, gitmişti.

Alçak gönüllü ve tevazu gösteren bir sesle.

- Neden gitti?

- Bilmiyorum, dün neşe ile eve gittim evde yoktu, sadece bu kâğıt vardı evde.

- Ne kâğıdı?

- Bilmiyorum.

Diyerekten cebindeki kâğıt parçasını çıkararak laleye uzattı

- Manasız sayılar yazılı!

- Bende anlam veremedim! Dün alaca ata binmiş yiğit gibi, önümü yönümü gideceğim yeri biliyordum.

Şimdi ise… Yol ve yön gösterecek bir iz işaret yok. Harap olmuş gönlüm ile yine baş başa kaldım.

- Kâinatta hadiseler boşu boşuna yaratılmamışlardır. Bunda da bir hayır vardır.

Azgın akarsuların hızlı akması sonucu kayalarda bıraktığı oyuk gibi olmuştu duyguları. Doyurucu tatmin edici bir söz aklına gelmiyordu. Perişandı. Gönlündeki çeşitli düşünceler, duygular, sesler birbirine karışmış, insan aklının ve düşüncesinin zor anlayacağı bir halde idi. Bir düşünce ve körü körüne bağlanılan adetlerden kaçarak yanına gelen Hatice ile bahtiyar ve bir parçada olsa ona yardımcı olarak, mutluluk içinde bahtiyar olmuştu. Bazen isteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu gece ve gündüzün devamı müddetince devam edeceği ummak ve sonucunda meşakkatli yolda maksada ermek için uğraşmayı bırakmamak, şerefli ve faziletli olan güzelliklere kavuşmayı karşılık vermeden almayı ummak düşüncesiz insana yakışır bir hal ve harekettir. Bu sıkıntılı düşüncelerle akşamı zor getirdi. Lale ne yapacağını bilmeden bütün gün düşündü taşındı, bir çare bulamayınca sessiz kalarak susmayı tercih etti. İlerlemeye mani olan, engel teşkil eden zincirle bağlı olan düşünceleri bu olay karşısında durmuş, söyleyecek sözleri tam söyleyecekken geri adım attıran susmasına neden olan neticeye götüren düşünceleri ve kelimeleri sabun köpüğü gibi sönerek yok oluyordu.Hayat devam ediyordu,yapacak bir şey yoktu.

yeSa 10 Mayıs 2020 17:32

Yanılgının Gözyaşları Ve Benlik Kavgası
 
Gönül alıcı bir yüreklilikle ve niyetle çok anlayışlı her şeyi anlayan birisi olarak hiçbir şeyi anlamadığını anlayamamanın şokunu yaşıyordu. Çekiştirmeler ve azarlamalarla geçen ömrümde her şeyi anladığını sanan ben anlamayanmışım diyerekten kendi kendine güldü. Çok katı olmayan ben çok anlayışlı pek zeki ve en çok anlayan ben nedense bu olaydan sonra hiçbir şeyi anlamayan ve görünenin aslında bir de görünmeyen yüzü olduğunu hatırlatan bu olaydan sonra daha iyi anladım diyerekten hafiften güldü ve başını sağa ve sola hayretler içinde salladı. Çok büyük ve sonsuz deniz olan ALLAH'IN yaratmış olduğu bu akıl çok güzel bir nimet olduğunun idraki içine girerek; bir kulaç ile erişme, yetme, beceriklilikle donatılmış olmasının parlamasının parlak ışığını görmenin zevki içinde Kanepeye uzanarak düşünceler ikliminin rüzgârına kapılarak huzur bulmanın edası içinde derin düşüncelere daldı. Hayatı boyunca hiç kimseyi kahır ve hile ile ikna etmek için uğraşmamış ve kandırmamıştı. Faydalı olan şeyleri elde etmek için kapalı yolları açmış, gam ve kederlere bir parça merhem olmak için gayret ve çaba göstermişti. Düğümlü ve dolaşık olan bu yollarda kendisi düğümsüz ve dolaşık olmamış yumuşak gönüllü ve şeffaf olmuştu tüm düşüncelerinde ve yaşamında. Şimdi ise zahmetin içinde de zahmet olduğunu, iyiliğin içinde de iyilik olduğunu; görünenin birde görünmeyen yüzünün olduğunu idrak etmişti. İnciler yağdıran bu bakış açısının da diğer yönü de var ve bakış açısı ile bakarken bu yönünü de görmek gerekir diyerekten daldığı düşüncelerden uyandı. Sessizce ve sessizliği andırır bir şekilde görünen ve anlaşılması çok zor olan bu bakış açısı ile bakmayı şimdiye kadar neden bilemedim. Kişinin kendi yanında olan fikirlerin çokluğunda mı yoksa gururlanmaktan dolayı anlayamadım bilemiyorum diye düşündü. Bağından boşanmış deve gibi her lafa ve söze girersen ve fikir beyan edersen olacağı bu idi Yasin Efendi diyerekten kapıyı kapatarak dışarıya çıktı. Mahzun ve hüzünlü ama şikâyetçi olmayan bir eda ile yürümeye devam etti. İlerde yaklaşan ve yaklaştıran bir görüntü görür gibi oldu ne daha olduğunu ve ne anlam ifade ettiğini bilemeden bir anda kayboldu. Şaşırmıştı.

Ateşli bir kömür parçası yüreğini yakıyordu sanki. Uyku ve uyuşukluk içinde yürümeye devam ederken, ansızın gelen bela ve musibetin kapılarını açan olayın başlangıcı başlamaya başladı. Biraz önce gördüğü ve anlam veremediği görüntü bir anada karşısına aniden çıkmış ve ürküler ek havaya sıçramasına neden olmuştu. Gördüğü görüntü bir kadın görüntüsü idi ama süratle yanında hatta yanında değil bedeninden geçerek diğer yöne geçmiş heyecanla koşmakta idi. Hayretler içinde kaldı. Bedeninde bir başka beden geçmişti ve o bendendeki kadın ilerde durmuş kendisine yalvarırcasına bakarak sanki yardım istiyordu. Hayat biçimine ve yaşama uymayan bu olay canlı veya sağ olup olmadığı belli olmayan yaşamı sağlayan şartların bütünü şimdi var mı idi yok mu idi bilemiyordu. Kadın sanki şeffaf bir görüntü içinde idi, sanki hayaldi hayır evet, evet hayal gibi idi. Ürktü, yaşamının yenilenmesi olarak hatırlayacağı ve yaşam çizgisini aşarak gelen bu olay ve kadın hayatının ve yaşam döngüsü olacak bir olay haline gelmesini sağlamıştı.

Akıl ve idrak edilemeyen, anlama yeteneği akıl erdirme tamamı ile yok eden idraksiz olma anlayışsız olmaya sevk eden olaydaki kadın ilerde üzüntüler içinde kendisine bakıyordu. Ne yapması gerektiğini bilmeden şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Aynanın karşısında gördüğünü anlamaya ve idrak etmeye çalışan bir suretle kadına bakarak olanları anlamaya çalışıyordu fakat bu gördüğünün ne demek olduğunu neyi işaret ettiğini kavramaktan çok uzaktı. Birden hatırladı, unutmak için aylarca çabaladığı ve pişmanlık duyduğu ve bu pişmanlık ve nedametle aylarca gözyaşı döktüğü işitilmesi gerekeni işitmeyerek işitilmeyeni işiten bir yanlış yüreklilikle kalbini kırdığı; içten ve gönülden gelmeyen sezgi ile annesini yüz üstü hatta başında savsaklayarak yanlış bir tartışmadan dolayı kalbini kırmış ve evi arkasına bakmadan terk ederek gitmişti. Ama şimdi unutamadığı o gençliğinde hata olarak bilmediği ama daha sonrasında pişmanlık duyduğu olayı hatırladı. Hayatının dağılımına neden olayı dün gibi hatırlıyordu. Beraberce arkadaşlık yaptığı ama- şimdi anlayarak-arkadaşı sandığı Cumalının agresif tutum ve davranışının etkisinde kalarak ve bu nedenle annesinin bu arkadaşlığı keserek konuşmamasını istememsi bu benlik karmaşasına son vermesini istemesi ile başlamıştı. Annesi

- Evladım, bir şeyin gerçek değeri olan değerinin anlaşılmasına neden olan kadir ve kıymeti ölçen değerler senin bu arkadaşında yok. Onun peşine düşerek ömrünü, boş ve hevesin uğruna heba ediyorsun.

Büyük bir öfke ile

- Sen hiçbir şey bilmiyorsun anne. Ansızın ve acele ile verilmiş bir kararla kaba bir düşünce ile bizleri yargılıyorsun.

- Evladım düşündüklerinde yanılgı payı var ve yanılgının sınırlarını beni üzerek aşıyorsun. Değerlendirmelerinin yetersizliğinden kaynaklanan bu düşünce ile beni yanlış anlıyorsun ve sonunda çok pişman olacaksın. Bu gençlik yaşında yanılma kuşağı içinde olabilirsin ama ben annen olarak bu yanılgı yanlışlığını görerek kendine çeki düzen vermeni bilmeden yapacağın bu yanılgı ve yanlışlıkla çok ama çok pişman olacaksın.

- Hayır, yanlış düşünüyorsun anne, pişman olmam ve ne yaptığımı biliyorum!

Diyerekten kapıyı açarak arkasına bakmadan çıktı ve bir daha dönmedi. Yaptığının yanlışlığını anlamıştı ama iş işten geçmişti. Annesinin sözünü dinlemeyerek arkadaşının peşine koşarak gitmiş okulu terk ederek aylarca sefalet içinde sıcak bir yuvaya hasret sokaklarda yatmış, aylarca aç kalmış ve sonunda arkadaşı olan Cumalı ile hırsızlık yaparken kendisinin yakalanmasına ramak kalmışken kurtulmuş ve aylarca küçük bir dehliz gibi olan harabe binanın içinde aç susuz kalarak yaşmasına vesile olmuştu. Büyük bir pişmanlıkla annesine dönmeye çalışmak için aylarca kendi benliği ile çatışmaya girmiş ve bu çatışmanın sonucunda benlik çözülmesini başararak annesine koşmuştu ama ne yazık ki daha önceki benliğindeki başarısızlığın neticesi ile yanlışlığını kabul edememenin benlik direnmesine girememenin sonucunda, geç kalarak annesine zamanında kavuşamamış ve pişmanlık duyarak özlemle kollarına sarılmayı umar iken onun bu fani dünyadan göç ettiği haberi ve gerçeği ile karşı karşıya kalmış ve benlik ikileşmesinin cezasını benlik yitimi veya benlik karmaşası nedeni benlik gücünü doğru kullanmadan doğru olanı bir an önce seçmemiş ve geç kalmıştı. Bu kararsızlık ile düşmüş olduğu bu kararının neticesinde annesinden helallik almadan son bir defa şefkatli kollarına sarılmadan, annesini kaybetmişti. Bir anda bu kötü hatıralardan ve benlik çatışmasına götüren hayatının yanlışını yapmasına vesile olan bu olayın ve düşüncenin korkunç gerçeğinden ayıktı ve sirkelenerek gerçek olan acıyı hissederek karşısındaki kadına bu düşünceler içinde baktı. Bu bir yanılgı veya yansıma olabilir mi idi? Öylesine şaşırma, korku halinde idi ki, bu soru beyninde sürekli gidip geliyordu. Bu evet bu annesine benziyordu. Yıllar öncesinde kalbini kırarak kapıyı çekip giderken arkasına bakmadan çekip gittiği ve pişmanlıkla ve pişmanlık duyarak yaşadığı ve son bir defa göremeden ve helallik alamdan bu dünyadan göç eden annesine benziyordu sanki. Bir anda anne betisi içine girmişti. Utandı, kızardı pişmanlık dolu gözlerle, ayağının bağları çözülerek diz üstü ye
re çöktü. Pişmanlıkla

- Anneciğim sen misin? Evet, bu sensin! Yalvarırım beni af et sana yalvarıyorum! Çok pişmanım. Sana evlatlık yapamadım sana karşı görevlerimi yerine getiremeyen bir evlat olarak yalvarırım beni af et anneciğim.

Gözlerindeki yaşlar içinde annesi sandığı bu kadına yalvarıyordu.

- Anneciğim biliyorum bu yaptığım davranışın acısını yıllardır çekiyorum. Senin gerçek sevgini başka sevgiler sanarak başka boş ve anlamsız değerler peşinde koşarak senin karşında sana karşı yetersiz kaldım. Ama sen öldükten sonra biricik anneciğim olduğunu anladım ama çok geç kalmıştım. Bu gerçeği her tarafta her yönde göremeyen ben seni kaybedince gördüm ve anladım. Anneciğim elin neden kelepçeli duruyor? Niçin konuşmuyorsun? Bu ince çağıltı ses senden mi geliyor anneciğim. Seni üzdüğün ve çaresiz bıraktığım için mi ellerin kelepçeli çaresiz kaldın. Bu çağıltılı seste nedir? Arkamda ağladığın, için mi böylesine derin ve bedenimi parçalayacak gibi geliyor. Yalvarırım anneciğim kuru bir yaprak gibi karşımda durma biliyorum, seni kuru bir dal gibi bıraktım, baştan savma bilgisizlikle doğru bildiğim yanlış hareketimden dolayı çok pişmanım aç bana o şefkatli kollarını ve beni sar ve affet anneciğim. Cahildim. Bilgisizdim arkama bakmadan çekip gittim ve ben pişmanlıkla geri döndüğümde sen bu dünyadan göç ederek gitmiştin arkana bakmadan, sensiz ve çaresizlik içinde kaldım. Gözlerimde akan yaşlar, pişmanlığımdan dolayıdır ve pişmanlığımın değeri olarak akan yaşlardır anneciğim. Yıllardır bu pişmanlığımın yörüngesinde, e çaresizce dolandım kaldım ve çıkış kapısını bulamadım ve şimdi o kapı bana açıldı anneciğim yalvarırım beni af et.

Şu anda duygusal çıldırı, duygusal pişmanlık çıldırı'sı yaşıyordu. Gerçeklerle olan ilişkinin yok sayılmasını ve bu değerlere alay ederek her doğrunun kendi doğrusu olarak bilmenin acı gerçeği ile karşı karşıya idi. Duygusal doyumdan mahrum kalan bedeni bu olay karşısında tir, tir titremesine neden olmuştu. Annesi üzerinde olumlu bir davranış sergilemeden onu terk ederek, anne şefkatinden doyum alamadan yaşaması ve şimdi karşısında annesini görmesi ve bu doyumdan mahrum kalan bedeni bu doyumu almaya istekli bedeni o nedenle böylesine şiddetle tir, tir titriyordu. Bu titreme duyuşun ve hissiyatın bedeninde, duyulan duyarlılık anlayışına neden olan çözülmesinin etki eden titremesi idi. Duygulu bir ses ve duyguya uyanmış bir bedeninin, duygu vuruşunu anlatan pişmanlık dolu gözlerle ile

- Bilgiye dayalı olmayan düşüncemin sonucunda ve duygusal boyutu hiç düşünmeden seni çok üzdüm ne olursun bir şeyler söyle böylesine suskun durma ve bana böylesine üzgün bakma! Senin sevgini nefrete döndüren bu düşüncem şimdi ise o nefretimi sevgiye döndüren bu düşüncemi şimdi anlıyorum. O gençliğimde beni duygusal tıkanmaya götüren duygusal yükün altında duygudan haberi olmayan ve şimdi ezilen bedenimi anla ve bu zavallı beni affet. Sımsıcak cık özlem, kokan kollarınla sar ve beni sar. Bir gaflet perdesi olarak gözlerimi kör eden anlayışsız ben ve bu gerçeği anlayan ben işte karşındayım. Kucaklamak için ne bekliyorsun anne? Şefkatle bedenini saran bu duyguyu sendemi yitirdin, benim hoyratsız anlayışsız davranışımla sendemi yok ettin? Benimle konuşmaktan neden kaçıyorsun? İşteızdırap içinde acı çekiyorum ve çok üzgünüm!

- İşte beni şimdi anladın evladım!

Şaşkınlık ve hayretler içinde.

- Çok şükür ALLAHIM! Benimle konuştun, seni duymayan beni, duydun!

- Izdırap veren ve seni yavaş, yavaş sezgiye götüren iniltili ile titreten, gerçeklere ve seni kendi kendine getiren bu davranışını gören hangi anne duymazlıktan gelerek bu duygulu vuruş karşısında sessiz kalır evladım? Sen kapıyı suratıma çarparak gittiğin günden beri ızdırap içinde kıvranıyordum şimdi bu ızdırabım son buldu. Gel kollarıma, sarıl anneciğine, benim hassas evladım.

Sevinç, korku ve üzüntüsü bitmiş olarak büyük bir heyecanla annesine koştu. Duygunun verdiği ahlak ile varlığını hissetme karşılıklı duygu alış verişinin ve bu akışın heyecanının iç hazırlığının hazır hali ile koşmaya başladı ve bu duygu seli içinde

- Anneciğim, canım anneciğim

Diyerekten kollarına sarılmak için koşmaya başladı. Annesi kollarını açmış duygulu ve duygu sezgili duruşu ve gülücüklerle; sevgiyi besleyen o güzel gözleri ile kendisini bekliyordu. Gönülden gelen sevgilerin sevgi değerce buluşması için minnettar olarak atılan adımlarla kavuşmaya son bir adım kala, derinden duyduğu; korku damarı çatlamış korkudan çıldırmış, korku saçan ama acımalı bir ses tonu ile

- Yasin, hayatım uyan! Sana ne oldu? Neden uykuda ağlıyorsun? Uyan kalk!

Seslenen biricik hayat arkadaşı eşi Nur hayat'tı. Birden gördüğü rüyanın annesine sarılmadan son bulmasının şaşkınlığı ve rüya gördüğünün gerçeği ve eşinin korkudan çıldıracak gibi başında beklemesinin şaşkınlığı ve bu tatlı rüyanın istenmeyen bir şekilde son bulmasının üzüntüsü ile uyandı

- Hayatım böylesine korkmana gerek yok, rüyamda annemi gördüm ona pişmanlığımı anlatarak tam kollarına sarılacakken beni uyandırdın.

- Hayatım öylesine tedirgin sıkıntı ve huzursuzluk içinde üzgün ağlamanı görünce çok korktum. Bu korku ve endişe ile endişelenebilme adına sızıntı duyarak seni uyandırmak zorunda kaldım. Bilemezdim bu telaşlanış içinde ne rüya gördüğünü.

- Önemli değil hayatım, çok korktuğun belli, gel otur yanıma. Sende benim gibi duyuşun titremesine tutulmuşsun, sarıl bana hayatım titremen geçsin. Benim sezgili hayatım gel sarıl bana…

yeSa 10 Mayıs 2020 17:33

Şöhretin Bedeli
 
Şöhret olmak isteyen bir genç internetten gördüğü bir haber üzerine yakında televizyonda başlayacak bir yarışmanın olacağını haber alır. Televizyonda yapılacak yarışmanın kendisini arzu ettiği hayata, paraya, şöhrete ulaştıracağını düşünerek hayaller kurmaya başlar. Başvurusunu yapar ve elemeleri geçer. Artık yavaş yavaş istediği ve arzu ettiği her şeye sahip olmak için önünde fazla bir zaman kalmamıştır.

Yarışma günü gelmiş çatmıştır, gerekli tüm çalışmalarını ve hazırlıklarını yapmış, sıranın kendisine gelmesini bekliyordur.* Çok heyecanlıdır, yarışma salonunda ailesi de yerini almıştır. Yarışma sonunda kendisinin üçüncü olduğu ilan edilmiştir. Bu derece bile kendisi için şöhretin kapılarını aralamaya yetmiştir.

Yarışmanın üzerinden çok geçmeden, televizyonda en çok izlenen yarışmalardan biri olduğu için, kendisine kaset yapma teklifi, reklam filminde oynama teklifi, bazı televizyon ve radyo programlarına katılmaya başlar. Artık, medyada yer alan ve çok tanınan ve çok sevilen biri olmuştur.

Bir gün çok sevdiği bir arkadaşı onu oğlunun sünnet düğününe davet etmiş. Gerekli hazırlıklarını yaparak, sünnet düğününün yapılacağı yere giderken yolda bir trafik kazası geçirir ve acilen hastaneye kaldırılır. Yapılan* müdahalelerin ardından, belinden aşağısını artık kullanamayacağı, yani sakat kaldığını doktorlar söylerler. Bu haber karşısında tam bir hayal kırıklığına uğrar. Çünkü arzu ettiği hayata yeni ulaşmış, yapacak daha ne projeleri ne önemli projeleri vardır.

Kazanın olduğu televizyonda haberlerde söylenmesinin ardından ziyaretçi akınına uğramışken, gün geçtikçe, hayranları zamanla azalmış, şimdilerde hayran kitlesinden bir kişi bile kalmamış, çevresinde dost diye bildiği kişilerde artık arayıp sormaz olmuşlar. Öyle bir an olmuş ki, ailesinden başka kimse yanında olmamış.

Bu durum onu bunalıma sokmuş. Gerek yürüyemiyor olması, yatakta çakılı bir vaziyette kalmış olması, gerekse çevresinde hiç kimsenin olmaması ciddi ruhi bunalımlara girmiş.

Bir gün annesinin alışveriş için markete gittiği bir sırada, ciddi bir yalnızlık hissetmiş. Bunun sonucunda bir kutu hap içip intihar etmiş.

Böylece, belki de çok istediği şöhret onu ölüme götürmüş.

yeSa 10 Mayıs 2020 17:34

Deve Kervanı
 
Eskiden, İran’da, İsfahan şehrinde, Cemal adında kervancı bir genç yaşardı. Kervan sahipleri kervanlarını çok güvendikleri Cemal’e gönül rahatlığıyla teslim ederler ve onun kervandaki malları kendi malıymış gibi koruyup, gözeteceğini bilirlerdi.

Günlerden bir gün, Cemal İsfahan’dan kuzeydoğudaki Meşhet’e gitmek üzere, kumaş yüklü deve kervanıyla yola çıktı. Kervan birkaç gün sonra Deştikebir Çölü’ne vardı. İlk bakışta uçsuz bucaksız gibi görünen 400km.lik bir kum yığını. Oralardaki bir kuyudan su tedarikini yapan kervan çöle girdi. Aradan bir hafta geçti. Kervan dıştan bakıldığında çölde ağır ağır ilerliyordu, her şey yolundaydı. Ama içten içe kaynayan bir kazan gibiydi. Bu kazanı baş deve kaynatıyordu. Baş deve kervandaki yirmi devenin başıydı. Mola verildiği zaman devamlı konuşur, bir şeyler anlatır, ötekiler de sessizce dinlerlerdi.

Baş deve üç dört gündür havadan sudan konularla konuşmaya başlıyor, sonradan sözü liderlik konusuna getiriyordu. Koca kervanı neden bir eşek peşinden sürüklüyordu? O en önde olmasa olmaz mıydı? Sanki o olmasa kervan gideceği yere varamayacak mıydı? “ Ben “ diyordu baş deve, “ Mısır’a gittim, Arabistan’a gittim, Yemen ‘e gittim, Anadolu’ya gittim. Yüce dağlar aştım, susuz çöller geçtim. Binlerce, on binlerce kilometre yol kat ettim. İran’da gezmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı. Bu Deştikebir Çölü’nden defalarca geçtim. Benim gibi doğuştan lider varken başınızda küçük eşek kim oluyormuş? Boy yok, post yok, bir de kervanın en önünde gider. Onun liderlik neyine? Gelin şu eşeği defedelim başımızdan. Lider ben olursam eğer her türlü iyiliği bekleyin benden. Yoruldum diyenin yükünü sırtımda taşıyacağım…”

Baş devenin aynı tarzdaki konuşmaları sonraki günlerde devam etti. Kervandaki develerden birkaçı önceleri eşeğin gitmesini istemediler. “ Kime ne zararı var garibin? “ dediler. “ Bırakalım önde o gitsin, bizi Meşhet’e götürsün. Zaten hiçbir işimize karışmıyor. Molalarda bir kenarda tek başına oturuyor. Belli ki bir derdi vardır, kimselere anlatamaz. Durup dururken günahını almayalım. “

Baş deve böyle diyenlere karşı çıkıyordu:

“Garip mi? Neresi garip bunun be? Acınmaz böylesine. Onun yemini, suyunu biz taşıyoruz, bir de kaprislerine boyun eğecek değiliz. Nerede oturursa otursun, önemli olan, onu kervandan uzaklaştırmak. “

Sonunda baş devenin kesin kararlılığı karşısında direnci kırılan birkaç deve, istemeye istemeye eşeğin gitmesine razı oldu. Bir gece develer eşeğin yanına gittiler ve kervanda kendisini istemediklerini söylediler. Eşek bu duruma karşı çıktı. Olmaz dedi, ben bu kervanı terk etmem dedi, bensiz Meşhet’e varamazsınız dedi, pusulayı şaşırır, çölde kaybolursunuz dedi.

Eşeğin sözlerine kulaklarını tıkayan, onun tepinmesine aldırış etmeyen develerin küfür derecesine varan hakaretleri karşısında eşek, “ Ne haliniz varsa görün “ diyerek çekip gitti.

Ertesi gün baş deve çalımla yürüyordu kervanın önünde ve arada bir arkasına bakıp gururla gülümsüyordu. Baş devenin fazlaca böbürlenmesi kervanın zararına oldu. Kervan ilk günden başlayarak hedefinden adım adım uzaklaştı ve güneybatıya doğru geniş bir yay çizerek, Kuhistan Çölü’nün ortalarına kadar geldi. Günlerdir diğer develerin ikazlarına aldırış etmeyen baş deve sonunda liderliği kaybetti. Pusula şaşırılmış, kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Yol yok, iz yok, ne tarafa gidilmeliydi acaba?..

Günler sonra eşek çıkageldi. Develer sessizce eşeğin arkasında tek sıra oldular. Eşek şaşkın şaşkın etrafına bakınan baş deveye, “ Sen en arkada yürüyeceksin “ dedi.* Sonra kervan Meşhet’e doğru yola çıktı. Kervan Meşhet’e doğru yola çıkmıştı ama baş deve hırsından kuduruyordu.

“ Vay küçük eşek, vay…Demek sende böyle numaralar da varmış. Kovulduğun kervana geri dönecek kadar yüzsüzmüşsün. Bizi takip ettiğini nasıl oldu anlayamadım. Bilsem peşimizden geleceğini ne yapar eder seni engellerdim. Aldım mı ayağımın altına hamur gibi yoğururdum. Belki şimdi sen önde ben arkadayım ama buna güvenme. Hele bir Meşhet’e varalım sonrası kolay. Nasılsa İsfahan’a dönüşte kuyruğunu koparır öne ben geçerim, çünkü kuyruksuz eşeğin peşinden hiçbir deve gitmez. “

Kervan on gün sonra Meşhet’e vardı. Cemal kumaşları kervan sahibinin oradaki dükkanına teslim etti ve develere baharat yüklendi. Eşek önde, develer arkada, İsfahan’a dönüş yolculuğu başladı. İlk günler pek sesi soluğu çıkmayan baş deve sonraki günlerde ileri-geri konuşarak develeri kandırmak için çaba sarf etmeye başladı.

“ Sayın arkadaşlar, geçmiş geçmiş, biz bugüne ve yarınlara bakalım. Öyle böyle Meşhet’e geldik, şimdi İsfahan’a dönüyoruz. Meşhet’e gelirken bir süre kervanın liderliğini ben yaptım. Aslında ben kervanı Meşhet’e rahatlıkla götürürdüm ya nedense eşek geldi, kervanı Meşhet’e o götürdü. “

Baş deve konuşurken develerden biri: “ Eşek gelmeseydi biz Meşhet’e zor varırdık “ deyince baş deve:

“ Sus, öyle anlamsız konuşma “ diyerek deveyi azarladı.

“ Beni sen şaşırttırdın. Yok o yol yanlış bu yol doğru, yok oradan değil buradan gidelim diye diye yolu kaybettirdin. Benim yolum doğru yoldu, eğer sen karışmasan Meşhet’e eşeksiz giderdik. Eşek dedim de aklıma geldi, bu eşek molalarda neden yanımıza gelmiyor? Neden bizimle konuşmuyor? Çünkü eşek bizleri önemsemiyor, bizi küçük görüyor. Onun gözünde biz pire kadarız. Şimdi soruyorum: Kendini pire kadar gören ortaya çıksın. Ben pire kadarım desin. İçimizde böyle biri yok, olmadığına göre de hepimiz eşekten üstünüz, lider de benim.

“ Biraz önce baş deveye karşı çıkan deve:

“ Lider sen olamazsın, çünkü kervanın bir lideri var. Kervanın önünde giden liderdir yani eşek liderdir.

“ Bunun üzerine baş deve ayağa kalktı:

“ Eşek olsa olsa senin liderindir. O ancak sana liderlik yapar. Sen bir hiç olduğuna göre eşek bir hiçin lideridir. Eşek bir hiçtir. “

*“Hayır, eşek kanıyla, canıyla oradadır, ben de buradayım. Var olan bir şey hiç olamaz. Eşek hiç değildir, bense hiç değilim. “

Baş deve devenin sözlerine içinden güldü. Asıl amacı, eşeği ortaya çekip onunla kapışmaktı. Deve buna aracı oluyordu. Son söyledikleri gerekli ortamı hazırlamıştı. Baş deve ağzındaki baklayı çıkardı:

“ Eşek orada sen buradasın. Eşek niye orada gelse ya buraya.

“ Deve, baş devenin niyetini anladı. Birden acıdı eşeğe. Durup dururken eşeğin başı belaya girecekti. Keşke baş deveye karşı çıkmasaydı. Onunla laf kavgasına girmeseydi. Artık geri dönemezdi:

“ Eşek buraya gelir. Dur, gidip çağırayım.”

Deve, eşeğin yanına gitti:

“ Özür dilerim. Rahatsız ettim. Baş deve sizi çağırıyor. “

“ Baş deve mi? Beni mi çağırıyor? Ne işi varmış benimle baş devenin? “

“ Efendim, yola çıktığımızdan beri sizin önde olmanızı hazmedemedi. Hep kendi önde olsun istiyor. Bütün amacı sizi kervandan uzaklaştırmak. “

“ İyi işte ben gitmiştim, ama kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Geri dönmesem haliniz haraptı. “

“ Bunu ben de biliyorum. Hep baş deveye yanlış yaptığını söyledim, onu uyardım. Tutturmuş bir liderliktir gidiyor. Sizi kıskanıyor. Az önce kervanı ben Meşhet’e götürürüm diyordu. Ben, eşek gelmeseydi biz Meşhet’e zor varırdık dedim. Siz gittikten sonra onu şaşırttığımı, bundan dolayı yolu kaybettiğini söyleyip beni azarladı. “

Deve diğer konuşmaları da anlattıktan sonra eşek:

“ Öteki develer neden baş deve ile birlik oluyorlar, ben onu anlayamadım? “

“ Ben de anlayamadım. İki-üç deve gönülsüz dinliyordu onu ama şimdi sesleri çıkmıyor. Mola verildiğinde baş deve hep konuşuyor, kendini övüyor. Siz yalnız başınıza bir kenarda dinleniyorsunuz Hiç kendinizden bahsetmiyorsunuz. Herhalde nedeni bunda aramak gerek.”

“ Demek istediğini anladım. Ben yıllardır kervan çekerim. Asla yolumu şaşırmadım, çünkü mola verilirken gündüz güneşe, gece yıldızlara bakarak rotayı ayarlarım. Ne kadar yol gelindiğini, ne kadar yol gidileceğini hesap ederim. Eğer molalarda sizin yanınıza gelip baş deve gibi lak-luk yaparsam yolumu şaşırırım. Gel gidelim bakalım, baş deve ne diyecekmiş? “

“ Efendim, isterseniz gitmeyelim. Baş devenin amacı kavga çıkarmak. “

“ Korkma canım, baş deve de kimmiş? Ben onu suya götürür, susuz getiririm. Baş deve kazdığı kuyuya düşecek.”

Eşek önde, deve arkada hızlı hızlı yürüdüler. Bu sırada deve düşünüyordu.

“ Vay be, eşeğe bak. Canavar kesildi. Kim bilir kim bu? Rakibi bir baş deve değil ki, baş devenin arkasında on sekiz tane deve var. Ama herhalde eşek boşa konuşmadı. Baş deveyi tuzağa düşürecekmiş? Plan hazır demek. Efeler gibi yürüyor. Ben böyle eşeğin yoluna baş koyarım.”

Deve:

“ Efendim, sonuna kadar yanınızdayım. Ölürüm de ayrılmam sizden. “

Eşek:

*“ Sen cesur bir devesin. Doğruluktan ayrılma. Seni yardımcım yaptım. “

Deve:

“ Teşekkür ederim, efendim. Bu göreve layık olmaya çalışacağım.”

Eşek baş devenin önüne gelince arka ayakları üstünde dikildi, ön ayaklarını beline dayadı, göğsünü şişirdi, kafasını yukarı kaldırdı, kaşlarını çattı:

“ Evet, seninle konuşmak istiyorum, devecik. Kervandan ayrılıyorsun. Kervan, İsfahan’a gidiyor, sen Meşhet’e dönüyorsun.” Eşek öylesine sert konuşmuştu ki, baş deve şaşırdı. Hem eşek emir veriyordu. Baş deve kekeledi:

“ Devecik mi?! Kim devecik? Meşhet’e niye döneyim? “ Eşeğin korkusuzluğunu, baş devenin şaşkınlığını gören develer birer-ikişer eşeğin arkasında toplandılar. Bunda eşek olmadan İsfahan’a varamayacakları endişesi önemli olmuştu. Baş deveye kalsa o kervanı Hazar Denizi kıyılarına götürürdü. Yalnız kaldığını gören baş deve ses çıkaramadı. Daha sonra develer bir daha baş devenin sözlerine aldanmayacaklarını söyleyerek, onun da İsfahan’a gelmesini eşekten rica ettiler. Eşek, bu öneriyi kabul etti. Kervan, başka olay olmadan İsfahan’a vardı.


SON

yeSa 10 Mayıs 2020 17:36

Motor
 
*
Çalıştığı işyerinden aldığı haftalıktan her hafta yaptığı gibi elli lira ayırdı biriktirdiği para kutusunun içine koydu. Kaç liram oldu diyerek saydı. Tam dokuz yüz yetmiş beş lirası olmuştu. Aslında ne kadar parası olduğunu biliyordu ama her hafta onları saymaktan keyif alıyordu. İstediği motoru alabilmek için daha iki yüz yirmi beş lira biriktirmesi gerekiyordu.*

Oturduğu koltuğa yaslandı, iki yüz yirmi beşi elli’ye böldü: parmaklarını sayarak “daha beş hafta var” dedi.*

Ali’nin çocukluğundan beri tek hayali vardı kendine ait bir motoru olması. Aklı erdi ereli annesinden motor almasını istemesine rağmen başarılı olamadığından kendisi para biriktirip alacaktı. Parası bin iki yüz lira olunca doğru daha önce defalarca gidip vitrinden seyrettiği motoru almak için dükkandan içeri girip fiyatını sordu.*

Satıcı:*

- Senin istediğin motora zam geldi, ama alacaksan sana eski fiyattan yani bir ay önce söylediğim gibi bin iki yüz lira olur.*

Ali:*

- Tamam anlaştık ancak önce annemle konuşmam gerekiyor. Bana iki gün mühlet verir misin?*

Satıcı:*

- Tamam sana iki gün mühlet. İki gün içerisinde gelirsen sözüm söz. Ancak iki günü geçerse yeni fiyattan olur. Tamam mı?*

Ali:*

- Tamam.*

Ali bir koşu annesinin yanına gitti lafı eveleyip gevelemeden. “Anneciğim istediğim motoru almak için yeterli parayı biriktirdim müsaade edersen gidip almak istiyorum.”*

Annesi:*

- Olmaz. Kesinlikle almanı istemiyorum.*

Ali:*

- Neden anneciğim? Senden para istemiyorum. Bu güne kadar biriktirdiğim parayla alacağım.*

Annesi:*

- Oğlum mesele para meselesi değil. Paran olmasa bile bulur buluşturur alırız. Ama olmaz.*

Ali:*

- Biliyorsun ilçemizde yaşayan erkek nüfusun tamamına yakınında motor var. Her yere onunla gidiyorlar. Her işlerini onunla görüyorlar. Benim motorum olmadığında her gün şehir içi toplu taşıma araçlarına veyahut arkadaşlarımın kullandığı motorlara binmek zorunda kalıyorum. Benim de motorum olsun istediğim yere istediğim zaman gidebileyim. Hem de motorun arkasına seni oturtturup gezdireyim.*

Annesi:*

- Ne söylersen söyle ben almanı istemiyorum. Biliyorsun babanı motor kazasında kaybettik, o kazada deden de sakat kaldı yıllarca başkasına muhtaç olarak yaşadı.. Allah korusun böyle bir iş başımıza gelirse ben bir daha kaldıramam. Bu yüzden almanı istemiyorum.*

Ali:*

- Anneciğim, kaderimiz de böyle bir olay yaşanacaksa bundan kurtuluş yok. Başkasının motoruna binice de olur, yürürken de olur. Sen gönlünü ferah tut.*

Annesi:**

- Tabi ki her şey Allah’tan. Motor almanı bırak; imkanım olsa motor kullanılmayan kasabalara göçüp oralarda yaşamak istiyorum.*

Ali annesinin kararlı tutumu karşısında daha fazla konuşmadı. “Anneciğim sen gönlünü ferah tut.” Dedi ve odasına çekildi. Ancak odasında ne oturabiliyor ne de yatabiliyordu, bir ara camın önüne dikilip gözlerini yumdu babasını dedesini hayal etti. Babasız büyümenin zorluklarını, annesinin onu büyütmek için çektiklerini düşündükçe annesinin karşı çıkışını olumlu karşılıyor ama içindeki ses de:*

- “Her motora binen ölseydi ilçede şimdi hiç erkek olmazdı. Eceli gelen bir bahane ile hayata veda edecek. Sen git motorunu al.” diyordu.*

Ali uykusuz geçen gecenin sonunda kafasında bir plan oluşturdu. Annesine hiçbir şey söylemeden motoru satın alacak bir müddet motoru arkadaşında bırakıp oradan binip işine gidip gelecekti. Sabah her zamankinden daha erken kalktı, biriktirdiği paraları kutudan çıkarıp tekrar saydı ve cebine koydu. Annesi daha uyuyordu uyandırmaya kıyamadı doğru mutfağa gidip çaydanlığı ocağa koydu. Çay hazır olana kadar kahvaltı masasını hazırladı. Annesinin kalkmasına daha on beş dakika vardı. Her gün kahvaltı yaptıktan sonra elbiselerini giyerdi. Ancak o gün nedense önce giymek için gar dolabına yöneldi ve sadece özel günlerde giydiği elbiselerini giyip kahvaltı masasına oturdu. Annesi her zaman kalktığı vakitte kalktı elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı masasını hazırlamak üzere mutfağa yöneldi. İçeride kahvaltı masası hazırlanmış ve Ali’yi özel günlerde giydiği elbiseyle görünce şaşırdı. “Hayır ola “ diyebildi.*

Ali:*

- Hayır anneciğim şerle ne işimiz olur. Uyuyamadım erken kalkınca seni kaldırmaya kıyamadım bir gün de ben hazırlayıp sana hizmet edeyim dedim. Memnun olmadın mı?*

- Ne demek oğlum, neden memnun olmayayım? Kahvaltı masası hazır birde seni özel günlerde giydiğin elbiseler içinde görünce şaşırdım. Hayırdır bir davete mi gideceksin?*

Ali:*

- Yok anneciğim her gün gittiğim işime gideceğim. Sadece Gar dolabının kapısını açınca bunlar gözüme ilişti bende giydim. İstemiyorsan çıkarabilirim.*

Annesi:*

- Ne münasebet sen genç delikanlısın istediğini giymek senin de hakkın. Sadece günlük hayat akışı içerisinde yapmadığın şeyleri yapınca şaşırdım. Ali kahvaltıdan sonra annesinin elini öptü ve evden ayrıldı. O sabah işine değil doğruca motoru almak için motor bayiine gitti. Daha önce anlaştıkları fiyat üzerinden parayı ödeyip yıllarca hayal ettiği motoruna kavuştu. Bayi deposunda yeterli benzin olmadığını söyleyince ilk işi benzin almak oldu. Artık yola çıkmasına mani bir sebep kalmamıştı. Arkadaşlarının yanına yeni motoru ile gidecekti, kızlara onunla hava atacaktı, annesi ne zaman nereye gitmek isterse götürecekti.*

Bismillah deyip motoruna bindi son surat gidiyordu sevinçten karşısına çıkan kırmızı ışığı fark edemeyip karşıdan gelen aracın altına girip metrelerce sürüklendi ve son nefesini orada verdi.*

Motoru Azrail, yeni elbiseleri kefeni oldu.**

yeSa 10 Mayıs 2020 17:38

Takva Ancak Üstünlüktür
 
Dünyanın en akıllı insanı kim sizce...
En ileriyi gören...
En doğruyu bilen...
En derin düşünen..
En zengin olan...*
Dünyalıkları en çok toplayan mı?...
Yoksa inzivaya çekilmiş sürekli Allah Allah diye zikreden mi?...

Bütün zenginlik ve mülkün sahibi...
Tüm evrenin tek idarecesi Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir...
Allah tüm yüce isimlerin tek sahibidir ve bize ait olan her ne varsa zaten O'nundur...
Bizim çalışmamızın ürünü değildir...
Görüntüde böyledir...

Sadece...
Öyleyse insanlara verilen akıl dahi Allahü Teala' ya aittir.
Ki...
Bizim, benim diyebileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktur...*
Hal böyle iken...
Bizler neyimizle üstünlük sağlıyabiliriz sizce...


En akıllı olmak için aklımızı kullanıp yüce yaradanımızı kalbimizin en derinlikteki, hakikatı bularak ve görerek yaşayabilirsek... Ne güzel...
NİTEKİM üstünlüğümüzü takva sahibi olmakla gerçekleştirebiliriz...
Takvada yarışarak savaş açarsak en makbul en akıllı şeyi yapmış oluruz...

Ebedi saadete giden yoldur bu...
Boşa kaybedecek bir dakikamız yok aslında...
Dönüşümüz O'nadır...
Tüm yollar O'nda son bulur...
Yıldızları takip edip birer yıldızda biz olalım...
Sönmeyen yıldızlara...
Tüm evrende sonsuz olmaya...
Selametle...Muhabbetle...Rahmetle kalın...

yeSa 10 Mayıs 2020 17:39

Ruhun Sınır Tanımayan Yanı
 
Ebediyete kadar giden ruhumuzu hapsedemeyiz, asla...

O her an okyanuslarda ve en sığ yerde bile yüzer. Tüm iklimlerde varolma kabiliyetindir. En zor koşullarda ve tüm boyutlarda yaşar. Hiçbir engel tanımaz...

Zaman mekan kavramı yoktur, ruhun gücün sonsuzdur... Ruhumuzun ENGİNLİĞİNİ ZENGİNLİĞİNİ HAZİNELERİNİN KAPILARINI FARKINDA BİLE OLMADAN KAPATIYORUZ...

Kendimize etiketler takıyor, kimlikler belirliyor sınıflandırıyoruz..

Ve rollerimizi oynuyoruz. Beşeri insan olarak madde bedenimizin içinde MAHKUM GİBİ...

OYSA Kİ, ruhumuz öylesine muhteşemdir keşfe çıkılırsa... İstediğiniz herşeyi dilerseniz ayağına getirirsiniz..

İstediğiniz herşey sizinle olur.. Bize verilen bu nimeti ve hikmetleri aramak bulmak açığa çıkarmak, kendinde bu oluşumları izlemek nasıl bir ulviyet ve erdemdir ki bunu yaşamak lazım...

YÜCE'ler YÜCE'si ALLAH'la beraber, sürekli içiçe O'nu zikretmekle başlar ve biter...


Hamdım, piştim, oldum dersiniz... Sonunda..


İşte bu ne güzel bir an'dır. Buyrun sizde tadın, kevser şarabından. Ab-ı hayat'dan...

Kesilmez sonsuz rızktan, aslolan bu dünya değil... Hepimiz biliyoruz. Vesselam...

yeSa 10 Mayıs 2020 17:40

Işık Hızındayız
 
Manevi şahsiyetimizde gizli tüm zenginlikler, bütün renkler...

Bir elimizde ay, bir elimizde güneş...

Yıldızlar göz kırpıyor geceleri, sessizce...

Adımlarımız bir kalem olsun elipsler çizsin...

Yükselin, geniş ufuklara doğru gidin imzanızı atın... Tüm evrene kucak açmış derya, deniz, okyanuslar bizleri bekliyor...

Bir kase suyun içinde kalmak boğulmak... NEDEN...

Bırakın madde dünyayı ışık olup hızla ilerleyin bilinmezlere, kimse bilmesin gittiğiniz yeri...

İçimizdeki sırları bulmaya doğru yol alın... Bizdeki cevheri keşfedelim ve engin denizlerde kaybolalım...

Herkese yer var öylesine genişki evren...

TEKNOLOJİYLE yarışalım uçaksız, roketsiz, milyonlarca ışık yılı uzaklara sınırsız düşüncemizle. Olmazları yok edelim, birer birer...


İnsanlar düşünebildikleri kadarını yaşarlar...

yeSa 10 Mayıs 2020 17:45

Bir Hayat Sönerken Bir Hayat Başlıyor
 
Hastahanelerin yüzü soğuktur.Hele geceyse daha soğuk gelir insana.Gündüz polikliniklerde muayene ve tetkik için koşturan insanların sesleri* yavaş yavaş azalmaya başladığında bir başka hüzün çöker… Sadece acildeki sesler* ve çığlıklar duyulur..Bazı servisler de insanlar sessiz sakin uykudayken bazıları yarına çıkmanın endişesini taşır.En sessiz yoğun bakımlar olur…Hemşire yada doktorun ayak sesi ve cihazların sesi birbirine karışır.Odada nefes alışlarınız bile duyulur.Bazı hastalar günü birlik konaklar bazıları aylarca…Uzun kaldıklarında bir bağ kurulur çalışanlarla, acıları bir başka dokunur insana...İyileştiklerinde* herkes gurur duyar bir parça pay çıkartır kendine.


28.11.2008 hayatımda unutmadığım* ve unutamadığım bir gün.Cerrahi yoğun bakım servisinde nöbetteyim.Bu akşam yedi yataklı serviste tek misafirim var.Aslında üç günü geçenleri misafirlikten çıkarıyoruz, şakayla karışık buralısınız artık diyoruz işleri bölüşmeliyiz.Deniz yirmibeş yaşında çiçeği burnunda ilkokul öğretmeni.Aslında bizim hastahanemizde ameliyat olmadı .Ameliyat sonrası oluşan komplikasyonlardan dolayı daha iyi koşullarda bakılması için bize getirilmişti.Yeni evlenmişler ve bir ay geçmeden hastalanmış biraz kendi umursamazlığı birazda gittiği hastahanenin ilgisizliği bu günlere getirmişti.


Saat üç olmuş, hava soğuk ve karlı,pencereden dışarda yağan karı seyretmek çok güzel .Hastahanenin orta bahçesi* aydınlık olduğundan* yağan kar bir başka* güzel görünüyor.Yoğun bakım ve acil binaları karşılıklı,gece yada gündüz dışarıdaki herşeyi görmek mümkün.Ben karı seyrederken Acil kapısında banka oturmuş biri dikkatimi çekti.Bu havada banka oturulur mu? Kimbilir ne derdi var? Hastası çok ağır olmalı, kendini sokağa atanların çoğunun hastası ağırdır ve İçi içine sığmaz orta bahçede cezaevindeki gibi sağa ,sola turlar dururlar. Bankta oturan kişinin sürekli yoğun bakıma bakması hiç kıpırdamadan durması Deniz’in eşi olabileceği düşüncesini uyandırdı.Aslında burada olmasının hiçbir faydası yoktu.İçeri alınmıyordu, gereken ihtiyaçları zaten hastahane karşılıyordu.Belliki evde duramamış en azından yakın olmak istemişti.Deniz’e baktım, sessiz sakin gözleri yarı açık bakıyordu, uyumadığı belli yanına gidip;


- Deniz ağrın var mı tatlım?


Konuşmaya hali yoktu oysa dün gayet iyi görünüyordu .O an hiçbir şey düşünmeden;


- Deniz dışarıda biri var, eşine benziyor çağırayım mı?


Kısık gözlerini* aralamaya çalışararak evet dercesine başını salladı.


- Acilden sordurayım bakalım O mu?


Acili aradım ve nöbetçi personelden bekleyen kişinin eşi olduğunu öğrenince yukarı çağırdım.Aklına kötü birşeyler gelmiş olmalı ki gözleri ağlamaktan kızarmış soğuktan gözyaşlarının aktığı izler belirginleşmişti. Kapıya doğru bakarak;


- Bir şey mi oldu?


- Yok merak etme bugün Deniz’le yalnızız sizi görmek ona iyi gelicek, yalnız biliyorsunuz içeri girmek yasak onun için kısa bir süre girip çıkarsınız.


- Teşekkür ederim, Allah sizi sevdiklerinize bağışlasın, siz ne zaman tamam derseniz ben o zaman çıkarım


- Size bir önlük vereyim onu giyin şu maskeyide takın,


Önlüğü giyip maskeyi taktı Deniz’e yaklaştı;


- Erdoğan bey benim cihazları takip etmem gerekiyor bu yüzden ben masamdayım. Dışarıdan görünmemeniz için perdeyi biraz çekermisiniz?


Kendini örtücek şekilde perdeyi çekti;


- Aşkım…


Öyle bir özlemle seslenmişti ki …Deniz’in sesi duyulmuyordu.Eşi bile duyabilmek için iyice yaklaşıyordu.


Erdoğan beyin konuşmalarını net olarak duyabiliyordum, sanki özellerine girmiş gibi hissettim ama yapabileceğim bir şey yoktu. Eşi sürekli konuşuyordu;


- Deniz’im okyanus gözlüm öğrencilerin seni çok özlemişler, bende çok özledim bir tanem ,hadi biraz gayret et topla kendini evimize gel ,sensiz o eve sığamıyorum…


O konuştukça ben ağlamamak için çaba harcıyordum.Mesleğimdeki dördüncü yılımdı artık yavaş yavaş bazı şeylere alışmalıydım. Ben böyle durumlarda gözyaşlarımı tutamıyorum, servisteki herkes kızıyor sende zamanla pişersin* diyorlar.Böyle bir şeye insan nasıl alışır ki…eşi hayallerinden gelecekteki planlarından umutlarından bahsettikçe benim bağazım düğümlendi.Yok artık çıkarmam gerekiyordu ,ağlamaya başlarsam ortalık gerilecek .Çıkarmaya da kıyamıyorum…Saate baktım dörtbuçuk olmuştu;


- Erdoğan bey… laborant arkadaş birazdan kan almaya gelicek sizi görmesin artık tamam desek.


Eşinin yanaklarını okşayıp öptü;


- Size nasıl teşekkür ederim bilmiyorum,bana dünyaları verdiniz


- İkinizin mutlu olup biraz gülümsemesi* yeter, kimseye görünmeden bekleme salonuna geçin , biraz orda bekleyin soran olursa benim beklettiğimi söylersiniz.


- Tamam, tekrar teşekkür ederim.


Deniz konuşmuyor ama teşekür eder şekilde bakıyor.


- Eeee Deniz Hanım mutlu oldunuz mu?


Sadece başını sallıyor, gülümsemeye çalışıyor ama yapamıyor.


Sabah yedi buçukta servisi teslim edip evimin yolunu tuttum.Eve vardığımda eşim kahvaltımızı hazırlamış beni bekliyordu.Olanları anlatınca biraz kızdı.


- Başını derde sokma bak uğraşamam ,


- Konuşmalarını bir duysaydın bunu demezdin,iyi yapmışsın derdin.


- Kurallara karşı allerjin var, artık buna kesin inanıyorum.


- İyi iyi bir daha olmaz zaten…yılbaşında Tayfun Beylere mi gidiyoruz?


- Haaa evet, ben unutmuştum.Sen eşini ara, ne gerekiyor sor hindileri ben söyledim.Dört aileyiz onların çocuklarda var..


- Tamam ben hallederim.


Eşim gittikten sonra yattım, tabii uyu uyuyabilirsen.Bir sağa bir sola döndüm olmadı, kalktım bir film seyrettim* sonra biraz uyumuşum.Akşam eşim geldiğinde sersem gibiydim.Baş ağrısı ve* bulantı başlamıştı, uykusuzluk ve sıkıntı* midemi bozmuştu.Kendimi yatağa geri attım yarı uyur yarı uyanık sabahı ettim.


Hastahanenin her yerinde* bir koşuşturma var.Ameliyathanenin altında psikiatri servisi vardı ,o tarafa başımı çevirince camların, bayramda çocukların okulun camlarını süsledikleri gibi süslenmiş olduğunu gördüm.Oh ne güzel galiba tek yılbaşı kutlayan servis orası diye düşündüm.Yukarı çıkınca formamı giymeden içiri bakmak istedim,sanki içeride bekleyen birşeyler varmış gibi…servis sorumlusu ve sürekli gündüz çalışan Ergül abla kapıda karşıladı;


- Kız sen nöbetlerde ne yapıyorsun hastalara,


Ay Allah kimden duydular ki ? diye düşünürken devam etti.


- Bütün gece* okuyup üflüyormusun ? Sen teslim ettikten yarım saat sonra hastalar ex oluyor.


Beynimde çanlar çalmaya başlamıştı.Ağrıyan başım zonklar gibiydi;


- Abla kimden bahsediyorsun?


- Ay sen bilmiyorsun, dün sabah Deniz’i kaybettik.


Çığlık atmamak için iki elimide ağzıma kapatmıştım ama gözlerimden akan yaşı engelleyemiyordum.O an dizlerimin bağı çözülmüş gibi yere çöktüm.Herkes sabah sabah ne olduğunu neden bu kadar tepki verdiğimi anlamamış sakinleştirmek için yarışıyorlardı. Oysa ben o an sabaha kadar dinlediğim hayalleri* umutları düşünüyordum


Birsüre sonra sakinleşmiştim.Üstelik her taraf hasta kaynıyor acillerde araya girince kimsenin nefes alıcak hali yok.Benim başağrım ve bulantımda artmıştı.Başağrısı bulantımı arttırdı diye düşündüm


….Yoğunlukta ağrı kesici bile alamadım.Ortalık sakinleşince Ergül abla;


- İnci hamile falan değilsin değil mi?


- Yok canım değilimdir hap alıyorum.


- Bence sen bir tahlil yaptır,


- Yok ya değilimdir,hem utanırım ben gidemem.


- Kızım bunda utanacak ne var, sen şuradan bir kap al idrarını yap ben baktırırım,


Ergül abla idrar kabını aldığı gibi gitti,benden daha heyecanlıydı.Ben dosyaları düzenlemeden geri gelmişti bile..


- Aptal dünyadan haberin yok, müjde hamilesin!


Ben ne diyeceğimi* bilememiş aptal aptal bakarken o herkese teyze oluyorsunuz, dayı oluyorsunuz diye sesleniyordu. Yetmiş kişilik bölümde* en küçük ve tek çocuk beklenen bendim bu yüzden kimse kimin hamile olduğunu sormuyordu. Sağdan soldan tebrikler, gözümüz aydın sonunda bir bebek geliyor diye gülümseyenler… oysa benim düşündüğüm tek şey sabah geldiğimde bir hayatın söndüğünü hayallerin umutların uçtuğunu görmüştüm şimdi benim içimde yeni bir hayat ve yeni umutlar yeni hayaller yeşeriyordu.


Acı bir anonsla herkes koşturmaya başladı” Gündüz çalışanlar acile ,nöbetçiler servislerde kalsınlar trafik kazası geliyor durum bilinmiyor hazırlıklarınızı yapın.” Evet her zamanki gibi hayat devam ediyor…

yeSa 10 Mayıs 2020 17:50

Geçmişe Yolculuk
 
Mart ayının son günleri, dışarıda öyle bir hava var ki...Eskilerin “mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır” sözünü doğrularcasına soğuk….Eşim köpeğimizi bahçeye salmış..yaramaz o kadar mutlu ki ikide bir zıplayarak benim bulunduğum cama gelip havlıyor bir de yalvarırcasına mızıklanıp boynunu bükerek bakması yok mu?…Yağan karı yakalamak istercesine kar tanelerini kovalıyor.Küçük cadım sokaktan alıp gelmişti, henüz iki aylıktı.Önceleri istememiştim* şimdi üçüncü çocuğum gibi….İlk karı gördüğü zaman korkudan yuvasından çıkmamış, adımını dışarı çıkarıp geri çekiyordu.Şimdi beş yaşında adıda ÖKSÜZ, zaman nasıl da akıp gidiyor.Aslında hiç dışarı çıkmak istemiyorum …ama benim yaramazın bakışlarına dayanamıyorum, dışarı çıkmaya hazırlanırken telefon çaldı,ev telefonundan fazla arayan olmazdı annem mi acaba?.. diyerek açtım.İçime doğmuştu arayan annemdi….
*
- İnci…. nasılsın yavrum…
*
- Çok iyiyim** anneciğim ,Öksüzle oynamaya çıkıyordum, sizler nasılsınız babam iyi mi?
*
- Biz iyiyiz…*
*
Sesinde söylemek isteyipte söyleyemediği bir endişe vardı.
*
- Ne* var* anne… bir şeymi oldu?
*
- Telaşlanma sadece anneannen düşmüş…* alıp bize getirdik, şimdi iyi….Haber vermek istemiştim….
*
Seksenbeş yaşında bir kadın düşerde nasıl iyi olurdu ki…Konuşmamızı bitirince düşünmeye başladım.Hava çok kötü… çocukları bu havada yola çıkarmak tehlikeli ….Ama anneanneme bir şey olursa ya birdaha göremezsem…Zaten annem uzakta olduğum için herşeyi saklardı…..Eşime anlatınca;
*
- Hemen yola koyulalım karanlık olmadan varırız, şimdi gitmezsek keşkelerle içimiz içimizi yer ,iki gece kalır geliriz,dedi .
*
Acele bir şekilde hazırlanıp yola koyulduk...Ben arkada gözlerimi kapatıp yatmıştım.Kızım ve eşim uyuduğumu sanıp müziğin sesini kısmıştı. Onlar baba kız sessizce sohpet ederken benim tüm çocukluğum gözümün önünden geçti* ,anneannem* ve büyükbabamla geçirdiğim günleri düşündüm.Aklımın erdiği günden beri anneannem ve büyükbabamlaydım…Genelde teyzem bakardı bana …O evlenince üçümüz kalmıştık…onlarla geçirdiğim mutlu günler canlandı gözümde bir bir ,hele kırmızı çizmelerim…Televizyonun eve ilk alındığı akşam film izlerken* bir kız çocuğunun ayağındaki tüğlü çizmeleri göstererek;*
*
- Büyükbaba çizmelere bak ne kadar güzel demiştim.
*
Rahmetli büyükbabam tilkinin kuyruğu hikayesindeki gibi abartmayı seven ,hayatı çok ciddiye almayan,durmadanda söz veren* biriydi .Sanırım o an beni mutlu etmek için ;
*
- Oğlum ….ben de* sana* böyle bir çizme alırım…dedi.Göçmen bir aileden geldiği için kız yada erkek ayırımı yapmadan oğlum derdi.
*
Günler geçip gidiyordu ama çizmelerden ses yoktu, ne zaman çizme desem _Tamam oğlum sabret, derdi.Aradan iki yıl geçmişti.Okula başlama zamanım gelmişti ve artık annemlerin yanında kalıcaktım.Anneannem sanki annemler ihtiyaçlarımı almayacaklarmış gibi liste yapmıştı…Valiz hep açık duruyordu..Herşey yeni yeni alınıp içine konuyor sonra listeden siliyordu…
*
Anneannem İstanbulda Samandıra da büyümüştü.Tertipli ,düzenli ,kibar* ve çok çalışkan bir kadındı. Büyükbabam askerliğini istanbulda yapmış …o zaman tanışmışlar, terhis olurken de anneannemi* kaçırıp memleketine* götürmüş, evlenmişler.Tabii İstanbul gibi bir şehirden köye gidince neye uğradığını şaşırmış önce…sonraları herkesin akıl hocası olmuş.Yıllarca köyde hem dikiş dikmiş hem de bağda bağçede çalışmış …. Annesi hastalanınca istanbula onun yanına gelmişler.Nasıl olsa çoluk çocuk büyüyüp evlenmişti.Teyzemde evlenince oralarda kalmanın* bir anlamı yoktu..annesininde bakıma ihtiyacı vardı..doğduğu yere geri gelmiş ,Kartal da tekrar bir düzen kurmuştu.Evde her zaman anneannemin dediği olurdu...Büyükbababam pek fazla sorumluluk almayı sevmezdi….Zaten işi gücü evin yakınındaki kahvehanede kağıt oynamaktı.
*
Bir gün balık pazarına giderken mağazalara bakarak yürüyoruz,birden üstleri tüğlü pırıl pırıl parlayan kırmızı çizmeleri gördüm. Sahip olamadığım ama büyükbabamın bir gün almasını beklediğim çizmelerdi .Sanki benimmiş* gibi sevinmiştim…Anneannem mutluluğumu görünce ;
*
- Gel bakalım kaç liraymış ? dedi.Tabii fiyatını sorunca biz sonra gelelim diyerek ayrıldık.Balığımızı alıp evimizin yolunu tuttuk.Çizmeleri almamıştık ama onları yakından görmek beni almış kadar mutlu etmişti..Evde sürekli büyükbabama çizmeleri anlatıyordum..Anneannem üzülmüş olacak ki* bir sabah büyükbabama para verip;
*
- İnci yi al çizmeleri almaya gidin ama sıkı pazarlık yap, fiyatını düşüttür….dedi.
*
Sevinçten evin içinde şarkılar söyliyerek zıplıyordum.Neyse büyükbabamla çizmeleri almak için yola koyulduk.Limana inmek için hepey uzun bir yokuş vardı.O an yokuş gözüme çok daha uzun gözükmüştü.Büyükbabam yolda arkadaşlarıyla selamlaşırken çekiştirip duruyordum.Kahvehanenin önüne gelince ;
*
- Oğlum gel, selam vermeden gidersek ayıp olur,çabucak çıkarız,dedi.Dedi demesine de masaya oturunca şeytan dürtmüştü.Benim kırmızı çizmelerin parasıyla kumar oynamaya başlamıştı,* ne yaptıysam masadan kaldıramadım.Yenildikçe hırslanmış ,hırlandıkçada gözü hiçbirşey görmez olmuştu.Sonunda paralar suyunu çekti .Büyükbabamın yüzü asılmıştı, o şimdi eve nasıl gideceğini düşünüyordu bense kırmızı çizmeleri….Evden çıktığımızda neşeyle şarkılar söyleyerek koşarcasına yürüyorduk, oysa şimdi… karıncaların adımı herhalde daha hızlıydı…Kapıya varınca zile bastık, annennem kapıyı açtı ,ayakkabımı çıkarırken;
*
- Büyükbaban nerede? Dedi. Başımı kaldırınca büyükbabanım* korkudan kaçtığını anladım. Üstelik beni yalnız bırakmıştı, şimdi ben anneanneme ne diyecektim. Anneannem kıyameti koparacaktı. Büyükbabamın* kumar yüzünden eve alınmadığı zamanlar olmuştu, şimdi yine aynı şey olursa ,büyükbabamı* yine sokakta bırakırsa korkusuyla* ;
*
- Dükkan kapalıydı !dedim.
*
Anneannem hiçbir şey demedi.Hava iyice kararmıştı sonunda büyükbabam eve geldi.Yemek yedik ortam her zamanki gibiydi. Anneannem hiç bir şey sormuyordu, üstelik sakin di…Büyükbabam kavga gürültü beklerken sessizliğe anlam veremiyor, yalnız kalıp bana birşeyler sormak ,ne olup bittiğini öğrenmek için* sabırsızlanıyordu. Onun* bu halini farketmiştim ve anneannemin peşinden ayrılmıyordum,çocuk aklımla onu meraklandırarak intikam alıyordum.Bir ara beraber kaldık;
*
- Ne oldu oğlum anneannen neden kızmadı?
*
- Dükkan kapalı ,dedim.
*
Anneannem içeri girince susmuştuk.O herzamanki gibi dikişinin başına oturmuş* şarkı mırıldanıyordu…
*
Çıktım Şarköyün yoluna* sıra sıra zeytinler


Onbeş yaşında da Nazifede hanıma yazık ettiler.
*
O an anneannemin köyü özlediğini düşünmüştüm.İç çekerek şarkı söylemesi dokunmuştu.Belkide yalan söylediğim için anneannem üzgün görünmüştü bana….
*
Sabah olunca kahvaltıdan sonra biz tekrar çizme almak için yola koyulduk.Dünkü neşe ve heyecanımdan hiç eser yoktu, para yoktu ki …neyle alıcaktık.Büyükbabamla kahvehanenin yolunu tuttuk.Cebinde kalan birkaç kuruşla masaya oturdu.Önceleri keyifsizdi hiç sesi çıkmıyordu sonra yavaş yavaş açıldı,kazanmaya başlamıştı…Çocuk aklımla o kazandıkça seviniyordum, kırmızı çizmeleri alabilecektik..Sonunda arkadaşının biri;
*
- Meço hadi kalk,* gidin şu çizmeleri alın yoksa bu gece sokakta yatarsın, diyerek bizi gönderdi.Cebi dolu olunca büyükbabamın da keyfi yerine gelmişti.Yine atıp tutmaya başlamıştı ama benim aklım ermediği için heyecanla dinliyordum.Zaten anlattıklarını doğru dürüst anlamamıştım, aklımda* sadece kırmızı çizmeler vardı..
*
Mağazaya vardığımızda heyecandan yerimde duramıyordum.Büyükbabam çok iyi pazarlık yapmıştı. Çizmeleri almıştı üstelik* anneanneme bir çift ev terliğide* almıştı.Neşeyle evin yolunu tuttuk.Ben çizmelerin alınmasına sevinirken büyükbabamda anneanneme çaktırmadan bu işten kurtulduğuna seviniyordu. O akşam şen şakrak geçti.Evin içinde çizmelerle dolaşmıştım.
*
Anneannem her akşam ben uyumadan önce yanıma uzanıp bana masal anlatırdı.Yine yanıma uzandı ve masalını anlattı.Sonraki akşam …daha sonraki akşam derken bir şey dikkatimi çekmişti.Masallar hep yalan söyliyen insanlar ve başlarına gelen şeylerle ilgiliydi.Küçücük aklımla huzursuzluk duymaya başlamıştım.Çünkü büyükbabam ne kadar düzenbaz olursa olsun anneannem tam bir doğruluk timsaliydi..Sonunda suçluluk duygusuyla olup biteni anneanneme anlattım.Yüzüme gülümsiyerek baktı ve sadece;
*
- Ben biliyordum, hadi iyi geceler ,dedi.Anneannem herşeyi ne zaman ve nasıl öğrenmişti, neden hiç bir şey söylememişti anlamamıştım.Fakat o günden sonra yalancılarla ilgili masallar son bulmuştu.


Ben bunları düşünürken küçük cadımın ;
*
- Anne uyan geldik beş saattir uyuyorsun…sesiyle kalktım.Kapıyı açıp merdivenleri* uçarcasına çıktım.Anneannem yatakta uzanmış, zayıflıktan kemikleri sayılıyor ve her tarafı mor bir şekilde yatıyordu.Arabada sessizce yatıp ağlamamak için direnmiştim.Oysa şimdi susmaya çalışsamda gözlerimdeki yaşlar sel gibi akıyordu…Anneannem;
*
- Deli kız bu havada gelinir mi?dedi .Oysa mutluluğu gözlerinden okunuyordu.

yeSa 10 Mayıs 2020 17:54

Ben Annemi İstiyorum!..
 
Zeynep hamile olduğunu öğrendiğinde ne yapacağını şaşırmıştı; sevinmeli mi yoksa üzülmeli mi bilemiyordu. Ama anne olacaktı; birçok kadın bunu isterdi, elbet oda anne olmak istiyordu ya eşi Kerim; Kerim bu işe karşı çıkabilirdi, elbette baba olmayı isterdi ama benim yaşayacaklarım onu korkutabilirdi. Olsun bu konuda kesin kararlıydı her şeye rağmen bu çocuğu istiyordu. Hayatın insana ne getireceği belli değildi. Bazen çok kesin gözle baktığımız şeylerde bile yanılabiliyorduk.
*
(((Güzel annem beni istediğini biliyordum bana da şans vereceğini hissetmiştim. Çok mutluyum, biliyorum sen endişelisin; Epey uzun bir yolumuz var ama birlikte bu zorlukları atlatacağız. Canım annem benim endişelerini at, ben geliyorum beni kokladığında ikimizde dünyanın en mutlu insanları olacağız…)))
*
Zeynep çok heyecanlıydı hemen eşini aradı ve erken gelmesini istedi. Bu sürprizi nasıl anlatacağını bilmiyordu. Eve gidip hemen güzel bir sofra kurdu, eşinin en çok sevdiği yemekleri yaptı. Kerim meraklanmış ve erken çıkmıştı. Gelirken eşine çiçek almayı ihmal etmemişti. Sabırsızca zile bastı, Zeynep her zaman ki, gülen yüzüyle kapıyı açtı:
*
- Hoş geldin canım!
- Vallahi nasıl geldim bende bilmiyorum, ne söyleyeceğini merakla bekliyorum.
- Çok merak iyi değil, gel önce güzel bir yemek yiyelim; yemek yerken sürprizimi söylerim.
- İyice meraklandırma,hadi bekletme!
*
Zeynep eşini sofraya zorla oturtmuştu. Önce havadan sudan bir muhabbet açtı ve durmadan konuşuyordu. Kerim merakla lafın nereye bağlanacağını bekliyordu.
*
(((Demek bu telaşlı adam benim babam benim geleceğimi duyunca nasıl sevinecek belki de sevinmez. Annemin kalp atışları çok hızlı sanki söylemeye korkuyor. İyi ama anne yeter, konuşmayı bırak ,beni anlat babama ;bende onun gibi merak ediyorum.Huzursuz olduğunu hissediyorum.Ama neden? Benden bahsetmek bu kadar zor mu?)))
*
- Zeynep yeter artık oradan buradan konuştuğun, lütfen* sadede* gelir misin?
- Bir şey söylemek istiyorum ama… nasıl tepki vereceğini bilmiyorum.Şunu bilki ben istiyorum, her şeye rağmen .
- Ne istiyorsun?
- Kerim, ben hamileyim!
*
(((Ortalık neden bu kadar sessiz , neden babam bir şey söylemiyor; tabii dili tutuldu, çok sevinmiş olmalı .Of ben yedi ay nasıl bekleyeceğim* onları görmek için sabırsızlanıyorum)))
*
- Zeynep sen ne dediğinin farkında mısın? Hani evlenirken çocuk yapmamaya karar vermiştik. Biliyorsun bunun sonuçları…
Zeynep Selimin sözünü kesti artık başka bir şey duymak istemiyordu.
- Sen ne dersen de şu an iki aylık hamileyim kullandığım ilaçlardan dolayı biraz gecikmelerimin olduğunu düşünmüştüm. Bugün mide şikayetlerim artınca doktora gittim ve hamile olduğumu öğrendim. Ne kadar iyi korunsak ta böyle bir risk vardı.
- Peki doktorun?
- Doktorum hamileliğim boyunca sık sık kontrol edecek* ve artık bu konudan bahsetmek istemiyorum.
- Zeynep iyi düşün, kendini düşünmüyorsan beni düşün!
- Hayatım ben bu bebeği ikimiz için istiyorum ve sende rahat ol inan iyi olacak.
*
(((Anlamıyorum neler oluyor.Babam benim gelişime mutlu olmadı ,sanki* istenmeyen bir zamanda olmuşum gibi davranıyor.Olsun annem beni çok seviyor çünkü onun hissettiği her şeyi bende hissediyorum.Ondada söylemediği ve benim anlamadığım bir endişe var ama çok mutlu biliyorum)))
*
Günler hızla ilerliyor ve hamilelik Zeynep’i iyice yormaya başlamıştı.Bugün kontrol günü ve bebeğini ultrasonda görebilecekti. Hastahaneye gittiklerinde Kerim’in endişesi her halinden belli oluyordu. Baba olmak güzeldi ama çok acı sonlada karşılaşabilirlerdi. Doktorun odasına girdiler ve hemen ultrasona alındı. Doktor bir yandan doğum ve iyi bir hamilelik için gerekenleri anlatıyor bir yandan ultrasondaki bebek hakkında bilgi veriyordu.
*
(((Evet konuşmalarınızı duyuyorum beni görüyorsunuz ama anneciğim ne olur o kadar heyecanlanma sen heyecanlanınca bende rahatsız oluyorum ve tekmelemeye başlıyorum. İnan ki isteyerek olmuyor sen sakin olsan, bende sakin olurum.Biliyorum ben tekmeledikçe sen mutlu oluyorsun hiç kızmıyorsun çünkü sen benim annemsin.Oysa babam beni karnında okşarken bile endişeli; aylar geçiyor, onun endişesi azalacağına artıyor.Ben doğduğumda biliyorum gülücüklerimi gördüğünde bu endişesi azalacak)))
*
- Bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemediğinizden emin misiniz?
- Evet , sürpriz olsun ;çünkü önemli olan sağlıkla doğması , değil mi* hayatım?
*
Zeynep eşinin yüzüne bakınca ; mutsuz bir şekilde başını salladığını gördü. Hala endişeli ve bebek doğmadan endişelerinden kurtulamayacağını biliyordu. Sırf bu yüzden ne kadar rahatsızlık hissetsede her şey yolundaymış gibi rol yapıyordu.Hatahanede işleri bitmişti.
- Yemek yemek ister misin? dedi eşi,
*
(((Oh be sonunda yemek yemek aklınıza geldi.Ruhum sıkılmıştı konuşmadan durmanızdan .Hiç değilse karnımızı doyuralım.Annem, babam yokken bir şey yemiyor.Biliyorum anneciğim, benim verdiğim rahatsızlıktan yediklerini zor sindiriyorsun ama inan doğduğumda kendimi affettiricem.O güzel yüzüne hep neşeyle gülümseyip seni nasıl mutlu ediceğim.)))
*
Bebek yedi aylık olmuş* ama Zeynep pek kilo almamıştı. İlaçlarını da kullanmadığı için sürekli diyet yapmak zorundaydı. Bebeğiyle sürekli konuşuyor; bazen türkü, bazen ninni söylüyordu.***
*
- Kız mısın erkek misin bilmiyorum ama seni çok seviyorum. Umarım yüzünü görme şansım olur. Bugün ikimizde yorulduk, ninni söylememi ister misin? Evet tekmelediğine göre istiyorsun. Sen uyuki bende dinleneyim tamam mı?* ve ninni* başlıyor:
*
Yavrum gitti teyzesine*
Teyzesi çok sever onu
Altın koymuş çevresine
Annesi de över onu
Uyusunda büyüsün, tıpış tıpış yürüsün.
Ninnilerin benim olsun
Uykum, ömrüm senin olsun
Sen mutlu olunca
Benim ruhum serin olsun.
Gözlerim ah yanar gözlerim
Açmıyor baharda çiçeklerim
Günlerim solar günlerim
Aydınlık güne hasretim
*
Zeynep bir taraftan ninni söylüyor bir taraftan ağlıyor. Sanki bu ninnileri bir daha söyliyemeyeceğini düşünüyor.
*
(((Annem annem güzel annem; neyin var yine ağlıyorsun, yapma bak ben telaşlanıyorum. Yerimde duramıyorum, o zaman hızlı hareket edip canını acıtıyorum. Her şeyini hissediyorum ama neden ağladığını bilmiyorum. Sanki bir oyun oynuyorsun. Kalabalık varken mutlu gibi davranıyor, yalnız kalınca ağlıyorsun. Canım annem ağlama ben dayanamıyorum. Sus!* ne olursun sus!…)))
*
Zeynep’in doğumu yavaş yavaş yaklaşmıştı; artık iyice sararıp solmuş, nefes alışları bile iyice güçleşmişti. Artık devamlı hastahane de kalması gerekiyordu. Eşi sürekli yanındaydı. Mutlu muydular bilemiyorlardı. Hüzünlü bir mutluluk yaşıyorlardı. Sancılar yavaş yavaş artmıştı. Doktor muayene ettiğinde* doğum odasına aldı ve artık orada olmalıydı. Kerim eşini sonsuzluğa uğurlar gibi bakıyor ,gözyaşlarını saklıyamıyordu. Sürekli dualar ediyordu. Yapacak başka bir şey olmadığını oda biliyordu. Zeynep doğum odasına giderken gözlerini kapattı, kötü bir şey olursa son gördüklerinin eşinin gözyaşları olmasını istemiyordu. Doktor endişeli ve ne diyeceğini bilmez bir şekilde Kerim’e baktı, ne söylemeliydi; kendilerini neyin beklediğini oda bilmiyordu.


(((Of ya artık bu dar ve karanlık yerden çıkıyorum. Annemin güzel kokusuyla, koynunda uyumayı istiyorum.Hadi artık yardımcı olun, annemin ağrıları arttı. Annemin hissettiklerini yavaş yavaş kaybediyorum; bu nasıl bir şey ben doğarken, annemin derin nefes alması gerekiyor ama o zor nefes alıyor… Hadi doktor amca anneme yardım et, beni de buradan çıkar, çabuk ol bende sıkılmaya başladım. Heyecandan kalbim çok hızlı atıyor, sanki annem gibi … bende de bir terslik var. Anlamıyorum neler oluyor; bu sesler ne? Herkes bir şeyler söylüyor. Neden herkes heyecanlı, evet gözlerimi açamıyorum ama ışığı hissediyorum.Ah popoma kim vurdu? acıyor ve ağlıyorum. Anne, anneciğim nerdesin beni al buradan )))


Doğum odasında yaşanan büyük telaşın ardından herkesi bir sessizlik sarmıştı. Kimse odadan dışarı çıkmak istemiyor. Beklenen, ama… Belki bir umut diyerek girdikleri bu odada artık soğuk bir rüzgar vardı. Bebek sürekli ağlıyor; çok güzel bir kız çocuğu doğmuştu ama tüm çabalarına rağmen anneyi kurtaramamışlardı. Odadaki üç doktorda böyle sonuçlanacağını biliyor ama ne yaptılarsa Zeynep’i kurtaramamışlardı. Zeynep evladı için ölümü göze almıştı. Ne kalp doktoru nede epilepsisini takip eden doktoru ikna edememiş “Bir kez olsun yavrumun yüzünü görsem yeter demişti” ama görmek nasip olmamıştı. Doğum gerçekleşemeden komaya girmişti. Şimdi Kerim’e haberi vermek için birbirlerine bakıyorlar. Hemşire Nazan yılların tecrübesiyle bu görevi üzerine aldı. Zaten dışarı çıktığı an bir şey söylemesine gerek kalmamıştı.Kerim sonucu anlamıştı, hemşire Nazan bebeği gösterdi ve ciyak ciyak bağırdığı için karnını doyurmaya bebek odasına götürdü.Bebek susmak bilmiyordu, ne yaptılarsa bir türlü susturamamışlardı.


(((Nerdesin anneciğim ben senin kokunu istiyorum. Ben senden başka kimseyi bilmiyorum. Bu seslerin hepsi yabancı. Hani beni görmek istiyordun; hani beni çok seviyordun, ben şimdi bu yabancı yerlerde ne yaparım. Senin içindeyken sevgin bana güç veriyordu. Hemşireler annesi öldü dediler.O nedir? Seninle olacaksam bende ölmek istiyorum. Anne bir şeyler yap… Gel beni buradan al sevgili annem , ne olur gel artık.Gel…)))


Kerim için çok zor bir gündü. Zeynep kalp hastalığını bilerek, hatta* çok az yaşama** şansı olduğunu bile bile bebeği dünyaya getirmişti. Şimdi kızı ile ne yapacaktı , onu nasıl büyütecekti?Zeynepsiz bir hayata katlanabilecekmiydi?


Hemşirenin sesi ile kendine geldi: Kerim* bey bebeğin bir adı var mı? Evraklara ne yazalım?


- Zeynep, hayata yeni başlayan küçük* Zeynep…

yeSa 10 Mayıs 2020 17:57

Terk Edilmişliğin Acısı
 
Meltem herkes tarafından çalışkan ama ketum biri olarak tanınıyordu. Altı yıldır çalıştığı reklam şirketinde adından başka hiçbir şeyini bilen yoktu.Yüzü hiç gülmezdi.Ne kadar komik fikirlerle gelen olsa da* bir tebessüm bile göstermez sadece olumlu yada olumsuz bir fikir yürütürdü.Sadece bazen telefonla konuştuğunda yüzünde hafif bir gülümseme ve tatlı bir ses tonu oluşurdu .Görenler hemen birbirlerine önemli bir durum olmuş gibi işaretleşerek gösterirlerdi.Herkesin merak ettiği çok ciddi ve ters bir kadın olan Meltem kiminle konuştuğunda yumuşuyordu…


İşler çok yoğunlaşmış nefes alamıyorlardı ama Meltem saat altı olduğunda bütün işini bırakır ya da yanına alır evde tamamlardı. Evli olmadığını ve hiç evlenmediğini işe girerken öğrenmişlerdi, peki neydi bu sır… Kimdi bu meçhul kişi…


Meltem apartmana girdiğinde kapıda genç bir kadınla karşılaştı, yanında altı yaşlarında küçük bir kız çocuğu vardı. Çocuğa gülümsüyerek baktı, çocukta ona gülümsemişti. Sevimli ve sıcak kanlı bir çocuktu.Meltem merdivenleri çıkarken dışarıdan gelen bir fren sesi ile irkildi.Hemen dışarı koştu, az önce karşılaştığı çocuk ve annesi kaza geçirmişlerdi.Önemli bir şeyleri yoktu ama bir kontrol almalarında fayda vardı.


- Ben sizi hemen bir hastaneye götüreyim, önemli bir şey görünmüyor ama belli olmaz.


Kadın hiç itiraz etmeden kabul etti. Birlikte acil servise gittiler. Meltem bir ara telefonla konuşup geç geleceğini haber vermişti. Bu Gül’ün gözünden kaçmamış ama bir şey sormamıştı.Bir iki film çekilmişti* ve bir şeylerinin olmadığı anlaşılınca rahatlamışlardı.Bütün geceyi birlikte geçirmişlerdi ama hala birbirlerinin adlarını bilmiyorlardı.Kadın:


- Kusura bakmayın ; telaştan tanışma fırsatımız olmadı, benim adım gül.


- Telaştan benimde aklıma gelmedi ; bende Meltem ,memnun oldum.


- Sanırım bir problem yok eve dönebiliriz; sizi de bütün gece meşgul ettik ,kusura bakmayın!


- Önemli değil , önemli olan iyi olmanız.


- Teşekkür ederim.


Birlikte eve döndüler. Gül misafir kaldığı amcasını aramış olanları anlatmıştı. Amca telaşla kapıda karşıladı:


- Çok teşekkürler hanımefendi, lütfen bir kahvemizi içer misiniz?


- Teşekkür ederim, geç oldu başka zaman.


- Lütfen buyurun; biraz oturur, bir kahve içer gidersiniz.


Meltem yaşlı adamı kırmak istememişti. İçeri girip salona oturdular. Amca “kahveleriniz benden siz dinlenin” diyerek mutfağa gitti. Meltem biraz çekingen birazda merakla etrafa baktı, birden donup kalmıştı. Gördüğü resim gerçek mi yoksa hayal mi anlayamadı.


Gül, Meltem’in baktığı resme bakarak :


- Benim hayat arkadaşım; dostum, sırdaşım her şeyimdi dedi.


Meltemin boğazına bir düğüm oturmuş konuşamıyordu.


- Şimdi nerede,* burada yok herhalde?


- Hayır… Hayatta değil ama hep bizimle beraber.


- Üzgünüm! Demişti ama içi içine sığmıyordu. Bu Murat’tı ve merak ediyordu, her şeyi tüm hayatlarını…


- Ne zaman evlendiniz?


- Aslında bizim evliliğimiz tam bir evlilik sayılmazdı, biz biraz mecburiyetten evlendik.


- Nasıl yani?


- Altı yıl önce erkek arkadaşımla bir trafik kazası yaptık. Elinde çiçeklerle telaşla koşturan bir adama çarptık. Adama çarpmamak için fren yapmıştık; ama yinede çarpmıştık, aracımız takla attı. Ben sevdiğim adamı o kazada kaybettim. Sonra Murat’la tanıştık. İkimizde uzun süre hastahane de yattık.Hamile olduğum ortaya çıkınca ailem beni sıkıştırmaya, babasını sormaya başladı.Bizde bu tür durumlar iyi karşılanmaz, bende Murat olduğunu söyledim. Nasıl olsa hastaneden çıkana kadar bir çare bulurduk. Düşük olma tehlikesi de vardı. İşin kötüsü Murat kız arkadaşına evlenme teklif etmeye gidiyormuş. Hastahanede onun durumu düzelene ve ben durumu öğrenene kadar on beş gün geçmişti. Benim pek bir şeyim yoktu. Murat konuşabilseydi her şey farklı olabilirdi…


- Murat kız arkadaşını aramadı* mı ?


- Hastahanede yatarkan yalandan sözlendik. Taburcu olunca, ikimizde çıkar yol aradık. Önce arkadaşını bulmaya gittik ama sadece evi değil şehri terk ettiğini öğrendik.Uzun süre aradık, bulamadık.Birçok yere haberler gönderdik;* sanki yerin altına girmişti.Onu bulamayınca Murat benim aileme karşı zor durumda kalmamam için benimle evlendi.Aslında karı koca değil çok iyi arkadaştık.Bu durumu sadece amcama söyledik, başka bilende olmadı.Onu kaybedince …


- Ne oldu!


- Biz evlendikten altı ay sonra işyerine giren bir hırsız tarafından öldürüldü ve o güne kadarda sevgilisini aramaya devam etti. O kötü olay olmasaydı belki bugün birlikte olabilirdi.


Meltem gözyaşlarını saklamaya çalışıyor ve eski günleri anımsıyordu. Muratla nişanlanıp yeni bir hayata başlayacakları gün Murat ortalıktan kaybolmuş ve günlerce ulaşamamıştı. Murat evlenmek için acele etmemeleri gerektiğini söylüyordu. Demek ki evlenmekten vazgeçmişti diye düşünüp; O kızgınlıkla annesini alıp şehri terk edip, İstanbul’a gelmiş kendine yeni bir düzen kurmuştu. Hayatına giren tek erkek; onu terk ettiği için hayata küsmüş ve dünya ile ilişiğini kesmişti.Oysa şimdi tüm gerçeği öğrenmişti ,onlar terk edilmemişti sadece acı olay onları ayırmıştı.Yıllarca terk edilmişliğin ezikliği ve ızdırabıyla yaşamıştı.


- Eşinizi nereye gömdünüz, burada mı?


- Hayır doğduğu yere Muğla’ya gömdük babasının yanına !


- Çok üzücü bir durum, ben kalkmalıyım geç oldu, iyi akşamlar.


- Yine beklerim ve tekrar teşekkür ederim.


Meltem hem üzgün hem de mutluydu eve merdivenleri koşarak çıktı


Gül onu aile ve toplum şiddetinden kurtaran adama karşı son görevini yerine getirmenin mutluluğu içindeydi. Amcası içeri geldi, yandaki odadan tüm konuşulanları dinlemişti. Meltemin olanları öğrenmesi, Murat’ın rahat uyumasını sağlayacak; Meltem’de terk edilmişliğin acısını unutup, yaşadığı saklı hayatından dışarı çıkabilecekti. Amca yeğen gönül borçlarını ödemenin mutluluğunu yaşıyorlardı.


- Biliyor musun amca, sayende ölü bir kadın dirildi. İyi ki varsın ve emniyetteki arkadaşların sayesinde Meltem’i bulduk. Ne kadar mutlu olduğunu gördün mü? Murat’ın ölümünü bile anlayamadı, tek düşündüğü terk edilmemiş olmaktı. Günlerdir nasıl karşılaşıp sohbet edebiliriz diye düşünüyordum. Kaza bahane oldu.
*
Meltem eve gelince telaşla kapıyı açtı. Küçük Murat yatmamış annesini beklemişti. Meltem yıların özlemini giderircesine oğluna sarıldı.


- Sana bir müjdem var. Yarın bir yere* gidiyoruz !


- Nereye anneciğim?


- Babanın kabrini ziyarete.


- Heyyy.. sonunda izin alabildin demek ki !


Evet izin alabildim diyerek oğlunu tekrar öptü. Yıllardır öldü dediği babası gerçekten ölmüştü; ne zaman mezarlık ziyaretine gitmek istese, izin alamıyorum diye kandırıyordu. Şimdi oğlu, mezarda da olsa babasının varlığını görebilecek ve hissedecekti. Acı bir olay onların* bir aile olmasını engellemişti ve yine acı bir olay onları bir araya getirmişti. En güzeli de onlar terk edilmemişlerdi.

yeSa 10 Mayıs 2020 17:58

Hayatı Sorgulamak
 
Hayat, gökyüzünün mavi bulutlarında özgürce uçan bir kuş gibi korkmadan yaşamak. Yağmurdan sonraki gökkuşağı gibi renkli, baharda açan çiçeklerin kokuları gibi ferah olmalı.


Anadır, babadır, aşktır hayat. Aşktan korkmadan aşkını yaşayabilmek… Düşüp düşüp tekrar ayağa kalkabilmek. Kaybettim demeden, gerektiğinde vazgeçmeyi bilmek ve tekrar başlamaktır.
*
Bazen şiir,* bazen öykü bazen türküdür hayat. Bazen sevgiliye yazılan bir mektup üzerine damlayan gözyaşı, özleyen ama özlenmeyen bir sevgilinin sesidir.


İnsanların çoğu aşka aşıktır. Aşkların kısa olmasının nedeni de bu olmalı. Fedakarlık varsa aşk oradadır. Gerçek aşkın ne olduğunu içinde kaybolan bilir, oda kaybolduğundan ne olduğunu anlatamaz. Şimdi herkes vermeden almak istiyor, ticaret gibi bir koy üç al.


Her zaman kahraman olamayız. Ama insan olabiliriz. Soğuk bir kış gününde içimizi ısıtan güneş gibidir sevgi… Biz nasıl olduğunu anlamadan içimizi ısıtıverir. Uzun zamandır hayatlarımızda sevgiye yer bulamıyoruz. Bize,sevgiyi anlatan bir olayı haber yapamıyoruz.Gerçek sevgiyi anlatan yazılar yazamıyoruz yada yazılanları okumuyoruz.


Savaşlar , nefretler, sahtekarlıklar, yalanlar var dersin, isyan edersin.Oysa hepsi içindedir hayatın ve işte oradasın sen. Bazı insanlar vardır yüzüne baktığında” işte o “ dediğin bakışları yakalarsın. İçindeki güzellikleri görürsün. Düşünün; yakında hiç yakaladınız mı o bakışları, yakalamaya çalıştınız mı?
*
İnsan ruhu doğanın bir parçasıdır. İçimizdeki sevgiye yer vermezsek içimiz nefretle dolar. İşte o zaman insanlıktan uzaklaşırız. İnsanları zengin mi, fakir mi demeden kardeş sayabilmek; din, dil ,ırk ayrımı yapmadan, kalpteki güzelliği görmek. Hani insanı insan yapan değerler vardır ya! Gurur, onur, vicdan ,merhamet, dostluk, güven, saygı ,sevgi … Hangisine ya da hangilerine sahipsiniz ve gösterebiliyor musunuz? Sevgisi yüce olan insanın sevgisizliğini düşündünüz mü? Buz gibi soğuk ya da kılıç gibi keskin mi?


Hayat insanın cesareti kadardır. Çünkü yaşıyorum demen için kontrolün sende olması gerekir. Daha çok dost kazanıp, daha çok kıymet bilmek ve daha az kalp kırıp , daha az kırılmaktır hayat.
*
Dinlemeliyiz, ümitleri, umutları, hayalleri… Basit ama içten söylenen bir söz karşımızdaki insanın içindeki güzellikleri gösterebilir. Selam vermek, teşekkür etmek ya da içten gelen bir seni seviyorum demek çok mu zor? Bazen sadece dilimizin ucuna gelip söyleyemediklerimizle neleri kaçırdığımızı biliyor muyuz?


Karanlığın ardından gelen aydınlık için mutlu oldunuz mu? Gecenin sakladıklarını aydınlıkta bulabildiniz mi? Yağmuru severiz ama yağdığında şemsiye açarız, güneşi de severiz çok olduğunda gölge ararız .Peki biz, ne ile mutlu olur ve ne isteriz?...
*
Yaşamaya zaman ayırmalıyız. Bunun için yaratılmadık mı? Hiç bir şeyi sonraya bırakma; yaşadığın her günün son olduğunu ve özel bir gün olduğunu düşün, hatta her dakikanı bir daha yaşayamayacağını… Yılların diğerinden farkının olmadığını anlamak, ona rağmen gelen her yeni yılı mutlu ve gülerek karşılamak. Geçmişe bakmadan, bulunduğun yerin ne olduğuna aldırmadan ve son bulacağını düşünmeden, umutla yolculuğuna devam etmek.
*
Dudağındaki tebessümü kaybetmediysen; bir çocuğun gözlerindeki ışıltıyı , sıkıntılarla dolu bir insana nasıl duygular vereceğini; gülen gözlerin ,kalplerdeki buzları nasıl erittiğini görebilirsin.Sevgiyi bulmak ,zor değil aslında ; onu tutabilmek içimizde büyütüp hayatımızda* yeşillendirmek zor olan.*
*
Düşünün ne zaman yüz kaslarınız ağrıyana kadar güldünüz? Yatağınıza uzanıp yağmurun sesini dinlediniz mi? Sinemaya, konsere, tiyatroya gittiniz mi? Sevdikleriniz için değil sadece kendiniz için bir pasta yaptınız mı? Yosun* ve çimen kokusunu doya doya , tadına vararak kokladınız mı? Yakamozları izlediniz mi? Karın altından çıkan kardelenin güzelliğine ve azmine hayran kaldınız mı? Yatağınıza yatıp, gözlerinizi kapatıp sessizliği dinlediniz mi? Ne dedi? KENDİMİZ İÇİN DE YAŞAMAYI BİLMELİYİZ dedi mi?

yeSa 10 Mayıs 2020 18:00

Güzel Bir Günün Bitişi
 
Güzel bir bahar havası ve güzel bir pazar günü ;* her pazar olduğu gibi ne yapsak,nereye gitsek diye düşünüyoruz. Eşim :


- Gel plansız programsız çıkalım aklımıza esen yere gidelim yürüyüş yapmış oluruz , deyince hoşuma gitti.Uzun zamandır yürüyüş yapmamıştık.


Havanın güzel olması , yollarda da tanıdık yüzlere rastladıkça* bizim plansız gezimiz keyifli bir hal almıştı.Saatlerce dolaşmış hiç yorulmamıştık.Gördüğümüz her satıcan ne bulursak alıp ,atıştırıp duruyoruz.Vakit ilerledikçe arabasında oturan* beş yaşındaki özürlü kızımız Ayşen huysuzluk yapmaya başlamıştı.Sıkıldığını* tahmin edip; yanından geçtiğimiz pazardaki* seslerin hoşuna gideceğini düşünüp, pazara girdik.Bu arada gözümüze takılan canımızın çektiği meyvaları alarak ilerliyoruz.Ayşen susmuştu, eşim o arada çocukken dedesiyle yaptığı pazar alışverişlerini ve dedesinin peynirciye verdiği bisiklet siparişini anlatıyor.”Çocuk aklı peynircide bisiklet ne gezer” dediği anda ;arkasında duran biri ,kolundan* hışımla çekip durdurdu:


- Beyim ,kasıla kasıla gidiyorsun çocuğun tezgahtan muz çaldı haberin yok, önce çocuğuna bak ne biçim insansınız siz ! diye hakaretlerin biri bin para.


Biz neye uğradığımızı şaşırmıştık. Kendisi uzanıp muzu alamayacak yada onu almayı akıl edemiyecek bir çocuğumuz olduğunu biliyoruz.O an herkes gibi bizde çocuğumuza baktık.Ayşe’nin elinde birleşik üç adet yerli muz var ve çocuğumuz* muzu değil muzun sapındaki odun kısmını kemirmeye çalışıyor.Bizimle birlikte pazarcıda çocuğa bakmakta; birden çocuğun özürlü olduğunu fark etmiş olmalı ki az önce hakaret eden adam şimdi özür dileyerek dövünüyor.


- Affet abi ,vallahi bilemedim inan bilemedim…Eliyle sürekli kafasına vurup:


- Ah aptal kafam neden sormazsın, bakmazsın… diye söyleniyor. Etrafımıza toplananlarda ne olup bittiğini anlamamışlardı. Biraz önce bağırıp çağıran adam şimdi özür dileyip dövünüyordu.


Ben ne diyeceğimi bilmez bir şekilde, ağlamamak için dişlerimle dudaklarımı ısırıyorum. Vücudumun kaskatı olduğunu hissediyorum. Nefes alışlarım değişmiş; kızgın, kırgın bir şekilde pazarcıyı seyrediyorum.Eşim derin bir nefes alıp* önce cebinden para çıkardı, sonra çocuğun arabasına asılı duran* muz paketini diğer* eline aldı ve:


- Çocuğun elindekini alırsam ağlar, üç muza karşılık üç kilo muz parası mı yoksa bu muzumu istersin? deyince pazarcı ne yapacağını bilmez düşünmeden attığı adımdan pişman* bir şekilde:


- Deme be abi, ben* ne deyim bilmiyorum ! diyerek özür dilemeye devam ediyor.Eşim:


- Kusura bakma arkadaş, bu* çocuğun böyle bir şey yapacağı yok ;galiba tezgaha sürtündük,muzda eline çarpıp düşmüştür; sen paranı al, sende* bizde rahat olalım. Oysa pazarcının çok üzgün olduğu halinden belli oluyor, gözü ne muzu nede parayı görmüştü. Bizim dikkatsizliğimiz onun düşünmeden yaptığı hareket hepimizi üzmüştü. Neyse helalleşip pazardan çıkıyoruz.
*
O kısacık zaman , o kadar uzun gelmişti ki hele bir sürü insana amirlik eden, gözüme* güçlü* bir kartal gibi görünen eşim kanadı yaralanmış bir kuş gibi omuzlarını düşürmüş ; yüzündeki çizgiler içindeki acıyı ben buradayım dercesine göstermişti. Ben dalgın dalgın olanları düşünüyorum. Eşim* taksi bakınırken kadının biri elimdeki poşete saldırmaz mı? “Bu çanta benim, çalmışsın !” diyerek yaygarayı basıyor. İkimiz* çantayı çekiştirirken eşim bana :


- Bırak çantayı ! Bırak o hasta… deyince bıraktım. Kadın meyve dolu olan çantayı aldı, söylenerek gidiyor.


Ben az önce kendimi sıkarak, dudaklarımı ısırıp tuttuğum* gözyaşlarımı salmıştım. Arkasından hıçkırarak ağlıyorum… Aslında çantanın gidişine değil biraz önceki duruma ağlıyordum. İçimde birikmiş olan her şey dışarı taşmıştı. Eşimin güçlü görünmeye çaba sarf etmesi* beni iyice yıkmıştı. Ne kadar göstermese de ben onun gözlerinde duran yaşları görmüş; dudaklarını yalayıp kendini sıkarak yutkunmasından sıkıntısını anlamıştım. Gerçek ağlama sebebimi eşim anlamış, bir eliyle benim elimi diğeriyle kızımızın arabasını tutmuş taksi durağına doğru gidiyoruz. O farkında değildi ama elimi öyle bir tutmuştu ki parmaklarımı hissedemez olmuştum.

yeSa 10 Mayıs 2020 18:01

İçimdeki Çocukluğu Kilitledim
 
1992 eylül sonu psikiatri servisinde çalışmaya başlayalı bir yıl oldu.Yoğun bakımdan sonra burda çalışmak çok farklı geldi...Yoğun bakım dediğinizde insanların içi ürperir, ölümün yakınınızda olduğunu hissedersiniz. Kimse, yoğun bakımda hasta olmak istemez, oysa bana sorsalar psikiatride hasta olmak istemem. Dışarıda* adam yerine koyulmamak, ailede evin delisi diye anılmak… Ne anlamı var ki yaşıyor olmanın, duyguların dondurulduğunda…. Ağlanacak yerde gülmek yada gülünecek yerde ağlamak, hayattan zevk almamak sadece yaşamak…Yaşamakta sadece hayatta kalmak….Bazen kötü bir söz olduğunu düşünsemde artık her geçen gün daha çok inandığım* bir söz var ”Ölüsü olan bir gün delisi olan hergün ağlar.”
*
Kızımla fazla vakit geçirebilmek ve egzersizlerini düzenli yaptırabilmek için genelde akşam nöbetlerini alıyorum ve bu hafta gün aşırı nöbet tuttum.Yorgunluktan ve uykusuzluktan gözlerimin etrafı iyice morardı, makyaj yaparak kapatmaya çalışıyorum. Şu makyaj malzemeleri olmasa yüzümü gören hortlak sanır…
*
Yorgunluğuma rağmen hastahaneye geldiğim ve insanların nefret ettiği o ilaç kokusunu aldığım zaman bütün vücudumu enerji kaplıyor, hele hastalarımın* beni gördüklerinde mutlu ve huzurlu bakışları tüm yorgunluğumu unutturuyor. Beklenilmek ve aranılmak kadar güzel bir şey var mı?.. Sanmıyorum… Bu öyle bir duygu ki* nasıl tarif edilir bilmiyorum, aşk gibi…
*
Bu gün* son nöbetim, acele bitirmem gereken bir işmiş gibi koşturuyorum…. Kilitli olan servis kapısını açtığımda Hasan karşıma dikiliverdi, yerinde duramıyor anlatacak çok şeyi var herhalde… Hasan,* onsekiz yaşında ve şizofren. Hasan’ ın babasıda aynı rahatsızlıktan uzun süre hastahanede yattığı için herkes tanıyor.. Gündüz mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmaz, ben geldiğim zaman annesinin peşinden ayrılmayan küçük çocuklar gibi hep yanımda…... Üstelik iyi olduğu zamanlarda diğer hastaların organizasyonunda ve meşgul edilmesinde bana yardımcı bile oluyor. Mutlu bir sesle;


- Hoş geldin hemşire abla…
- Merhaba yakışıklı yardımcım, nasılsın … Servis nasıl, dünden beri herkes iyi mi?
- Elif dışında herkes iyi….
- Elif’e ne oldu? Kızdırdınız mı?
- Yok, kendini kilitlemiş…
- Kilitlemiş mi? Nereye?
- Kalbine….


Bu ne demek şimdi… Hiçbir şey anlamadım. Benimki de akıl, Hasan’dan mantıklı bir cevap bekliyorum. Bazen nerde çalıştığımı unutuyorum.


- Tamam Hasan, sen geç ben*dosyaları teslim alıp, geliyorum.
Hasan’ı yollamıştım ama Elif’le ilgili söyledikleri kafama takıldı. Elif yirmi yaşında* ve oda şizofren, genelde iyidir, ilaçlarını itirazsız alır zorluk çıkarmaz, bakışları donuk olsa bile gülümser… Kış gibi…
*
Tedavi odasına* girdiğimde doktor beyin çağırdığını söylediler. Tabii o zamanlar şimdiki gibi ortalık doktor kaynamıyordu. Babacan, herkesle arası iyi olan şen şakrak tek bir doktorumuz vardı.*
Doktor odasının kapısı açıktı, Murat bey beni görünce kalktı;
- İnci seninle önemli bir konu konuşmak istiyorum…
Birden meraklanmıştım. Sık nöbet tuttuğum için eksik birşeyler mi yapmıştım?.Telaşla;
- Buyrun* Murat bey!..
Telaşlandığımı anlamıştı.
- Telaşlanma* gel, otur. Aslında ben senden* yardım istiyorum…
Birden ferahladım, oturduğum koltuğa yaslandım.
- Biliyorsun hastalarla her gün bire bir görüşme yapıyorum. Sizin nöbetlerde aldığınız notlara göre bende görüşmelerimi yönlendiriyorum. Uzun süredir dikkatimi çeken bir şey var… Hastalar sana anlattıklarını, seninle paylaştıklarını başkalarıyla paylaşmıyorlar. Bu gün Hasan’la görüşürken hiç konuşmadı. Yaklaşık bir saat karşılıklı oturduk. Sana nöbette anlattığı evden kaçmalarını sordum hiç cevap vermedi ” İnci hemşireye anlatıyorsun bana da anlatabilirsin” dediğimde ”o bizden biri” dedi.
*
Kafama balyoz yemiş gibi oldum. O an ne düşüneceğimi şaşırdım, ”o bizden biri” derken güven mi ifade etmek istemişti. Ne olursa olsun, hoşuma da gitti. Şaşkınlığımı gören Murat bey;


- Biliyorum şaşırdın bende böyle bir cevap beklemiyordum. Ama diğer hastalarda da aynı şeyleri görüyorum... Onun için senin gündüz çalışmanı ve benimle birlikte görüşmelere katılmanı istiyorum. Tek olunca dosyaları dolduramıyorum, birçok görüşme notlarım eksik kalıyor, ne dersin?...
*
Ne demem gerektiğini bende bilmiyorum, angaryası fazla ve zevksiz bir iş…. Üstelik nöbet tutmak benim işime geliyor…Çocuğumla ilgilenebiliyorum…


- Murat bey, ben sürekli içlerinde olduğum için Hasan’ında dediği gibi onlardan biri gibi görüyorlar. Oysa sizinle görüşmelere katılırsam farklı olur, sizden biri gibi…..


- Olsun, ben bir hafta denemek istiyorum, olmaz mı?
Ne diyebilirim ki ”olur” dedim çıktım. Saat dört olunca herkes gitti, servis personelle bana kaldı. Üstelik sevdiğim bir personel var, hastalarla da arası iyi… Güzel sorunsuz bir nöbet olacak… Yemeğe kadar eylenir şarkılar söyleriz, yemekten sonra da nasıl olsa ne yapmak istediklerini söylerler…
*
Bu sırada aklıma Elif geldi. Etrafa bakındım, duvar dibinde ayakta durmuş parmaklarıyla oynuyor… Her zaman eylenceye başlamadan önce ”- İçimizdeki çocuğu çıkaralım mııııı?” derim ve herkes onaylayınca başlarız eylenmeye...Önce Elif’in yanına gittim, yüzüme bakması için eğildim,elini tuttum, benim varlığımdan haberdar mı* yoksa kendi dünyasında mı* anlamadım,* sonra gülümsedi…. donuk bir gülümseme… ben burdayım ama aslında yokum der gibi…
*
Sesimin en yumuşak tonunu kullanmaya dikkat ederek;
- Elif… İçimizdeki çocuğu çıkaralım mı?
- İçimdeki çocuğu kilitledim…
Hasan’ın* bahsettiği* kilitleme* demek* buymuş.
- Olsun tatlım açarız … anahtarı yok mu ?
- Anahtarı sakladığım yeri unuttum…
Sesi buz gibi .
- Beraber arar buluruz … ne dersin Elif?..
- İçersi* karanlık … Bulamayız…
İçim ezilerek sessizce;
- Bulamaz mıyız Elif?.. dedim.
- Bulamayız.*
*
Elif’in gözlerine baktığımda, içindeki karanlığı gördüm, kendimi uçurumdan aşağıya bakıyormuş gibi hissettim. Aldığı ilaçlardan dolayı o kadar boş bakıyor ki… Hani içiniz sızım sızım sızlar, canınız çok acır gözünüzden yaşın akacağını hissedersiniz akmaması için* dişinizi sıkar, yaşları* gözünüzde dondurursunuz…bende öyle yaptım, çünkü yapmak zorundayım…


Eşim her zaman ”her lafa karşı cevaplar cebinde hazır”der. Oysa ben şimdi ne cebimdeki hazır cevaplardan* ne de aldığım eğitimlerden söyliyecek bir söz bulamıyorum…İçi kan ağlarken sahneye çıkan sanatçılar gibi diğer hastalara dönüp;
*
- İçimizdeki çocuğu çıkaralım mıııııııı?.. diye bağırdım. Hep bir ağızdan;


- Eveeeettttt…
*
Her zamanki orkestramızı kuruyoruz, çay tepsisi, yemek kaşıkları* ve okey masası bizim çalgı aletlerimiz. Hep beraber, yanındakinin umutsuzluğundan habersiz aynı şarkıyı ama farklı makamlarda* söylüyoruz…

yeSa 10 Mayıs 2020 18:02

Kokuların Oyunu
 
Sıcacık bir yatakta yattığımı hissediyorum. Oda çok huzurlu , uyuyor muyum yoksa uyanık mıyım bilemiyorum. Odanın içinde mis gibi kızarmış ekmek kokusu; közlenmiş patates ve kestane kokusu var, araya mantar kokusu karışıyor. İyi ama annem hiç mantar pişirmez ki! Nerden karıştı bu koku bilmiyorum. Sobanın odaya verdiği güzel sıcaklıkla gevşiyorum, meşe odununun çıtırtısını duyuyorum. Aslında kömür yakar annem, demek ki soba sönüyor alevlendirmek için odun atmış. Fakat güğüm koymamış ,* kaynayan suyun sesini duyamıyorum. Galiba çay yerine ıhlamur yapmış; mis gibi kokusunu alıyorum, tabii annem ıhlamuru sevdiğimi biliyor. Onun için bugün ıhlamur yapmış. Tıkırtılar arttı galiba annem kalkmam için gürültü yapıyor, yoksa çok sessiz hareket eder. Omuzuma bir el yavaşça dokunuyor. Galiba okul saati deyip yavaşça gerinerek ;
*
- Tamam anne kalkıyorum!
*
Gözümü açtığımda geri kapatıyorum, evimde değilim; şaşkınlıktan*gözlerim kocaman açılıyor ” ben neredeyim*“* der gibi etrafa bakınıyorum. Sanki zamanda yolculuk yapmıştım. Eşim ve kızım karşımda dikilmiş bana bakıyorlar. İkisinin de yüzünde sessiz bir gülümseme var. Eşim:
*
- Kusura bakma hayatım sevdiğin her şeyi hazırladık ama anneni akıl edemedim. Zaten çok uzakta ama istersen gider alırım. Şunun şurası beş saatlik yol…
*
Aslında uyuduğum yer evimizin çatı katına yaptığımız sobalı odamızdı. Uyurken eşimin ve kızımın hazırladığı yiyeceklerin kokularıyla* ben çocukluğuma* gitmişim. Hissettiklerim, kokuların bana oyunuymuş

yeSa 10 Mayıs 2020 18:04

Ben Pembeyi İstiyorum
 
Çocukluğuma dair hatırladığım ilk anılarım doğduğum ve iki yaşımda ayrıldığım köyüm Tepeköy’e ait. Dört yaşlarındayım, Türkan teyzem onyedi yaşında kanı kaynayan genç bir kız. Öyle cıvıl cıvıl ki* ben ona yetişemiyorum. Köyde; delikanlılar akşam olduğunda bağdan gelirler, temiz pak giyinip köy sokaklarında tur atarlar. Genelde hoşlandıkları kızların sokaklarında dolaşırlar. Ama bizim sokakta o kadar çok dolaşan olurdu ki ben tülün kenarından bakar, geçenleri teyzeme söylerdim. O da beğendiklerine gözükür, beğenmediklerine gözükmezdi. Bu akşam üstleri benim için oyun gibiydi. Anneannem; teyzemin işleri yapmayıp, oynaştığını görünce bir güzel azarlardı. Ben oyunum bozuldu diye anneanneme kızardım.
*
Bazen radyoda hareketli Trakya havaları çaldığında teyzem başındaki şamiyi (yazma) çıkarıp beline takar, bulduğu bir bez parçasını da benim belime dolardı. Müzik eşliğinde, ellerini birleştirip şakşak sesler çıkarır; bir taraftan da göbek atardı. Ben de onu taklit eder, elimle ses çıkaramıyorum diye de kızardım. Beni,“okula gitmeyen çocukların parmaklarından ses çıkmaz” diyerek kandırırdı. Bu eğlencelerim teyzem kocaya kaçana kadar devam etti. Teyzem kaçıp gitti diye küsmüştüm. Anneannem akıllı kadın ; teyzemin kaçtığını fark edince hemen oğlan evine gitmiş ,bir hafta içinde düğün, dernek ve resmi nikah işini hallettirmişti.Önceleri anlamamıştım ama büyüdükçe teyzemin arkasında olduğunu hissettirmeye çalıştığını anlamıştım.
*
Teyzem biraz şımarık ve tembel olduğu için kayın validesiyle kavga eder soluğu bizde alırdı. Üstelik ”artık dönmem “diye de ağlardı. Anneannem eline bir şey tutuşturur “ git kaçtığını anlamasınlar” deyip geri gönderirdi. Teyzemin, sık sık* gelip şikayet etmesi artık anneannemi bezdirmiş olacak ki ” Bana bak ! Buraya haftada bir geleceksin, böyle her gün gelirsen senin bacaklarını kırarım ” diyerek gönderdi. Bu da teyzemin evinden son kaçışı olmuştu.
*
Osman dedemi ve Ayşe Ninemi hatırlıyorum. Anneannemlerden iki ev ileride oturuyorlardı. Büyükbabam, “Osman dedemlere gidiyorum” dediğimde Bulgarca küfür eder sonrada “defol git” derdi. Neden gitmemi istemediğini büyüdüğümde öğrenmiştim. On iki yaşımda öz ninem ve dedem olmadıklarını öğrendim. Büyükbabam* kan bağım olmayan insanları , öz dedem ve ninem gibi görüp sevmemi kıskanırmış .
*
Osman dedemin ve Ayşe ninemin çocukları olmamış. Annemler evlendiklerinde, komşu olmuşlar. Ben ellerine doğmuşum. Anne ve babamı kendi çocukları gibi görüp, sevip kollamışlardı. Bende sevildiğimi görüp, canım bir şey istediğinde ya da köydeki çocuklarda bir şey görüp kıskandığımda soluğu Osman dedemin yanında alırdım. Osman dedem ne yapıp eder, istediğimi temin ederdi. Bazı geceler onların ortasında yatar, masallar dinler; bazen de onların sohbetlerini gizliden dinlemek için uyur numarası yapardım. Ayşe ninem kimse yokken dedeme “Osman’ım” derdi. Bir gün fark ettim ki bende eşime Murat’ım diyorum. Önceleri hiç aklıma gelmemişti. Bu hitap şekli ,o zamanlar bana o kadar sıcak gelmiş ki farkında olmadan* hayatımın içine koymuştum.
*
Yine onlarda kaldığım bir gün mis gibi tarhana kokusuna uyandım. Ninem ekmekleri kavurmuş; üstüne mis gibi tarhana dökmüş ve yağlı sos yapıyor. Beni görünce “hadi kızanım dedenin tıraşı bittiyse gelsin sıcak sıcak yiyelim ”diyerek dedemi çağırmaya gönderdi. Osman dedem, büyükbabamın tersine her gün tıraş olurdu. Onun traşlı yüzünü öpmeye bayılırdım. Mis gibide kokardı. Büyükbabam üç dört günde bir tıraş olur, öptüğünde sakalları battığı için kızardım.Dedemin tıraşlı yüzünü öpmeyi düşünerek yanına gittim.Dedem; sandalyesine oturmuş ,tıraşını bitirmiş; karşısındaki aynaya bakarak oturuyor. Önce seslendim; cevap vermeyince , kollarından çekiştirdim. Bir hareket olmayınca nineme gidip ”Nine dedem gözleri açık uyuyor. Çektim, çektim kalkmadı ”dediğimde; ninem “sen otur ben bakayım” diyerek içeri girdi. Çıktığında, ben yer sofrasına oturmuş onları bekliyordum. Birden beni kucaklayıp anneannemlere doğru koşmaya başladı. Ne olduğunu anlamamıştım. Beni daha sonra teyzeme götürdüler. Bir kaç gün teyzemde kaldım.Döndüğümde Osman dedem yoktu.Nerede olduğunu sorduğumda” iş için İstanbul’a gitti “dediler.Bir süre sonra , öldüğünü öğrendim.Günlerce ağlamış ,uzun süre onlarda kalmamıştım.
*
Günler öyle hızlı geçiyor ki… Bir gün, teyzemin bebeğinin olduğu söylendi. İlk gördüğümde kıskanmamıştım. Zamanla, teyzemin bebeğe olan ilgisi beni teyzemden uzaklaştırmıştı. Ben gitmedikçe teyzem bebeği alıp bize gelirdi. Sonra zamanla alıştım. Anneannem benim yanımda bebeği hiç sevmezdi.
*
Köyde en sevdiğim arkadaşım Çingene kızı Pembe’ydi. Çingeneliğin ne olduğunu, kim olduklarını bilmezdim. Onlar; benim için beni seven ve benimde sevdiğim insanlardı. Köyde kimse evlerine gitmezdi. Sadece anneannem ve ben giderdik. Anneannem onlara çok güveniyor ve seviyor olmalıydı ki hemen hemen her gün , elime bir poşet verir ”bunu neneye ver, geç olmadan gel” derdi.Ben koşarak, yaklaşık yüzelli metre uzaklıkta evleri olan, arkadaşıma giderdim.Evleri* iki katlı, tahta ve yoldan yüksekteydi. Yoldan evin bahçesi görünmezdi. Yan yana iki koca tahta kapı vardı. Küçücük boyumla, o kapıları sonuna kadar açar sonra geri kapardım. Neden sonuna kadar açtığımı bende bilmiyorum. Küçücük bir şeydim ;kapı arasından kolayca geçebilirdim ama ben hep sonuna kadar açıp öyle girerdim.Ben kapılarla boğuşurken; kapının karşısında ,herkesin Pomak Hatice dediği ;Hatice teyze sürekli camda oturur, gelen geçenle muhabbet ederdi.Beni görünce de ”kız bücür genemi geldin Çingene arkadaşına?” dediğinde ;arkadaşımı küçümsediğini düşünür ”Evet Pomak Hatice gene geldim” diye cevap verirdim.”Koca bilmiş seni Hatice teyze demezde Pomak Hatice der,bi tutarsam senin dilini koparacam. “” Heee… çok koparırsın, anneanneme söylersem görürsün!” Bu muhabbet aşağı yukarı her gün aynı şekilde tekrarlanırdı. Ne köydeki çocuklar nede komşular anneannemin beni neden oraya sık gönderdiğini anlamazlardı.*
*
Pembe, nene ve dede dediği* kişiler ; annesinin, anne ve babası; ergenlik çağında olan üç ağabeyi ile birlikte yaşıyordu. Babası yoktu. Diğer kardeşleri ve annesi Almanya’da yaşadıkları için ben onları* hiç görmedim. Nene ve dedesi benimde nenem ve dedemdi. Ayşe nineme “nine” derken Pembeden duyduğum için bende nene diyordum. Pembeyi sevdikleri gibi beni de seviyorlardı. Evin çocuğu gibiydim.
*
Koca kapının sesini ve Pomak Hatice ile muhabbetimi duyan Pembe hemen dışarı çıkardı. Pembe benim aksime esmer, zayıf ;uzun ve* siyah dalgalı saçlı ,az hareket eden; kahkaha atmayıp sadece gülümseyen bir çocuktu. Gülümsediği zaman yanaklarının* iki tarafında gamzeleri çıkardı. Çok sevimli göründüğünden yanaklarını sıkıştırıp severdim. Onunda hoşuna giderdi. Daha çok gülümserdi ama hiç kahkaha atmazdı. Ben sürekli kahkaha atar ve sesli sesli* ve hızlı konuşurdum. İlk işim, o güzel saçlarındaki örgüyü açmak olurdu. Dayımın tabiriyle çepiş ( keçi) gibi saçlarım olduğundan onun saçlarını ellemeyi severdim. Anneannemin makaslarıyla; sık sık oynayıp, saçlarımı; sağından solundan keserdim. Anneannem şekil verirdi. Bu yüzden hiç uzun saçım olmadı. Çok kıskanç bir çocuk olmama rağmen Pembe’yi kıskanmazdım.
*
Nenem; duvar dibine dokuma kilim yayar, kırık dökük oyuncakları oynamamız için verirdi. Bizde evcilik oynardık. Acıkınca, nenemden yemek isterdik. İştahla da yerdik. Sonradan öğrendim ki o yediklerimiz; anneannemin beni gönderirken, koltuk altıma sıkıştırdığı poşete koyduğu yiyeceklermiş.
*
Bütün gün oynar, canımız sıkılınca nenemizden romanca şarkılar isterdik. O da eline bir tepsi alır def gibi çalar , bize şarkılar söylerdi.Biz Pembe ile teyzemden öğrendiğim gibi ,belimize bir şeyler bağlar oynardık.Nenemden öğrendiğim ” oooohhh göbecikler atalım”* sözünü tekrarlayarak, gülerek oynardım.Pembe belindeki bezi sallar ellerini alkışlardı.”Oyna” dediğimde; olduğu yerde dönerdi. Bizi gören onu değil, beni çingene kızı zannederdi. Yine böyle oynadığımız bir gün eve döndüğümde anneannemle sohbet ediyoruz. Anneannem* ”eeee göbecikleri attınız mı?”* diye sordu. ” Attıkta pembe oynayamıyor ki ! ” “ sen öğretsene !” “ ben nasıl öğretilir bilmiyorum , teyzem öğretse olmaz mı? ” dedim. Anneannem bir kahkaha attı. ”Teyzen* o tembellikle çocuktan başını kaşıyamıyor. Siz birkaç gün bizde oynayın, ben öğretmeye çalışayım, olur mu?” “ olur” demiştim ama anneannemi oynarken görmediğim için pek sevinememiştim. Pembe’nin neden oynayamadığınıda aklım* almıyordu. Oysa küçücük kız; iki yaşlı insan ve ağabeyleriyle kalıyordu. Benim teyzem gibi oynak teyzesi yoktu ki oynamayı öğrensin.
*
Bir süre Pembe ile bizim bahçede oynadık. Anneannem; nenem kadar güzel şarkı söylemese de* bizi eğlendiriyordu. Üstelik Pembe’ye öyle güzel oynamayı öğretmişti ki artık benden güzel oynuyordu. O oynadıkça; teyzemin yaptığı gibi, ben onun saçlarını sağa sola çevirip “böyle yap tamam mı? “ diyordum.
*
Haminnem* (anneannemin annesi) hastalanınca uzun süreliğine İstanbul’a gittik.Ben annemlerde değil , anneannemde kalmaya devam ettim.Okula başladığımda, babam yanlarında okula gitmemi istedi.O zaman kışın annemlerde, yazın yine anneannemlerle; bazen İstanbul’da, bazen köyde kalmaya devam ediyordum.Haminnem vefat edince köye dönmemiştik. İstanbul’daki düzen devam etmişti. Birinci sınıfı bitirip ikinci sınıfa geçtiğim yaz; karnemi aldığımın ertesi günü, köyün yolunu tutmuştuk. Dayım kasabada bizi karşıladı. Araba olmadığı için atını ve eşeğini getirmişti. Genelde dayımla ya da anneannemle ata binerdim. Büyükbabam eşeğe binerdi. Attan korktuğunu söylemez, boyunun kısa olduğunu söylerdi. Bu kez anneannem ve dayım yürüyor; ben ata tek bindim,* büyükbabam da eşeğe bindi. Dayım ve anneannem yürürken sesiz sessiz konuşuyorlar. Ben Pembe’yi göreceğim diye heyecanlıyım; “anneanne Pembe’ye getirdiğimiz boyaları unutmadık değil mi?“diye soruyorum. Anneannem hiç yüzüme bakmadan “yok unutmadık ”diyor. Eve giderken, atın üstünden pembelerin bahçesini görüyorum. Kapı kapalı olunca “herhalde bağdalar” diye düşünüyorum. Eve varıp* , yemek yedikten sonra Pembe’ye gitmek istiyorum. Dayım “sen önce git çepişlere bak; yavruları var, sonra gidersin “* diyerek ,beni* hayvanların oraya gönderiyor. Ben; onlara çaktırmadan Pembe’ye aldığım boyaları , kazağımın içine saklayıp evden çıkıyorum.Önce yavru keçilere bakıyorum ,etrafta kimsenin olmadığını görünce koşarak pembelere gidiyorum.Her zaman ki gibi Pomak Hatice camda ” Kızzz… sen ne zaman geldin? ” ben yine tahta kapıyı açmaya çalışırken ona cevap veriyorum. ”Biraz oldu.” ” Ne o , neneyi ziyarete mi geldin?” “hem nenemi hem de Pembe’yi “ diyorum. Birden “ aaaaa… bu bilmez vallaaaa… “ diye bir çığlık atıyor.O sırada gürültüyü duyan nenem kapıda göründü.Koşarak üstüne atladım. Bir yandan da eşikte yığılmış olan nenemin arkasından içeri bağırıyorum ” Pembeeee ”* gelen giden yok.”Nene Pembe nerede?” diyorum. Hıçkırarak ağlamaya başlayan yaşlı kadının ağzından dökülen ” Pembe gitti " sözüne önce bir anlam veremiyorum. Sonra “annesinin yanına Almanya’ya gitmiştir”* diye düşünüyorum. O sırada nenem “ sana söylemediler mi be kızanım? Pembe zatürreden öldü!....” . O an ne olduğunu algılayamadım. Ölümün soğukluğunu ve acısını ilk kez bu kadar derinden hissettim. Osman dedem gibi artık Pembe’yi de göremeyecektim. Arkama döndüğümde; dayım ve anneannem tahta kapıda durmuş yaşlı gözlerle bize bakıyorlar. Her istediğimi yapan; ne olursa olsun sahip olmamı sağlayan, anneanneme koşup; dizlerine sarılıp ”Anneanne ben Pembe’yi istiyorum” diyorum. Anneannemin yapamayacağı bir şeyi istediğimi düşünemiyorum.

uNsouL 10 Mayıs 2020 18:05

Cevap: Kokuların Oyunu
 
çok güzel bir paylaşım.. emeğine sağlık

yeSa 10 Mayıs 2020 18:05

Neyi Niye Öğrenmeliyim ?
 
*Küçüklüğümden beri, matematik öğretmenim bana sayıları kullanarak nasıl para kazanacağımı öğretti. Kimya öğretmenimse çamaşır suyu ile tuz ruhunu karıştırırsam zehirlenebileceğimi söyledi. Fizik öğretmenim de, yerçekimi kanununun olduğunu, buna göre dengede kalabilmem için ayaklarımın daima yere basması gerektiğini söyledi.
****
Rehber öğretmenim mi? Onu zaten, sadece sınavlara hazırlanırken tanıdım. O da, sınavlara çok iyi hazırlanmam gerektiğini söyledi ve sınavlarda başarılı olmam için nasıl ders çalışmam gerektiğini öğretti. Bir de, mutlaka üniversiteyi kazanmak zorunda olduğumu, yoksa hayatımın zehir olabileceğini söyledi.
***
Ben hâlâ hayatı öğrenemedim. Ama ben hayatı öğrenmek istiyorum. Hayatın içinde, hayatta var olanlarla beraber olmak istiyorum.
**
Gitar kursundan tenis kortuna, oradan da, o tiyatro senin, bu sinema benim gezmek mi sizin sosyalliğiniz, hayatta var olma sevinciniz?
**
Peki, bana yardımlaşmayı kim öğretecek? Yolda gezerken, çocuklarına ekmek parası için dilenen bir annenin kucağına harçlığımdan bırakacağım küçük şeylerin büyük bir mutluluğun sebebi olabileceğini, bunun için de cebimde küçük paraların olması gerektiğini kim öğretecek?
****
Birilerine gerektiğinde yardım edebilmenin ve yine gerektiğinde birilerinden istemeden yardım görebilmenin gerçek sosyallik olduğunu kim söyleyecek?
***
Bana kuşların dilini kim öğretecek? Onlara ekmek vermeyi ve onlarla arkadaş olabilmeyi... Bir fidanın da bir çocuk gibi ilgiye ve sevgiye ihtiyacı olduğunu kim öğretecek?
***
Bana yaşlılara neden saygı duymam gerektiğini, neden annemin ve babamın benim hayatıma bu kadar karıştığını kim öğretecek?
***
Ben hayata hazırlanmak istiyorum. Ben belki de ayakkabı boyacılığı yaparak da karnımı doyurabilirim. Ama bana şefkati, sevgiyi ve bunların değerini kim öğretecek? Birilerinin yardıma ihtiyacı olduğunu, olduğunda da yardım edemesem de -insan olduğum için- en azından “vicdan” denilen şeyin azabını nasıl çekebileceğimi kim öğretecekti?
**
Öğretmenim ben sıkıldım trigonometriden, logaritmadan…*** Periyodik cetvelin nasıl sıralandığından bana ne!*
****
Hayatın anlamını hâlâ bilmiyorsam…* Ve en önemlisi, hâlâ gökkuşağının altından geçirecek hayallerim yoksa...
****
Son bir soru sorabilir miyim? Bana bir şeyler öğretiyorken, siz de bir şeyler öğrenebiliyor musunuz?
Öğrendiğinizi uygulayabiliyor musunuz?

yeSa 10 Mayıs 2020 18:06

Servetim Olan Dostuma
 
** Ömrümün beni yok saymasını istediğim bir anımdaydım.


** Gökyüzü bile bana ağlıyordu sanki…


** Gözyaşlarım yalnız kalmasın diye mi yoksa ağladığım anlaşılmasın diye mi bilmiyordum.


** Tek bildiğim yağmurdan sonraki gökkuşağını anımsatan ve bana ışıl ışıl bakan gözlerinin sıcaklığıydı. Senin sıcacık bakışların benim içimi ısıtırken benim şaşkın bakışlarım da seni şaşırtıyordu.


** Kimdin sen?


** Neden bakmıştın bana? Herkes farketmezken farketse bile umursamadan geçerken sen neden durmuştun yanı başımda,neden eğilip iyi olmadığımı göre göre iyimisin diye sormuştun bana….


** Sonrası… Sonra bir yerde oturup uzun uzun konuşmalar ben konuştum sen dinledin…,ayrılırken bir sonra ki görüşme için ümit etmeler.
*
** Anlamıştın geçirdiğim zor zamanları ,dertlerimi ,sıkıntılarımı ve bırakmak istemiyordun benim ellerimi ….


** Ben bile vazgeçmişken kendimden sen vazgeçmiyordun benden.şimdi ardıma dönüp baktığımda anlıyorum ki meğer bitti denilen yerde başlıyormuş bir çok sey...


** Bütün yollarımın sonuna geldiğimi zannettiğimde bana yeni yollar gösterdiğinde anladım.Artık hayata dair bir umudum kalmadığı bir anda bana umudun ne olduğunu ve aslında hiç bitmeyeceğini anlattığında anladım.


** Ve bazı insanların bazı arkadaşlarından dostum diye bahsederken gözlerinin neden ışıl ışıl açılıp hasretle kapandığını anladım. Şimdi bu bir teşekkür mektubu mudur anlatamadığım duygularım mıdır bilmiyorum.


** Ama şunu biliyorum sen de benim dostum diyeceğim ve hayatıma bu cümleyle devam edeceğim birisin.
*
** Hiç yaşamanı istemesemde , Eğer bir gün bir yerde, bir yağmurda senle ağlarsa senin de yağmurdan sonra bir gökkuşağın ve sana ışıl ışıl sıcacık bakanının olması dileğiyle…..

yeSa 10 Mayıs 2020 18:07

Bir Köftenin Yolculuğu
 
* Ben leziz bir köfteyim. Aslında ‘ben’ değil, ‘biz’ demem lâzım; çünkü yağ, karbonhidrat, protein ve vitamin ihtiva eden bir besin maddesiyim. İnsanlar -bilhassa çocuklar- beni çok sever.


** Yeni pişirildim ve tabakta bekliyorum. O da ne! Dört sivri ucu olan bir metal, tam göğsüme batırıldı ve beni kapısı açılıp kapanan, hareketli bir odaya attı. Bu odada üst üste iki sıra hâlinde U şeklinde dizilmiş, kimi keskin kimi de değirmen taşı gibi yassı 32 adet kaya var. Öndeki kayalar beni sıkıştırıp keserek büyük parçalara ayırdılar. Altta bulunan yumuşak bir kürekle parçalarım biraz arkaya itildi. Arkadaki kayalar ise, parçalarımı iyice ezerek beni âdeta hamur hâline getirdi. Bu arada odanın sağında, solunda ve altında bulunan birçok musluktan üzerime sular fışkırmaya başladı. Bünyemde bulunan karbonhidratlar, bu sudaki pityalin enzimi (alfa amilaz) tarafından parçalanmaya başladı. Fışkıran sular, bünyemde bulunabilecek muhtemel mikropları öldürmekle vazifeli lizozim ve antikor gibi maddeler ihtiva ediyordu.


** İyice yumuşamış ve kayganlaşmış, âdeta bulamaç hâline gelmiştim. Yukarıda bahsettiğim yumuşak küreğin hareketleriyle çok dar bir boruya doğru sevk edildim. Borunun içinde, beni dâima aşağı iten hareketler vardı. Borudan aşağıya indirilirken, bir kapı açıldı. “Daha geniş bir odaya girecek ve sıkıştırma hareketlerinden kurtulacağım.” derken, dibinde hafif renkli bir sıvı olan kuyuya düşüverdim. Burada biraz olsun ferahlayacağımı düşünürken, içine düştüğüm sıvının, mermeri delebilecek (pH=0,8) kuvvette bir asit olduğunu öğrendim. “Eyvah!” diye feryat ettim; ama iş işten geçmişti. Bu asit, muhtevamdaki proteinleri parçalamaya başladı. Aynı zamanda bu büyük kuyunun duvarlarındaki bazı hücrelerden salgılanan, asitsiz ortamda tesir göstermeyen pepsinojen, bu asitle hemen aktifleşiyor ve beni iyice parçalıyordu. Proteinlerimin büyük bir kısmı parçalanmıştı.


** “İçine*düştüğüm sıvı, mermeri parçalıyor da, neden bu kuyuyu parçalamıyor?” diye düşünürken, kuyunun duvarlarının ince bir tabaka hâlinde asitlerin parçalayamadığı sümüksü bir madde ile kaplanmış olduğunu öğrendim.


***“Kurban olduğum Rabb’im, Sen izin vermeyince mermeri delen asitler, yumuşak bir dokuya zarar veremiyor.”*dedim. Kuyuya benzer bu odada yaklaşık bir saat kadar, diğer besin maddeleriyle beraber hem karıştırıldık, hem de parçalandık. Daha sonra bu odanın dış duvarları bizi sıkıştırdı ve geldiğimiz borunun tam tersi istikamette âniden gevşeyen bir kapağın açılmasıyla yeni bir boruya fışkırtıldık. Bu boru, 12 parmak (duodenum: Lâtince on iki) yan yana dizilmiş intibaını veren bir görüntüye ve 15–18 cm civarında bir uzunluğa sahipti. Burada hâlimiz yine perişandı. Bu sefer de, bir çeşmeden boşalan bazik (sodyum bikarbonat) bir salgı ile karşılaştık. Bu sıvı, bize karışan asitleri tesirsiz hâle getirmekle, yani asitlerin bulunduğumuz borunun korumasız olan duvarlarına zarar vermesini önlemekle vazifeliydi.


** Burada da muhteviyatımdaki karbonhidratları parçalayan amilaz, yağları parçalayan lipaz, proteinleri parçalayan tripsin, kimotripsin, karboksipolipeptidaz ve daha birçok enzim üzerime saldırdı ve beni en küçük yapıtaşlarıma kadar parçaladı. Bu arada, beni paramparça eden enzimlerin, gelmiş oldukları protein, yağ ve karbonhidratlardan müteşekkil çeşmeyi (pankreas) niçin parçalamadığını düşünmeye başladım. Sonra, bu enzimlerin, pankreas dokusunda aktifleştirici faktörler olmadığından aktif hâle geçemediklerini, ancak bizim bulunduğumuz boruya geldikten sonra bağırsak duvarından salınan faktörler vasıtasıyla parçalayıcı özellik kazandıklarını öğrendim.


** Bu ince boruda iyice parçalandıktan sonra, borunun sonuna doğru üzerimize yeşil bir sıvı (safra) döküldü. Deterjan gibi iş gören bu sıvı, bilhassa muhteviyatımdaki yağları parçalamakla vazifeliydi. Bütün bu hâdiselerden sonra, çok mükemmel bir fabrikanın içinden geçtiğimi anladım. Uzunluğu üç metreye yakın bu ince boruda ilerledikçe parçalanacak hâlimiz kalmadı. Sadece içimize katılan soğan ve maydanoz gibi bitkilerin parçalanmayan selüloz lifleri, çok kalın ve kısa bir boruya kadar yolculuklarına devam ettiler. Onların o kalın boru içinde sularının emildiğini, kalanların da bir müddet biriktikten sonra tuvalet denen bir çukura atıldığını öğrendim.


** Bu arada borunun duvarlarının kıvrımlı ve pütürlü olması oldukça dikkatimizi çekti. Meğer buralar, parçalarımızın iki ayrı yoldan başka bir âleme geçme noktalarıymış. Bu kabarcıkların içinde bulunan oldukça ince kılcal yollardan, kırmızı ve beyaz iki farklı (kan ve lenf yolu) sıvı ihtiva eden daha ince borulara geçirildiğimizi anladık. Artık ‘ben’ yoktum, benim çok küçük parçalarımdan oluşan ‘bizler’ vardık. Karbonhidratların parçalanmasından ortaya çıkan en basit birimler olan glikoz ile proteinlerin parçalanmasından açığa çıkan aminoasitler kırmızı sıvıya geçirilirken; yağ asitleri olan kardeşlerimiz, lenf olarak isimlendirilen beyaz sıvıya alındılar. Glikoz ve aminoasit kardeşlerimiz kırmızı sıvıyla taşınarak karaciğer isimli bir fabrikaya götürüldüler; burada bazı hususi işlemlerden geçirilip, faydalı hâle getirildikten sonra, tekrar kırmızı sıvıya*veriliyorlardı.


** Ancak ne hikmetse beyaz sıvıdaki yağlar (lenf) bu fabrikaya uğramadan ayrı bir yoldan daha sonra kırmızı sıvıya geçiriliyordu. Bunun sebebini daha sonra öğrendim: Eğer yağ asitleri; glikoz ve aminoasitle birlikte karaciğere gelseydi, bu fabrikayı bozacak ve onun çalışanlarını öldürecekti.


** En sonunda kırmızı sıvı bizi, sayısı 100 trilyonu bulan hücre isimli küçük odacıklara taşıdı. Hepimiz ayrı ayrı hücrelere gönderilmiştik. Burada öncelikle glikoz kardeşimizle oksijen birleştirilerek su, karbondioksit ve enerji üretiliyordu. Bu odacıkların çalışabilmeleri için, enerjinin gerekli olduğunu öğrendim. Enerji için glikoz yeterli olmazsa, yağ kardeşlerimiz de enerji üretiminde kullanılıyordu. Aminoasit kardeşlerimizden ise, odacıkların yapısında kullanılmak üzere sağlam proteinler; glikoz ve yağ depoları tükendiği durumlarda da enerji üretiliyordu. Bu odacıklarda, ihtiyaç fazlası yağ ve glikoz depo edilebiliyordu. Anlayacağınız, yolculuğun başında köfte olan ben, sonunda su, karbondioksit ve enerjiye dönüştüm. Bir kısmım yapıtaşı olarak, bir kısmım da hücrelerin hayatî faaliyetlerinde vazife aldığından insanlık mertebesine yükselmiş ve büyük bir şeref*kazanmıştım.


** Bütün bu parçalanma ve emilme hâdiselerinin sonunda bir kısmımız yapıya katılmış, içinde benim de bulunduğum enerji elde edilen diğer bir kısmımız da vazifelerimizi bitirdikten sonra karbondioksit isimli boğucu ve kirli bir gaz hâline girmiştik. Yoğunluğumuz çok arttığı takdirde bulunduğumuz odacıkları boğabileceğimiz söz konusu olduğu için, tekrar kırmızı sıvıya atıldık. Büyük bir pompanın ittiği bu kırmızı sıvı içinde bulunan hemoglobin isimli moleküle bindirilerek, milyonlarca keseden oluşan ve süngere benzeyen akciğer isimli harika bir fabrikaya getirildik. Akciğer keselerine gelmiş taze hava içindeki oksijenle yer değiştirdik. Artık bir insanın vücuduna veda etme zamanı gelmişti. Bir karbondioksit olarak karanlık ve daracık yerlerden çıkıp özgürlüğüme kavuştuğuma şükrettim.


** Ancak havada bir müddet dolaştıktan sonra, yeşil bir bitkinin yaprağına konduruldum. Yaprağın üzerindeki küçük pencerelerden (stoma) geçerek, hücrelerde harika bir şekilde çalışan klorofil fabrikasında misafir edildim. Burada topraktan borucuklarla getirilen su ile birleşmem için beni zorladılar. Buna gücümün yetmeyeceğini söyleyince, hemen güneş ışığı ile mahiyetimi değiştirip, beni kimyevî bir enerji deposuna çevirdiler. Artık basit bir karbon atomu değildim, enerji kaynağı olan bir glikoz molekülünde kendime yer bulmuştum. Bundan sonra içinde bulunduğum bitkinin mahiyetine ve genetik programına göre nişastaya, proteine veya yağlara dönüştürülebilirdim. Ben bir yeşil yonca yaprağının üzerinde sağa sola salınırken hiç beklemediğim bir şey oldu. İçinde bulunduğum yeşil yapraklar bir inek tarafından afiyetle yeniliverdi.


** İneğin vücudunda yeni bir fasıl başlamıştı. Çeşitli kimyevî işlemlerden geçirildikten sonra bana bu yeni ev sahibimin kaslarındaki proteinlerde vazife verildi. Keyfim de iyiydi. Artık kendimi ot değil, bir hayvan proteini olarak hissediyordum. Ottan çıkıp bir ineğin vücuduna geçmekle Esma-i İlâhî’nin tecellilerini göstermede bir mertebe daha yükselmiştim.


** Bir kurban bayramında içinde vazifeli olduğum mübarek hayvan kurban edildi. Etleri kıyma makinesinden geçirildi, ben de tekrar köfte olarak önünüze getirildim.

yeSa 10 Mayıs 2020 18:27

Anlamsız
 
Geri gelmeyen zaman ve değiştirilemeyen geçmiş. Korkular ve kaygılarla örülü bir ağ gibi zihnim. Her seferinde gördüğüm seraba doğru koşuyor ve çölün acımasızlığıyla yüzleşiyorum. Firtinalar kopuyor kendime her döndüğümde ve sadece ben duyuyorum yine. Yanlış yöne koşan bir yarış atı gibiyim bitiş için koşan koştukça uzaklaşan...

yeSa 10 Mayıs 2020 18:39

Nerede Görüşelim ?
 
Çocukluğumdan beri ailece annemin çalıştığı bankanın Antalya’daki Eğitim ve Dinlenme Tesislerine aralıksız gidiyoruz. Bu tesis bizim adeta köyümüz gibiydi. Her yıl üç-beş ailenin dışında hep aynı aileler aynı ayda geliyorlardı. Herkes birbirini tanır, eğlenceli on beş gün geçirirdik. Yeni katılan ailelerin kaynaşması kolay olmazdı. Çünkü herkesin bir arkadaş gurubu oluştuğundan yenilerin guruba katılmaları bir hayli zaman alıyor, kaynaşmaları neredeyse tatilin son günlerini buluyordu. Arkadaşlıklar genellikle sahip oldukları makamlara göre şekilleniyordu. Ancak gençler arasında makam mevki söz konusu olmadan arkadaşlıklar kurulabiliyordu.

Bu yılda tatile geldiğimizde, aşağı yukarı hep aynı arkadaşlar vardı ama çoğunun şekli değişmiş. Erkeklerin çoğu sakallı, genç kızların bir kısmı makyajlı olmuştu. Bazıları da üniversiteli olmuştu. Bende değişime uğrayanlar arasındaydım. Artık üniversiteli olmuştum. Dünyaya bakışım, eğlence anlayışım da farklılaşma olmaya başlamıştı. Adeta yalnızlaşmaya başlamıştım. Eğlenceden çok kitap okuyarak vakit geçiriyordum. Sadece geçen yıllardan gelen, her gün saat dörtte patates kızartması yeme alışkanlığım devam ediyordu. Yanılmıyorsam tatilimin dördüncü günüydü patatesimi aldım, denize bakan boş banka oturdum. Önce ketçapla kaplı, kızarmış patatesten meydana gelen o mis kokuyu içime çeker öyle başlardım. Tam gözlerimi kapatmış adeta benim kendimden geçmeme sebep olan patatesinin yaydığı kokuyu içime çekiyordum ki bir ses;

- “Oturabilir miyim?”

- “Elbette”

- “Afiyet olsun”

- “Teşekkür ederim. Size de afiyet olsun.”

- “Sizi ilk defa görüyorum. Misafir misiniz?”

- “Hayır, annem Genel Müdürlük de Hemşire olarak çalışıyor.”

- “Çocukluğumdan beri her hasta olduğumda önce bankanın sağlık ocağına gider gelirim. Bu nedenle de orada görev yapan doktor ve hemşireleri tanırım. Annenin ismi ne? Belki tanırım.”

- “Fatma, tanıyacağınızı zannetmem çünkü annem bu yıl tayin oldu.”

- “Nereden geldiniz?”

- “Aydın’dan”

- “Hayırdır, küçük ilin rahatlığı varken koca İstanbul’un çilesini çekmeye mi geldiniz?”

- “İstanbul Teknik Üniversitesinin Matematik Mühendisliği Bölümünü kazandım. Yurtta kalmamın sıkıntılı olacağını düşünerek ailece İstanbul’a geldik. Hepimiz hayatımızdan memnunuz. Şu anda da ilk yılın yorgunluğunu ve İstanbul’un üzerimize yüklediği stresi atmak niyetiyle geldik. Adım da Aylin.”

- “Memnun oldum. Benim adım da Hakan. Bende aynı üniversitenin İnşaat Mühendisliği bölümünde okuyorum ve şu an ikinci sınıf öğrencisi oldum. Senden farkım ben yorulsam da yorulmasam da her yıl gelirim. Annem bankanın Genel Müdür Yardımcısı, babam da Yönetim Kurulu Üyesi.”

İkisinin de aynı üniversitede okuması ve ailelerinin aynı yerde çalışması arkadaşlıklarının ilerlemesinde katkı sağladı. Aylin ve Hakan çok iyi iki arkadaş olmuşlardı. Kah yüzerken, kah kampta yapılan aktivitelerin çoğundan beraber oluyorlardı. Ancak aileleri aralarında ki dostluğu “Günaydın” demekten ileriye taşıyamamışlardı. Aylin ve Hakan’ın beraberlikleri üçüncü sınıfa kadar normal arkadaş olarak devam etti. Ancak üçüncü yılın sonuna doğru arkadaşlıkları şekil değiştirmeye başladı aralarındaki dostluk aşka dönüştü. Okul bitene kadar da her ikisi de aralarındaki ilişkiyi ailelerine söylemedi. Ta ki mezuniyet törenine kadar. Törenden sonra her ikisi de aralarındaki ilişkiyi ailelerine söyleyecek ve aralarındaki aşkı nişanla taçlandıracaklardı. Önce Hakan, Aylin ile olan ilişkisini ailesine açtı.

- “Anneciğim; ben Aylin ile ciddi ilişki içindeyim. İkimiz de bir birimizi seviyoruz, siz de uygun bulursanız ilişkimizi resmiyete dökeceğiz.”

- “Oğlum, acelen ne okulu daha yeni bitirdiniz henüz diplomalarınızı bile almadınız. Biraz zaman geçsin kendinize bir iş kurun ondan sonra.”

- “Anneciğim, biz de hemen evlenelim demiyoruz önce aramızda söz yapalım. Bir birimize ait olduğumuzu herkes bilsin.”

- “Sadece senin sevmen, kızın seni sevmesi yeterli mi? Ailelerinizin kültür düzeyleri, gelir düzeyleri, yaşam biçimleri eşit olup olmadığını, uyum sağlayıp sağlayamayacağımızı hiç düşündün mü?”

- “Biz birbirimizi seviyoruz, ikimizin de mesleği var, bizde kazandığımız kadar harcarız, kazancımıza uygun olan yerde yaşarız. Aylin’in ailesi de mazbut sevgi dolu kendi hallerinde olan insanlar.”

- “O maşallah, hemencecik kabullenip, baş tacı yapmışsın bile, biz sadece formaliteleri yerine getirmek için varız.”

- “O nasıl söz anneciğim sizin yerinizi kimse dolduramaz, ben sadece düşüncelerimi söyledim.”

Aylin’de, Hakan ile olan ilişkisini anne ve babasına söyleyince;

- “Aceleniz ne kızım, biraz zaman geçsin okulun yorgunluğunu üzerinizden atın, iş-güç sahibi olun ondan sonra evliliği düşünürsünüz.” Aylin;

“Anneciğim hemen evlenelim demiyoruz ki, sadece söz kesilsin birbirimize ait olduğumuzu herkes bilsin. Yoksa iş güç kurmadan biz de evlenmek istemiyoruz.”

Her ikisi de düşüncelerini ailelerine açmaktan memnundular. Ancak Hakan’ın anne ve babası duyduklarından pek memnun olmamışlardı. İlk etapta Aylin ve ailesinin kendilerine eşdeğer de bir aile olmadığını ima yoluyla belirtmeye çalıştılarsa da ikna edemeyeceklerine kesin kararlı olduklarını gördüklerinden istemeye istemeye evet dediler. Aylin de Hakan’ın ailesi tarafından istenmediğini fark ediyordu. Aylin;

- “Hakancığım annen ve baban evliliğimize pek sıcak bakmıyorlar galiba, istersen yolun başında iken ilişkimizi sonlandıralım.” Hakan;

“Hiç öyle şey olur mu? Ben seni seviyorum yetmez mi? Aylin;

“Yetmez annen ve baban istemezse mutlu olamayız. Çünkü hayat bugün ki gibi olmayacak. Yarın onların iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmalıyız. Şayet beni istemezlerse, sevmezlerse nasıl yanların da olurum. İyi düşün.”

Aradan altı ay geçmişti, Aylin ve Hakan kendilerine uygun iş bulup çalışmaya başladılar. Atık evlenebilirlerdi. Kendilerine güvenleri gelmiş, kendi ayakları üzerinde durabiliyorlardı. Hakan ailesinin gönlünü yapabilirse hemen evleneceklerdi. Hakan ailesinin gönlünü yapabilmek için çok çaba sarf etse de istediği noktaya getirememişti. Ancak çok kararlı olduğunu her sözüyle hareketiyle belli ediyordu. Hakan’ın kararlı olduğunu anlayan anne ve babası kerhen evlilik karalarını onayladılar.

Hakan’ın ailesi düğünden sonra da Aylin’e karşı soğuk davranıyordu. Evlilikleri üçüncü ayını doldurmak üzere idi ailece bir akşam yemeği yendikten sonra sıra kahve içmeye gelmişti, Aylin mutfakta kahveleri pişirirken annesi Hakan’a;

- “Oğlum Aylin’e bir bahane uydur ziyaretimize sadece sen gel, onu burada görüp huzurumu kaçırmak istemiyorum” derken Aylin kahve tepsisi elinde içeri girdi. Hakan konuyu değiştirse de Aylin annesinin söylediğini duymuştu. Ancak Aylin duymazlıktan geldi. Ağzından istenmediğini bizzat duyan Aylin çeşitli bahaneler uydurarak kayınvalidesinin evine gitmiyor sadece Hakan gidiyordu. Bu durum Aylin ve Hakan’ın İngiltere’ye dil kursuna gidecekleri güne kadar devam etti. Gidecekleri günün akşamı yolcu etmek üzere Hakan’ın evine gidip onları görüp uğurlamak istiyordu. Hemen telefona sarıldı.

Anne; “İyi akşamlar, Hakan ile görüşmek istiyorum.”

Aylin; İyi akşamlar. Hakan bey evde yok.”

Anne; “Geldiği zaman beni arasın, gitmeden gelip görmek istiyorum.”

Aylin; “Gelince söylerim ancak, ancak evimde görüşemezsiniz”

Anne; “Haklısınız Aylin hanım. Bu güne kadar ben seni evimde görmek istememiştim. Şimdi de sen evinde görmek istemiyorsun. Peki nerede görebilirim oğlumu?”

Aylin; “Havaalanında.”

Bu konuşmadan sonra Aylin telefonu kapattı. Aylin, Hakan eve gelene kadar kayınvalidesine karşı söylediklerinin muhasebesini yaptı. Hakan eve gelince sadece annesinin aradığını ve yarın yolcu etmek üzere havaalanına geleceğini söyledi.

Hakan, annesi ile Aylin’in arasının iyi olmadığını bildiği için neden havaalanında diye sormadan yattılar. Ancak; Aylin yatağında kayınvalidesine telefonda söylediklerinden dolayı uyuyamadı, bir sağa, bir sola dönerek sabah etti. Söylediklerinden pişmanlık duyuyor kendi kendine;

- “Allah’ım beni affet. Ben nasıl oldu da şeytana uyup kayınvalideme evime gelemezsin, evimde görüşemezsin diyebildim. Beni affet.“ diyordu.

Sabah havaalanına vardıklarında kayınvalidesini ve kayınpederini*

yeSa 10 Mayıs 2020 18:40

Rafadan Yumurta
 
Yıllardır olduğu gibi, sabah erkenden kalkmış, namazını kılmıştı. Arka bahçesine çıkıp eşinin en sevdiği şey olan taze yumurtaları kümesten almış eski bir çaydanlıkta kaynatıyordu. Eşinin her sabah mutlaka rafadan yumurta yemesini ve bundan bir gün bile vazgeçmemiş olmasını hiç sorgulamamıştı. O sadece onu mutlu etmeyi seviyor ve bunu her sabah hiç bıkmadan yapıyordu.

Kaynayan çaydanlığın altını kıstıktan sonra ince ince doğradığı patatesleri kızgın yağın içine bıraktı ve masayı kurmaya başladı. Masayı kurarken her zamanki gibi eksiksiz olmasına dikkat ediyor, çiçeği bile masanın ortasında hazır ediyordu. Ona göre gün nasıl başlarsa öyle devam ederdi. Bu alışkanlığı sayesinde yıllardır eşinin günü hep güzel başlamıştı. Eşi Nergis hanımın masaya ilk oturduğunda ki gülümsemesiyle onun da günü ferah geçerdi. Masayı da bitirdikten sonra eşini artık uyandırmaya karar verdi.

Mutfak kapısına doğru bir adım attığında kalbinde bir sızı hissetti. Elini kalbinin üzerine götürüp sıvazladı. Çok ihmal ettik bu aralar. Doktora gitmek gerek. Dedi kendi kendine. Yavaşca yatak odasına yöneldi. Usulca kapıyı araladı. Günün en çok sevdiği anı melekler gibi uyuyan hayat arkadaşını seyrettiği bu andı. Yavaşca eşinin üzerine doğru eğilip alnına sıcak bir buse kondurdu.

- Hadi hayatım. Kahvaltı hazır.

- Biraz daha uyumak istiyorum ama. Olmaz aşkım. Bak sana rafadan yumurta hazırladım.

Yumurtayı duyunca gözleri birden açılmış ve en ufak bir uyku emaresi kalmamıştı. Usulca yataktan doğrulup eşinin boynuna sarıldı.

- Hiç vaz geçmeyeceksin değil mi? Usanmadan her sabah bunu yapmak zorunda değilsin.

- Bak kırılırım ama şimdi. Seni mutlu etmek için varım ben. Senin yüzün her güldüğünde ben yeniden doğuyorum.

- Tamam ama artık genç değilsin. Bu kadar yorma kendini.

- Tamam canım. Yorulduğum filan yok benim. Hadi gel bunları kahvaltı da konuşuruz. Eşinin koluna girip mutfağa kadar eşlik etti.

Her zaman ki gibi sandalyesini çekip oturmasına yardımcı oldu. Yumurtasını önüne koyup üzerini kırdı. Çayını büyük bir dikkatle doldurup içine iki tane şeker attı. Onun yerine karıştırdı.

- Bu kadar şeker kullanmamalısın hayatım. Sağlığın açısından.

- Bana bir şey olmaz. Sen kendine dikkat et yeter. Kalbini fazla zorlama.

- Merak etme sen. Bak en sevdiğin kıvamı tutturdum gene. Hadi soğutmadan ye yumurtanı.

Eşi Nergis hanım birden ağlamaklı bir sesle, onun yüzüne bakmadan konuşmaya başladı.

- Ahmet yeter artık! Bu oyunu daha ne kadar oynayacaksın. Bırak beni gideyim. Bu şekilde en çok kendine zarar veriyorsun. Beklemediği bu tepki karşısında Ahmet bey ne yapacağını şaşırdı. Gözleri doldu, burnundan gözlerine doğru bir sızı hissetti.

- Bırak ne demek Nergis? Sensiz ben ne yaparım hiç düşündün mü? Kime kahvaltı hazırlar, kiminle konuşurum? Dertlendiğimde kimin kucağında ağlarım? Sevindiğimde kimin boynuna sarılırım?

Tam 45 yıl oldu Nergis. İlk günden beri ben sadece seninle yaşıyorum. Bak etrafımıza. Senden başka kimsem kaldı mı? Şimdi sen bana beni bırak diyorsun. Hem de hiç sayılabilecek, anlamsız bir sebeple. Ne varmış yani senin durumunda?*
Ahmet beyin ses tonu birden değişmiş, sesi kısılmış ve çatallı çıkmaya başlamıştı. Birden kalbinde sabah hissettiği ağrının aynısını hissetti. Bu sefer farklıydı ama. Daha derinden ve daha sert bir ağrı saplanmıştı yüreğine. Konuşması birden kesildi. Kötü şeyler olduğunu fark ediyordu. Eşi ile göz göze geldi.

Nergis hanım hareketsizce ve hiçbir şey olmamış gibi ona bakıyordu. Gözleri karardı ve vücudunu hissetmiyordu. Derin bir nefes aldı ve eşinin gözlerine bakarak derin bir nefes aldı. Zorla ağzından şu kelimeleri çıkardı “Seni seviyorum aşkım.”

Puslu gözlerle gülümseyen Nergis hanım yanağından süzülen yaşları silerken cevap verdi. Biliyorum sevgilim. Bende seni çok seviyorum. İki gün sonra öğrendi tüm mahalleli olayı. Yan komşu kapıyı defalarca çalmasına rağmen cevap alamayınca polise haber vermişti. Kapıyı kırarak içeriye giren polis mutfak masasının üzerine başını koymuş olan Ahmet beyin cesedi ile karşılaştı.

Anlam veremedikleri ise masanın diğer ucunda duran ve 10 yıl önce ölen eşinin fotoğrafının önünde ki yenilmemiş rafadan yumurtaydı.

yeSa 10 Mayıs 2020 18:42

Rüya
 
Gözgözeydiler...


Zaman durmuştu adeta, hiçbir şey hareket etmiyordu. Başka bir boyutta başka bir hayatta , nefes alış verişleri bile yavaşlamıştı.


Gözlerini kaçırdı genç kız. Olmamalıydı, olmamalıydı, aşık olmamalıydı.


Duran zamanda uyanan ilk şey beyninin içindeki düşünceleriydi. Tek bir söz olmamalı..!


Uzaklaşmaya çalıştı beynindeki düşünceler kalbindeki sesler olduğu yerde sendeledi. Karanlıktaki genç adama tekrar baktı, tekrar kaçırdı gözlerini olamazdı.


O değilmiydi aşktan anlamayan onun verdiği derin ızdırabı kaldıramayan istemiyorum diye söylendi zihninde, fakat artık dudaklarıda isyan ediyordu ve arasından fısıldayan seste*
zihnine eşlik ediyordu istemiyorum.


Uykusuz geceleri, zihnimde oluşacak seni istemiyorum. Benliğimi kaplayacak bu zehri kanıma karışacak beni felç edecek*
hayatımı etkileyecek yüreğimi uyandıracak şeyi istemiyorum.
Sessizce otururken yanan mum alevinde suretini görmek ne kadarda özledim demek istemiyorum.


Terasımda akşamın serinliğini hissederken bedenım,yüzüme vuran esintiyle gözlerimi açıp özledim demek istemiyorum. Başımı kaldırdığımda gökyüzü bütün haşmetiyle karşımdayken seçebildiğim yıldızlara bakıp onun kadar uzak değil ya en azından deyip kendimi avutmak istemiyorum.


Nasıl olsa bitmeyecekmiydi ömür, gün gelip misafirhaneden gitmeyecekmiydik öyle acı bir veda istemiyorum,


Ya terk edilişler, onlar değilmiydi yüreği kanatan sevmeden sevilmeden nefret ettiren, onlar değilmiydi yaşları akıtan gözlerden boğazını yakan dilini bağlayan hayatını sarsan, istemiyorum hicbirini yaşamak istemiyorum.


Sesle irkildi düşüncelerinden,,


Genç adam karanlıkta ona doğru adım atıyordu, gözleri iyice açıldı kızın oda uzaklaşmaya başladı adam yaklaştıkça kız uzaklaştı. Karanliktaki silüet durmuştu şaşkındı. Neler oluyordu...


Adamın durduğunu gören kız uzaklaşmak için adım atmayı bıraktı. Ama burda kalamazdı gitmeliydi. Zihninde yine düşüncelere daldı
kalbi dayanamadı isyan etti içinde,,

Neden,,


Bende sevmek sevilmek istiyorum içimde bıraktığın boş yeri doldurmak istiyorum, bende delice özlemek özlenmek istiyorum. Hakkım değilmi bunları yaşamak.


Beyin itiraz etti,,


Neden sadece kendini düşünüyorsun, seni sonra paramparça bir halde toplayan benim, sen aşkı yaşarken ihtimalleri düşünen benim. Sen kıpırtılarla kıvılcımlarla coşarken terkedilişlerle bu bedene verilen zararı düzelten benim.


Kalp susup kalmıştı. Oysa o kadar hasretti ki sevgiye ama beyin haklıydı kalbin sızlanmaları durdu tekrar içine kapandı daha önce yaptığı gibi...


Kızın düşündüğü tek bir söz beyninde yankılanıyordu:


Aşık olmamalıyım...!


Gözlerini boşluğa genç adama çevirdi adam yavaş yavaş uzaklaşıyordu kızdan iyice. Gözden kaybolup yok oldu.


İki damla gözyaşı süzüldü yanaklarından o kadar yalnızdı ki. İrkildi olmamalıydım rüyamda da aşık olmamalıydım dedi ve gördüğü rüyadan uyandı...


Rüyadan geriye kalan sadece yanaklarındaki ıslaklıktı...

yeSa 10 Mayıs 2020 18:42

Keşkeler
 
Bizim sevdadır. Bizimle sonsuza dek giden. Biz ölümüne sevdik. Ayrılsakta. Ayırsalarda.

Hani hep birlikte olacaktık. Hani söz vermişdik birbirimize. Hep mutlu olacaktık. Ayrılmayacaktık.

Anladım bu imkansız. Biliyorum. Dünyada birlikte olmasakta. Ahirette birlikte olacağız.

Gezdiğimiz yerleri gezemiyor. Güldüğümüz yerlerden şimdi ağlayarak gidiyorum.

Akşamları, ... senin resmine bakıp ağlıyorum. Biliyorum. Dünyada birlikte olmasakta. Ahirette birlikte olacağız.

Bu bizim sevdamız. Anlatması zor. Anlatırsa bir, gözyaşımız var. Çünkü sen yoksun.

Dünyada birlikte olmasakta. Ahirette birlikte oluruz.

Takedown 10 Mayıs 2020 18:57

Cevap: Keşkeler
 
Keşkeler Keş Eder .


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 07:20.

Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk