|
|
| |
| | #1 | |
| Çevrimdışı ~ TeFeCi’nin KıZı ~ ![]() IF Ticaret Sayısı: (0) | Karanlıkları Aydınlatan Hüddâm Süleyman – 97. Bölüm: Musallatın Peşinden Gelen Büyük Savaşın Fısıltıları [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Son zamanlarda Süleyman’ın yüzüne yılların çizgileri daha belirgin düşmeye başlamıştı. Bedeni artık eskisi kadar çevik değildi; geceler boyu süren ritüelleri, duaları, ayinleri kaldırmak bir zamanlar olduğu gibi kolay olmuyordu. Yorgunluk, bilgelikle harmanlanmış bir sessizlikle omuzlarına çökmüştü. Dua ederken kelimeleri ağırlaşmış, dudaklarından çıkan her ses daha derin bir yankı bırakıyordu. Gücü hâlâ yerindeydi, ama her kullanımı bir bedel taşıyordu. Göğsünde hissedilen sıkışma, parmak uçlarındaki sızlayan yanma, ruhunun ağırlığı… Hepsi onun birer hatırlatıcısıydı; artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Son aylarda Berzah âlemi onu sıkça çağırır olmuştu. Bu çağrılar bir rüya gibi gelmiyor; kalbinde titreyen bir yankı, derin bir titreşim gibi çarpıyordu. Başlangıçta yorgun zihninin oyunları sandı bunu, ta ki bir gece Padişah Mürre’nin huzuruna varana kadar… Mürre ona karanlıkla ışığın dengesinin sarsıldığını, yaklaşan tehlikenin yalnızca kendisini değil, soyunu da etkileyeceğini bildirdi. Her çağrıldığında Süleyman, ellerini yıkayıp abdest aldı, Cevşen’in belirli bölümlerini mırıldanarak ruhunu temizledi. Gözleri bir an için kapandığında dünya siliniyor, geriye yalnızca ışık ve karanlığın birbirine karıştığı o tuhaf boşluk kalıyordu. Berzah ne tamamen korkutucu ne de huzurluydu. Orası bir denge âlemiydi; doğru niyetle girenin karşısına ışık, yanlış niyetle girenin karşısına gölge çıkardı. Adımlarının sesi orada yankılanmazdı; zira oraya ait değildi. Her seferinde Padişah Mürre’nin huzuruna vardığında bir denetleme havası hissederdi. Mürre’nin sesi, insanın duyamayacağı bir yankıyla Süleyman’ın ruhuna işliyordu. “Süleyman, denge zayıflıyor. Gücün hâlâ sende ama kabuk yorgun. Senden istenen yalnızca müdahale değil; hazırlık. Yaklaşan, yalnız sana değil, soyuna da dokunacak.” Süleyman başını eğdi. “Emrin başım üstüne, Sultanım.” Köyde sabahın serinliği toprakta parlıyordu. Mercan, iki yaşına yaklaşmıştı ve bu yaşıyla etrafta tatlı bir telaşla koşuşturuyor, bazen kimsenin fark etmediği bir noktaya gülüyor, bazen de bir anda durup havayı dinliyordu. O duruşlarında gizli bir bilgelik vardı; görünmeyen bir sesle konuşur gibiydi. Berrak bunu fark ettikçe kalbi ürperiyor, ama sessiz kalıyordu. Kadir evin etrafında dua okuyarak dolaşıyor, her adımıyla evin koruma çemberini güçlendiriyordu. Ruhan, sessiz bir gölge gibi evin çevresinde dolaşıyor, enerjisel dengeyi sağlıyor, huzuru diri tutuyordu. Asaf ise sessizliğini koruyordu. Berrak’la göz göze geldiğinde gözlerinde hafif bir parıltı belirir, derin bir sahiplenme hissi doğardı; ama hemen başını çevirirdi. Bu ev onun için sadece görev yeri değildi; koruması gereken bir emanetti. Berrak ve Mercan’a karşı içinde büyüyen bağlılık, babalığın gölgesine benzeyen bir duyguydu; aşk değildi ama koruma içgüdüsü kadar güçlüydü. Bunu kimse bilmesin diye kalbinin en karanlık köşesine gizliyordu. Süleyman bunu fark ediyordu, ama sessiz kalıyordu; çünkü bu bağlılığın Mercan’ın geleceğinde büyük bir anlam taşıyacağını sezmişti. Berzah’da Melike de vardı. Onun görevi Mercan’ın ruhundan yansıyan ışığı izlemekti. Mercan nefes aldıkça, Melike bunu bir ninni gibi hissediyor, ışığın ve enerjinin yankısını izliyordu. Fakat orada, derinlerde, karanlıkta bir kıpırdanma hissediyordu; ışığın doğduğu yerde gölge her zaman artardı. O akşamüstü, köyde sessizliği bozan bir tıkırtı duyuldu; kapı çalındı. Kapının ardında uzun bir yol kat etmiş belli olan bir kadın, yanında genç bir kız ve hemen arkasında duran iri yapılı, yorgun yüzlü bir adam vardı. Kadının yüzünde uzun yolculuğun ve uykusuzluğun izleri, genç kızın gözlerinde tanıdık bir yabancılık, adamın gözlerinde ise hem öfke hem de çaresizlik okunuyordu. Kadın titreyen sesiyle konuştu: “Hocam… biz Urfa’dan geldik… kızım Ezgi… ona bir şey oldu.” Süleyman başını eğdi, kadının ellerini tuttu ve ardından babaya döndü. Adamın sert bakışı altında çaresiz bir baba vardı. Süleyman yumuşak ama otoriter bir sesle konuştu: “Buyurun, içeri geçin.” İçeri adım attıklarında evin sıcak havası onları sararken, Berrak hemen mutfaktan çıktı, Ezgi’ye oturması için yer gösterdi. Adam sessizce oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Kadın ise Ezgi’nin elini sımsıkı tuttu. Kadın derin bir nefes aldı: “Hocam… her şeyi denedik. Doktora da götürdük, ilaç da verdiler ama kızım hâlâ geceleri kendi kendine konuşuyor. Bazen sabaha kadar kayboluyor, sonra hiçbir şey hatırlamıyor. İstanbul’dan Urfa’ya dönmesiyle başladı… bir hocaya bağlama büyüsü yaptırdılar, ama yanında kötü niyetli bir cin, Ezgi’nin resmini görünce ona saplantılı bir şekilde bağlandı. Kızımı bazı geceler ormana çekiyor, rüyalarında tuhaf şeyler yaşatıyor. Bazen kendi bilinci dışında hareket ediyor.” Adam, çaresizlik içinde başını salladı: “Köyde herkes bunu fark etti. Komşular, hocalar… herkes Süleyman hocamızın çözebileceğini söyledi. Başka çaremiz yoktu. Sizin sayenizde kızımı koruyabileceğimizi umuyoruz.” Süleyman sessizce başını salladı: “Allah sabır versin. Siz doğru yere geldiniz. Kızınızı koruyacağım, ama bu bir mücadele olacak. Cesaretinizi ve inancınızı kaybetmeyin.” Hamza, Sabur ve Asaf çağrıldı. Süleyman ekledi: “Kadir burada kalsın, Berrak ve Mercan’ı korusun. Biz bu kızı kurtaracağız.” Ezgi gözlerini açtı, bir anda irkildi ve derin bir parlama yükseldi. Dudaklarından tiz bir ses çıktı: “Süleyman… onu bana kimse alamaz.” Kadın ve adam donakaldı; adamın eli istemsizce Ezgi’nin omzuna gitti, kadının gözlerinden yaş süzüldü. Süleyman duaları odanın içine yayarken, sesini yükseltti: “Kimsin, ne arıyorsun bu bedende?” Cinin sesi alaylı ve tehditkârdı: “Ben ve kabilem güçlüyüz. Onu bana kimse veremez. Eğer bana ve kabileme dokunursan başına bela alırsın.” Süleyman alnından ter silerek sesini yükseltti: “Hiçbir güç masum bir canı kendine zincirleyemez. Allah’ın izniyle buna izin vermeyeceğim.” Hamza görünmez elleriyle Ezgi’nin çevresindeki karanlık bağları çözmeye başladı. Sabur duaları güçlendirdi, Asaf ritmi korudu. Süleyman’ın sesi odada yankılanırken, adam ve kadın nefeslerini tuttular. Ezgi baygın şekilde yere yığıldı. Süleyman sakin bir nefes aldı: “Bitti.” Gözleri hâlâ Ezgi’deydi. Kadın kızı kucağına aldı, ağlayarak teşekkür etti. Adam sessizce başını salladı, gözlerinde hafif bir rahatlama belirdi. Süleyman onlara dönerek konuştu: “Evinizi dualarla koruyun. Nas ve Felak surelerini, Cevşen’i okuyun. Eğer bir kez daha rahatsız olursa, tekrar bana getirin.” Kadın gözyaşlarıyla başını salladı, adam sessizce teşekkür etti. Onları Urfa’ya uğurladığında Süleyman’ın yüreği ağırdı; zaferin ardından huzur kısa sürüyordu. O gece köy sessizliğini koruyordu ama huzur kırılgandı. Rüzgâr minarenin gölgesinde uğultular taşıyor, köpekler sebepsiz uluyor, lambalar titreyen bir nefesle yanıp sönüyordu. Hamza Süleyman’ın yanına geldi, eğildi: “Efendim, bugünkü olaydan ötürü bunlar oluyor. Cin ve kabilesi kin tutmuş olabilir.” Süleyman derin bir nefes aldı, gözlerini ufka dikti: “Her iyiliğin bir bedeli olur Hamza. Biz bedelinden korkmayız. Ama aklıma takıldı… Bugün Ezgi’yi kurtardık, peki onu sahiplenmeye çalışan cin hangi kabiledendi? Gidip bunu öğren, gel. Tehlikenin boyutunu doğru anlamalıyız.” Hamza, Süleyman’ın bu emri karşısında başını eğip, “Tabii efendim,” dedi ve gözden hızla kayboldu. Süleyman, biraz meraklı, biraz endişeli bir şekilde beklerken, o gece Mercan sürekli ağlıyordu; huysuz, huzursuz bir hâli vardı, sanki görünmeyen bir şeyi hissediyor gibiydi. Aradan yarım saat geçmeden Hamza geri döndü. Önce sessizce selam verdi, sonra ciddi bir tonda konuştu: “Emrettiğiniz üzere hangi kabileye ait olduğunu öğrendim, efendim. Cin, Musabbar kabilesindendir; hatta o kabilenin reisinin oğludur. Savaş kapıda olabilir, her şey hazırlıklı olmalıyız. Benden başka bir emriniz yoksa, Berzah âlemine çekileceğim.” Süleyman gözlerini Hamza’ya dikti, sessizliğin içinde derin bir düşünceye daldı. “Git ve hazır ol. Bu yalnızca bir başlangıç. Musabbar’ın gücünü, niyetini ve yaklaşan tehlikeyi tam olarak anlamamız gerekiyor. Berzah’da bekleyen gölge, ışığımızı sınayacak. Hazırlıklarımızı eksiksiz yap; hiçbir detay gözden kaçmasın.” O anda odadaki hava hafifçe değişti; Mercan hâlâ huzursuzdu ama Süleyman’ın kararlılığı ve Hamza’nın sessiz bekleyişi, evin dört bir yanına sanki görünmez bir güven çemberi çizmişti. Dışarıda rüzgâr uğuldayarak geçerken, yaklaşan fırtınanın gölgesi, Berzah’ın derinliklerinden gelen sessiz bir fısıltı gibi yankılanıyordu.
__________________ ''Zamanın Eli Değdi Bize Artık Aynı Değiliz İkimiz de'' Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. | |
| | |
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
| Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman: 75. Bölüm – Savaşın Ateşi ve Hüddam’ın Büyük Mirası | Tanem | Tanem | 0 | 26 Ekim 2025 21:05 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman – 55. Bölüm: Ekrem’in Büyük Laneti ve Musallatın Karanlık Gölgeleri | Tanem | Tanem | 0 | 15 Ekim 2025 15:24 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman – 44. Bölüm: Tarikatın Peşinden Gelen Karanlık İttifak | Tanem | Tanem | 0 | 11 Ekim 2025 12:20 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman – 38. Bölüm: Adıyaman’a Genç Kızın Peşinden Gelen Musallat | Tanem | Tanem | 0 | 08 Ekim 2025 15:25 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman – 37. Bölüm: Musallatın Gölgesinde: Aşktan Gelen Lanet | Tanem | Tanem | 0 | 08 Ekim 2025 12:15 |