![]() |
Karanlıkları Aydınlatan Hüddâm Süleyman – 84. Bölüm: Berzah’ın Mührü ve Sessizce Gelen Savaşın İşaretleri [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Berzah’da Takdir ve Güç Hediyesi Süleyman, Sabur ve Asaf, Berzah’ın derinliklerinde ışık ve gölge arasındaki geçitten sessizce ilerlediler. Yol boyunca konuşmadılar; her adım, görünmeyen bir ağırlığın ritmiyle uyumluydu. Ancak bu sefer amaç bir sınav ya da görev değildi; padişah Mürre, Süleyman’ı bizzat görmek ve takdir etmek üzere çağırmıştı. Karşılarına devasa bir salon belirdi. İçerisi, Müslüman cin askerleri ve padişahın en yakın danışmanlarıyla doluydu. Herkesin bakışları Süleyman’ın üzerinde birleşmişti; sessizlik, saygıyla doluydu. Padişah Mürre, tahtında otururken hafifçe gülümsedi. “Allah dostu Süleyman, hoş geldin,” dedi. Sesi hem güçlü hem de yumuşaktı. “Kendini ölü gibi göstererek birçok ifriti tuzağa düşürdün ve hepsini alt ettin. Sadece kendini değil, tüm Müslüman cin ordusunu da korudun. Bu yüzden seni bizzat takdir etmek için Berzah alemine kadar çağırdım.” Süleyman, alçakgönüllülükle başını eğdi. “Allah’ın izniyle, efendim. Benim görevim sadece adalet ve korumaktır,” dedi. Padişah, gülümseyerek özel bir mühür çıkardı; altın ve gümüş işçiliğiyle süslenmiş, üzerine kutsal tılsımlar kazınmış bir mühürdü. “Bu hediyeyi sana veriyorum. Sadece güçlenmeni değil, aynı zamanda ordunun ve müminlerin güvenliğini daha da artırmanı sağlayacak,” dedi. Mührü Süleyman’a uzattı. Süleyman mühürü alırken, yanında duran Müslüman cin askerleri derin bir minnettarlık duygusuyla ellerini göğe açtılar; onun sadece kendi güvenliği için değil, herkes için risk aldığını biliyorlardı. Padişah devam etti: “Senin yokluğunda Asaf da senin izinden giderek çok başarılı oldu. Emin ol, senin başını hiç eğdirmedi. O da senin gibi Allah dostu olma yolunda sabır, azim ve hevesle yürüdü. Ancak genç bir evlat olarak, senin kadar güçlü olması için daha çok sabretmesi gerekiyor. Ona rehberlik etmeye devam et.” Süleyman, Asaf’a bakarak hafifçe tebessüm etti. İçinde hem gurur hem de şefkat yükseldi. Asaf, babasının bakışlarında gizli bir onur ve güven hissediyordu; bu sözler, yüreğine bir güç ve sorumluluk duygusu ekledi. Padişah, Süleyman’ın yanında hafifçe başını salladı: “Ordu ve memleket sana minnettar. Sen sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda bir rehbersin. Gücünü doğru kullan, adaletle yürü.” Süleyman sessizce teşekkür etti. Sabur ve Asaf, yanında dururken enerjiyi dengeleyip bu kutsal anın etkisini hissettiler. Artık Berzah’dan dönüş vakti gelmişti, ancak dönüş basit olmayacaktı. Süleyman, ellerini göğe açtı ve Sabur ile Asaf’ı yanına çağırdı. “Hazır olun. Eve dönüşümüz, sıradan bir yol değil. Bu geçiş, enerjilerle ve ışıkla dokunmuş bir yol olacak.” Bir anda Berzah’ın mistik ışıkları etraflarını sardı. Zemin altın sarısı bir enerjiyle parladı, gökyüzü mavi ve gümüşle karıştı. Sabur ve Asaf’ın ayakları neredeyse yere değmeden, Süleyman’ın rehberliğinde görünmeyen bir koridor boyunca süzüldüler. Dışarıdan bakan biri, sadece havada süzülen üç kişiyi görebilirdi; normal bir yürüyüşten çok bir ritüel gibiydi. Birkaç dakika sonra, eve yakın bir noktada enerji yavaşça çözüldü ve üçü sessizce bahçede belirdi. Evde herkes uyuyordu; sadece ay ışığı ve bahçenin serinliği vardı. Süleyman ve Asaf, odalarına çekilip kısa bir dinlenmeye çekildiler. Sabur da yanlarında duruyor, enerjiyi dengelemeye devam ediyordu. Berzah’daki yolculuk ve padişahın takdiri hâlâ içlerinde tazeydi; nefesleri yavaş yavaş düzene girerken, yorgunluk ve huzur birbirine karıştı. Ay ışığı odaların içine sızıyor, sessizliğe hafif bir sıcaklık katıyordu; kalpleri hem minnet hem de tatlı bir huzurla doluydu. Derin bir sessizlik içinde herkes uyurken, Berrak odasında sessizce gözlerini açtı. Kalbi hızlı atıyordu; babasını, Süleyman’ı ve evin diğer fertlerini çok özlemişti. Fakat yalnızca özlem değil, bir heyecan da vardı içinde. Gözlerini ovuşturdu, hafifçe gülümsedi ve sessiz adımlarla mutfağa yöneldi. Küçük elleriyle kahvaltı masasını hazırlamaya başladı; ekmekleri, reçeli, peynirleri ve sütü sessizce yerleştirdi. Kimse uyanmasın diye kapıları yavaşça açıp kapadı. Ardından teker teker aileyi uyandırmaya karar verdi. İlk durağı annesi Melike’ydi. Hafifçe dokunarak: “Anne, uyan… sürpriz bir kahvaltı hazırladım,” diye fısıldadı. Melike, gözlerini açıp şaşkın ama mutlu bir şekilde gülümsedi ve Berrak’ın yanına geldi. Sonra babası Süleyman’ın odasına yöneldi. Sessiz adımlarla yanına yaklaştı ve hafifçe omzuna dokundu: “Baba… kalkın… kahvaltı hazır,” dedi. Süleyman gözlerini açtı, hafifçe tebessüm etti ve Berrak’a sevgi dolu bir bakış fırlattı. En son Asaf’ın odasına geçti. O da henüz uyanmamıştı. Berrak, gülümseyerek: “Evlat… kalk… birlikte kahvaltı yapacağız,” diye mırıldandı. Asaf, yavaşça gözlerini açtı; önce uykulu, sonra ise hafif bir mutluluk ve heyecanla gülümsedi. Hepsi mutfağa doğru yürüdü. Kahvaltı masasına ulaştıklarında Berrak, masum bir gururla hazırladığı her şeyi yerleştirmişti. Masanın etrafında bir sessizlik oldu, ardından hafif bir kahkaha ve konuşmalar başladı. Asaf, Berrak’a bakıp hafifçe tebessüm etti. Berrak da karşılık verdi; gözlerindeki minik ışık, babasının yokluğunda hissettiği yalnızlık ve özlemin yerini sıcak bir bağlılığa bırakıyordu. Süleyman, sessizce masaya oturdu, gözleriyle hem aileyi hem de hazırladıkları kahvaltıyı takdir etti. Melike ise hafif bir gülümsemeyle masaya yerleşti, içten bir huzur dalgası evin içine yayıldı. Kahvaltı boyunca küçük sohbetler, kahkahalar ve hafif bakışmalar sürdü. Asaf ve Berrak, fark edilmeyecek kadar masumane küçük bakışmalarla birbirlerine değer verdiklerini sessizce gösteriyorlardı. Bu an, uzun zamandır hissettikleri huzur ve aile bağını güçlendiriyordu. Kahvaltıdan sonra evin içi hafif bir sessizliğe büründü. Süleyman, Asaf’a hafifçe bakarak: “Evlat, öğlen namazına gitme vakti geldi,” dedi. Asaf başını salladı ve babasının peşinden, içten bir saygı ve heyecanla ilerledi. Yanlarında Sabur ve Hamza da vardı; görünmez şekilde Süleyman ve Asaf ile birlikte hareket ediyor, enerjiyi dengeliyor ve namazda onlara rehberlik ediyorlardı. Evdekiler onları görebiliyordu; Melike ve Berrak geldikleri her an onların varlığını fark ediyordu. Ancak camideki diğer insanlar, sadece Süleyman ve Asaf’ın namaza geldiğini sanıyordu; Sabur ve Hamza’nın varlığından habersizlerdi. Namaz kılınacak mekâna vardıklarında, Süleyman ve Asaf sessizce dualarını yaptılar. Sabur ve Hamza da yanında namaz kılıyor, görünmez şekilde çevreyi sarıyor ve enerjiyi dengeliyordu. Allah dostu olan bu Müslüman cinler Süleyman’a sadece yardım etmiyor, büyük bir güvenlik de sağlıyordu. Namazdan sonra Süleyman, Asaf’a döndü: “Evlat, bugünü hayır işlerine ayırmalısın. Yanına Sabur’u da alıp bunlar için koşturmalısın. Ama hayır işlerini yaparken unutma; her zaman gizli ve sessiz ol. İnsanlara gösteriş için değil, kalpten yardım etmek için çalışacaksınız. Sağ elinizin verdiğini sol eliniz bile görüp bilmeyecek.” Böylece Asaf ve Sabur, gizli hayır işleri için yola koyulurken, Süleyman evin yolunu tuttu; Hamza da yanında, sessiz ve dikkatli bir şekilde ilerliyordu. Gün ışığı evin içine hafifçe vuruyor, Melike ve Berrak da evde onları bekliyordu. Asaf ve Sabur, kendilerini hiç göstermeden, gün boyunca teker teker tüm ihtiyaç sahiplerine yardım ettiler. Her adımda sessiz ve dikkatli hareket ediyor, kalpten gelen yardımlarını gizlilik içinde ulaştırıyorlardı. O esnada Süleymanların evinin kapısı çaldı. Melike kapıyı açtığında karşısında Adıyaman’ın başka bir köyünden gelmiş iki kadın duruyordu: biri otuz beş yaşındaki Hülya, diğeri kırk yaşındaki arkadaşı Sevda. Hülya, son zamanlarda evde garip davranışlar sergiliyor, geceleri çığlıklar atıyor ve kendiliğinden İbranice konuşuyordu; bilmediği bir dil olmasına rağmen. Evden getirdikleri eşyalar arasında, tablo, muskalar ve bir çember vardı; tabloyu ters çevirdiklerinde şeytani bir sembol dikkat çekiyordu. Sevda ise arkadaşının yaşadığı bu korkunç olaylara tanıklık ediyor ve çözüm için Süleyman’dan yardım istiyordu. Sevda’nın adını duyunca, Süleyman’ın içi bir an cız etti; ölen kız kardeşinin adı da Sevda’ydı. Gözleri nemlendi ama kısa bir sessizlikten sonra sakinleşti ve titrek ama kararlı bir sesle konuştu: “Gelin, içeri.” Hülya’yı destekleyerek içeri getirdiler. Kızın gözleri ara sıra boşluğa bakıyor, dudakları titriyordu. Süleyman hemen ayağa kalktı, derin bir nefes aldı ve kararlı bir sesle içindeki cine seslendi: “İblis! Seni yakmamı istemiyorsan derhal o bedeni terk et. Rahat bırak o kızı, yoksa seni yakarım.” Süleyman bunları söylediği anda, Hülya’nın dudakları istemsizce kımıldamaya başladı; kendi sözcüklerini söylemiyordu. İçerideki varlık, tiz ve ürpertici bir sesle cevap verdi: “Sen… ölmedin mi, Süleyman? Sen bana hiçbir şey yapamazsın. Bu bedeni terk etmeyeceğim; sahip çıktım. Artık benimdir.” Süleyman kıza öfkeli bir şekilde baktı; aslında Hülya’nın yüzüne bakarken gözü, bedeni kaplamış o yabancı varlığa, İblis’e dikilmişti. İçinde öfke ve merhametin aynı anda kaynadığı bir sessizlik belirdi. Sesini yükselterek konuştu: “Allah istemedikçe ne siz beni yok edebilirsiniz ne de bir başkası. Fakat Allah’ın izniyle masum insanları sizin gazabınızdan ben koruyacağım. Bu kızı da senin esirliğinden kurtaracağım. Son kez söylüyorum: Çıkıp gidiyor musun, yoksa seni yakayım mı?” İçerideki ses, alaycı bir kıkırdama gibi yükseldi; sonra daha keskin, daha tüyler ürpertici bir tonla cevap verdi: “Bana mı emir veriyorsun, Hüddâm? Ben Zuzula kabilesindenim; bu bedeni seçtim, ona aitim. Senin tehditlerin bana tesir etmez.” Süleyman gözlerini kapadı, dua ile niyetini sıkılaştırdı. Hamza, çevreyi koruyucu bir enerji halkası gibi sardı; ortamın dengesini tuttu, olası taşkınlıklara karşı hazır bekliyordu. Süleyman’ın elleri ritmik bir şekilde hareket etti, dudaklarından kısa, kesin dualar döküldü. Sonra avuçlarını kadının etrafında çember gibi gezdirip yüksek bir niyetle yanma ritüelini başlattı. İblis, önce alay etti, sonra öfkeden kükredi. O anda odada soğuk ve yoğun bir duman belirdi; duman, kadının etrafından kıvılcımlar gibi yükselirken cin tiz bir çığlık attı. Işığın ve duasının birleşimi, varlığın bağlarını zorlayıp ısıtmaya başladı. Bir süre sonra Hülya dizlerinin üzerine çöktü, gözleri kapandı ve nefesleri düzensizleşti; sonra ağır bir boşalma ile bilinci kayıpmış gibi yere yığıldı. Hülya yavaşça nefes almaya başladı, gözleri açıldı ve ilk defa birkaç gündür yüzüne gerçek bir huzur yayıldı. Melike ve Sevda gözyaşlarına engel olamadı; Sevda, kucağında titreyen bir insan gibi arkadaşına sarıldı. Süleyman diz çöktü, nazikçe Hülya’nın elini tuttu ve fısıldadı: “Uyan artık, evlat. Allah seni korudu.” Cebinden çıkardığı, içinde dualar ve koruyucu niyetler bulunan Cevşen’i uzattı: “Bunu hiçbir zaman yanından ayırma. Her gece oku, üzerini ört. O tabloyu ve muskaları asla açma. O eşyaları su ve duayla temizleyin, sonra derin bir kuyuda gömün. Bu çemberi evinden uzaklaştırın. Her adımınızda Allah’a güvenin.” Sevda titreyerek teşekkür etti, Hülya gözleri dolu bir sesle birkaç kelime mırıldandı; adeta ilk kez kendine geliyordu. Kapıya doğru çıkarken Süleyman onlara son bir uyarı verdi: “Yol boyunca dua ile yürüyün. Eğer bir belirti olursa geri gelin, yalnız gitmeyin.” Kadınlar minnetle ayrıldı; kapı kapanır kapanmaz dışarıdan Asaf ile Sabur’un ayak sesleri duyuldu. İkisi, hayır işlerini bitirmiş, yorgun ama huzurlu bir şekilde dönmüştü. Asaf içeri girer girmez olup biteni anladı; gözleri babasına büyük bir endişeyle takıldı ve dudaklarından şu sözler döküldü: “Ya şimdi Zuzula kabilesi büyük bir savaş başlatırsa, baba…” Süleyman, oğlunun endişesini fark edip sakin bir güçle karşılık verdi: “Endişelenme evlat, her şeye hazırlıklıyız. Sen gönlünü ferah tut; Allah bizimle.” O sırada Sabur ve Hamza, müsaade isteyip Berzah âlemine doğru çekildiler; sessiz bir görev çağırısıydı bu ve usulca gittiler. O akşam evde, yorgunlukla karışık bir sükûnet çöktü. Hep birlikte hem günün gizli iyiliklerinin hem de çözdükleri musallat vakasının getirebileceği olası endişeyi taşıyorlardı. Yine de, Hülya’yı kurtarmış olmanın verdiği iç huzuruyla odalarına çekildiler. Süleyman bunu kimselere belli etmese de, içinden geçen bir düşünceyi susturamıyordu: Zuzula kabilesi bugün yanan cinin intikamını almak için rahat durmayacaktı. |
| Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:44. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk