IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 06 Mayıs 2012, 22:14   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Safvet




İnsanların Nûh (as) zamanına kadar tek ümmet olduklarını; bozulma ve dejenerasyonun onun zamanından itibaren başladığını söyleyen ve kabul gören görüşü, bizzat Nûh (as)'ın adıyla anılan sûrede bulmaktayız. Nûh sûresi, baştan sona değin, Nûh'un kavminin serkeşliğini, isyankârlığını ve söz dinlemezliğini; inadına, küfürde ısrar ve direnişini konu alır. O ana değin, insanlığın üzerinde olduğu fıtrî-tabiî dinin, tevhîd inancının nasıl yozlaşmaya başladığını ise, Nûh kavmi hakkında nakledilen su ifadeler çok iyi ortaya koymaktadır:
"Dediler ki, 'Tanrılarınızı bırakmayın, ne vedd'i, ne Suvâ'ı, ne de Yeğûs'u, Ye'ûk'u ve Nesr'i bırakmayın. (Böylece) onlar, birçok kimseyi dalalete düşürdüler.." (Nûh, 23-24).
Nûh kavminin tapmakta ısrar ettiği bu putları konu alan ifadelerinde Taberî, şunu nakleder: "Bunlar, salih kimseler idiler. Kendilerine uyan tabileri vardı. Onlar öldüklerinde, onlara tâbi olan taraftarları (35),"Şayet onların sûretlerini yaparsak, onları andığımızda bu sizi ibadete daha çok şevklendirir" dediler ve onların suretlerini yaptılar, derken bunlar ölüp de başka nesiller gelince, şeytan onları fitledi ve "Onlar o suretlere tapıyorlar, onlar sayesinde yağmur elde ediyorlardı" dedi. Onlar da böylece, o suretlere tapmaya başladılar" (36). Tûfandan sonraysa, bu putlar, bir rivâyete göre, sel suları tarafından Cidde'ye kadar sürüklenmişler ve ta ki, Arab politeizminin efsanevî kurucusu olan Amr İbn Luhayy onları orada bulup, Arab kabilelerine dağılıncaya kadar, kumlar içinde gömülü kalmışlardır (37). Bunu teyit eden ve Katâde'den gelen bir rivâyet de şu şekildedir: "Bunlar, Nûh kavminin tapmış oldukları ilahlar olup, bundan sonra onlara Arablar tapmışlardır. Böylece, Vedd, Dûmetu'l-Cendel'deki Kelb Kabilesi'nin; Suvâ', Hüzeyl; Yeğûs, Curf'daki Murad'dan Guatyf oğullarının; Ye'ûk, Hemedân'ın ve Nesr de, Himyer'dcn Zilkülâ'ın putları oldular" (38).
Adı geçen beş putun, bizzat maddeleriyle Arablara geçmiş olabileceğini uzak gören Allâme et-Tabatabaî ise, bu geçişin, isimlerde veya hem isim hem de vasıflarda olabileceğini söyler, ama bu putların bizzat Arablara intikal etmiş olduğunun uzak olduğunu belirtir (39). Ki o, bu açıklamasıyla, putçuluk inancının sirayetinde, taklit ve etkilenmenin kuvvetli rolünü vurgular.
Tevhîd inancındaki yozlaşmanın Nûh (as) zamanında başladığını bildiren bu ayetler ile, onların tefsiri mahiyetindeki açıklamalar, onlar da uydurma oldukları halde, bu beş putun, yani Vedd'in, Suvâ'ın, Yeğûs'un, Ye'ûk'un ve Nesr'in adını hassaten zikretmektedirler. Bu bir tür, 'ta'mîmden sonra tahsis' olup, işaret ettiği hakikat ise, bunların, onların en büyük beş putu olması ve onların, bunlara tapınmaya daha çok ilgi ve ihtimam göstermiş olmalarıdır (40). Şu halde insanlar, Nûh (as) zamanından itibaren, içinde bulundukları fıtrî- tabiî safveti bozmaya başlamışlar, kudsiyyet ve kulluk duygusunun hakîki konusu olan Allah'ın ikinci plana iterek,
"Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 3) âyetinin de ifade ettiği gibi, kutsallığı, tapınmanın yeni objesi olan nesnelere yüklemişlerdir. Aşkınlığı bu nesneleştirme mantığına işaret ettiği satırlarında Razî, şu değerli açıklamalarda bulunur: "Bunlar, 'tesbih- nesnelere benzetme' inancını benimsemiş olup, ilâhın büyük bir nûr; meleklerin ise, büyüklük ve küçüklük itibariyle muhtelif nurlardan meydana gelmiş olduğuna inanıyorlardı. İşte bu sebeple de, bu hayallerine uygun olarak, bir takım timsaller ve şekiller yapmışlardı. Allah'a ve meleklere ibadet ediyoruz, inancıyla, bu timsallere tapıyorlardı" (41). Bu, politeist inanışlarda çokça görülen 'sembolleştirme'nin ta kendisiydi, çünkü onlar da, ilahlarının sembolleri olmak üzere, bir takım putlar ile, edinmiş oldukları pekçok evsân'a (kaya ve taşlardan oyulmuş putlara) tapınıyorlardı (42). İşte böylece, insanların tevhîd inancındaki homojenlik bozulmuş, farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.
Müfessir Razî de, ihtilaflar zuhûr edene değin insanlığın îman ve Hak üzere olduğu görünüşünü benimser ve, bunu teyit etmek üzere, aşağıdaki açıklamaları zikreder.
1. Kaffâl şunu söylemiştir: İhtilaflar zuhûr edene değin, insanlığın Hak üzere oluşunun delili, bu ifadeden hemen sonra gelen,
".. Derken Allah, müjdeci ve uyarıcılar olmak üzere, Peygamberler gönderdi" pasajıdır. Bu pasaj, Peygamberlerin ancak ihtilaf vukû bulduğu zaman gönderildiklerine delalet eder. Öte yandan bu, Hak Teâlâ'nın, "insanlar ancak tek bir ümmet idi, derken ihtilafa düştüler" (Yunus. 19) âyetiyle teyit olunduğu gibi, yine, İbn Mes'ûd'dan nakledilen, onun, bu âyeti (Bakara, 213) şeklinde okuduğu rivâyetiyle de kuvvetlenir. İşte bunu anladığın zaman deriz ki: “febeasellahu” ifadesinde fâ, peygamberlerin gönderilmesinin ihtilaftan sonra olmasını gerektirir. Şayet, onlar bundan önce küfür üzerinde tek bir millet olmuş olsalardı, peygamberlerin bu ihtilaftan önce gönderilmeleri daha uygun ve daha evlâ olurdu; çünkü Peygamberler, insanların bir kısmı Hak'tan yana, bir kısmı da batıldan yana olduğunda gönderilirse, onların, insanların hepsinin batıldan yana olup küfür içinde yüzer oldukları bir sırada gönderilmeleri daha evlâ ve daha uygundur...
2. Yeryüzü Tûfan ile sulara boğulunca, sağ olarak ancak gemidekiler kalmıştı. Ki hepsi de, Hak ve doğru inanç üzere idiler. İşte, bundan sonra ihtilafa düştüler.
3. Hz. Peygamber'in hadis-i şerifi:
"Doğan her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar; derken ana-babası onu ya Yahudî, ya Hristiyan, ya da mecusî yapar.."
Bu hadis-i şerif, doğan çocuk şayet aslî fıtrat üzere bırakılırsa, herhangi bir batıl inanç üzere olmayacağını ve onun ancak, haricî sebeplerden dolayı batıl bir inanca yöneleceğini gösterir ki, bu da, ana-babanın bu konudaki çabası ile, kıskançlık ve haset gibi, kötü ve bozuk gayelerin zuhûr etmesidir. (43).
Öyleyse diyebiliriz ki, insanlık Adem (as) zamanından Nûh (as) zamanına değin aslî fıtrat dini olan hidayet ve Hak üzere idi. İlahî yaratışın, asalet ve nezaheti henüz bozulmamış idi. Tam bir safvet hali hüküm sürmekteydi. Kabil ve Habil olayı dışında, bu el değmemişlik, Nûh (as) zamanına kadar böyle devam etti.
Bir rivâyet tefsiri olmakla beraber, zaman zaman yaptığı tercihlerle önemli konulara açıklık getiren Taberî, bu konudaki tercihini ifade eden şu açıklamalarda bulunur: "Kur'ân'ın, kendilerinden haber verdiği kimselerin, tek ümmet olduklarına dair delili gayet açıktır. Muhakkak ki onlar, Allah'ı inkar ve O'na şirk koşma üzerinde değil de, îman ve Hak din üzere idiler. Allah'u Teâlâ, Yunus suresinde. "İnsanlar ancak tek bir ümmet idi; derken ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden geçen bir söz olmasaydı, ihtilafa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verirdi." (Yunus, 19) buyurmuş, böylece şanı yüce olan Allah, içtima etmeleri ya da tek ümmet olmaları sebebiyle değil de, ihtilaftan dolayı (onları) tehdit etmiştir. Şayet onların ihtilaftan önceki içtimaları küfür üzerine olsa; bu içtimadan sonra meydana gelen ihtilaf da ancak, bir kısmının îmana geçmesiyle olacağından, işte durum şayet böyle olsaydı, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tehdit ve vaîd değil de, va'd (ve medh-SK) yakışırdı. Çünkü bu hal, bir kısmının tâat ve îmana geçiş halidir. Tevbe ve Allah'a rücû halinde tehdit ve vaîdde bulunmak ise, imkansızdır (...)" (44).
B- İnsanlar, Nûh (as) zamanına kadar, 'Fıtratullah'ın durgun suları' üzere idi..
Ebu Müslim el-İsfehanî, Kadî Ebu Bekr ve Allâme et-Tabatabaî'nin benimsemiş olduğu bu görüşe göre, fiilinin de işaret ettiği gibi, ayet-i kerimede kendisinden söz edilen ilk insanın 'Tek ümmet oluş' hali, tam bir sükunet ve durgunluk; dinî sükûnet hali idi. İhtilafa düşüş ve peygamberlerin gönderilmesi, bu durgun suların ve fıtrî mütecanisliğin titreşimini ifade ederken, bunu ifade etmek üzere seçilen “bease” fiili de bu beşerî-ruhî olguya dikkat çeker. Çünkü, der Tabatabaî, bu fiilin delalet ettiği anlam, bir kimseyi uykudan veya oturmaktan, vb. şeylerden kaldırma, uyandırmadır (45). İşte muhtemelen bu incelikten dolayı, gönderilen bu kimseler, 'el-mürselîn' veya 'er-rusul' olarak değil de, 'en-nebiyyîn' şeklinde nitelenmişlerdir. Şöyle ki, ba's etme ile kitab indirmenin gerçek anlamları, daha önce de geçtiği üzere, Hakk'ı insanlara açıklamak ve dikkatlerini, varoluşları ile hayatlarının hakikatine yöneltmektir (46).
İnsanın tam bir uyum ve barış hali, başka bir ifadeyle dünyevî bir cennet atmosferinde bulunduğu bu fıtratullahın toplumsal çerçevesinde, ümmetler, inanç ve amel; fayda ve zararlarına bakıp incelemek suretiyle, güzel olanı kabîh olandan ve batılı da Hak'tan ayırdetmek gibi hususlarda aklın onları ilettiği (el-irşâd) şeyleri alıyorlar (47), bu bağlamda, Yaratıcı'nın varlığını ve sıfatlarını ikrar edip, O'na hizmet ve nimetlerine şükürle meşgul oluyorlar; zulüm, yalancılık, cehalet, anlamsız şeylerle meşgul olmak gibi aklen de çirkin olan davranışlardan da kaçınıyorlardı (48). Aralarında ise, dünya mes'elelerine dair bir itişip kakışma; görüş ve düşüncelerde de, bir ihtilaf ve farklılık bulunmuyordu (49). Bu, yitirilmiş olan cennetin, yeryüzünde yeniden bir yaşanışı idi.
Bu mânâ için, et-Tabatabaî “febease” fiilinin etimolojik kullanılışından yararlanırken, Kadî Ebu Bekr de, buradaki 'en-nebiyyîn' kelimesinin kapsamından yola çıkar. Ona göre bu kelime, 'umûm ve istiğrâk' yani tam bir şümûl ve kapsamlılılık ifade ederken, “febeasellahu” terkibindeki " fâ" harfi de, 'terahî, yani sonralık, sonradan oluş, anlamındadır. O halde, der Kadî Ebu Bekr, “febeasellahun nebiyyine” ifadesi, bütün peygamberlerin gönderilmesinin, insanların tek ümmet oluşlarından sonra oluşunu gösterir. O halde, şeriatlerin gönderilmesinden önce bulunan bu vahdetin, nebîlerin gönderilmesinden anlaşılan şeriatten başka bir şeriat üzere vahdet olması gerekir. O zaman bunun, akıldan anlaşılan şeriat üzere olması gerekir.. (50). Şu halde, ağır hükümleri havî yasaların gelmesine kadar geçen bu süre içinde insanlık, fıtrî yetenekler, İlahî yaratışla kazanılmış istîdatlar ve en önemlisi, safveti üzere kalmış olan akıl tarafından eğitilmiş; rûhen olgun bir seviyeye gelince de Allah, hüküm ve yasalar içeren kitablar ile nebîler göndermiştir (51).
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bu sakin ve durgun fıtrat hali, niçin devam etmemiş de, insanlar ihtilafa düşmüştür?
İnsanın sosyal yönden olgunlaşması ve uhdesine almış olduğu emaneti yerine getirebilmesi için, İlahî bir plana uygun olarak, terbiyevî bir gelişmeye tâbi tutulduğunu hissettiğimiz bu gelişim (52) insanın, esasta sosyal bir varlık oluşuyla yakından alakalıdır. Önce şunu belirtmek gerekir ki, ilahî rehber olmaksızın salt akıl, kaçınılmaz olarak ihtilaflara düşer. Bu nedenle de çoğu kez, esasen maksûd olan inançlar ve hükümlere ulaşma ile insanlar arasında, onların vehim ve zanları gider, perde olur (53), onları maksûda ulaşmaktan alıkoyar. İhtilafın önemli faktörlerinden olan, 'İnsanın yaratılışı gereği toplumsal bir varlık olması'na gelince, bunu basit bir biçimde şöyle anlatmak mümkündür: Hayat alanının genişlemesi, buna bağlı olarak ihtiyaçların artması ve bunun bir sonucu olarak da, her bir ferdin kendi bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaması... Sonuçta, karakter olarak sosyal bir varlık olan insanın, başkalarıyla beşerî ilişkiler kurması zarureti.. Sakin ve durgun fıtratın, problemleri halledememesi bir yana, daha dinamik ve akıcı bir mahiyet almış olan hayat gerçeği karşısında ancak ihtilaflara yol açması nedeniyledir ki, Cenâb-ı Hak, ihtilafların izalesi için nebîler göndermiş; onlar eliyle ifade edeceği ve bu ihtilafları çözümleyecek olan yasalar vaz' etmiştir (54). Bu, sükûnet içinde ve mütecanis fıtratın yerini alan bu İlahî anlatım ve bilim yolu da, 'nübüvvet' ve 'vahy' olarak isimlendirilir (55).
Bakara 213 ayetinden, el-Merağî, "İnsanların, yararlarına olan şeyleri bolca elde edebilmeleri ve zararları kendilerinden savuşturabilmeleri için, akıl kâfi değildir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, müjdeci ve uyarıcılar olmak üzere nebileri göndermiş, böylece o insanları kat'î delillerle de desteklemiştir" (56) sonucunu çıkarırken, Rûhu'l-Beyân'da da, şöyle bir açıklama bulunmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmet idi" âyetiyle ilgili olarak, 'et-Te'vîlatu'n-Necmiyye' adlı eserde şöyle denilmektedir: "İnsanların ekserisinde bulunan kötü haller onlara sonradan arız olmuştur. Çünkü onlar, Allah onları, kendilerine karşı şahit tuttuğu zaman tek bir ümmet idiler. Hz. Peygamber'in, "Her çocuk, fıtratullah üzere doğar" hadisinin de gösterdiği gibi, onlar, fıtratullah üzere doğmuşlardı..." (57).
Bütün bu açıklamalardan sonra şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür: İnsanlar nasıl, fizik olarak tek menşe'den neş'et etmişlerse, inanç bakımından da tek bir kaynaktan içirilmişlerdir. İnsanları uygulanmalı hükümlere hazır hale getirmek için, uzun yıllar hakim olmuş olan ruhî ve ahlakî kabiliyetlerin hakimiyeti, bizzat hayatın içten içe itmesi ve Sünnetullah'ın da iktizası üzere, ihtilaf ve değişimlere uğramış.. Böylece de, Fıtratullah okyanusunun durgun yüzeyi ve ortamı, dalgalanmaya başlamış, muhtelif çaplı daireler oluşmuştur.. Geçici olarak bir ışık rolünü oynamış olan 'fıtrat', artık yetersiz kalmış, ama onun esprisine muvafık olarak, aynı ışık kaynağına tevcîh eden ve hem fıtrî, hem de ahlakî aydınlanma yollarını vurgulayan vahiy ve nebîler gözetiminde, İlahî kitablar, mesajlar yolu açılmıştır..
Bu, insanın ilahî kemallere ulaşmasının zorunlu bir yolu olurken, aynı zamanda da, 'Gerçek insan'ın gerçekleşmesi için gerekliydi..

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
safvet


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık