IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29 Mart 2014, 20:04   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Nisa Suresi’nin 163-176. Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub




163- Nuh’a ve ondan önce gelen peygamberlere indirdiğimiz gibi sana da vahiy indirdik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Yakub’un torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Harun’a, Süleyman’a vahiy indirmiş, Davud’a da Zebur’u vermiştik.
164- Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah, Musa ile de bizzat konuştu.
165- Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri .sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.


O halde bu, insanlık tarihi boyunca yol alan, birbirine bağlı tek bir kervandır. Uyarı ve müjdelemek için, bir tek hidayetle gelmiş bir mesajdır bu. Kervanda insanlığın şu üstün ve seçkin kişileri yer almaktadır:
Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman, Davud, Musa… Bunların dışında yüce Allah’ın Kur’an’da peygamberine anlattığı ve anlatmadığı daha nice peygamber. Bu, çeşitli kavim ve ırktan, değişik bölge ve kıtadan farklı zamanlarda ortaya çıkan kafiledir. Ne soy, ne ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları birbirinden ayıramaz. Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir. Tümü de o yol gösterici nurun taşıyıcılarıdır. Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar. Bir aşirete, bir kavme, bir şehire, bir bölgeye yada peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.
Hepsi de vahyi Allah’tan almışlardır. Kendilerinden hiçbir şey katmış değillerdir. Şayet yüce Allah Musa (a.s) ile doğrudan konuşmuşsa bu da nasıl gerçekleştiğini kimsenin bilmediği bir vahiy çeşididir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen tek doğru kaynak olan Kur’an, bu konuda herhangi bir ayrıntıya girmiyor. Çünkü bunun bir konuşma olduğundan öte bir şey bilmiyoruz. Bu konuşmanın mahiyeti nedir? Nasıl meydana gelmiştir? Musa bunu hangi duyu ve güçle karşılamıştır, bilmiyoruz. Bütün bunlar Kur’an’ın bize sözünü etmediği bir gaybdır. Kur’an’ın dışında -bu konuda- hiçbir kanıta dayanmayan efsanelerden başka bir şey söz konusu değildir.
Yüce Allah’ın, peygamberine anlattığı ve anlatmadığı şu peygamberlerin gönderilmesini O’nun adaleti ve merhameti gerektirmiştir. Bunları, itaat eden müminler için hazırlanan nimet ve hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler için hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir. Bütün bunların nedeni de…
“Peygambèrlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın” diyedir.
İnsanların iç ve dış dünyasında, yüce Allah’ın, doğru yola iletici kanıtları vardır. Aynı zamanda yüce Allah, insanların iç ve dış dünyasındaki bu kanıtları düşünecek aklı da insanlara vermiştir. Ancak yüce Allah’ın kullarına yönelik merhameti ve onlara bahşettiği yeteneğe bu akıl yeteneğine arzuların galip geleceğini takdir etmesi nedeniyle O’nun rahmeti ve hikmeti, “müjdeci ve uyarıcı” peygamberlerin gönderilmesini gerektirmiştir. Bu peygamberler insanlara hatırlatmış, gerçeği onlara göstermiştir. Fıtratlarını uyandırmaya ve akıllarını şehvetlerin ağırlığından kurtarmaya çalışmışlardır. Nitekim bu şehvetler, ya insanların akıllarına perde olmuşlar ya da iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarına ve iman belirtilerine örtü olmuşlardır:
Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.”
Güçlüdür; yaptıklarına karşılık kullarını hesaba çekecek güçtedir. Hikmet sahibidir; her işi hikmetle planlar ve her şeyi yerli yerine koyar. Hiç kuşkusuz yüce Allah’ın takdir edip hoşnut olduğu bu işte, O’nun, gücünün ve hikmetinin etkisi vardır.

İSLAM’DA AKLIN YERİ

Şu ayetin önünde bir miktar duralım:
” . Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye…”
Kendimizi latif ve derin ilhamların önünde buluyoruz. Bu ilhamlardan sadece üçünü seçiyoruz, bizi Kur’an gölgesinden çıkarmayacak bir özetle.
Öncelikle insan aklının, “insanlığın” en önemli problemi olan Allah’a iman problemi konusundaki değerini, görev ve rolünü ele alalım. Yeryüzündeki hayat, tüm yönleriyle, ilke ve prensipleriyle, realite ve uygulamalarıyla bu probleme dayanmaktadır. Nitekim yeryüzündeki hayatın devamı olan fakat ondan çok daha büyük ve sonsuz olan ahiret hayatı da buna dayanmaktadır.
İnsanı ve tüm yeteneklerini en iyi bilen yüce Allah, insana bahşettiği aklın, dünya ve ahirette kendisi için doğru yolu bulması ve hayatını düzeltmesi için yeterli olacağını bilseydi iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini araştırıp böylece, hayatını dayandıracağı bir sistemi belirlemeyi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı sadece insan aklına bırakmış olsaydı, tarih boyunca bunca peygamberi göndermezdi. Rablerinden getirdiklerini tebliğ eden peygamberleri göndermeyi, onlara karşı bir belge kılmazdı. Ayrıca peygamberin gönderilmeyişini de kendi katında bir mazeret olarak kabul etmezdi:
“Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri bulunmasın diye…”
Ancak yüce Allah, insana verdiği aklın, peygamberliğin direktifleri, yardımı ve koruması olmaksızın kendi başına doğru yolu bulmak için yetersiz olduğunu, aynı zamanda insanlığın hayatı için bir sistem belirleyemeyeceğini, bu sistemin insanlığın hayatında doğruluğu gerçekleştiremeyeceğini, dünya ve ahirette kendisine mensup olan kötü sonuçtan kurtaramayacağını bilmektedir. Bu yüzden yüce Allah’ın hikmeti ve rahmeti insanlara peygamber göndermeyi üstelik peygamber ve tebliğle karşılaşmadan insanları sorumlu tutmamayı dilemiştir: “… Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz.” (İsra Suresi, 15)
Bu husus şu Kur’an ayetinde açıkça görülen gerçeklerden biridir neredeyse. Şayet o kadar net olmasa bile ayetin tartışmasız gerçeklerinden biridir.
O halde… İnsan aklının görevi nedir? İman ve hidayet, hayat sistemi ve düzeni konusundaki rolü nedir?
Kuşkusuz insan aklının rolü; peygamberin mesajını almak, görevi ise; peygamberlerden aldığını anlamaktır. Peygaınberin görevi ise; anlatmak, açıklamak ve insan fıtratını üzerine çullanan ağırlıklardan kurtarmaktır. İç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini düşünmesi için insan aklını uyarmaktır. Ona doğru bir algılama ve bakış metotlu belirlemiştir. Dünya ve ahirette iyiliğin gerçekleşmesini sağlayan pratik hayat sisteminin dayandığı temeli atmaktır.
İnsan aklının görevi, dine hakim olmak değildir. Allah’tan geldiğinden emin olduktan ve maksadını da anladıktan sonra, yani dil ve kavram olarak ayetin anlamını kavradıktan sonra doğruluğuna, yanlışlığına kabul edilmesine yada reddine karar vermek değildir.. Kabul veya reddetmekte serbest olduğu halde, anlamını kavradıktan sonra reddediyorsa, bu anlamı iyice özümsememiş yada kendisine yüce Allah’ın kafirlere hazırladığı azap açıklandıktan sonra olumlu karşılık vermemiş demektir. O halde doğru bir kanalla kendisine ulaştıktan ve aklın da anlam ve maksadını kavradıktan sonra insan, dinin hükümlerini kabul etmek zorundadır.
Kuşkusuz bu mesaj, akla hitap etmektedir. Onu uyandırmak, yönlendirmek ve kendisine doğru bir bakış açısı kazandırmak anlamında elbette, yoksa bu mesajın doğruluğuna yada yanlışlığına karar vermesi yada kabul veya red yetkisine sahip olması anlamında değildir. Gelen nassın hükmü kesin olarak anlaşıldıktan sonra, ister alışılmış bir anlama sahip olsun ister alışılmamış, insan aklına düşen; kabul etmek, uyup uygulamaktır.
İnsan aklının -bu alandaki- fonksiyonu, hükmün amacını anlamaktır. Sözcük ve terim bakımından metnin içerdiği işaretleri göz önünde bulundurarak anlamını kavramaktır. İşte bu noktada insan aklının fonksiyonu bitmektedir. Kuşkusuz bu hükmün doğru anlamı, akıl tarafından yükselen yanlışlık ve red itirazlarını kabul etmemektedir. Çünkü bu hüküm, Allah’tan gelmiştir. Akıl ise; Allah katından gelen şeyin doğruluğuna, yanlışlığına, kabul edilmesine veya reddedilmesine karar verecek bir ilah değildir.
Bu hassas noktada bir takım yanlışlıklar yapılmaktadır. Bu ister insan aklını ilahlaştırıp, gerçek dinin hükümlerinin doğruluk veya yanlışlığa karar verecek bir hakem konumuna getirmek isteyenler tarafından işlensin, isterse insan aklını tamamen fonksiyonsuz bırakıp, iman ve hidayet konusundaki rolünü inkar etmek isteyenlerce işlensin fark etmez. Bu hususta orta ve doğru yol burada açıkladığımızdır. Peygamberlik akla hitap etmektedir, hükümlerini kavraması için. Hem bu hükümlere hem de tüm hayatta doğru bir bakış yöntemi kazandırması için. Akıl bu hükümleri kavrayınca yani kastedileni anlayınca; önünde doğrulamak, uyup ve uygulamaktan başka seçenek kalmaz. Çünkü anlayıp anlamadığına bakmaksızın, insandan, bu hükümleri uygulaması beklenemez. Ayetlerin anlamına uygun olarak hükümler kavrandıktan sonra tartışılmasına, izin verilmez. Haktan başka birşey anlatmayan, iyilikten başka birşey emretmeyen yüce Allah’tan geldiği kesinleştikten sonra; kabul edilmesini yada reddedilmesini, doğruluğunu yahut yanlışlığını tartışmak yersizdir.
Yüce Allah’tan geleni karşılamanın doğru yöntemi, insan aklının -amacını kavradıktan sonra- dinin gerçek hükümlerine; mantıksal sözlerden, sınırlı değerlendirmelerden yada eksik deneyimlerden kaynaklanan hükümlerle karşı çıkmamasıdır. Doğru yöntem; insan aklının doğru hükümleri; kabul edilmesi gereken hükümler oldukları için kabul etmesidir: Çünkü bu hükümler kişisel hükümlerden daha doğrudurlar. Dosdoğru dinsel görüşün terazisiyle ölçülmeden önce onun metodu kişisel metodtan çok sağlamdır. Bu yüzden -yüce Allah’ın katından geldiğini anladıktan sonra- insan aklının, kendi ürünü herhangi bir hükme göre, dinin hükümlerine hakemlik yapması söz konusu olamaz.
Akıl, yüce Allah’ın bildirdiği hükümleri, kendine özgü ilkelerle değerlendirecek bir ilah değildir.
Ancak, insan aklı, Allah’tan gelmiş hüküm hakkında ileri sürülen akla dayanan beşeri anlama kendisine ait aklı ve beşeri bir anlamla itiraz edebilir. Bu onun sahasıdır. Yorum ve farklı anlayışlarını sağlıklı temellere dayandırdığı sürece de hiçbir zorluk ve engelle karşılaşmaz. Bu sağlıklı temellere ve bizzat dinin belirlediği kurallara dayanması koşuluyla, farklı bakış özgürlüğü, bu alanda, insan aklına tanınan en geniş alandır. Hiçbir grup, otorite veya kişi, insan aklını, doğru hükmün maksadını ve uygulama alanını düşünmekten alıkoyamaz. Değişik görüşleri her zaman ileri sürebilir. Dinin hükümlerinden gelen doğru bir kaynağın ve sistemin sınırları içinde kaldığı sürece, kendisine bakış açısı belirleyebilir. İşte risaletin akla hitap ettiğinin anlamı budur.
Kuşkusuz İslâm akıl dinidir… Evet… Hükümler ve ilkeleriyle akla hitab eden anlamında, kabul etmekten başka seçenek bırakmayan ve maddi harikalarla baskı altında tutmak anlamında değil. Ona doğru bir bakış metodu kazandırıp, iç ve dış dünyada bulunan hidayet kanıtlarını ve iman işaretlerini düşünmeye çağırır. Böylece fıtratı; alışkanlıkların, geleneklerin, aptallıkların, akıl ve fıtratı saptıran ihtirasların baskısından kurtarır. Ayetlerin anlamlarının taşıdığı prensipleri anlamayı ona bırakmak şeklinde akla hitab eder bu din. Anlamadığı yada kavramadığı bir şeye inanmaya zorlamak anlamında değil. Anlamları kavrayacak ve hükümleri anlayacak aşamaya geldikten sonra artık önünde iki seçenek vardır; ya teslim olup mümin olacaktır yada isyan edip kafir olacaktır. Yoksa doğruluğuna yada yanlışlığına karar verecek bir hakem değildir akıl. Aklı tanrılaştırıp, dosdoğru dinin hükümlerinden kimisini kabul edip kimisini reddeden, dilediğini seçip dilediğini bırakan bir konuma çıkarmak isteyenlerin söylediği gibi; kabul ve red yetkisine sahip değildir. Yüce Allah’ın hakkında “Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?” (Talak Suresi, 22) dediği durumdur bu. Bunu küfür olarak nitelendiriyor ve o korkunç azapla tehdit ediyor.
Yüce Allah, evren konusunda, insan yada diğer bir yaratık hakkında bir gerçeği belirledikten yahut farzlar veya yasaklara ilişkin bir hüküm verdikten sonra, yüce Allah’ın belirlediği bu hükmün anlamını kavrar-kavramaz kendisine ulaşan herkesin, kabul edip uyması zorunludur.
Yüce Allah:
“Allah odur ki, yedi gök yaratmış, onların benzerini de yerden aratmış. (Talak Suresi, 12)
“Kafirler, göklerle yerin bitişikken ayırdığımı ve her şeye sudan hayat verdiğimizi görmediler mi?” (Enbiya Suresi, 30)
“Allah her canlıyı sudan yaratmıştır.” (Nur Suresi, 45)
“O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yarattı. Cinleri de yalın bir alevden yaratmıştır.” (Rahman Suresi, 14-15)
Bunun gibi evrenin canlılar ve eşyanın mahiyetine ilişkin söyledikleri gerçeğin ta kendisidir.
Ayetlerin anlamını ve bunlardan kaynaklanan prensipleri anladıktan sonra, insan aklının kalkıp da; ilkelerime, bilgime ve deneyimine uymuyor diyemez. çünkü insan aklının bu alanda ulaştığı her düzey, doğruluk ve yanlışlık ihtimaline açıktır. Ancak yüce Allah’ın belirlediği hüküm ise bütünüyle hak ve doğrudur.
Yine Yüce Allah:
“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.” (Maide Suresi, 14)
“Ey müminler, Allah’tan korkun ve faizden arta kalandan vazgeçin, Şayet müminseniz. Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulünün ilan edeceği savaşa hazırlanın. Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir. Bu şekilde ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara Suresi, 278-279)
“Evlerinizde oturun. İlk cahiliyedeki gibi süslenip, püslenip sokaklara dökülmeyin.” (Ahzab Suresi, 33)
“Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar ve süslerini göstermesinler.” (Nur Suresi, 31)
Bunun gibi hayat sistemine ilişkin söyledikleri tartışmasız gerçektir. Hiç bir akıl, yararının yüce Allah’ın emrine muhalif olan yada insanlara izin vermediği ve hükmetmediği şu hususta olduğunu söyleyemez. Çünkü aklın yararlı gördüğü şey doğru da olabilir yanlış da. İhtiras ve içgüdülere açıktır. Ancak yüce Allah’ın hükmünde yarar ve iyilikten başka ihtimal söz konusu değildir.
Yüce Allah’ın inanç ve düşüncelere yada hayat sistemi ve düzenine ilişkin belirlediği hükümler, aklın ortaya koyduklarıyla aynı değerde değildir. Hükmün yüce Allah’tan geldiği doğrulandıktan ve anlamı kesinleştikten sonra, herhangi bir zamanla sınırlandırılamaz. O halde akıl şunu ileri süremez: İnanç ve kullukla ilgili kısmını kabul ediyorum ancak, hayat sistemi ve düzeni bakımından zaman değişmiştir. Kuşkusuz yüce Allah hükümlerinin uygulanışını belli bir zamana sınırlandırmayı dileseydi bunu yapardı. Hüküm mutlak olduğu sürece, ilk nazil olduğu dönem ile kıyamete kadar ki her hangi bir dönem arasında fark yoktur. Bunun nedeni, Allah’a karşı gelmekten sakınmak ve O’nun ilmini eksiklik ve kusur töhmetinden uzak tutmaktır. Kuşkusuz O, söylenenlerden münezzehtir, yücedir, uludur. İçtihada gelince; bu, genel hükmün uygulanışı esnasında baş gösteren somut ayrıntılarda söz konusu olabilir. Herhangi bir nesil içinde aklın etkisinde kalarak, genel ilkeyi kabul veya reddetmek konusunda içtihada başvurulmaz.
Bütün bu söylediklerimizden insan hayatında aklın değerini ve rolünü azımsamak anlamı çıkmaz. Allah’ın dini ve onun doğru öğretisinden beslenen ölçü ve bakış yöntemine bağlı kaldıktan sonra, yenilenen durumlara göre hükmü uygulama konusunda insan aklının önünde oldukça geniş bir alan vardır. Şu evrenin mahiyetini, oradaki gizli enerji ve güç kaynaklarını, içindeki varlık ve canlıların özelliklerini bilmeğe ilişkin önünde son derece geniş imkanlar vardır. Yüce Allah’ın emrine sunduğu evren, varlık ve canlılardan yararlanma ve hayatı geliştirme, yüceltme ve ilerletme bakımından, büyük bir ortama sahiptir. Ancak Allah’ın sisteminin sınırları içinde kalmak şartıyla. Yoksa aklı saptıran, fıtratı birtakım tortularla örten, ihtirasların ve arzuların öngördüğü biçimde değil.

TEBLİĞ

“… Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye…” Bu ayetin üzerinde biraz daha duralım.
Kendimizi, insanlığa karşı peygamberlerin (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) ve peygamberlerin getirdiği mesaja inananların omuzlarına yüklenen büyük sorumluluğun önünde buluyoruz. Kuşkusuz bu, büyük olduğu kadar ağır bir sorumluluktur da.
Kuşkusuz insanlığın akıbeti, gerek dünyada gerekse ahirette; peygamberlere, onlardan sonra da müminlere bağlıdır. Onların, bu işi tebliğ etmeleri esasına dayanır, insanların mutlulukları yada bedbahtlıkları, sevap yada günahları… Hem dünyada hem de ahirette…
Bu son derece büyük ve olağanüstü bir iştir. Öyle olması gerekir de. Bu yüzden peygamberler sorumluluklarının büyüklüğünü biliyorlardı. Yüce Allah kendilerine teslim ettiği yükün gerçek mahiyetini onlara göstermişti. Yüce Allah’ın, peygamberine söylediği şu söz bunu göstermektedir: “Şüphesiz biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil Suresi, 5) Sonra buna nasıl hazırlanacağını, ne yapması gerektiğini öğretiyor: “Ey örtünen, gecenin az bir kısmı hariç, kalk namaz kıl. Gecenin yarısında kalk yada yarısından biraz eksilt, yahut ilave et. Kur’an’ı da ağır ağır oku. Şüphesiz biz sana ayrı bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil Suresi, 1-5) “Biz sana Kur’an’ı ağır ağır indiriyoruz. Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan günahkarlara veya kafirlere uyma. Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında da O’na secde et. Bir de geceleyin uzun süre O’nu tesbih et.” (İnsan Suresi, 23-26) İşte yüce Allah, peygamberine bunu öğretiyordu. Söylemesini ancak söylediklerinin gerçek mahiyetini bilmesini emrediyordu: “De ki, Allah’a karşı beni kimse savunamaz. O’ndan başka bir sığınak da bulamaz. Benim yaptığım yalnız Allah’ın katından olan ve mesajını tebliğ etmektir.” (Cin Suresi, 22-23)
“Görülmeyeni bilendir. Görülmeyeni kimseye açmaz. Ancak peygamberlerden dilediği bunun dışındadır. Rablerinin mesajını tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve herşeyi bir bir sayar.” (Cin Suresi, 26-28)
Kuşkusuz bu ürpertici ve büyük bir sorumluluktur. İnsanları gözetme sorumluluğu… Onların hayatları, ölümleri, mutlulukları ve mutsuzlukları, mükafat ve cezalarıyla ilgili olmaktadır. Tüm insanlığı ilgilendiren bir yük. Ya, bu mesaj onlara iletilecek, onlarda kabul edip uygulayacaklar dolayısıyla da sonuçta dünya ve ahiret mutluluğuna erecekler yada, bu mesaj onlara iletilecek ancak onlar kabul etmeyip bir kenara atacaklar, o zaman da, dünya ve ahirette bedbahtlık içinde yaşayacaklardır yahut da mesaj kendilerine ulaşmamış olacaktır. Ancak bu durumda Rablerine karşı mazeretleri olacaktır. Dünyadaki bedbahtlıklarının ve sapıtmalarının sorumluluğu da; tebliğle yükümlü olduğu halde, yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin boynunda olacaktır.
Peygamberlere gelince; onlar emaneti yerine getirip mesajı tebliğ ettiler ve bu ağır sorumluluktan kurtulup Rablerine kavuştular. Onlar sadece dilleriyle tebliğ etmediler -bununla beraber- pratik hayatta somutlaşan bir örnek olmakla da tebliğ ettiler. Engelleri ve zorlukları bertaraf etmek için, gece gündüz giriştikleri cihadla duyurdular çağrılarını. İnsanın içini yiyip bitiren kuşkulardan, türlü sapıklıklardan oluşan engel ve zorluklarla uğraştılar. İnsanları çağrıya uymaktan alıkoyan ve dinden dönmeye zorlayan azgın güçlerle savaştılar. Risaletin sonuncusunu getiren son tebliğci, peygamberlerin sonuncusu Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yaptığı gibi. Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) engelleri dille ortadan kaldırmakla yetinmedi. “Fitne ortadan kalkıp, Allah’ın dini tam anlamıyla egemen oluncaya kadar.” diye, zorlukları mızrakla da ortadan kaldırmıştı.
Ondan sonra bu ağır görev peygamberimize iman edenlere kaldı. Ondan sonra nesiller birbirinden ardınca gelip geçtiler. Bu nesillere mesajı iletecek de ona tabi olanlardır kuşkusuz. Onların bu ağır sorumluluktan, insanların Allah’a karşı bahanelerin kalmamasını sağlamaktan insanları ahiret azabına ve dünya mutsuzluğuna karşı uyarmak yükümlülüğünden kurtulmaları mümkün değildir. Ancak, Resulullah’ın tebliğ edip uyguladığı sistem uyarınca, tebliğ yapıp görevlerini yerine getirmiş olmaları hariç. Bu gün de mesaj aynı mesajdır. İnsanlar da aynı insanlar. Ortalıkta sapıklık, azgınlık, kuşku ve ihtiraslar kol geziyor. İnsanların ve davanın peşine düşen azgın ve zorba güçler eskisi gibi insanları saptırmakla, güç kullanmakla, dinlerinden döndürüyor. Konum aynı konum. Zorluklar aynı, hiç değişmemiş, insanlar da aynı insanlar.
Tebliğ kaçınılmazdır. Görevi yerine getirmek zorunludur. Sözle açıklamak suretiyle tebliğ yapmak gerektiği gibi tebliğciler tebliğ ettikleri davanın birer canlı ve red tercümanı olana kadar pratik uygulama şeklinde tebliğ etmek de bir zorunluluktur. Davet yolunu tıkayan, insanları batıl davalar ve güç kullanarak saptıran engelleri bertaraf etmek suretiyle, tebliğ görevini yapmak gerekir. Yoksa tebliğ yapılmış, görev yerine getirilmiş sayılmaz.
Bu görevi yüklenmekten geri durmak düşünülmez. yoksa büyük bir sorumluluk altına girilmiş olur. Tüm insanlığın sapıklığı, dünyadaki bedbahtlıkları, ahirette onlara karşı yüce Allah’ın kanıtı oluşturamamanın sorumluluğu. Bütün bu sorumlulukların yanında cehennemden kurtulamamak sorumluluğu da vardır.
Kim küçümseyebilir ki, belleri kıran, yürekleri hoplatan, kemikleri titreten bu sorumluluğu?
Ben “müslümanım” diyen kişi ya, bu şekilde tebliğ edip görevini yerine getirecektir yada, dünya ve ahirette kurtulma ümidini yitirecektir. O, ben “müslümanım” dediği halde tebliğ yapmayıp bizzat yaşamayınca, bütün tebliğ ve uygulama yöntemlerine başvurmayınca, mensubu olduğunu iddia ettiği İslâm’ın lehine şahitlik yapması bir yana, aleyhine şahitlik yapmış olur.
Nitekim İslâm’ın lehinde şahitlik için yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve peygamber de size örnek olsun.” (Bakara Suresi, 143)
Kişinin İslâm’a şahitliği kendisinden başlar öncelikle. Sonra evinden ve ailesinden, akraba ve aşiretinden iddia ettiği İslâm’a ilişkin realist bir şekilde görülür bu şahitlik. Bu şahitliğin ikinci adımı, İslâm’ı, tüm hayatında gerçekleştirmek için ev, aile ve aşiretin çağrılmasından sonra bütün milleti davet etmektir. Bireysel toplumsal, ekonomik ve politik olarak İslâm’ı, gerçekleştirmektedir. Şahitliğin son aşaması da insanları saptıran ve fitneye düşüren her tür engeli ortadan kaldırmak için cihad etmektir. Burada da şahitliğini hakkıyla yerine getirince, işte o zaman, “şahit” diye adlandırılır… Dini için şahitliğini gerçekleştirmiş, Rabbine doğru yol almış demektir ve “şahit” ancak buna denir kuşkusuz.
Bu turun sonunda, yüce Allah’ın ilminde, adaletinde, gözetiminde ve şu inatçı ve azgın insan denen varlığa yönelik lütfunda, rahmet ve iyiliğinde beliren üstünlüğün ve ululuğun önünde ürpererek duruyoruz.

VAHYİN ÖNDERLİĞİNDEKİ AKIL

Şu varlığa ilişkin muazzam bilgisinin karşısında hayretle duruyoruz. Ona verdiği güç ve enerjilerin, bünyesinde yerleştirdiği hidayet ve sapıklık yeteneklerinin karşısında buluyoruz kendimizi. Bu sonsuz bilgisinin bir sonucu olarak kendisine bahşettiği akıl mekanizmasının büyüklüğüne, iç ve dış dünyada bir çok hidayet kanıtlarının ve imanı zorlayıcı işaretlerin bulunmasına rağmen , insanı sadece aklına havale etmediğini görüyoruz. Kuşkusuz yüce Allah, arzu ve heveslerin bu büyük mekanizmayı etkilediğini biliyordu. Varlığın evrelerine ve nefsin gizliliklerine yerleştirilen kanıtların, heva ve hevesler, bilgisizlik ve kusurluluk tarafından perdelendiğini biliyordu. Bu yüzden -peygamber gönderip açıklamadan- hidayet ve sapıklığın sorumluluğunu insana yüklemiştir. Tebliğ ve hidayetten sonra da hayat sistemini belirlemeyi de insana bırakmamıştır. Ancak yüce Allah’ın belirlediği hayat sistemini uygulamayı insana bırakmıştır. Bundan sonrasını da insanın aklına bırakmıştır. Kuşkusuz bu da, geniş alanı insana bahşetmiş olmasından yararlanarak, dilediği şeyin bileşimini yada analizini yapabilir. Kuşkusuz insan aklı yanılabilir de doğruyu bulabilir de. Yolda ayağı kayabildiği gibi dosdoğru da yürüyebilir.
Şayet müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderilmiş olmasaydı, bunun, Allah’a karşı insanların ileri sürebilecekleri bir mazeret olacağını gerektiren ilahî adaletin karşısında duruyoruz. Bir yaratıcıya, onun birliğine tedbir ve takdirine, güç ve bilgisine şahitlik eden kanıtlarla dolu açık evren kitabına ve gizli nefis kitabına, fıtrata yaratıcısına kavuşma, onu bilme isteği ve eğilimine, onunla evren ve nefislerde yer alan yaratıcının varlığını gösteren kanıtlar arasındaki uyuma, çekiciliğe de denkliğe rağmen. Aynı zamanda insana bahşedilen bu alan, kanıtlar bulup sonuçlar çıkaracak şekilde yaratılmış olmasına rağmen, yüce Allah, tüm bu güçlerin üzerine çullanıp iş görmez hale getiren, bozan yada bastıran yada hükmüne yanılgı ve çelişki bulaştıran zaaf ve etkenlerini bildiğinden, kendisine görülen şeylerle karşı bu mekanizmaya bütünüyle uyandırmak için peygamber göndermediği sürece insanı evren, fıtrat ve aklın karmaşıklığından muaf saymıştır. Amaç bu mekanizmanın peygamberlikte somutlaşan hak terazisine bağlanmasını sağlamaktadır kuşkusuz. İlahî sistemi gözettiği sürece hükümleri doğru olacaktır. İşte ancak o zaman insanı kabullenmeye, uyup uygulamaya zorlar. Aksi takdirde haklılığını yitirerek cezaya layık olur.
Son derece zayıf ve eksik olduğunu bilmesine rağmen, kendisine bu geniş alanı bırakmakla ikramda bulunup, seçtiği insan denen bu yaratığa yönelik yüce Allah’ın büyük gözetimi; lütfu, rahmeti ve iyiliği karşısında buluyoruz kendimizi. Yüce Allah yeryüzünün hilafetini insana vermiştir. Her ne kadar Allah’ın geniş mülkünde bir zerre konumundaysa da insana göre, son derece geniş bir alandır bu. Allah’ın himayesine sığınıp bu büyük mülkte kaybolmayacaktır.
Yüce Allah’ın insana yönelik himayesi; lütfu, rahmet ve iyiliği, onu, bünyesine yerleştirdiği kılavuz olan ancak, zamanla işlevsiz hale gelebilen, fıtratı ve doğruyu bulması mümkün olduğu gibi sapıtması da muhtemel olan akılla baş başa bırakmayı dilememiştir. Aksine Rabbi ona, ardarda peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insan, Rabbinden gelen mesajı yalanlıyor, kabul etmemekte direniyor. Kaçıp uzaklaşıyor. Ancak yüce Allah, kendisine mesajı tebliğ edecek peygamberler göndermedikçe, hata ve günahlarından dolayı hesaba çekmiyor. İyilik ve lütfunu kesmiyor. Peygamberlerin eliyle hidayet bulmaktan yoksun bırakmıyor. Ardından tebliğe muhatap olmadıkça, karşı çıkıp kafir olmadıkça, o haliyle tevbe etmeden Allah’a dönmeden ölmedikçe, dünya ve ahirette cezalandırmıyor.
İşin garip tarafı; bu insanın, bir ara kalkıp Allah’a ihtiyaç duymadığını söylemesidir. O’nun himayesine, lütfuna, rahmet ve iyiliğine muhtaç olmadığını söylemesidir. Hem de yüce Allah’ın -ilahî sisteme dayanmadığı sürece yeterli olmayacağını bildiği ve peygamber gönderip açıklamadığı sürece cezalandırmadığı akıl mekanizmasına güvenerek. Bacaklarında biraz güç olduğunu sezen çocuk canlanıyor gözümüzün önünde. Düşmemesi için kendisine dayanak yaptığı ellerini yerden kesmeye çabalıyor bu çocuk. Ancak örnekteki çocuk, daha doğru ve fıtrata daha uygun hareket etmektedir. Çünkü çocuk, fıtratın çağrısına uyarak, ellerden kurtulma çabasındadır. Böylece, bünyesinde gizli enerji harekete geçecek, özünde saklı kuvvet gelişme sağlayacaktır. Alıştırma yapa yapa kaslar ve sinirler gelişip güçlenecektir. Ancak günümüzde Allah’a dayanmak istemeyen ve O’nun yol göstericiliğinden kaçan insana gelince, onun bünyesinin, -içinde gizli tüm güçleriyle birlikte- Allah’ın desteğine ve yol göstericiliğine ihtiyaç duymayacak yeterlilikte olmadığını yüce Allah biliyor. İnsanın sahip olduğu yetenekler olsa olsa Allah’ın peygamberlerinin duyurduğu mesajla olgunluğa erişebilir, düzelir ve istikamet bulabilir. Yok eğer kendi başına davranıp, Allah’ın yol göstericiliğini kabul etmezse sapıtır, derin bir boşluk içine girer, bir bunalım hayatı yaşar.
Şayet hile ve yanıltma değilse, hata ve şaşkınlıktır şu iddia; “Büyük akıllar, peygamberliğin amaçladığını, peygamberlik olmadan gerçekleştirebilirler.” Çünkü akıl, peygamberlik sayesinde doğru bir bakış metodu edinir. Bundan sonra uygulama alanında bir hata yapacak olursa bu, uyarlanmış ancak; hava şartlarından, birtakım etkenlerden ve bu etkenlerin etkisinde kalan madeninin özelliğinden dolayı yanılan bir saatin hatası gibidir. Başıboşluğa ve tesadüflere bırakılmış ayarsız bir saatin hatası gibi değil. İkisinin arasındaki farksa çok büyüktür.
Peygamberliğin gerçekleştirdiği şeyin -bizzat aklın yöntemine göre- başka bir şekilde gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığının ve insan aklının hiçbir zaman kendi kendine yeterli olamayacağının kanıtı, insanlık tarihi boyunca, az bulunur büyük bir aklın, doğruluğu bulma bakımından peygamberliğe bağlı sıradan bir aklın düzeyine çıkamamış olmasıdır. Ne itikadî düşünce bakımından, ne bireysel ahlâk açısından, ne hayat düzeni ne de bu düzenin tek yasama merciine inanma bakımından…
Kuşkusuz Eflatun ve Aristo’nun akıllan büyük akıllardır. Hatta, Aristo’nun aklının, insanlığın tanıdığı en büyük akıl olduğunu söylüyorlar. Tabii ki, peygamberlikten ve onun yol göstericiliğinden uzak bir akıldır bu. Ancak biz Aristo’un, -kendi nitelendirmesi ile- tanrısına ilişkin düşüncesine baktığımızda, bu düşünce ile, peygamberliğin yol göstericiliği doğrultusunda doğru yolu bulmuş sıradan bir müslümanın ilahına ilişkin düşüncesi arasında korkunç uçurumlar görmekteyiz.
Eski Mısır’da Akhenaton, tevhid inancına ulaşmıştı. Buna rağmen, Akhenaton’un `tevhid’ inancındaki -Bu konuda Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf’un getirdikleri tevhid inancının kalıntılarından etkilenmediği ihtimalini zayıf görsek bile- boşluk ve efsanelerden ötürü, sıradan bir müslümanın ilahı inancı, birbirinden fersah fersah uzaklaşmaktadır.
İslâm’ın bütünüyle egemen olduğu ilk dönemlerde, Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) eğitiminden geçmiş ortalama insanlarda ahlâk bakımından nice örnekler vardır ki, tarih boyunca semavi bir mesajın eğitiminden geçmemiş ancak, örnek sayılan hiçbir kişi bunların düzeyine yükselememiştir.
İslâm düzeninin ilke ve kanunlarında gördüğümüz üstünlük ve görkemin yanında yer alan bu uyum ve dengeyi, hiçbir yerde bulmamız mümkün değildir. İslâm’ın meydana getirdiği bu toplumun, ne kendi döneminde ne kendisinden önce, ne de sonra, hiçbir bölgede, dengelilik, uyum, hayat kolaylığı ve zenginlik bakımından tekrar meydana geldiğini görmek mümkün değildir.
Kuşkusuz maddi uygarlık düzeyine göre hüküm verilmez hiçbir zaman. Maddi uygarlık, kendisini meydana getiren ileri bilimin yöntemlerinin gelişmesiyle gelişme kaydeder. Ancak herhangi bir dönemin hayat ölçüsü; tüm parçalarının, araç ve yöntemlerinin arasındaki uyum ve dengedir. İnsana mutluluk ve doygunluk kazandıran bu dengedir. Sayısız yönleriyle insan enerjisini engellemeden, baskı altında tutmadan hareket etmesini sağlayan bu uyumdur. İnsanlığın eksiksiz İslâm’ı yaşadığı dönemin dışında, -peygamberlik kurumu olmaksızın- hiçbir dönemde böyle bir şeye rastlanmamıştır. Kargaşa ve düzensizlik de İslâm’ın gölgesinde sürmeyen ancak, hayatın sürekli özelliğidir. Bazı yönlerden göz kamaştırsa da, güçlü görünse de, durum böyledir. Kuşkusuz bir çok yönden sürmüştür o, parlak görünmesine rağmen. Bir çok yönünü zayıf bırakarak görünürde güçlenmiştir. Böyle bir hayatta insanlığın payına bunalım, şaşkınlık ve mutsuzluk düşecektir.
Gölgelerin akışına uyarak, kalpte derin ve güçlü etkiler bırakan, şu ayetin yaydığı ilhamlara ilişkin sözümüzü burada kesiyoruz.
“… Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın.”
Bundan sonra Kur’an’ın akışıyla birlikte yolumuza devam ediyoruz:

ALLAH’IN ŞAHİTLİĞİ

166- Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah’ın şahitliği yeterlidir.

Şayet Ehl-i Kitap, yüce Allah’ın kullarına peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye peygamber göndermesine uygun cereyan eden, son peygamberliği inkar ediyorsa…
Ehl-i Kitap Muhammed’den (salât ve selâm üzerine olsun) önceki peygamberleri kabul ettikleri halde, -yahudiler İsa (a.s)’dan öncekileri kabul ediyorlardı. Hıristiyanlar da hem onları hem de İsa (a.s)’ı kabul ediyorlardı senin peygamberliğini ey Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) inkar ediyorlarsa, olara aldırış etme, varsın inkar etsinler.
“Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah’ın şahitliği yeterlidir.”
Allah’ın bu şahitliği… Aralarında kitabı insanlara taşıyan da olmak üzere meleklerin şahitliği… Ehl-i Kitab’ın tüm söylediklerini boşa çıkarmaktır. Allah şahitlik ettikten sonra onlar da kim oluyor? Üstelik melekler de şahitlik edïyor. Aslında sadece Allah’ın şahitliği yeterlidir:
Bu şahitlikte, yahudilerin kurdukları tuzak ve verdikleri sıkıntılara karşı resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)’a yönelik bir rahatlatma yer almaktadır.
Ayrıca Medine’de İslâm’a yeni girmiş müslümanları, yahudilerin saldırısına karşı doğrulamak, sağlamlaştırmak ve kendilerine güveni sağlamak amacı da güdülmektedir. Yahudilerin saldırılarının ne denli önemli olduğunu, onlara cevap vermek ve kesin hükmü belirlemek için, Kur’an’ın değişik yöntemler ve ilhamlar kullanarak geçtiği karşı saldırısının büyüklüğü göstermektedir.

KÜFREDİP ZULMEDENLER

Şimdi de Allah’ın şahitliğinden ve yalancılıkla inatçılıklarına ve kaypaklıklarına ilişkin meleklerin şahitliğindèn sonra, inkarcılara yönelik yerinde ve aynı ürkütücü bir tehdit yer almaktadır:

167- Kafir olup başkalarını da Allah yolundan alıkoyanlar, hiç kuşkusuz koyu bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Allah kafirleri ve zalimleri ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.
169- Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bunu yapmak Allah için pek kolaydır.


Bu sıfatlar ve bu hükümler genel olmakla beraber öncelikle, yahudilerin durumuna uymaktadırlar. Bu dine ve mensuplarına karşı tutumlarını göstermektedir. Hatta tüm gerçek dinlere karşı tutumlarını göstermektedir. İster Medine’deki davetin başlangıç yıllarındakiler olsun, ister bundan önce Musa (a.s) döneminde yaşayanlar olsun, ya da günümüze kadar gelenleri olsun, kalplerini hidayete açan ve böylece yüce Allah’ın hidayetine erdirdiği çok az bir kısmı müstesna, her zamanki tutumları bu olagelmiştir.
Bunlar -küfür ve engelleme sıfatına uyan herkes- koyu bir sapıklığa dalmışlardır. Allah’ın hidayetinden sapmışlardır. Hayatta en güvenilir yoldan çıkmışlardır.
Hayat tarzı, toplumsal yapı ve sistem olarak sapıtmışlardır. Hem dünyada hem de ahirette sapıtmışlardır. Öyle bir sapıklığa dalmışlardır ki, artık doğru yolu bulmaları beklenemez. “…Koyu bir sapıklığa düşmüşlerdir.”
Ayetlerin akışı zulüm sıfatını da eklemek için burada küfür sıfatlarını tekrar zikrediyor!
“… Kafirleri ve zalimleri…”
Aslında küfür zulmün ta kendisidir. Gerçeğe karşı zulümdür. Nefse ve insanlığa karşı zulümdür. Kur’an-ı Kerim kimi zaman küfrü, zulüm olarak ifade etmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
“Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13)
“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler.” (Maide Suresi, 45) Ancak ayetten önce bunların kafir oldukları belirlenmişti. (Bu cüzde, Maide suresinde yeri gelince değineceğiz.) Bunlar sadece şirk zulmünü işlemediler, bunun yanında, insanları Allah’ın yolundan alıkoyma haksızlığını da işlediler. Küfürlerini sürdürdüler. Yahut zulümlerini işlemeye devam ettiler. Bu yüzden yüce Allah, adaletine uygun düşen son cezalarını belirliyor!
“Allah kâfirleri ve zalimleri ne bağışlayacak ve ne de doğru yola iletecektir.”
“Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur, orada ebedi olarak kalacaklardır.”
Koyu bir sapıklığa dalıp üzerlerine tüm bağışlanma kapılarını kapadıktan sonra, böylelerini bağışlamaz yüce Allah. Cehennemin yolundan başka bir yola da iletmez onları. Çünkü yine kendileri tüm hidayet yollarını üzerlerine kapamışlardı. Cehennemin yolundan başka tüm yolları kendi yüzlerine bizzat kendileri kapamışlardı. Bu yola dalıp gitmişlerdi. Sapıklık, küfür, haktan alıkoyma ve zulümde koyulaşmaları nedeniyle, cehennemde sonsuza dek kalmayı hak etmişlerdi. Öyle ki, bu sapıklıklarından geriye dönme ihtimalleri kalmamıştı artık.
“Bunu yapmak Allah için pek kolaydır.”
Çünkü O, kullarına karşı, sonsuz üstünlüğe sahiptir. Onları bu adil ve hakkettikleri cezaya göre sorgulamaların zorlaştıracak kullarından hiç kimseyle, bir hısımlığı veya akrabalığı söz konusu değildir. Aynı şekilde Allah’ın onları cezalandırmasını zorlaştıracak bir güç, bir plan, hiçbir kulda mevcut değildir.
Kuşkusuz yahudiler, -hıristiyanlar gibi- “Biz Allah’ın çocukları ve sevdikleriyiz” (Maide Suresi, 18) diyorlardı. “Sayılı bir kaç günün dışında ateş bize dokunmayacaktır” (Bakara Suresi, 184) diyorlardı. Ayrıca “Biz Allah’ın seçkin halkıyız” diyorlardı. İşte Kur’an tüm bunları reddedip onların, gerçek konumlarını belirlemek için gelmiştir. Onlar da herkes gibi kuldurlar. Şayet iyilik yaparlarsa sevap kazanacaklardır. Ancak kötülük işleseler -af dileyip dönmezlerse- azaba uğrayacaklardır. Elbette ki bunu yapmak, Allah için son derece kolay bir iştir.
Tüm bu açıklamalardan sonra, bütün insanlara yönelik bu peygamberin Rableri katından gerçeği getirdiğine ilişkin kapsamlı çağrının nedeni budur. Kim ona inanırsa kuşkusuz bu, kendisi için daha hayırlıdır. Kim de inanmazsa, yüce Allah’ın onların tümüne ihtiyacı yoktur. Hepsinin üzerine kadirdir. Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur. Herşeyi bilir ve herşey onun bilgisi ve hikmeti uyarınca meydana gelir!

170- Ey insanlar, peygamber size Rabbinizden gerçeği getirdi. Buna inanınız, yararınıza olan budur. Ama eğer inkar ederseniz, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’ındır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.

Bu çağrıdan önce Ehl-i Kitab’ın iftiralarının boşa çıkarılması, tüm tarihleri boyunca yahudilerin ortak karakterlerinin ve hilelerinin ortaya çıkarılması ve peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)’dan beri yerleşmiş inatlaşma özelliklerinin tasvir edilmesi yer almıştı. Peygamberliğin mahiyetinin ve hedefinin açıklanması da yer almıştı. Peygamberliğin bu mahiyeti ve hedefi, yüce Allah’ın peygamber göndermesini gerektirmiştir. Bu durum aynı şekilde, yüce Allah’ın, Hz. Muhammedi de peygamber olarak göndermesini de gerektiriyor kesinlikle. Çünkü O tüm alemlere gönderilmiştir. Bütün insanlığa peygamber olarak gelmiştir. Her peygamberin kendi kavmiyle sınırlı peygamberlikleri dönemi bittikten sonra, peygamberliğin sonunda, tüm insanlığa yönelik genel bir duyuru kaçınılmazdı çünkü. “Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın diye…” Şayet tüm insanları içine alan bu son mesaj olmasaydı, peş peşe gelen milletler ve nesiller içinde insanların Allah’a karşı bahaneleri olurdu. Tüm insanları ve tüm zamanları kapsayan bu genel mesajla, bu bahane, ortadan kalkmıştır. Bu mesaj da Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’in duyurduğu şu son mesajıdır. İsrailoğulları peygamberleri dışındaki peygamberlikleri -İsa’nın dışında yada ondan sonrasını- inkar etmek, yüce Allah’ın tebliğ olmadan insanları cezalandırmamaya ilişkin adaletine uygun düşmez. Bundan önce tüm insanları kapsayan genel bir risalet gelmemişti. Oysa bu risaletin gelmesi de kaçınılmazdı. Allah’ın adaleti ve kullarına yönelik rahmeti bunu gerektiriyordu. Kuşkusuz Allah’ın şu sözü gerçeğin ta kendisiydi: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya Suresi, 107)
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, peygamberimizin gönderilişi hem dünyada hem de ahirette rahmettir.

ALLAH’IN KELİMESİ

Okuyacağımız ders, Ehl-i Kitap’tan hıristiyanlarla yapılan bir gezintiden ibarettir. Önceki dersin, yahudilerle yapılan bir gezintiden ibaret olduğu gibi. Onlar ve bunlar, Ehl-i Kitap olarak, bu Kur’an’la muhatap olmuşlardı.
Geçen derste, Kur’an-ı Kerim; Hz. İsa’yı ve tertemiz annesi Meryem’i yahudilerin iftiralarından, gerçek akideyi de, Mesih (a.s.)’in çarmıha gerilmesi hikayesinden arındırmıştı. Bu arada bizzat gerçeği yahudilerden, onların davranış ve inatçılıklarının karşısına yerleştirmişti.
Bu derste de ayetlerin akışı gerçek inancı ve Meryemoğlu İsa’yı, hıristiyanların Mesih hakkındaki aşırılıklarından temizliyor. Çeşitli kavimlerden ve uluslardan hıristiyanlığa bulaşan ve gittikçe yereden putperest efsaneleri ayıklıyor. Hıristiyanlığı Yunan ve Roma mitolojisinden, Eski Mısır ve Hind efsanelerinden kurtarıyor.
Kur’an-ı Kerim, geldiği dönemde bozulmalar ve hurafelerle dolup taşan Ehl-i Kitab’ın inançlarını doğrultmayı üzerine alıyordu. İbrahim (a.s)’in şirkten uzak dinin Arap yarımadasındaki kalıntılarından arta kalanı ile, bunların üzerine çöken insan uydurmalarından ve cahiliye saçmalıklarından ibaret müşriklerin inançlarını doğrultmayı da üzerine aldığı gibi.
Hayır, daha doğrusu İslâm, tüm insanlığın Allah’a ilişkin inançlarını doğrultmayı ve onu tüm insanların düşüncesinde yer eden her türlü bozulmadan, kargaşadan, aşırılıktan ve tefritten kurtarmayı üzerine almıştır. Nitekim Milattan önce Atina’da Aristo’nun, Milattan sonra da İskenderiye’de Eflatun’un düşüncesindeki karışıklıkları düzelttiği kadarıyla düzeltmiştir. Bir de bu iki filozof arasında ve bunlardan sonra gelen ve çöllerde yolunu bulması için kesinlikle peygamberliğin yardımına muhtaç olan, zavallı insan aklına dayanarak yol bulmaya çalışan çeşitli felsefelerde yer alan tevhid düşüncesini bu tür saplantılardan ayıklamıştır.
Bu ayetlerde ele alınan sorun ise, “teslis” sorunu ile bunun içerdiği; “Mesih’in oğulluğu” efsanesidir. Bununla, yüce Allah’ın gerçek ve dosdoğru bir birliğinin zihinlere yerleştirilmesi amaçlanmaktadır.
İslâm geldiği zaman hıristiyanların benimsediği inanç; çeşitli görüş ayrılıklarıyla beraber üç uknumdan oluşan tanrının birliği inancıydı. Baba, oğul, kutsal ruh. Buradaki `oğul’, Hz. Mesih’tir. Bundan sonra Mesih hakkında çeşitli görüş ayrılıkları baş göstermiştir. Acaba O, biri tanrısal diğeri beşerî olmak üzere iki tabiata mi sahiptir? Yoksa sadece tanrısal bir tabiata mı sahiptir? Veya iki ayrı tabiata sahip olmakla beraber bir tek dileyişe mi sahiptir? O da baba gibi öncesiz mi yoksa, sonradan mı yaratılmıştır? Bunun gibi, mezheplerin ayrıldığı gruplar arasındaki çekişmelerin dayandığı daha bir sürü sorun. (Maide suresinde yeri gelince bu konu ayrıntılarıyla ele alınacaktır.)
Hristiyanlık inancının gelişme sürecinden, teslis inancının ve aynı şekilde Mesih’in oğulluğu düşüncesinin (ve O’nun annesi Meryem’in tanrıçalığı, O’nun da, çeşitli şekillerde teslis inancına sokulması) ilk hristiyanlıkta yer almadığı anlaşılmaktadır. Bunlar, hristiyan olan ancak, putçuluktan ve çok tanrıcılıktan iyice kurtulamamış kişilerin etkisiyle tarihin çeşitli evrelerinde hristiyanlığa sokulan inançlardır. Özellikle “teslis” düşüncesinin eski Mısır dinlerinden, “Oziris, İzis ve Huris” teslisinden ve bu dinlerdeki değişik “teslis” düşüncelerinden alınmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Tevhit inancını savunan hristiyanlar, Roma Patrikleri ve bu devleti destekleyen din adamlarının (Melukaniler) baskı ve işkencelerine karşı uzun süre direndiler. Bu durum, tüm dayanılmaz işkencelere ve Romalıların baskısından kaçıp saklanmalara rağmen, Miladî altıncı yüzyılın sonlarına kadar sürdü.
Teslis düşüncesi zamanla hristiyan aydınlarının düşüncesine de ters gelmeye başlamıştı. Kilise çevreleri “teslis” düşüncesini kabul ettirmek için çeşitli yollara başvuruyorlardı. Bunlar arasında “teslis”i göklerin ve yerin üzerindeki perdenin kalkacağı güne kadar sırrını hiç kimsenin bilemeyeceği bir bilinmezliğe dönüştürme çabaları da yer alıyordu.
“Kökler ve dallar” kitabının yazarı, hristiyan inancının yorumcularından biri olan Rahip Poetre bu konuda şöyle der:
“Bunu aklımızın gücü oranında anlamışız. Gelecekte; göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki perde kalktığı zaman, daha iyi anlayacağımızı umuyoruz.
Biz belli başlı tevhit dinlerinden biri olan hıristiyanlığa, bu inancın giriş sürecinin, tarihsel aşamalarını ve yollarım açıklamaya girmeden, tevhit dinlerine giren bu düşünceyi bertaraf etmeye ilişkin sûrenin akışında yer alan Kur’an ayetlerini sunmakla yetiniyoruz.

171- Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda aşırılığa sapmayınız, Allah hakkında gerçek olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa-Mesih, Allah’ın sadece bir peygamberi, Meryem’e sunduğu bir kelimesi ve ondan gelen bir ruhtur. Allah’a ve peygamberine inanınız. Allah “üçtür” demeyiniz. Bundan vazgeçiniz, hayrınıza olan budur. Allah ancak tek bir ilahtır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey onundur. Allah insan için yeterli bir vekildir.

O halde bu aşırılıktır, sınırı ve hakkı aşmaktır. Bu Ehl-i Kitab’ı, Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söyleten bir saplantıdır. Bu yüzden O’nun çocuğu olduğunu zannediyorlar. -Allah çocuk edinmekten münezzehtir- Allah üçün biridir dedikleri gibi.
Düşünsel gelişme ve gerilemeyle orantılı olarak “oğul” ve “teslis” düşüncesi de aşama kaydediyordu onlarda. Bununla beraber, Allah’a oğul isnat etmekten dolayı fıtrî tiksinti karşısında zorlandıkları da kesindir. Aklın gelişmesiyle bu tiksinti gittikçe artıyordu. Bunun için bu görüşü; “insanların doğumu gibi gerçekleşmiştir” şeklinde yorumladılar. Bunun, baba ile oğul arasındaki sevgi anlamına geldiğini ileri sürdüler. Üç uknumdan ibaret tek ilah anlayışını da yorumladılar. Bunlar Allah’ın farklı durumlardaki “sıfat”larıdır, demeye başladılar. Buna rağmen bu çelişen düşünceleri insan idrakine sığdırmaya güçleri yetmiyordu. Bu yüzden, göklerle yeri örten perde kalkmadıkça, mahiyeti bilinmeyecek bir bilmece olarak sindirmeye çalışıyorlardı.
Kuşkusuz Allah ortaklardan münezzehtir. Benzerlerinin olmasından uzaktır O. O’nun yaratıcı olması yaratıklardan farklı olmasını gerektirir. Hiçbir idrak yaratanla yaratılan, Malikle mülk arasında başkalığı, bundan başka bir şekilde düşünemez. Kur’an ayetinin gösterdiği de budur:
“Allah ancak tek bir ilahtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey onundur.”
Şayet İsa’nın babasız dünyaya gelişi, insanların adet ve alışkanlıklarına uymayan garip ve olağanüstü bir olay olarak görünüyorsa, bu gariplik alışılagelen durumdan farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Ancak insanların alışkanlıkları varlığın tümü demek değildir. Sünnetullah, insanların bildiği tabiat kanunlarından ibaret değildir. Kanunu yaratan ve uygulayan Allah’tır. Üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan O’dur. Dilemesi de sınırlandırılmaz.
Gerçeği söyleyen yüce Allah, Hz. Mesih hakkında şöyle buyuruyor:
“Meryem oğlu İsa-Mesih, Allah’ın sadece bir peygamberi, Meryem’e sunduğu bir kelimesi ve ondan gelen bir ruhtur.”
Kısacası, O, “Allah’ın peygamberidir”
O’nun durumu da diğer peygamberlerin durumu gibidir. Nuh, İbrahim, Musa ve Muhammed (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) gibi zaman boyunca gelen şerefli kafilenin durumu gibidir.
“Meryem’e sunduğu bir kelimesidir.”
Bu ifadenin en akla yakın yorumu şöyledir: Yüce Allah, İsa’yı Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde sözünü ettiği doğrudan evrensel emriyle yaratmıştır. Bu emir “Ol… O da oluverirdi” şeklinde ifade edilmektedir. Yüce Allah bu kelimeyi Meryem’e sunmuş, Adem’in dışında insanların alışa geldikleri gibi bir babanın nutfesi olmaksızın onun karnında İsa’yı yaratmıştır. Kuşkusuz herşeyi yoktan var eden kelimenin, İsa’yı, Meryem’in karnında bir “nefes”ten yaratması şaşılacak bir şey değildir. Yüce Allah bu nefesi şöyle ifade etmektedir:
“Ondan gelen bir ruhtur.”
Bundan önce yüce Allah, Adem’in çamurdan kalıbına ruhundan üflemiş O da “insan” oluvermişti. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hani Rabbin Meleklere ben çamurdan bir insan yaratacağım, ona şekil verip ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın, demişti” (Hicr Suresi, 28-29)
Yine İsa’nın kıssasında şöyle buyurmaktadır: “Irzını koruyan Meryem’i hatırla ki, biz O’na ruhumuzdan üflemiştik.” (Enbiya Suresi, 59) Bu iş daha önce de meydana gelmişti. Oradaki ruhla bu ruh aynıdır. Adem’in kıssasını kabul eden ve Allah’ın ruhundan üflediğine inanan hiçbir Ehl-i Kitap mensubu kimse, Adem’in ilah olduğuna ya da İsa için söylendiği gibi yada tanrısal uknumlardan biri olduğunu kabul etmeyecektir. Oysa ruh ve üfleme noktasında birbirine benzemektedir, her iki olay. Üstelik Adem (a.s), annesiz-babasız yaratılmıştır. İsa’nın ise bir annesi vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında İsa örneği, Allah’ın topraktan yarattıktan sonra “ol” demesiyle “oluveren” Adem örneği gibidir.” (Al-i İmran Suresi, 59)
Sorunun son derece açık ve basit olduğunu gördükten sonra, heva ve heveslerin, putperest kalıntıların, İsa (a.s)’ın olayını peş peşe gelen nesillerin kafasında, nasıl içinden çıkılmaz bir düğüme dönüştürdüğüne şaşırıyor insan. Oysa -Kur’an’ın tasvir ettiği gibi- olay son derece basittir. Apaçık ve nettir.
Kuşkusuz, annesiz-babasız Adem’e ruhundan üfleyerek diğer yaratıklardan farklı bir hayat bahşeden, İsa’ya da, babasız olarak bu insanî hayatı bahşeden Rabtır. Bu basit ve açık sözler sırf babasız dünyaya geldi diye İsa’yı tanrılaştıran ve üç uknumun tanrılığından söz eden efsanelerden daha akla yakındır. Yüce Allah bu efsanelerden beri ve büyüktür.
“… Allah’a ve peygamberlerine inamız, Allah “üçtür” demeyiniz. Bundan vazgeçiniz, bayrınıza olan budur.”
Allah’a, -aralarında Allah’ın peygamberi sıfatıyla İsa ve peygamberlerin sonuncusu sıfatıyla Muhammed’e (salât ve sefâm üzerine olsun) olmak üzere peygamberlerine iman etmeye ve bu tür iddia ve efsanelerden uzaklaşmaya : ilişkin bu çağrıdan sonra, yerinde bir münasebetle şu net açıklama ve aydınlatıcı bildirim ver almaktadır:
“Allah ancak tek bir ilahtır.”
Bunu evrene egemen yasanın birliği, yaradışın birliği ve yöntemin birliği -”ol” ve “oluverir”- şahittir. İnsan aklı da şahittir buna. Çünkü bu sorunu kavrayabilecek kapasitededir. Ve akıl yaratıklara benzeyen bir yaratıcıyı, yada bir içinde üç tanrıyı, yada üç içinde bir tanrıyı tasavvuru edemez.
“… Çocuğu almaktan münezzehtir.”
Çocuk sahibi olmak fani birisi için süreklilik unsurudur. Nesil şeklinde kalıcı olma çabasıdır. Oysa Allah bakidir. Fanilerin şekline bürünüp kalıcı olmaya ihtiyaç duymaz. Göklerde ve yerde bulunanlar hep birlikte onun mülküdürler:
“… Göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey onundur.”
İnsanlığın yüce mabutlarına kulluk bağı ile bağlanmaları yeterlidir. O hepsini gözetecektir. Aralarından birini O’nun oğlu ilan etmekle, O’nunla aralarında akrabalık icad etmeye ihtiyaç yoktur. Gözetme ve koruma olma seklinde bu bağ her zaman mevcuttur:
“… Allah insan için yeterli bir vekildir.”
Böylece Kur’an-ı Kerim, akideye ilişkin gerçeği açıklayıp bildirmekle yetinmiyor. Aynı zamanda yüce Allah’ın onları gözettiğini, onların, ihtiyaçlarını ve yararlarını bildiğini de ekliyor. Bu şekilde insanların herşeyini güvenle Allah’a havale etmesini sağlamayı hedefliyor.
Ayetlerin akışı tutarlı itikâdî düşüncenin, en büyük sorununu belirlemekle sürüyor. Birlik gerçeğinin ruhta iyice yer etmesinden kaynaklanan inanç gerçeğidir bu. Bu gerçeğe göre; yaratıcının ilahlığı yaratıkların kulluğunu gerektirir. Ortada sadece ilahlık ve kulluk gerçeği vardır. Bir tek ilahlık ve varlık aleminde yer alan herşeyi ve herkesi kapsayan kulluk vardır.
Kur’an-ı Kerim, burada İsa’nınki gibi meleklere de oğulluk isnat eden ya da İsa’da olduğu gibi onları da ilahlığa ortak sayan her inancı doğrulttuğu gibi, hıristiyanların inançlarını da düzeltiyor:

172- Ne Mesih Allah’a kul olmaktan kaçınır ve nede Allah’a yakın melekler. Kim ona kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa, bilsîn ki, Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.
173- İman edip iyi ameller işleyenlere mükafatlarını eksiksiz ödeyecek, hatta lütfundan onlara daha fazlasını verecektir. Kul olmayı kendisine yedirmeyip büyüklük taslayanları da acı bir azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah’tan başka hiçbir dost, hiçbir yardım edici bulamazlar.


İslâm, yüce Allah’ın birliği gerçeğini yerleştirmeye büyük önem vermiştir. Öyle ki bu birliğe şirk yada herhangi bir şekliyle müşahebet (benzerlik) kuşkusu bulaşmamıştır. Ayrıca hiçbir şeyin yüce Allah gibi olmadığını da belirtmeye önem vermiştir. Ne mahiyet, ne sıfat ne de özellik bakımından hiçbir şey O’na ortak olamaz. Nitekim aralarında tüm canlılarda olmak üzere evrende yer alan herşeyle yüce Allah arasındaki bağın gerçeğini de belirlemeye büyük önem vermiştir. Bu, ilahlık ve kulluk bağıdır. Allah’ın ilahlığı ve herşeyin O’na yönelik kulluğu. Kur’an’ın tümünü gereği gibi inceleyenler bu gerçeklerin -yada çeşitli yönleriyle bu gerçeğin- yerleştirilmesi üzerinde önemle durulduğunu görecektir. Böylece nefiste bir kuşku, bir şüphe veya kapalılığın kalmasına imkan bırakılmadığını görecektir.
Ayrıca Kur’an, tüm peygamberlerin, bu gerçeği getirdiklerini bildirmektedir. Her peygamberin hayatında ve davet sürecinde bu gerçeği öne çıkarır. Bunu Nuh (Allah’ın selamı üzerine olsun)’un zamanından Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’in zamanına kadar ki risaletlerin ekseni kılar. Her peygamberin dilinden bu gerçeği tekrarlar: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur.” (Araf Suresi, 59)
Esas şaşırtıcı olan, bu gerçeğin yerleşmesi konusunda bu kadar kesin ve katı olan semavi dinlere mensup olanlardan kimisinin bu gerçeği bozması, yüce Allah’a oğul yada kız yakıştırması yada cahiliye toplumlarında yaşayan putçuluktan esinlenerek yüce Allah’ın uknumlar şeklinde yarattıklarından biriyle sentez oluşturduğunu söylemesidir.
İlahlık ve kulluk. Bu gerçeğin dışında herhangi birşey ve bu temelin dışında bir temelin varlığı söz konusu değildir. İlahlıkla kulluk yada kullukla ilahlık arasındaki bağın dışında bir bağ mevcut değildir.
Bu gerçek, her türlü bulanıklıktan, şüphe ve gölgeden kurtulmadığı sürece -hayatları istikamet bulamayacağı gibi- insanların düşünceleri istikrara kavuşamaz.
Evet, Rableriyle aralarındaki bağın gerçek mahiyetini iyice kavramadıkları ” sürece insanların, düşünceleri istikamet bulamaz, bilinçleri yerine oturamaz.
O, ilahlarıdır, onlar da O’nun kulu. O, yaratıcılarıdır onlar da yaratık. O, sahipleridir onlar da O’nun mülküdür. Tümü de bu bağda eşit durumdadır. ‘. Hiç kimsenin oğulluğu söz konusu değildir. Yüce Allah’ın herhangi biriyle ‘ birleşmesi de mümkün değildir. Bu yüzden herkesin sahip olduğu ve istediği ‘ zaman yönelip elde edebildiği bir şeyin dışında, herhangi birinin O’na yakınlık . kurması mümkün değildir. Bu da, takva ve salih ameldir. Bu ise, herkesin gücü dahilindeki bir şeydir. Ancak onun oğlu olmak ve O’nunla birleşmek. İşte bunlar olmayacak şeylerdir.
Hayatları, ilişkileri ve hayattaki görevleri hiçbir zaman istikamet bulamaz, hep birlikte bir tek Rabbin kulları oldukları gerçeği gönüllerinde yer etmediği sürece. Bu nedenle biricik otorite sahibinin karşısındaki konumları birdir. O’na yakınlık kurmak ise herkesin gücü dahilindedir. Bu durumda Allah ile insanlar arasındaki tüm aracılık iddiaları geçersiz olur. Herhangi bir fert, toplum yada insanlardan bir grup nesilden nesile geçen hakları iddiası da boşta kalmış olur. Bunun dışında insanların toplumsal hayatlarında, düzenlerinde ve bu düzen içindeki konumlarında köklü bir eşitlik düşünülemez.
O halde sorun sadece bu sağlam temel üzerinde kalbin huzurunu sağlayan soyut bir inanç sorunu değildir. Bunun yanında, hayat düzeni, toplumsal bağlar, uluslar ve nesiller olarak insanların birbiriyle ilişkileri sorunudur da.
Bu, İslâm’ın eliyle gerçekleşen insanlık için bir yeniden doğuştur. Kulların Rabbine kul olmak suretiyle, kullara kul olmaktan kurtulmuş özgür insanın doğuşu. Bu yüzden İslâm tarihinde Allah’ın oğlu yada tanrısal uknumların tamamlayıcısı uknum adına insanları ezen, kendine kul-köle edinen bir “kilise” olayı yaşanmamıştır. Bilindiği gibi kilise, otoritesini oğulun yada uknumun otoritesinden alıyordu. Aynı şekilde İslâm tarihinde, egemenlik yada kanun koyma hakkının, Allah’a yakınlığından ve O’nun onayından kaynaklandığını iddia ederek “tanrısal hak”la egemenlik sürdüren kutsal bir otoritenin de izine rastlanmamıştır.
Bir yandan kilisenin ve papaların öte yandan, kilisede olduğu gibi kendileri için kutsal bir hak iddia eden Patriklerin Avrupa’da oğul yada uknum birleşimi adına ileri sürdükleri “kutsal hak” iddiaları, “Haçlılar”ın İslâm toprağın talan etmek için saldırmalarına kadar sürdü. İslâm ülkesinden, “kutsal hak”ka karşı devrim fikrini edinerek, geri dönmüşlerdi. Reform adıyla “Martin Luter” “Kalvin” ve “Zenceli” hareketleri bundan sonra başlamıştır. Bu hareketler, temelde İslâm’dan İslâm düşüncesinin berraklığından, insanoğlundan kutsallığı ve egemenlik ayrıcalığını kaldıran özelliğinden etkilenerek başlamıştı. Çünkü İslâm inancında sadece ilahlık ve kulluk gerçeği yer alıyordu.
Burada Kur’an-ı Kerim, İsa’nın tanrılığı ve oğulluğu, (Uknumlardan biri olan) kutsal ruhun tanrılığı ve Allah’la birlikte her tür oğulluk ve tüm şekilleriyle tanrılık iddialarına ilişkin net cevabı veriliyor. Kur’an-ı Kerim Hz. İsa’nın Meryem’in oğlu ve Allah’ın kulu olduğunu ayrıca, Allah’a kul olmaktan kaçınmayacağını, Allah’a yakın meleklerin de onun kulları olduklarını ve O’na kul olmaktan kaçınmayacaklarını bildirerek doğru ile yanlışı ayırıcı sözü yerleştiriyor. Aynı zamanda tüm yaratıkların Allah’ın huzurunda toplanacağını, ona kul olmayı kendilerine yediremeyenleri acıklı bir azabın beklediğini ve O’na içten kul olanları da büyük bir mükafatın beklediğini bildiriyor:
“ne Mesih Allah’a kul olmaktan kaçınır ve nede Allah’a yakın melekler. Kim Allah’a kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa bilsin ki, Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.”
Kuşkusuz Meryemoğlu İsa-Mesih, Allah’a kul olmaktan büyüklük taslayarak kaçınmaz. Çünkü O -Allah’ın peygamberi ve elçisi olduğundan- ilahlık ve kulluk gerçeğini ve bu ikisinin bir araya gelmez mahiyetlerinin farklı olduğunu çok iyi bilir. Yine O, Allah tarafından yaratılmış olduğunu çok iyi bilir. Allah tarafından yaratılmış olanın, Allah gibi yada O’nun bir parçası gibi olamayacağını çok iyi bilir. Tek ve pekiştirilmiş gerçek olmakla beraber Allah’a kul olmanın değerinden bir şey eksiltmediğini ve Allah’a kulluğun yaratılma ve meydana gelme nimetini inkar eden kafirlerden başkasının küçümseyip kaçınmadığı bir mertebe olduğunu da en iyi bilenlerden birisidir. Allah’a kulluk, yüce Allah’ın peygamberlerini nitelendirdiği bir mertebedir. Üstelik peygamberlerin durumu son derece üstün ve O’nun katında oldukça onurlu bir durumdur. Aralarında Ruhul Kudüs, Cebrail’de olmak üzere Allah’ın yakın meleklerin durumu da İsa ve diğer peygamberlerin durumu gibidir. O halde İsa’ya tabi olanlar, O’nun kendisi için hoşnut olduğu ve çok iyi de bildiği bir şeyden niçin kaçınıyorlar?
“… Kim O’na kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa bilsin ki Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.”
Onların kaçınmaları ve büyüklük taslamaları yüce Allah’ın gücüyle onları huzurunda toplamasına engel olamaz. Kullar üzerindeki mutlak ilahlık otoritesidir bu. Bu konuda onlarla, yüce Allah’a içtenlikle kul olup ona teslim olanlar arasında bir fark söz konusu değildir.
Ancak gerçeği bilip, Allah’a gerçeği gibi kul olanların ve bu bilgi ve kabullenmenin doğal sonucunun salih amel olduğunu bilerek hareket edenlerin mükafatları fazlasıyla verilecektir.
“… Kul olmayı kendilerine yediremeyip büyüklük taslayanları da acı bir azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah’tan başka hiçbir dost, hiçbir yardım edici bulamazlar.”
Yüce Allah, kulluklarına ve ibadetlerine muhtaç olduğundan yada mülkünde bir artma veya eksilme söz konusu olduğundan kullarının içtenlikle kullukta bulunmalarını ve sadece kendisine ibadet etmelerini istemiyor. Aksine, hayatları ve konumları gibi düşünce ve duygularının da doğrulması için ilahlık ve kulluk gerçeğini bilmelerini istemektedir. Çünkü düşüncelerin, duyguların, hayat ve konumların istiklal bulması ancak, bu sağlam temele dayanmakla mümkün olur. Bu gerçeği bilmek; ardından kabullenmek, sonra da hayata geçirmekle mümkündür.
Yüce Allah, bu gerçeğin açıkladığımız tüm boyutlarıyla insanların gönüllerinde ve hayatlarıyla yerleşmesini dilemektedir. Kulların kulluğundan kurtulup bir tek Allah’ın kulluğuna yükselmeleri ancak bu şekilde mümkün olur çünkü. Bu evrende ve yeryüzünde gerçek otoritenin kime ait olduğunu bilmelerini istemektedir. Böylece sadece O’na ve O’nun hayat sistemine ve şeriatına bir de, hayatlarına sadece onun sistemi ve şeriatıyla hükmedene boyun eğerler. Herkesin O’na kul olduklarını bilmelerini istemektedir. Sadece O’nun için yüzlerini ve alınlarını eğip ve O’ndan başkasına karşı alınlarını dik tutmaları için. O’nun için secde ve rukuya varmakla yalnızca, Allah’ı anıp O’ndan başkasını zikretmemekle, despotların ve tağutların karşısında üstünlük duymalarını istemektedir. O’na yakınlık kurmanın hısımlık yada soy bakımından olmadığını aksine, takva ve salih amelle mümkün olduğunu bilmelerini istemektedir. Böylece Allah’a yaklaşmak için yeryüzünü bayındır hale getirip salih ameller işlemiş olurlar. İlahlık ve kulluk gerçeğini gereği gibi bilmelerini istemektedir. Bu sayede yeryüzünde Allah’ın otoritesini korumuş olurlar. Allah adına bu otoriteyi ele geçirmek isteyenlere karşı çıkıp, her işi Allah’a döndürmüş olurlar. Böylece hayatları düzelir, bu temel üzerinde yücelir, onurlanırlar.
Bu büyük gerçeği değerlendirmek, insanların bakışlarını sadece Allah’a bağlamak, kalplerini O’nun hoşnutluğuna, davranışlarını takvasına veya, hayat düzenlerini sadece O’nun iznine şeriat ve sistemine bağlamak, insanların yeryüzündeki hayatlarına iyilik, üstünlük, özgürlük, adalet ve doğruluk saçan bir hazinedir. İyilik, üstünlük özgürlük, adalet ve doğruluktan ibaret bir besin kaynağıdır. Tüm yeryüzü hayat boyu yararlanır. Yüce Allah’ın, içtenlikle kul olan ve salih ameller işleyenlere ahirette vereceği mükafata gelince, kuşkusuz bu, O’ndan bir onur ve üstünlüktür. Allah’ın bağışından bir bolluktur.
Bu açıklamaların ışığında, İslâm’ın getirdiği ve mensupları tarafından bozulmadan, nesillerin geçmesiyle değiştirilmeden önce tüm risaletlerin ve tüm peygamberlerin çağrısının temeli olduğunu bildirdiği net şekliyle iman sorununa bakmamız gerekmektedir. Bu olaya, onunla birlikte onur, özgürlük, adalet ve doğruluk buldukları ve hem sembolik kulluk davranışlarında hem de hayat nizamında kullara kulluktan kurtulup, tek basına Allah’a kul oldukları insanlığın yeniden doğuşu gözüyle bakmalıyız.
Allah’a kul olmaktan kaçınanlar, sınırsız mercilere kul olma zilletini yaşarlar. Arzu ve ihtirasların, kuruntu ve hurafelerin kulu olmak alçaklığını tadarlar. Kendileri gibi olan insanlara kul olurlar. Onların önünde eğilme alçaklığını yaşarlar. Kendileri gibi insan olan kulların düzenlerini, şeriat ve kanunlarını, değer ve ölçülerini, hayatlarına uygulamak suretiyle aşağılık bir hayat sürdürürler. Bunlar ve onlar Allah’ın katında bir oldukları halde, onları bu dünyada Allah’ın dışında ilahlar edinirler. Ahirette ise;
“…Acı bir azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah’tan başka hiçbir dost, hiçbir yardım edici bulamazlar.”
Kuşkusuz bu, Kur’an’ın akışı içinde şu ayetin Ehl-i Kitap’tan hıristiyanların o zamanki ve kıyamete kadarki tahriflerine karşılık sunulan semavi inançlarda yer alan önemli bir sorundur.

SON ÇAĞRI

Bu yüzden -geçen derste Ehl-i Kitap’tan yahudilerle karşılaşmanın sonunda yapıldığı gibi- tüm insanlığa yönelik bir çağrı yer almaktadır. Son risaletin Allah’tan bir kanıt taşıdığı ve onun karanlıkları ve kuşkuları dağıtan bir nur olduğunu bildirmektedir. Kim bu nur aracılığıyla doğru yolu bulur ve Allah’a sarılırsa, Allah’ın rahmeti tarafından kuşatıldığını görecek kendini, Allah’ın lütfu içinde bulacaktır. Böylece bu nur sayesinde Allah’ın dosdoğru yolunu bulacaktır:

174- Ey insanlar size Rabbinizden kesin kanıt geldi ve size apaçık bir ışık indirdik.
175- Allah kendisine inanıp sarılanları rahmetine, bol bağışına kavuşturacak, onları doğru yola iletecektir.


Bu Kur’an, insanların Rabbinden insanlara, bir kanıt taşımaktadır.
“… Ey insanlar size Rabbinizden kesin bir kanıt geldi.”
Onu insan sözünden ve insan sanatından ayıran ilahî sanatın mührü orada açıkça görülür. Hem söz hem d:. anlam bakımından. Bu olay o denli açıktır ki, kimi zaman Arapça’dan bir tek harf bile anlamayanlar bile, insanı dehşete düşürecek şekilde kavrayabilirler.
Bir geminin güvertesinde Atlas okyanusunda Newyork’a doğru yol alıyorduk. Bu arada çeşitli Arap ülkelerinden müslüman yolculardan altı kişi ve gemide çalışan bir çok Sudanlı’yla birlikte güvertede Cuma namazı kıldık. Kur’an’dan ayetler de içeren Cuma hutbesi okundu. Çeşitli ülkelere mensup diğer yolcular da etrafımızda halka tutup seyrediyorlardı.
Namazın sonunda -İslâm’ın namazından duyduğu derin etkiyi ifade etmeye gelenler arasından, Yugoslavya’daki komünist rejimden kaçıp Amerika’ya gitmekte olan bir bayan yanımıza yanaştı. Gözleri yaş doluydu, kendini zor tutuyordu. Konuşurken sesi titriyordu. Zayıf bir İngilizceyle bile “Kıldığınız namazda açıkça görülen huşuya hayran olmaktan kendimi tutamadım. Ancak ben bunun için gelmedim. Sizin dilinizden bir tek harf bile anlamıyorum fakat, başka hiçbir dilde bulamadığım müzikal bir ahenge sahip olduğunu görüyorum. Bu arada hatibin konuşmasında bazı bölümler vardı ki sesler arasında uyum daha belirgindi. Bu bölümler ruhumda apayrı bir etki bırakıyordu. dedi.
Tabii belirgin bir uyuma ve özel bir etkileme gücüne sahip bölümlerin Kur’an ayetleri olduğunu anlamıştım.
Arapça bilmeyen herkes için bu, geçerli bir kuraldır demek istemiyorum. Ancak bu Kur’an’ın, belirgin bir özelliği olduğu da kuşkusuzdur.
Bu dilin tadına varanlar ve onun üsluplarını kavrayacak özellikte olanların durumu, Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’in bu Kur’an’la yüzyüze getirdiği insanların durumu gibidir. Ahnes b. Şureyk, Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil Amr b. Hişam’ın ayıplandıkları halde gizlice Kur’an’ı dinlemeye gelmeleri olayı meşhurdur. (İbn-i Hişam siretinin Mektebeti Ticariyenin Hicaz baskısının 1. c., 337. sayfasında İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed bin Müslim b. Şihab b. ez-Zührî anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb Ebu Cehil b. Hişam ve Beni Zühre müttefiki Ahnes b. Şûreyk b. Amr Vehb es-Sakafi bir gece Resulullah’ı evinde namaz kılarken dinlemek üzere yola çıktılar. Herbiri bir yerde oturup O’nu dinlemeye koyuldu. Hiç kimse diğerinin yerini bilmiyordu. Geceyi O’nu dinlemekle geçirdiler. Şafak söküncede oradan ayrıldılar. Ancak yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınayarak şöyle dediler: “Bir daha böyle birşey yapmayın, aptalın biri sizi görürse içine kuşku düşürürsünüz.”
Sonra da dağıldılar. İkinci gece herbiri tekrar aynı yerine gelip geceyi onu dinlemekle geçirdi. Şafak sökünce de dağıldılar. Yine yolda birbirleriyle karşılaştılar. Önceki sefer birbirlerine söylediklerini tekrarlayıp dağıldılar. Üçüncü gece tekrar gelip sabaha kadar O’nu dinlediler. Oradan ayrılırlarken tekrar yolda karşılaştılar. Bu sefer “Bir daha gelmemek üzere anlaşalım” dediler. Böylece anlaşıp dağıldılar.) Bu örneklerden sadece bir tanesidir. Hangi nesilde olursa olsun zevk sahibi olanlar bu yönden Kur’an-ı Kerim’de bir özellik, bir güç ve apaçık bir kanıt olduğunu anlarlar.
Ancak Kur’an’ın anlamına, taşıdığı düşünceye, belirlediği hayat sistemine, yerleştirdiği düzene ve hayat için koyduğu plana gelince; onları burada ayrıntılı bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Ancak içindeki kanıtlar, geldiği kaynağı ve bunun da insan sanatı olmadığı gerçeğini göstermektedir. Çünkü o, insanın mühründen farklı eksiksiz bir sanatın mührünü taşımaktadır.
Ayrıca bu Kur’an’ın aydınlatıcılık özelliği de vardır: “… Size apaçık bir ışık indirdik.”
Bu ışığın aydınlığında eşyanın gerçek mahiyeti tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. Hak ile batıl arasındaki yol ayrımı belirlenmiş ve çizilmiş olarak, hem ruhun derinliklerinde hem de pratik hayatta belirir. Öncelikle nefis bu ışık sayesinde her yanının aydınlandığını görür. Karanlık dağılıp yok olur. Gerçek olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Öyle ki insan, bu kadar açık ve kolay anlaşılır olmasına rağmen nasıl olur da bu gerçeğin görülmediğine hayret eder.
İnsan, bir dönem ruhuyla Kur’an atmosferinde yaşarsa, düşüncesini, değer ve ölçülerini ondan alırsa algılar, karşısında bir kolaylık bir basitlik ve açıklık hisseder. `
Kendisine sıkıntı veren bir çok düşüncenin ferahlığa kavuştuğunu ve kolaylıkla gerçek durumunu algıladığını görür. Allah’ın elinden çıktığı günkü gibi fıtrî arılığına ve temizliğine yeniden kavuşmak için üzerine bulaşan parazit fazlalıkları bir kenara atar.
“Size apaçık bir ışık indirdik” ifadesi için söylediklerimiz her ne kadar az ise de, bunun tadına varmayana, onu içinde hissetmeyene sözlerimle bu gerçeği tasvir etmem imkansız. O halde bu anlamları kavramak için zorluklara katlanmak gerek. Bizzat tatmak zorunludur. Doğrudan doğruya denemek kaçınılmazdır.
“Allah kendisine inanıp sarılanları rahmetine bol bağışına kavuşturacak, onları doğru yola iletecektir.”
Allah’a sarılmak O’na inanmanın zorunlu bir sonucudur. İman sağlıklı olduğu zaman, kişi hem Allah’ın hem de O’na yönelik herşeyin kulluğunun gerçeğini anladığında önünde sadece Allah’a bağlanmaktan başka yol kalmaz. Çünkü tek başına otorite ve güç sahibi odur. İşte böylelerini yüce Allah rahmetine ve lütfuna kavuşturuyor. Ahiret hayatından önce bu dünyada rahmetine sokuyor onları. O sonsuz alemdeki lütuftan önce şu fani dünyada bolluk lütfediyor. İman, şaşkınlık, bunalım ve hiçliğin çölünde yer alan yemyeşil bir vahadır. Ruh sapıklığın kavurucu sıcağından kaçıp, iman gölgesine sığınır. Aynı zamanda iman, toplumsal hayat düzenin -daha öncede değindiğimiz gibi onurluluk, özgürlük, temizlik ve doğrulukla dayandığı bir temeldir. Bu sayede insan gerçek konumunu bilir, Allah’ın kulu, O’ndan başkasının efendisi… İslâm’ın getirdiği şekliyle iman düzeninden başka hiçbir düzende böyle birşey söz konusu değildir. Bu düzen, insanları kullara kulluk yapmaktan kurtarıp yalnızca Allah’a kul yapar. İlahlık birlendiği zaman, tüm yaratıklar kullukta eşitleşir. Otorite ve hakimiyet tek başına Allah’a verildiği kişi kendisi gibi bir insanın koyduğu kanuna boyun eğmez. Böyle bir durumda ne kadar özgür olduğunu söylese de ona kulluk yapmış olur.
İman edenlerse, hem şu andaki hayatlarında hemde ahiretteki hayatlarında Allah’ın rahmeti ve lütfu ile kuşatılırlar.
“… Onları doğru yola iletecektir.”
Ayette geçen “ileyhi” kelimesi ifadeye bir tasvir unsurunu katmaktadır. Mü’minleri Allah’ın eli tarafından Allah’a yönelik doğru yolda hareket ettirilirken adım adını O’na yaklaştırılırken çizmektedir adeta. Görerek Allah’a inanan ve güvenle O’na sarılan birinin ruhunda hissedeceği bir ifadedir bu. Her an doğru yolda olduğunu önünün apaçık olduğunu hissediyor. İnsan doğru yolda O’na doğru yol alırken Allah tarafından yaklaştırıldığını hissediyor.
Bu tadına varılarak anlaşılabilen bir anlamdır. Tadmadan anlamak mümkün değildir.

176- Senden fetva isterler. Onlara deki; geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah size şu hükmü öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi varsa mirasının yarısı kız kardeşine düşer. Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın ölen kız kardeşinin mirasının tamamını alır.

Eğer adamın iki kız kardeşi varsa bunlara mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem erkek hemde kız kardeşleri varsa erkeğin payı kızın payının iki katı olur. Allah şaşırmayasınız diye hükmünü böyle açıklıyor. Allah herşeyi bilir.
Böylece, aile ilişkileri ve onun doğurduğu toplumsal yükümlülüklerle başlayan sûre, diğer birtakım toplumsal düzenlemeler de içererek son buluyor. “Kalale”ye ilişkin hükümleri tamamlayarak son buluyor. -Kalale aralarında Hz. Ebu Bekir’in (r.a) de bulunduğu bir grup bilginin görüşüne göre çocuğu ve babası olmayan kimsedir-.
Bu hükümlerin bir kısmı surenin başlarında yer almıştı. Soyu bulunmadığı zaman akrabalık yönüyle kalale’nin mirasına ilişkin hükümleri içeriyordu. Ayet şöyleydi:
“Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetlerini yerine getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı size düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte biri sizin olur.
Eğer siz geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz vasiyetiniz yerine getirildikten sonra ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın dörtte biri eşinize düşer. Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki payı sekizde birdir.
Eğer bir erkek yada kadın geride ne ana-baba ve nede çocuk bırakmaksızın ölür (Kalale) de erkek yada kız kardeşi bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiçbirine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür.
Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına karşı yumuşaktır.” (Nisa Suresi, 12)
Şimdi kalalenin mirasına ilişkin kısım tamamlanmaktadır. Şayet ne çocugu ne de babası olan ölünün öz ya da babası bir kız kardeşi varsa, kız, kardeşinin bıraktıgı mirasın yarısını alır. Aynı şekilde erkek de şayet çocuğu ve babası yoksa -hak sahiplerinden sonra- kız kardeşinin bıraktığına varis olur. Şayet iki tane öz yada baba bir kız kardeşlerse o zaman kardeşlerinin bıraktığı mirasın üçte birine varis olurlar. Erkek ve kızların sayısı fazlaysa -mirastaki genel kural uyarınca- erkek kadının payının iki katını alır. Hem öz hem de baba bir erkek ve kız kardeşleri mirastan düşürürler.
Miras ayeti ve onunla birlikte sure, her şeyi bütünüyle Allah’a döndüren, hak ve görevlerin düzenlenmesini, malı olsun olmasın her şeyi Allah’ın şeriatına bağlayan Kur’an’ın değerlendirmesiyle son bulmaktadır!
“… Allah şaşırmayasınız diye size hükmünü böyle açıklıyor. Allah her şeyi bilir.”
Genel ve kapsayıcı bir ifade “herşeyin mirasla ilgili olsun olmasın herşeyi bilir. Aile ve toplum ilişkilerini, hüküm ve yasalarını bilir. Bundan sonra ya herşeyi kapsayan Allah’ın açıklamasını uymak vardır ya da sapıklık. İnsan hayatı için bir üçüncüsü bulunmayan iki yol:
Hidayetin ta kendisi olan Allah’ın yolu ve sayıklıktan ibaret olan ondan başkasının yolu…
Kuşkusuz Allah doğrusunu söylüyor.
“Haktan sonra sapıklıkta başka ne var ki?”

NİSA SURESİNİN SONU

(Fi Zılal-il Kur'an Seyyid Kutub)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
ayet, fizilal’il, kur’an, kutub, nisa, seyyid, suresi’nin, tefsiri,


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Nisa Suresi’nin126-162. Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 19:55
Nisa Suresi’nin 90-125 .Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 19:44
Nisa Suresi’nin 56-89.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 15:03
Nisa Suresi’nin 29-55.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 14:29
Nisa Suresi’nin 1-28.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 13:51