IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 30 Mart 2014, 08:42   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Maide Suresi’nin 1-26.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub




1- İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü verir.
2- Ey müminler Allah ‘ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kâbe’ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı
ile Kâbe yi ziyaret etmeğe gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe ye sokmadılar diye bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah’tan korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah’ın azabı ağırdır.
3- Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinede kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.


Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.
Kurban edilecek hayvanların cinsleri, kurban yerleri ve zamanları konusundaki tüm bu helâl ve haramlar “sözleşmeler” kapsamına girmekte ve tümü “İman anlaşması”na bağlanmaktadır. Bu “İman anlaşması”, müslümanların helâl ve haramları, sadece Allah’tan almalarını, bu hususta başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli kılmaktadır. Bu yüzden, sözün başında onlara “Ey müminler” diye seslenilmiş ve peşi sıra helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir. “İlerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı.” Başkaca bir kaynağa veya başkaca bir temele dayanmaksızın, sadece Allah’ın helâl kılmaya ilişkin hükmü ve izni gereğince “haram kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar” dışında kalan ve “bütün hayvanlar” ifadesinin kapsamına giren av ve kurban hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve mubah olmuştur.
“Haram kılınanlar”dan hemen aşağıda bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak, kimi de her yer ve her zamanda haram kılınmıştır. “Behimet’ül en’am”, deve, inek ve koyunu içermekte ve bunların -vahşi, inek, yabani eşek ve ceylanlar gibi- vahşilerini de kapsamaktadır.
Sonra bu genel ifadeden bazı istisnalar yapılıyor. İlk istisna, ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: “…İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile…”
Burada haram, ilkin bizzat avcının durumu ile çakışmaktadır. Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın sıradanlığından ve alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah’ın emin yurt kıldığı, harem beytinde O’na yönelinmektedir. Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan vazgeçilmelidir. Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir fıtrattır. Orada, hayatı bağışlayan karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ hissedilir. Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların ve diğer hayvanların avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma sebebi olan geçim zorlukları orada hafifler. Amaç o zaman diliminde hayatın alışkanlık ve bayağılıklarından soyunup bu parlak ve engin ufka doğru yükselmektir.

Surenin akışı, genel helâl hükmünün istisnalarını açıklamaya geçmeden önce bu “sözleşme”yi en büyük “sözleşmeye” bağlıyor ve iman edenlere bu “söz”ün kaynağını hatırlatıyor: “Allah, dilediği hükmü verir” dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği ile hükmetme yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak biri yoktur. O’ndan başka hükmedecek de, hükmünü iptal edecek de yoktur. Bu O’nun dilediğini helal, dilediğini de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.
Ardından, iman edenleri, Allah’ın haramlarını helal kılmaktan sakındıran bir sesleniş geliyor: “Ey müminler, Allah’ın ibadet amaçlı sebeblerine, yasak olan aya, Kâbe’ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kâbe’yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz…”
Burada “Allah’ın ibadet amaçlı sembolleri” ifadesinin hemen akla gelen en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac ya da Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü’l Haram’a getirdiği kurbanlığı kesene değin, haram olan şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi içinde bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada onları ihlal etmek, bu “sembolleri” koyan Allah’ın haram kılmasını küçümsemektir. Çünkü Kur’an’ın konusal sıralanışı, bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu kuralların tümünü Allah’a bağlıyor.
Haram aylar, Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem’dir. Allah bu aylarda savaşmayı haram kılmıştır. Araplar İslâm öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman kimi kahinlerinin ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin isteği üzerine bu ayları başka bir yıla ertelerlerdiler.
İslâm gelince, Allah bunların haramlığına hükmetti ve bu haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:
“Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır. İşte bu, dosdoğru dindir.” (Tevbe Suresi, 36)

Ardından İslâm, ayların ertelenmesinin küfürde ileri gitme olduğunu ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki hüküm, Allah’ın emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların haramlığını gözetmeyen düşmanların, bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve onları müslümanlara karşı kolayca zafer kazanacağı uygun bir ortam elde etmemeleri için, o aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında, müslümanların da karşı koyma hakları vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda savaşın hükmünü Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır. “Kurbanlık”; Kâbe’yi ziyaret edenlerin Hacc ve Umresini bitirdiğinde kesmek üzere yanında getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı kesmekle sona erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir. Helâl sayılmamasının anlamı, henüz vakti gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık “Hacc”da kurban günü, “Umre”de ise, Umrenin bitiminde kesilebilir. Kurban eden, derisinden, yününden ve diğer uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz, tamamını fakirlere dağıtır.
“Gerdanlıkları (kelaid), sahipleri tarafından Allah’a adandıklarının bir belirtisi olarak, boyunlarına işaretler takılan hayvanlardır. Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları vakitte kesilene kadar otlağa salınır. Allah’a sunulduklarının belirtisini taşıyan ve kesilecekleri vakte kadar serbest bırakılan hediye kurbanlıklar bu sınıfa girer.
Bu işaretli adakları belirlendikten sonra, amacı dışında kullanmak haramdır. Adandıkları amaç dışında kesilemezler. Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve herhangi bir tehlikeden korunmak isteyen kişinin kendisine taktığı işaretlere denir. Bu işaretler, haram bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu kişiler hiçbir düşman saldırısının olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar. Bu görüşün taraftarları bunun, daha sonra gelen “Başka birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine baş aşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir.” (Nisa Suresi, 91)
“Ey inananlar, (Allah’a) ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, 28) ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.

“Gerdanlıklar” Allah’a adak olarak işaretlenen hayvanlardır” şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve Umrede kesmek için belirlenen armağan kurbanlardan bahsedildikten sonra söz konusu edilmektedir. Böylece yüce Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret ve Allah’ın hoşnutluğunu isteyerek Beytü’l Haram’a yönelen, Rablerinin nimetini ve hoşnutluğunu arayarak Haram’ın güvenliği altına almış ve Beytü’l Haram’da onlara “Eman” vermiştir. Daha sonra, ihramdan çıkıldığında ve haram bölgesi dışında avlanma helal kılınıyor. Beytü’l Haram’da avlanma ise yasaktır. “İhram’dan çıkınca avlanabilirsiniz” Allah haram ayları “Güvenlik süresi” yaptığı gibi, Beytü’l Haram’ı da “Güvenli yer” kılmıştır. Orası, insanların, hayvanların, kuşların ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir güven olan bu eman, bu ümmetin babası Hz. İbrahim’in duasının karşılığı olarak, Beytullah’ın etrafını kuşatır. Her yılın tam dört ayı, insanların tadım, doygunluğunu ve güvenliğini hissettiği bir barış dönemi olarak İslâm’ın gölgesindeki tüm yeryüzünü bu “mutlak güven ortamı” kaplar. Bu; güven ortamını gerçekleştiren şartların sağlanmasına istekli olunsun, Allah’ın söz ve anlaşması her yıl periyodik olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu haremde ve güvenlik bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma yapanları anlaşmalarını yerine getirmeye ve onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin kişisel duygu ve düşünceler ile tereddütlerin etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları, daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların ruhlarında derin yara ve acılar bırakmış ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış olmasına rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman ümmetin görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi, kendi büyüklüğüne yaraşır bir görevdir.

İSLAM VE CAHİLİYYET

“Vaktiyle sizi Kâbe’ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapın, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah’ın azabı ağırdır.”
Çünkü bu ümmete Rabbi tarafından, kendisinin tırmanması yanısıra insanlığı da çıkarması ve bu aydınlık ufku oluşturması görevi de yüklenmişti.
İşte bu, insanlara önderliğinin, otoritenin ve şahitlik görevinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm’ın uygun gördüğü ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle, insanlara birer örnek olma uğrundaki mü’minlerin karşılaşacakları güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri gerekir.
Böylece insanların ilgi duyacakları ve sevecekleri İslam’ın güzel bir- tanıklığı yapılmış olur. Bu zor bir yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle insanların nefsine ağır gelmez. Zaten onlara güçlerinin üzerinde bir şey yüklememiştir.
İslam insanın kızma ve gazaplanma hakkına sahip olduğunu kabul eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık sebebiyle saldırıya geçme hakkını tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve sakınmada yardımlaşılmasını emrediyor. Allah’ın azabı ile korkutuluyor ve sadece O’ndan sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi baskı ve denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı bu duygular ile -Allah’tan sakınıp, hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.
Allah’ın koyduğu yöntemi isteyen İslâm terbiyesi Arapların gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır. Halbuki onlar bu seviyeden ve onu başarmaktan çok uzak idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve edindiği prensip “Zalim de olsa mazlum da kardeşine yardım et” cümlesinde özetlenebilirdi. Araplar, kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve sakınmadakinden daha üstün idi. Yardım anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık üzerine yapılırdı. Cahiliye devrinde hak üzere yeminleşme pek azdır.
Bu Allah’a bağlı olmayan ve gelenekleri ve ahlâkları Allah’ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan bir durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye prensibinde özetlenmiştir:
“Zulmeden de, zulmedilen de olsa
Zalimde, mazlumda kardeşine yardım et.”
Bu prensibi bir cahiliye şairi bir başka şekilde şöyle dile getirmektedir:
“Ben cahiliye kabilesinin bir ferdiyim,
Kabilem isyan ederse ben de isyan ederim.
O doğru davranırsa ben de doğru davranırım.”
Daha sonra müslümanlara “Vaktiyle sizi Kâbe’ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız, Allah’tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah’ın azabı ağırdır.” (Maide Suresi, 7) diye seslenmek ve onları eğitmek için Allah’ın belirlediği bir sistem olan “İslâm” geldi.

Bu ilahi sistem, kalpleri Allah’a bağlamak, ahlâk ve değer ölçülerini O’nun ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap olmayan tüm insanlığı cahiliyye kabileciliği ve tarafgirliğinden kurtarıp, dost ve düşmanlar karşısındaki davranışları düzenlerken ortaya çıkacak kişisel reaksiyonları, ailevî ve kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak için geldi. Böylece “insan” Arap yarımadasında yeniden doğmuş oldu. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanan “insan” doğdu. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında “insan”ın yeniden doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni dirilişidir. İslâm öncesi Arap yarımadasında yalnızca “Zulmeden de olsa, zulmedilen de, kardeşine yardımcı ol” şeklindeki fanatik cahiliyye taraftarlığı vardı. Yeryüzünün geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından başkaca bir şey yoktu.
Bu cahiliyye çizgisi ile İslâmî ufuk arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin “yerleşik” zulmeden de olsa zulmedilen de, kardeşinin tarafını tut” prensibi ile Allah’ın “Vaktiyle sizi Kâbe’ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah’tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah’ın azabı ağırdır.” ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne büyük bir farktır!

DİNİNİZİ BÜTÜNLEDİM

Ayetlerin akış sırası karşımıza, surenin başındaki “Behimetü’l en’am”ın helal oluşundan istisna edilenlerin dökümünü çıkarıyor.
“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar, son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinde kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.
Bugün kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkır da günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.”
Leş, kan ve domuz etinin hükmü ve bu hükmü insan ilminin ulaşabildiği sınırlar içinde Allah’ın hüküm koymadaki hikmeti ve sebeplerinin belirlenmesi yukarıdaki bu haramlara ait Bakara suresinin 173. ayeti tefsirinde geçmişti. Şimdi insan ilminin bu haramların hikmetini anlayıp, anlayamamasını bir yana koyarsak ilahi ilim bu yiyeceklerin temiz olmadığını tesbit etmiştir. Bu tek başına yeterlidir. Allah ancak pis (habis) olanları ve insan hayatının herhangi bir yönüne zarar veren şeyleri haram kılar. İnsan bilgisinin bu zararı keşfetmiş olmaması ise ayrı bir olaydır. Zaten insan bilgisi, bütün zararlı ve faydalı şeyleri kapsamakta mıdır acaba?
Allah’tan başkası için kesilenler ise, öncelikle, imanın gereklerine temelden aykırı oldukları için haramdırlar. İman, Allah’ı bir sayma, ilahlıkta tek kabul etme ve imanın gereklerini bu tevhid anlayışı ile temellendirmedir.
İmanın bu gereklerinin ilki şudur: Niyet ve fiillerin hepsinin sadece Allah’a bağlanması, bütün iş ve hareketlerin sadece O’nun adıyla yapılması ve bunlarda yalnızca O’nun adının anılmasıdır. Allah’tan başkası adına kesilen ve Allah’tan başkasının adı anılan şeyler haram olduğu gibi, başkalarının adı anılmasa da Allah’ın adı anılmayan kurbanlar da haramdır. Çünkü bu, imanı temelinden sarsar. Böylece yapılanlar da imandan kaynaklanmamıştır. Bu yüzden o da pistir, leş, kan ve domuz eti gibi pislikler arasına dahil edilir.
Boğulmuş, vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, süzülmüş ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar da -canlı iken yetişilip kesilmedikleri taktirde leş sınıfına girerler ve onun hükmünü alırlar. Bunların ayrı bir hükmü olabileceği şeklindeki bir şüpheye fırsat tanımamak için, ayette açıklanmışlardır. Bu konudaki ayrıntılı bilgi fıkıh kitaplarındadır. Kesme, hayvanın ne zaman “kesilmiş” sayılacağı gibi problemler öne sürülmüştür. Kimi hemen ölümüne neden olacak veya hükmen ölü sayılmasını gerektirecek şekilde yaralanan hayvanın “kesim”ini bu hükümün dışına çıkarmıştır. Bunun anlamı bu tür hayvanların ölmeden önce “kesilseler” bile “arındırılmış” sayılmamalarıdır.
Kimi de, yarasının şekline bakmadan can taşırken yetişilip kesildiğinde hayvanı “arındırılmış” sayar. Geniş bilgi için, fıkıh kitaplarının ilgili konularına bakılabilir.
Dikili taşlarda (Bunlar, müşriklerin cahiliyye döneminde Kabe’de yanlarında kurban kestikleri ve kurbanın kanına buladıkları putlar ve benzeri taşlardır.) kesilen hayvanlar, putlara kurban edilmeleri sebebiyle, kesilirken Allah’ın adı anılsa bile haramdırlar. Çünkü bu durum, .Allah’a şirk koşma kapsamına girmektedir.
Son olarak (fal okları) oklarla fal bakma meselesine gelince; müşriklerin bir işe başlarken veya bitirirken danıştıkları oklardır. Üç veya yedi tane oldukları söylenir. Bunlar, Arapların yaygın adeti olan kumar oynama işlevini de görürlerdi. Deve üzerinde kumar oynarlardı. Ortada kumarbazlardan her biri için bir ok bulunur, bu oklardan birini o, okun temsil ettiği budur der ve deveye sahip olurdu. Allah oklarla fal bakmayı haram kılmıştır, bu yolla hayvan kesimini de -bu tür kumar olduğu için- yasaklamıştır.
“Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.”
Ölesiye aç kalan kimse, günah işlemeyi ve harama girmeyi amaçlamadığı taktirde, haram kılman bu yiyeceklerden yiyebilir. Yenilecek miktar, fıkıh bilginleri arasında ihtilâflıdır. Bu miktar, ölümden korunacak kadar mıdır? Yoksa doyasıya yenilebilir mi? Yine yiyeceksiz kalınacağından korkulduğunda başka öğünler için de saklanabilir mi?
Bunların ayrıntısına girmiyoruz. Bu noktada, bu dinin sağladığı bir kolaylığı daha bilmemiz bize yeter. O, zor durumlarda, günaha veya çaresizliğe düşülmemesi için ayrıntılı hükümler koymuştur. Ayrıca her emrini, kalpteki niyete ve Allah’tan tam sakınmaya bağlamıştır. Zor durumda kalana, harama dalmayı amaçlamadıktan sonra ne günah ne de ceza vardır. “Şüphesiz ki yüce Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir”. Haram olan yiyecekleri incelemeyi burada noktalıyor ve bu konudaki ayetlerin arasına yerleştirilen şu cümlenin üzerinde özellikle durmak istiyoruz: “Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim”. Bu ayet, yüce Kur’an’ın indirilen son ayetidir. Çünkü risaletin olgunlaştığı ve nimetin tamamlandığını ilan etmektedir. Hz. Ömer uzak görüşlülüğü ve açık kalpliliği ile Hz. Peygamberin yeryüzündeki son günlerini geçirdiğini hissetmiştir. Hz. Peygamber emaneti yerine getirmiş ve risaleti tebliğ etmiştir. Artık geriye sadece Allah’a hesap verme kalmıştır. Ve Hz. Ömer’in kalbi ayrılık gününün yaklaştığını hissederek ağlamaktadır.
Konusu kesimlik hayvanların helal ve haram olanları bildirmek olan ayetlerin arasını ayıran yukarıda da açıkladığımız amaçları içeren surenin genel akışındaki bu sözler neyi göstermektedir?
Bu sözler önce, yüce Allah’ın şeriatının hiçbir şekilde bölünemiyeceğini gösterir. İster düşünce ve inanca ister ibadetlere, helâl ve harama ya da toplum ve devletlerarası hukuka ilişkin olsun tamamı mükemmeldir. İşte tüm bunlar, yüce Allah’ın bu ayette mükemmel kıldığını bildirdiği “din”dir. Ve iman edenlere tamamladığını bildirdiği “nimeti”dir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin olanlar ile ibadete, helâl ve haramlara ilişkin olanlar ya da toplum devletlerarası hukuka ait hükümler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Bunların tamamı, Allah’ın müslümanlara seçtiği İlâhî sistemi oluşturmaktadır. Bu sistemin bir kısmından sapma, tamamını terk anlamına gelir. Bu “din”e karşı gelme, dolayısıyla bu “din”den çıkma anlamını taşır.
Mesele, belirttiğimiz şekildedir. Allah’ın müslümanlara seçtiği bu sistemden bir şeyi atmak ve onun yerine insan yapısı bir şey eklemek açıkça Allah’ın ilahlığını kabul etmemektir. Bu özelliklerden bazısını bir insana yakıştırmak Allah’ın yeryüzündeki otoritesine isyan ve böylece ilahlık özelliklerinin en büyüğü olan “hakimiyet” iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir. Bu da, açıkça bu dine isyan ve doğal olarak, bu dinden çıkmaktır. “Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir..”
Kafirler onu iptal etmekten, ortadan kaldırmaktan ya da tahrif etmekten ümitlerini kestiler. Çünkü Allah, onu mükemmel kıldı ve kıyamete değin sürmesine hükmetti. Onlar, harpte zor durumdaki müslümanları yenebilirler, fakat bu dine üstünlük sağlayamazlar. Onu tahrife kalkışanların çok olmasına tuzak kuranların kuvvetine ve bu dönemlerde mensuplarının kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve tahrif edilemiyen -kıyamete değin korunmuş tek dindir. Allah, yeryüzünde bu dini, bilen ve onu gelecek nesle teslim edene değin, tamamen anlayıp koruyan bir topluluktan yoksun bırakmayacaktır. Kafirlerin bu dinden ümitlerini kestikleri şeklindeki Allah’ın vaadi gerçektir.
“O halde onlardan korkmayın, benden korkunuz.”
Kafirler bu dine hiçbir şekilde el uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin canlı bir tercümanı oldukları, yükümlülük ve sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında hükümlerini ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz çevirmedikleri sürece hiçbir zarar veremezler.
Yüce Allah’ın, Medine’deki İslâm toplumuna yönelik bu teklifi o kuşağa has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve yerdeki tüm iman edenlere seslenmektedir. “İman edenlere” diyoruz. Çünkü Allah’ın kendilerine seçtiği bu dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya görüşleri olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar- “müminler”dir. “Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”
Bugün yani bu ayetin indiği “Veda haccı günü” Allah bu dini noksansız kılmıştır. Ona birşey eklemek isteyen, artık ne ilave edebilir ki? Müminlere olan en büyük nimeti, bu mükemmel ve kapsamlı sistemle yerine gelmiş ve onlara din olarak “İslâm”ı seçmiştir. Dünya görüşü olarak bu sistemi benimsemeyen ise, Allah’ın müminlere seçtiği şeyi tepmiş olur.
Müslüman, bu sarsıcı sözler karşısında duruyor. İçerdiği bu büyük köklü yönlendirmeler, yükümlülük ve görevler peşi sıra gözü önünden geçiyor.
Müslüman önce, bu dinin tamamlanması noktasında duruyor. İlk insanın doğuşundan, ilk Peygamber’den bu son risalet olan tüm insanlara gönderilen Ümmî Peygamber’in risaletine değin aynen iman kervanı, geçit resmi yapıyor. Ne görüyor? Birbirine bağlı bir şekilde uzayıp giden, bu hidayet ve nur kervanını görüyor. Uzun yol üzerindeki işaretlerini görüyor. Fakat son Peygamber’in önceki tüm peygamberlerin, sadece belirli bir zaman periyodu için, özel bir görevle ve sadece belirli bir topluma gönderildiklerini görüyor. Bu yüzden tüm bu peygamberler bu çerçeve ile sınırlanmış ve bu zaman parçasına -mahkum olmuşlardır. Onların tümü, tek bir ilaha -ki bu tevhittir- çağırmışlar, sadece bu tek ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir -bu da dindir-. Hepsi herşeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilaha boyun eğmeye çağırmışlardır -bu da İslâm’dır-. Fakat her biri, toplumun, çevrenin, zaman ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine ilişkin farklı bir şeriat getirmiştir.
Ve nihayet Allah, insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekan ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün “insan”ları muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’i gönderdi. Mekan, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm “insan”ı muhatap alan bir risalet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez “insan fıtratı”nı muhatap almaktadır. “Allah’ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur.” (Rum Suresi, 30)
Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat herşeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekan değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekan faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların herbiri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel prensipleri ve ayrıntılı bölümleri sayesinde bu din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve bu çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve yenilenmesi için “insan hayatı”nın ihtiyaç duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve nizamnameler içermektedir. Yüce Allah müminlere şöyle buyurmuştur: “Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim”. Onlara hem inanç hem de şeriatın eksiksiz tamamlandığını ilan etmiştir. İşte din budur.
Bir müminin, bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması zaman ve mekana uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah’ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz.
Kur’an’ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah’ın da tanıklığı ile “insan”a her zaman ve mekan için gelmiş olan dinin “şeriati”dir. Daha önceki peygamberler gibi, sadece belirli bir topluma, belirli bir nesle ya da mekana özel değildir.
Ayrıntılı hükümler, olduğu gibi kalsınlar diye gelmişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin insan hayatına, izinde geliştiği bir çerçeve çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak, imanın çerçevesi dışına taşmaktır.
“İnsan”ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. “Dünkü şeriat, bu günkü şeriat değildir” denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah’tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur.
Müslüman, ikinci olarak “Allah’ın bu dini mükemmel kılarak, müminlere olan nimetini tamamlaması” olayı karşısında duruyor. Bu nimet, insanın yetişip olgunlaştığını gösterdiği gibi, gerçek “insan”ın duygusunu gösteren müthiş bir nimettir. Bu “insan”, ilahını bu dinin kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce Rabbinin hoşnut olduğu bu dinin bütünün tanıttığı şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan önce mevcut değildi. Bu “insan”, sırf Allah’a kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce, herhangi birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah’ın yapısı olan ve O’nun otoritesinin oluşturduğu şeriat sayesinde “eşitliğe” ulaşmadan önce, mevcud değildi.
İnsan bilgisi, bu dinin ortaya koyduğu büyük gerçekler sayesinde, bu “insan”ın doğuşunu gerçekleştirdi. Eğer insan bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun oluş sırasında “hayvan” ya da “robot insan” olması mümkündür.
Fakat o, ancak Kur’an’ın ortaya koyduğu şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde tam anlamıyla bir “insan” olabilmiştir. Bu şekil ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı diğer şekiller arasında büyük fark vardır.
Eğer insanoğlunun hayatında bu şekil gerçekleştirilirse “insan”ın insanlığı tam olarak ortaya konmuş olur. Böylece Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki itikadî düşünce sayesinde, duyu organları ile algılanan dışında bir şey idrak etmeyen “hayvanî hisler”den çıkıp, hem algılananları, hem de algılanamıyanları, görünür ve görünmez alemi, madde ve madde ötesini idrak edebilen “insanî düşünce” dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı “hayvanî duyu organları”nın dar çerçevesinden kurtarır.

Tevhid sayesinde, kullara kulluktan sırf Allah’a kulluğa yönelerek bütün düşmanları karşısında eşitlik, bağımsızlık ve üstünlük sağlar. O, kullukta sadece Allah’a yönelir, dünya görüşünü, şeriat ve düzeni sırf Allah’tan alır ve yalnız O’na dayanıp, yalnız O’ndan korkar.
İlgilerini geliştirip, eğilimlerini paklaştırır; gücünü, hayvanî içgüdülerini ve aşağı arzularını dizginleyip, hayra ve yüceliğe yöneltmek için toplar ve ilahi sistemi gerçekleştirmiş olur.
Cahiliyye gerçeğini tanımayan ve felaketlerini tatmayan kimse, Allah’ın bu din ile gönderdiği nimetin gerçeğine eremez. Cahiliye her dönem ve mekanda Allah’ın uygun bulmadığı şekilde hayat sürmektir. Cahiliyeyi tanıyan ve inançdaki, düşüncedeki, yaşamdaki belalarına uğrayan kimse, Allah’ın bu dinle gönderdiği nimetin gerçeğini bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve mekanlardaki cahiliyyetin, inanış ve düşüncedeki sapıklık ve körlük felaketlerini, hayret ve şaşkınlık belalarını, boşluk ve kirli musibetlerini tanıyıp anlayanlar, yalnızca, İslâm düzeni sayesinde imanın gölgesinde sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan kimselerdir.
Cahiliyenin hayatı düzenleyen sistemlerin bütün disiplinlerinde varolan isyan ve arzuların felaketlerini, anarşi ve karışıklıkların belalarını, ifrat ve tefritin musibetlerini bilip, anlayanlar, yalnızca İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen hayat nimetini tanıyıp, tadan kimselerdir.
Bu Kur’an’a ilk kez muhatap olan Araplar, bu sözleri anlıyor, tanıyor ve gerçeğini idrak ediyorlardı. Çünkü bu sözlerin içeriği, bu Kitab’a muhatap olan neslin bizzat yaşamında somutlaşıyordu.
Cahiliyeyi ve onun inanca ilişkin düşünce sistemini ve toplumsal yapısını, kişisel ve toplumsal ahlâkını, tatmışlardı. Yanısıra onlar Allah’ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini, Allah’ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm’la verdiği nimetin gerçeğini anlayarak cahiliyenin bütün unsurlarından yüz çevirmişlerdir.
İslam onları, cahiliyye bataklığında bulmuş, zirveye giden dosdoğru yola çıkarmıştır. ( Bu mesele Nisa Suresinin giriş kısmında açıklanmıştır.) Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden yeryüzünde çevrelerinde bulunan diğer milletlere, şimdi kendi cahiliye dönemlerindeki geçmiş yaşamlarına baktıkları gözle baktılar.

İslâm onları, putları, melekleri, cinleri, yıldızları ve ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş hurafe inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş cahiliyenin bataklığında buldu. Onları buradan kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha… herşeye güç yetiren, merhametli, her şeyi gören, bilen ve haberdar olan, adaletli, mükemmel, kendisine yakın ve yardımına koşan kimsenin aracılığına yer vermeyen herkesin kendisine kul olduğu ve kulluk ettiği tek ilaha iman ufkuna çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden kurtardığı gün, aynı zamanda kahin ve reislerinin sultasından da özgürlüğe kavuşturdu.
İslâm onları, kimilerinin iddia ettiği gibi cahiliye demokrasisinden değil, cahiliyenin ana çerçevesi, sınıf farkları, çirkin gelenekler ve otoriteyi ele geçiren herkesin kalkıştığı despotluklardan ibaret olan “aşağılık toplumsal düzeni”nden kurtardı.
“Zulmetme kudreti”, ta kuzeyden güneye kadar tüm Arap yarımadasının önderleri, kabile reisleri ve idarecilerinin yerleşik geleneğine göre güç ve etkinlikle aynı anlamı taşıyordu. Necaşi’nin şairi, saldırdığı kişiyi küçük düşünmek için şöyle hicvederek kötülüyordu: “Onun kabilesi, ne zimmetini (anlaşmasını) bozar, ne de kalben zerre kadar zulmeder”. “Bir Arap meliki olan, Hacer b. Haris, Beni Esed’i sopa ile kendisine itaate zorladığı zaman Şairleri Ubeyde b. Ebras şu şiiri ile ona yakardı:
“Sen onların içinde hükümdarsın,
Onlar ise kıyamete değin köledir,
Onlar senin kamçına boyun eğmişlerdir.
Huzae’nin uysal yarış atı gibi…”
“Ömer b. Hind, halkı kendisiyle perde arkasından konuşmaya zorlayan, kabile reislerinin annelerini, sarayında hizmetçi olmaları için zorlayan bir Arap hükümdarı idi.” Yine bir Arap meliki olan Numan b. Menzir, terörde o kadar ileri gitti ki, kendisine iki gün belirledi: kendisini ziyârete gelen herkesi hesapsız nimete boğduğu hoşnutluk günü ve sabahtan akşama değin kim gelirse öldürdüğü “öfke günü”.
Kuleyb Vail’in otoritesi hakkında anlatılır ki O bu ismi, avdan başladığı yerde, nara attığı için almıştır. Narasını işiten hiç kimse ona yaklaşmaya cesaret edemezdi.
Yine anlatılır ki: “Avf vadisinde hiç özgür yoktur”. Çünkü onun otoritesinin delili olarak oraya ve çevresine hiçbir hür yaklaşamazdı. Oradaki hürlerin tamamı, köle konumunda idi.”
İslam onları, âdetler, gelenekler, toplumsal ilişkiler ve ahlâk konusunda da cahiliye bataklığı içinde buldu… Onları, kız çocuklarını diri diri gömme, perişan haldeki kadınlar, içki, kumar, serbest cinsel ilişki, hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla karışım ve ihtilaf, dışardan gelecek ciddi bir saldırı karşısında ne ittifakları ne de güçleri bulunmadığı gibi kan davaları, baskınlar, yağmalamalar ve soygunlar sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir toplum yapısına sahip halde iken buldu. (Bakınız, Fil Suresi tefsiri) Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin Kabe’ye saldırısı gerçekleşmiş kendi aralarında müthiş sert olan kabilelerin tümü bu saldırı karşısında aciz ve perişan olmuşlardı.
Onlar bu durumda iken, İslâm onları bir ümmet yaptı. İnsanlığın tamamı yaşamın her alanında düşük bir halde iken, onları zirveye ulaştırdı. Tek bir nesilde, hem en çukuru hem en zirveyi, hem cahiliyyeyi hem de İslâm’ı tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, yüce Allah’ın şu ayetini idrak ediyor, tadına varıyorlardı: “Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”
Müslüman bu kez Allah’ın müminlere İslam’ı din seçmesi karşısında duruyor. Yüce Allah bu ümmeti kavraması ve gözetmesi karşısında… Öyle ki onun için İslam dinini seçmiş ve beğenmiştir. Bu Allah’ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu da ifade etmektedir. Öyle ki onun için bir dünya görüşü ve sistemi seçmiştir.

Bu müthiş sözler bu ümmetin omuzlarına pek ağır bir yük bindirmektedir. O yüce gözetime denk gelecek bir yükü Allah affetsin! Bu ümmetin, peşi sıra gelecek bütün nesillerinin sahip olacağı nesneler, yüce Allah’ın bu şerefli korumasına tabii ki denk gelmez.
O’nun yayabileceği tek şey, gücü nisbetinde nimete şükretmeye ve nimet vereni tanımaya ilişkin ayrıca gerekli olanı anlayıp, gücü nisbetinde onu yerine getirmek ve kusur ve hatalardan dolayı da avf ve bağışlama dilemekten ibarettir.
Allah’ın bu ümmete İslâm’ı din belirlemesi ilkin, bu seçimin kıymetini bilmesini, sonra da gücü nisbetinde bu din doğrultusunda olmak için çabalamasını gerektirmektedir. Aksi takdirde, kendisine Allah’ın seçtiğinden başkasını tercih ederek Allah’ın hoşnut olduğunu ihmal eden kimse ne kadar zavallı ne kadar aptaldır.
O halde cezasız bırakılmaması gereken büyük bir suçtur. Allah’ın kendisi için seçtiğini terk eden serbest bırakılmamalıdır. Fakat Allah İslâm dinini tercih etmeyerek dilediklerini işleyenleri bırakıyor ve onlara süre veriyor. Bu dini tanıyıp, sonra terk eden veya ondan ayrılanların kendilerine Allah’ın onlara seçtiği dünya görüşünden başka bir dünya görüşü edineni Allah asla cezasız bırakmıyor ve ona asla süre tanımıyor. Sonuçta onlara hakkettikleri cezayı veriyor.
Bu müthiş sözler önündeki bu duruşlardan daha çoğuna gücümüz yetmiyor. Daha fazla uzatmadan, “Fî zılâl”de bu kadarla yetiniyor, surenin akışıyla birlikte gelen yeni bölüme geçiyoruz:

4- Sana kendilerine nelerin helal kılındığını soruyorlar. onlara de ki “Size temiz yiyecekler helal kılındı. Allah’ın size sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli ev hayvanları sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerlerine Allah’ın adını anınız. Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah’ın hesaplaşması çok çabuktur. ”
5- Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. İffetli ve hür mümin kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir. Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir, o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.


Bu seçkin toplumun psikolojik durumunu tasvir ediyor: İlkin yüce Allah’ın hitabıyla karşılaşmanın mutluluğuyla şereflenmeleri, sonra da, haram kılınmasından korkarak kendilerine şüpheli görünen cahiliye dönemindeki tüm davranışlardan kaçınıp, uzaklaşma titizlikleri. Onlar bu yüzden bu yeni sistemin kabul ettiği herşeyi öğrenebilmek için sorulara gerek duyuyorlar. Bu dönemin tarihini inceleyenler, İslâm’ın Arapların psikolojisinde gerçekleştirdiği bu büyük değişikliği göreceklerdir. İslâm onları şiddetle sarsıyor ve bütün cahili pisliklerden arındırıyor.
Cahiliyye bataklığında bulup zirvelere ulaştırdığı müslümanlara yeniden doğduklarını bildiriyor. Bunun yanısıra bu dini yaymanın güçlüğünü, dirilişin büyüklüğünü, kaydedilen aşamanın şahaneliğini ve nimetin bolluğunu hissettiriyor. Böylece amaçları, kendilerine bu bol lütufları veren ilahî sisteme uygun olsun ve ona aykırı davranmaktan kaçınsınlar. Bütün cahiliye dönemindeki alışkanlıklarına yönelik bu duyarlılık ve çekingenlik, bu derin bilincin ve bu güçlü sarsıntının ürünüdür. Bu yüzden, (haramları bildiren) ayeti işittikten hemen sonra, Allah Rasulüne “… kendilerine neyin haram kılındığını” soruyorlar.
Bunu henüz işlemeden önce, helal olduklarını kesin olarak bilsinler diye soruyorlar. Onlara şu cevap geliyor: “De ki; size temiz olan yiyecekler helal kılındı.”
Bu üzerinde düşünmeyi hakeden bir cevap. Bu cevap, onların duygularına şu gerçeği nakşediyor: Onlara temiz şeyler haram kılınmaz ve temiz şeylerden alıkoymazlar. Çünkü tüm temiz şeyler onlara helaldir. Kendilerine yalnızca pis şeyler haram kılınmıştır.
Gerçekten, Allah’ın haram kıldığı herşey, bozulmamış fıtratın psikolojik olarak iğrendiği leş, kan, domuz eti gibi şeyler yada mümin kalbin nefret ettiği, Allah’tan başkası adına veya putlara kesilen adaklar veya onların yanında bir çeşit kumar olan ok ve çekme gibi şeylerdir.
Bu genellemenin ardından gelen bir ifade olan; “temiz yiyecekler”e, özellikle bambaşka temiz türleri daha eklenmektedir. Bunlar için eğitilip-yetiştirilmiş, sahipleri tarafından avı nasıl yakalıyacağı öğretilmiş, yırtıcılardan doğan, şahin, pars, arslan ve köpek benzeri av hayvanlarının tuttukları avlardır:
“Allah’ın size söylediği bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz eğitimli av hayvanlarının sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve üzerine Allah’ın adını anınız. Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah’ın hesaplaşması çok çabuktur.”
Bu av için eğitilip-yetiştirilmiş avcı hayvanların yakaladıkları avların helal olabilmesi; avcı hayvanların, avlarını, sahipleri için tutmaları yani -açken ve sahipleri yanlarında yokken kendileri için tuttukları dışında- avlandığı sırada tuttuğu avını iyice koruyup, ondan yememeleri şarttır. Eğer av sırasında tuttuğu avın etinden yerse, eğitilmemiş demektir. Bu durumda yakaladıkları av, sahiplerinin değil kendilerinindir, dolayısıyla bu avları, sahiplerine helal olmaz. Eğer yakaladığı ve yediği avın büyük bir kısmını bırakıp, henüz canlı iken sahibine getirse -söz konusu av, kesilmesi ile helal olan bir hayvan bile olsa kesim ile temiz olmaz.
Allah, müminlere, av hayvanlar ile onlara olan nimetini hatırlatıyor. Onları, Allah’ın kendilerine sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirmişlerdir. Allah, bu hayvanları, onlara boyun eğdirmiş, kendilerine onları eğitme gücü vermiştir. Ve nasıl eğiteceklerini de öğretmiştir.

Bu, Kur’an’ın eğitim yöntemini örnek alan; bahsetmedik bir nokta, ortaya koymadık bir ayrıntı bırakmayan hikmetli metodun özelliğini ifade eden bir bölümdür.
Hatta insanın gönlünde şu gerçeğin hissini uyandırıyor. Bu, Allah’ın, herşeyi; evreni yaratan, öğreten, onları insanlara boyun eğdiren olduğu ve bütün erdemli davranışların, kazançların nerede olursa olsun O’na döneceği gerçeğidir. Mümin Allah’tan geldiğini, O’na döneceğini bir an bile unutmaz. Herşey O’nun varlığı sebebiyle vardır. Bütün nesneler ve olaylar O’nun gücündedir.
Mümin biran bile her güç durumunda, her ruhi bunalımında ve kalkıştığı her işte Allah’ın, ihsan ve yardımını göreceğinden şüpheye düşmez. Bunların tümü, aslında Allah’ın “terbiyeci” oluşu gerçeğine dayanır.
Allah, müminlere, avcı hayvanların yakaladıkları avlar üzerine Allah’ın ismini anmalarını, avcı hayvanları salarken bunu söylemelerini, bu hayvanların avını pençeleri veya dişleri ile öldürdüklerinde, onun kesilmiş gibi olacağını, Allah’ın ismini, av keserken veya avcı hayvanı avın üzerine salarken anmanın yeterli olduğunu öğretiyor.
Sonra ayetin bitiminde onlara, Allah’tan ve çabuk hesaplaşmasından korkmaları uyarısı yapıyor. Haram ve helalın tümünü, mümini hayatındaki tüm niyet ve amellerinin ekseni olan bu bilince bağlıyor. Hayatın tümünü, Allah’ın, yüceliğini idrak etmeye, gizli ve açıkta O’nun gözetiminde olduğunu bilmeye dayandırıyor. “Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah’ın hesaplaşması çok çabuktur.”
Helal olan yiyecekler açıklanırken, araya evlenilmesi helal olan kadınlar konusu da ekleniyor.
“Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. İffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir…”
Böylece helal yiyecek çeşitlerine, bir kez daha, ayet ile de değiniliyor:
“Bugün size temiz olan yiyecekler helâl kılındı…”
İşaret ettiğimiz anlam teyit ediliyor ve öncekiler ile yeni bahsedilen helal yiyecekler, temiz olmaları noktasında birbirine bağlanıyor.
Burada, “İslâm yurdunda”, müslüman toplum arasında yaşıyan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan Kitap Ehli’nden olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında, İslâm hoşgörüsünün aşamalarından biriyle daha karşılaşmaktayız.
İslâm onlara, “dini hürriyet” verip, (izale etmiyor) bırakmıyor.
İslâm onlara, “dini hürriyet” vermekle yetinmiyor, İslâm toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini müslümanlara, aynı şekilde müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini ziyaret edip konukları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi ve musamaha gölgesi altında gölgelenmesi için.) İffetli kadınlarını müslümanlara helal (temiz) kılıyor. Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile birlikte anıyor.
Bu, diğer din ve millet mensupları arasında, sadece İslâm’ın mensuplarının hissettiği musamahadır. Hristiyan katolikler, yine hristiyan olan ortodoks protestan yada Maruni’lerle nikahlanmada güçlük çıkarırlar. Onlara göre inancı gevşek olanlardan başkası buna yeltenmez.
Böylece, İslâm’ın evrensel bir toplum oluşturma yolunda müsamahakar davranan tek sistem olduğu, müslümanlar ile kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride başvurulmadığı, İslâm toplumunun bayrağı altında yaşayan değişik inanç mensupları arasına -özellikle ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya çıkmaktadır. (Dostluk ve yardımlaşma meselesinin hükmü ise, -sûrenin akışı içerisinde geleceği gibi- ayrıdır.) Ehl-i Kitab’ın iffetli kadınların helal olma şartı, iffetli mümin kadınlarla evlenme şartıyla aynıdır.
“Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helaldir.”
Bu şart ise, -kocanın karısını o sayede koruyup, gözettiği- dini nikah yapma amacıyla mehir verilmesinden ibarettir. Bu mal (mehir), fuhuş ve metres tutma yolunda verilmiş değildir.
Fuhuş, kadının her erkeğin olması, metres tutma ise, özel bir erkeğin kadından nikahsız faydalanmasıdır. Bu her iki yol da (İslâm, onları temizleyip-paklamadan, bataklıklardan zirvelere ulaştırmadan önce) cahiliye araplarında yaygın olup, cahili toplumun benimsediği şeylerdi.
Bu hükümleri şiddetli bir tehdit izlemektedir: “… Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa gitmiştir. O kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.”
Tüm bu hükümler, iman ile ilişkilendirilmekte, imanın kendisi veya delili oldukları sonucuna varılmaktadır.
Onlardan döneklik edenler, imanı inkar etmiş, `perdelemiş’, örtmüş olur. İmanı inkar edenin ise, ameli, boşa gider ve kabul edilmeyerek geri çevrilir. Ayetteki “boşa gider” (Habate) kelimesi, hayvanın zehirli otlakta otlayıp ölmesini ifade eder. O, batıl amelin gerçeklerini somutlaştırmaktadır. Zehirlenip şişerek telef olan hayvan gibi, amel de, telef olur, izi bile kalmaz. Dünyadaki amelinin boşa gitmesi ve batıl olması ötesinde ahirette de perişan olur.
Bu şiddetli ve korkunç tehdit, yiyecekler ve nikah konusundaki helal ve haramlara ilişkin şer’î hükmün peşi sıra gelmektedir. Bu da, bu sistemin parçalarının birbirine bağlılığına ve her parçasının kendisine aykırı davranmasının hoş görülmediği ve küçük-büyük hiçbir muhalefetinin kabul edilmediği “din” olduğunu göstermektedir.
Yiyecek ve kadınların temiz olanlarından söz edildikten hemen sonra, namaz ve namaz için temizlenme hükümleri gelmektedir.

TEMİZLENME HÜKÜMLÉRİ

6- Ey müminler, namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.
Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri heladan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.
Allah’ın istediği siz zor koşmak değildir. Fâkat O, sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye. ”


Temiz yiyeceklerden ve pak kadınlardan bahseden ayetlerin yanısıra; namaz ve temizlenmeden bahsedilmesi, av, ihram ve Mescid-i Haram’da müslümanların yaptığı işlerin hükümlerinin yanısıra; temizliğin hükmünden bahseden ayetin gelmesi, sırf tesadüf eseri yada söz akışının genel havasından uzak birşey değildir. Bu ancak, konu bütünlüğünün ve Kur’an düzeninin hikmeti gereği olarak gelmiştir.
Ayetler; İlk olarak temizliğin farklı bir türünden bahsediyor:
Pak ruh temizliğinin yanısıra, yiyecek ve kadınların temiz olanlarından. Mümin kalp burada, diğer nimetlerde bulamadığı bütünü bulmaktadır. Bu, temiz pak ve huşu içerisinde Allah’a ulaşma nimetidir. Yiyecek ve kadınlardan söz edilmesi biter bitmez temizlik ve namaz nimetine geçiliyor. (İnsan hayatındaki tüm temiz nimet türleri tamamlansın diye, “insan”ın varlığını tekamül etti.

İkincisi ise, temizlik ve namaza ilişkin hükümler; yiyecek ve evlenme hükümleri, haremin içinde ve dışında avlanma hükümleri, savaş ve barışta insanlara karşı olan tavırlara ilişkin hükümler ve sûrenin geri kalanında bahsedilen tüm hükümler; Allah’a kulluktur, tamamı Allah’ın dinidir. Bu “din” de; fıkıhta, “ibadet hükümleri” ismini alanlar ile, “muamelat hükümleri” ismini alanların birbiriyle bağlantısı koparılamaz.
Meseleleri konularına göre ve bir düzen içerisinde incelemek zorunluluğundan doğan bu ayrımın; Rabbani sistemin temelinde ve İslâm şeriatının aslında hiçbir yeri yoktur. Bu sistem, hem ona, hem de buna eşit olarak birleştirmektedir. Her ikisi hakkındaki hüküm aynıdır: Onlar Allah’ın dinini, şeriatını ve sistemini oluşturmaktadır. İtaat ve bağlılık noktasında, birbirinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Her iki parça da, ancak diğeri ile ayakta durabilir. Din ancak müslüman toplumun hayatında, her ikisi de aynı seviyede gerçekleştirildiğinde ayakta durabilir.
Tümü, Allah’ın, müminlere yerine getirmelerini emrettiği “sözleşme”lerdir. Hepsi, müslümanın, Allah’a yakınlık niyeti ile gerçekleştirdiği `ibadetler’dir.
Tamamı, müslümanın, Allah’ın kulluğa tek layık olan merci olduğunun ilanıdır. Ortada “ibadetler” ve “muameleler” şeklinde iki ayrı kategori yoktur. Bu ayrım, yalnızca bir “ıstılah” sorunudur ve ancak fıkıh ilminde kullanıla gelen bir sıralama sorunudur. Yoksa bunların tümü, hem “ibadet”, hem “farzlar” hem de, Allah ile yapılan `sözleşmelerdir. Onlardan herhangi birini ihlâl etmek, Allah ile yapılan `iman’ sözleşmesini ihlâl etmek demektir.
Tüm bunlar, Kur’an’ın değindiği inceliklerdir. Konuların akışı içerisinde gelen bu değişik hükümleri anlatmayı sürdürüyoruz…
“Ey müminler namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız, başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.
Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise, yada kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.”
Namaz, Allah ile buluşma, huzurunda durma, gizlice ve fısıltı ile O’na dua etmektir. Şüphesiz bu duruş için hazırlık gereklidir. Ruhun hazırlanması yanısıra vücudun da temiz olması gereklidir. Sanırım bu yüzden abdest alınır. Doğrusunu Allah bilir. İşte ayette sözü edilen abdestin farzları şunlardır:

1- Yüzü yıkamak
2- Dirseklere kadar kolları yıkamak,
3- Başı meshetmek,
4- Bileklere kadar ayakları yıkamak.
Bu farzlar çerçevesinde önemsiz kimi fikir ayrılıkları söz konusudur. Bunların en önemlisi, “Sözü edilen sıralama farz mıdır? Yoksa bu sıralamaya uymamak caiz midir?” şeklindeki tartışmadır. Bu konuda iki farklı görüş vardır…
Bu, abdest almanın şeklidir. Cünüblükte -ister cinsel ilişki, isterse ihtilam sebebiyle olsun- tüm vücudu yıkamak farzdır.
Ayet, abdest ve guslün farzlarını açıkladıktan sonra, teyemmümün hükmünü izaha geçiyor. Teyemmüm, aşağıdaki durumlarda söz konusu olur:
1- Abdestsiz kişinin su bulamayacağı durumda.
2- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin sudan zarar görecek şekilde hasta olması durumunda.
3- Yıkanması veya abdest alması gerektiği halde, kişinin yolculukta olması durumunda.
Ayet, abdestin gerektiği duruma “biriniz helâdan geldiğinde” ifadesi ile işaret ediyor. Helâ, insanların tabii ihtiyaçlarını giderdikleri mekandır. “Helâdan gelmek” sözü, büyük veya küçük ihtiyacı gidermekten kinayedir.
Ayet, guslün gerektiği duruma ise, “veya kadınlara dokunduğunda” ifadesi ile, işaret ediyor. Çünkü bu ince ifade, “cinsel ilişkiyi” kinaye yoluyla anlatmada yeterlidir.
Bu durumlarda abdestsiz veya gusülsüz kişi, -teyemmüm yapmadan- namaz kılamaz. Teyemmümü ise, -hayvanın sırtında veya duvarda bulunan tozlar bile olsa- temiz toprak adı verilebilen şeyler ile yapılır. Eller toprağa vurulur, sonra silkelenir, sonra eller yüze sürülür ve kollar dirseklere kadar sıvazlanır. Yüz ve eller için bir veya iki vuruş gerekir. Bu konu ihtilaflıdır.
Burada “kadınlara dokunduğunuzda” ayetinin kastettiği anlam çevresinde, fıkhî ihtilaflar söz konusudur. Bu mutlak olarak “dokunma” mıdır yoksa, “cinsel ilişki” midir?
Şehvetle veya şehvet duymadan yapılan bütün dokunmalar buna dahil midir? Bu sorularda fikir ayrılığına düşülmüştür. Her hasta teyemmüm eder mi yoksa, sudan zarar görecek hasta mı teyemmüm eder? sorusu da ihtilaflıdır. Soğuk su varsa hastalık ve eziyet korkusu ile teyemmüm olur mu? Tercih edilen görüşe göre “evet”.
Ayetin sonunda şu ifade yer alıyor:
“Allah’ın istediği sizi zora koşmak değildir. Fakat O sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye..”
Temizlenmek -daha önce de belirttiğimiz gibi- Allah ile buluşmada gerekli bir durumdur. Bu ruh ve beden düzeyinde, abdest ve gusül gerçekleşir. Teyemmüm ise, sadece bu temizliği sağlar. Su bulunmaması veya suyun kullanılmasında zarara uğranılması durumlarında, teyemmüm ile temizlenme caizdir. Görüldüğü gibi, Allah, insanları günaha sürüklemek onlara, zorluk yüklemek ve güç gelen şeyleri teklif etmek istemez. O ancak, onları temizlemek, bu temizlik ile üzerlerindeki nimetini tamamlamak onları, nimetine şükretmeye -daha çok arttırması için- yöneltmek diler. Bunlar, bu sağlam ve kolay sistemdeki fayda, üstünlük, kolaylık ve gerçekliktir, pratikliktir.
Ardından, ayetin önümüze serdiği abdest, gusül ve teyemmümün hikmeti ile karşılaşıyoruz:
“Size yönelik nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz diye…”
Ayet bizi, İslâm’ın duygular ve konularda aynı derecede gerçekleştirdiği bütünlüğe götürüyor. Abdest ve gusül, sırf vücudun temizlenmesi değildir. Çünkü böyle olsaydı; “Bedevi arapları gibi bizim de bu işlemleri yapmamıza gerek yoktur. Çünkü biz medeniyetin gereği olarak, banyoya giriyor ve organlarımızı temizliyoruz” diyenler haklı olurdu.
Bu işlemler, müslümanın Rabbine yöneldiği tek bir ibadetde ve amelde (ruh ve beden temizliğini) birleştirmek amacıyla, hizmet etmektedir. Ruh temizliği daha ağır basmaktadır. Çünkü su kullanılması mahzurlu olduğunda, sadece daha ağır basan -yani ruh temizliği için- bu yanının gerçekleştiği teyemmüm yapılır. Bütün bunlardan öte bu din, her durumu, tasvir ve şartlarda sağlam bir sisteme yönelten ve hikmetini bütün bu durumlarda gerçekleştiren genel yöntemi sebebiyle böyledir. Bu hikmeti, (herhangi bir durumda) ortadan kalkar ve de değişikliğe uğrar.
Biz ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık bir kitap olmaksızın fetva vermeden önce, bu inancın gizliliklerini anlamaya ve Allah’a karşı bildiklerimiz ve bilmediklerimizde aynı derecede edebli olmaya yönelelim. (Bu durum, zekat ve mali vergilerde de böyledir. Mesele uzundur, doyurucu tafsilat veremiyoruz. Bu konu ilerde yine gelecektir.)
Abdest veya gusül ile temizlenmek mahsurlu olduğu, yada diğer zararlar söz konusu olduğu zaman, namaz kılmak için teyemmüm almak olayı, bizi, İslâm sisteminin namazın önündeki tüm engelleri kaldırarak onun ikamesine ne kadar istekli olduğunu göstermektedir.
Bu yargımız, korku halinde kılınan namaz, hastalık halinde imkan nisbetinde oturarak veya yatarak kılınan namaz gibi, diğer hükümler de bağlantılıdır. Tüm bu hükümler, namazın kılınmasına yönelik isteğin derecesini ve sistemin insan üzerindeki eğitsel amaçlarını gerçekleştirmek için, bu ibadete yüklediği görevin sınırlarını ortaya koymaktadır. Çünkü, Allah ile buluşmak ve huzurunda durmak; derin tesirler yapmakta, en zor şartlarda. bile ihmal edilmemekte ve müslüman bu duruşu, bu buluşması sonucu, Rabbi ile olan buluşması arasına hiçbir engel sokulmamaktadır. Hiçbir sebeple ertelenmemektedir. Çünkü namaz, kalbin yakarışı, gölgelikte istirahat ve buluşma sevincidir.

ADALETİN DAYANDIĞI TEMEL NOKTA

Temizlenme hükümleri ve daha önce geçen hükümlerin ardından iman edenler; Allah’ın kendilerine olan iman nimeti ve onlarla yaptığı dinleyip itaat etmek -İslâm’a bu `sözleşme’ ile girilir- sözleşmesi hatırlatılmakta. Yanısıra Allah’tan korkmaları ve O’nun gönüllerde olanı bildiği belirtilmekte:

7- Allah’ın size yönelik nimeti ile “Duyduk ve uyduk ” dediğiniz zaman, O’na verdiğiniz bağlayıcı sözü hatırlayınız. Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, kalplerinizin özünü bilir.

Bu Kur’an’a ilk kez muhatap olanlar, -yukarda da belirttiğimiz gibi Allah’ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin değerini anlıyorlardı. Çünkü onlar,nimetin gerçeğini; varlıklarına, hayatlarına, toplumlarına ve tüm insanlar arasındaki konumlarına sevk ediyorlardı.
Bu yüzden bu nimete değinmek ve sadece işaret etmek, yeterli oluyordu. Çünkü kalplerinin yönelişleri ve hayatlarındaki yüce gerçeğe bakışları somut tu.
Yanısıra, dinleyip itaat etmek üzere söz verdikleri konusunda, Allah’ın sözüne değiniliyor ve onlara tanıdıkları bildikleri gerçekle hatırlatılıyor.
Bir taraftan da, Allah ile yaptıkları `sözleşmeleri’ karşısında Allah’ın huzurunda durmanın, duyguda uyandıracağı yüce hislerin tesirinde bırakıyor.
Bu konum, gerçeğine sarılıp, tam anlamıyla düşünüldüğünde anlaşılacağı gibi, müminin duygularında büyük etkiler yapan bir durumdur. Bu yüzden AI!ah aynı ayette onları, takvaya ve kalplerinde ve ortaya dökülmemiş düşüncelerinde bile O’nun gözetimini hissetmeye yöneltiyor.
“…Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah kalplerinizin özünü bilir.”
“Kalplerin özünü bilir” ifadesi Kur’an’da karşılaştığımız canlı ve duygulandırıcı bir ifadedir. Taşıdığı incelik, güzellik ve ibretlere değinmek yerinde olacaktır.
“Kalplerin özünü bilir” gönüllerin sahibi, arkadaşı, ayrılmaz yoldaşı anlamında olup; gizli hisler, düşünceler ve sırlardan kinayedir. Kalbin, sürekli ve devamlı yanında olma özelliğini taşıdığını ifadelendiren bu sözler, gizlilik ve sırlarının Allah’ın ilminde apaçık ortada olduğunu ve Allah’ın “Kalplerin özünü” bilmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Allah’ın müslüman ümmetten aldığı söz; “insanlara adaletle davranma”yı da içermektedir. Dengesi, sevgi veya düşmanlık sebebiyle bozulmayan hısımlık, çıkar veya şahsi arzular gibi herhangi bir olgunun etkisinde kalmayan “katıksız adalet”. Diğer tüm sebeplerden öte, yalnızca Allah için ayakta tutulan, Allah’ın gözetimi ve kalplerin gizlediklerini bildiğinin şuuruna varılmasından kaynaklanan adalet.. Bundan dolayı şöyle sesleniliyor:

8- Ey müminler, her davranışınızda Allah’ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum budur. Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram’a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, sağlam ilahî eğitim metodu sayesinde kendilerini Allah’a yükselten, nefis hakimiyeti ve hoşgörünün ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar, kinleri yüzünden adaletten sapmaları men edilen kimselerdir.
Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır. Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zaptetmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir. Ardından bu husustaki yardımları sıralıyor:
“Ey müminler, her davranışınızda Allah’ı gözetin..”
Bunu başka bir yardım izliyor:
“Allah’tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
İnsan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah’ın dışındaki herşeyden uzaklaşıp ve herşeyi yalnızca O’nun için yerine getirmeden, O’ndan sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O’nun gözetiminde olduğunu duymadan, kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah’a adamak ve O’nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını, bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca yukarda bahsettiklerimiz, bu vicdanı, o zirveye ulaştırmaya yeteneklidir.
Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, “katıksız adalet” ile davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O’nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.
Benimsesin benimsemesin, tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir.
Bu, güç ve gayret isteyen bir iş olmasına rağmen, bu ümmetin insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.
Bu ümmet, İslâm’a göre yaşadığı günlerde, prensipleri yerine getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut bir tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük hayatta uygulanan bir realite, insanlığın gerek daha önce ve gerek daha sonra benzerini göremediği bir gerçektir. Bu aydınlık İslâm devirleri dışında, böylesi bir seviyeye ulaşılmamıştır.
Bu konudaki pek çok örnek, tarih sayfalarında yer almaktadır. Bu örnekler şuna tanıklık etmektedir:
Bu ilahî öğütler ve farzlar; bu ümmetin hayatında ve gerçeklik dünyasında rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu ümmetin günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür. O, ne ulaşılmaz hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir misaldir. Bu noktada o, insanların ona denk başkaca bir yol bulamadıkları hayat realitesidir.
Bu yüce zirvenin, her yerde ve her dönemde -Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye türlerine olan üstünlüğü göz önüne alınca; Allah’ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile, insanın insan için icad ettiği sistem arasındaki büyük farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin sonuçları ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem de, zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.
İnsanlar bu prensipleri biliyorlar ve onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında yürürlüğe koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu insanlarla, öğütlediği bu prensiplerin gerçeklik aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli olan, insanları, bu prensiplere çağırmak değildir. Fakat asıl önemli olan, kimin onları bu prensiplere çağırdığı ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve zihnin üzerindeki otoritesi önemlidir. Yine önemli olan, insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.
Bu prensiplere yönelik dini çağrının önemi; otoritesinin Allah’a dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde bir otoritesi var mı? İnsanlar bu prensipleri kabul edip onları gerçekleştirmek uğrunda tüm gayretlerini ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne karşılık verebilecektir. Binlerce davetçi adalete, temizliğe, hürriyete, hoşgörüye, onura, sevgiye ve fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların bu çağrılarının, insanların vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana getirmiyor ve gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları, Allah, hiçbir delille desteklememiştir.. Söz önemli değildir. Önemli olan, bu sözlerin arkasında kimin olduğudur. İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan davetçiden, Allah’ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin, örneklerin ve kuralların benzerlerini duymaktadır. Fakat bunların etkisi nedir? Onların fıtratı, bu direktiflerin kendileri gibi insandan kaynaklandığını idrak ediyor ve insanın damgasını taşıyan herşeyi; cahillik, acizlik, arzu ve kusur ile damgalıyorlar. İnsan fıtratı bu direktifleri temelde böyle algılamaktadır. Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi, varlıklarında bir coşkusu ve yaşamlarında -bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur. Sonra, dindeki bu “tavsiyeler”in değeri; hayatın şeklini “icraatlar” ile birlikte tekamül ettirmesindedir.
Bunlar boş yere tavsiye edilmemişlerdir. Din sırf tavsiyeler ve prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne uygulanır, ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu sıralarda bu durumu, her yerde görmekteyiz.
Hayatın tamamı için dinin yöntemine uygun bir sistem gereklidir. Ancak bu sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri uygulanabilir. Gerçekliğin ışığında uygulandığında, tavsiyeler ve “icraatlar” bütünleşir. İşte -başkasında değil ancak İslâmî anlayışta “din” budur. Yaşamın her alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din. Bu anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında uygulandığı zaman, tüm insanlık bu yüce zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer cahiliyelerin de bataklığından kurtulacak ve bu yüce zirveye tırmanacaktır. Din, minberlerdeki tavsiyeler ve camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı düzenlemekten uzaklaştırıldığında, dinin realitede asıl şekliyle var olduğu iddia edilemez.
Allah’ın, davranışlarında sırf kendisini gözeten müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik sorumluluğunu üstlenmeye ve “sözleşmeyi” yerine getirmeye teşvik etmesi zorunlu idi. Gerçekten de, Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman edip, salih amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark olacaktır:

9- Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri bağışlayacağını ve kendilerine büyük mükafat vereceğini vaad etmiştir.
10- Küfre sapıp ayetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktirler.


Bu, yüce sorumlulukları yüklenen iyilik taraftarlarına, dünya hayatından mahrumiyetine karşılık verilen bir ödüldür. Bunlar ile karşılaştırılan -yeryüzündeki insanların inad arzu ve ısrarlarına rağmen- önderlik sorumluluğunu üstlenmek, çok basit bir iş olmaktadır.
Bu böyle bir ilahî adalettir ki, iyilik taraftarlarının ödülü ile, kötülük taraftarlarının ezası denk kılınmamıştır. Bu adalete ve bu cezaya, müminlerin kalplerini ve bakışlarını çevirmek gereklidir. Bu, hayatın olumsuz şartlarından soyutlanıp, sırf Allah’a bağlanmak için şarttır. Bu konuda kalplerin, Allah’ın rızasını duyması ve bu hoşnutluğun tadını tatması yeterlidir. Nitekim sözleşmeyi yerine getirmenin tadına varmak da böyledir. Fakat sistem, bütün insanları insanın doğasıyla birlikte değerlendiriyor. Allah, böylelerinin,bağışlanmaya ve büyük ödüle olan arzusunu bilmekte ayrıca, yalanlayan kafirlerin de cezasını bilmeye, ihtiyaç duyduklarını bilmektedir.
Bu iki bilgi, insanın tabiatını hoşnut eder; akıbetine ve cezasına karşı tatmin eder ve kötülerin tavırları karşısında öfkesini yatıştırır. Özellikle hile ve tuzaklarını gördükten sonra bile, bunlara karşı tüm nefretine rağmen, adaleti uygulanmakla yükümlü olduğu hesaba katılırsa! İlahî sistem, insan tabiatını, onu her yönüyle bilen Allah’ın bilgisi ile ele alıyor, duygularına nüfuz edecek ve varlığıyla bu davete uyacak şekilde ona sesleniyor.
Bu, Allah’ın hoşnutluğunu gösteren, büyük ödül ve bağışlanmanın ötesinde bir şeydir. Allah’ın ödül ve bağışlamasındaki hoşnutluğunun tadı, nimetlerinin tadından daha üstündür.
Sûrenin akışı, İslâm toplumunda adalet, dürüstlük ve hoşgörü ruhunu (ortamını) kuvvetlendirmeyi ve düşmanlık, adaletsizlik ve öç almak duygularını zayıflatmaya geçiyor. Müslümanlara, Hudeybiye yılında olduğu gibi, müşriklerin düşmanlıkla kendilerine uzanan elleri engellendiği zaman, Allah’ın üzerlerindeki nimeti hatırlatılıyor:

11- Ey müminler, Allah’ın size yönelik nimetini hatırlayınız. Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu. Allah’tan korkunuz. Müminler Allah’a dayansınlar.

Bu ayetin kimin hakkında indiğini belirlenmesinde farklı görüşler vardır. Fakat tercih edilen görüşe göre bu ayet, Hudeybiye günü Hz. Peygambere ve müslümanlara olan sözlerini bozmaya ve onları ani boşlukta yakalamaya niyetlenen yahudi topluluğuna işaret etmektedir.
Fetih sûresinde ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, Allah, “onları müslümanların eline esir düşürmüştür.”
Olay ne olursa olsun, bu eşsiz eğitim metodunda vurgulanan ve özendirilen şey; bunun taşıdığı ibret dersidir ki, o da, müslümanların gönüllerinde bu topluma karşı yerleşmiş bulunan kin ve nefreti dindirmektir. Müslümanlar, Allah’ın kendilerinin koruyucusu ve gözeticisi olduğunu bilerek, huzur ve güven ortamında yaşamışlardır. Bu huzur ve güven ortamında, nefislerine hakim olmaları; kalplerinin yumuşaması ve adaleti kolaylıkla yerine getirmeleri amaçlanmaktadır. Böylece müslümanlar, Allah’ın kendilerini koruyup gözetmesini ve onlara uzanan elleri engellemesini düşünüp, O’na olan ahidlerini yerine getirmemekten çekinsinler.
Kur’an’ın resmettiği ifadeler karşısında biran durmayı da unutmayalım:
“Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti de, Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu…”
Ellerin uzatılması ve engellenmesi hareketinin tasviri, diğer soyut ifadelerden daha canlıdır. Kur’an’ın açıklaması, tasvir ve hareket metodunu izliyor. çünkü bu yöntem, açıklamalara mükemmellik ve duruluk vermekte.
Sanki bu ifade, ifadelendirdiği soyut gerçeği ortaya koymak, onun hareketli ve canlı bir resmini apaçık ortaya koymak için, ilk kez kullanılıyor.. İşte kur’an yolu…
Yukardaki dersimizin son bölümünde, Allah müslümanlara, onlarla yaptığı sözleşmeyi ve bu sözleşme ile kendilerine verdiği nimeti hatırlatmıştı.
Bu, Allah ile yaptıkları sözleşmeyi korumaları ve onu bozmaktan kaçınmaları içindi.

KİTAP EHLİNİN ANLAŞMAYI BOZMASI

Şimdi, Kitap Ehli’nin `antlaşmalarına’ karşı durumu ve bu `sözleşmelerini’ bozmaları sonucu hakkettikleri azabtan söz ederek, derse başlıyor. Bu da müslüman topluma tarihi bir örneği hatırlatmak ve Allah’ın değişmeyen ve kimsenin aykırı hareket edemiyeceği sünnetini ortaya çıkarmak, bunun yanısıra üçüncü bir neden olarak da Kitap Ehli’nin ve kanunlarının gerçek durumunu açıklamak, hedeflerini gütmektedir. Bu ise, Kitap Ehli’nin müslümanların saflarında kurdukları tuzakları bozmak ve gerçekte, daha önce bu dini tahrif etmiş olmalarına ve Allah’ın ahdini bozmalarına rağmen, sanki dinlerine sımsıkı bağlılarmış gibi göstererek gizledikleri tavsiye ve danışmalarını boşa çıkarmak içindir. Bu ders, Allah’ın onları Mısır’da ezilmiş halden kurtardığı sırada, Musa’nın toplumuyla yaptığı antlaşmayı sonra, bu antlaşmayı bozmalarını, dolayısıyla hidayet ve nimet ortamından lanetli ve kovulmuş durumuna düşmeleri konularını içermekte. Bunun yanında Allah’ın, “Biz hristiyanız” diyenlerle yaptığı antlaşma, onların bunu bozmaları sonucu, ayrıldıkları mezhepler arasındaki düşmanlığın kıyamete değin süreceği anlatılmakta. Daha sonra yahudilerin, o mukaddes beldeye girmek konusunda, Allah’a verdikleri söze rağmen geri dönmeleri ve Allah’ın kendileri ile yaptığı “sözleşmenin” sorumluluğundan kaçınmaları ve Hz. Musa’ya, “Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz işte burada bekliyoruz.” demelerinden söz edilmekte.
Yahudi ve hristiyanların antlaşmalarına ve bu antlaşma karşısındaki konumlarına ilişkin bu değinilere ara veriliyor, kendilerine verilen nimet ve iktidar karşılığında Allah ile olan antlaşmaları uyarınca, O’nu bir saymak ve müslümanlardan olmak üzere yaptıkları antlaşmayı bozmaları ve tüm bunlardan yüz çevirmeleri sonucunda lanetlenmişlik, bölünmüşlük ve perişanlık ile karşılaşmalarının adından da yahudi ve hristiyanların inançlarındaki sapmalar ortaya konmakta.
Böylece ayet, onların yeniden hidayete -son dinin getirdiği ve son peygamberin ilettiği hidayete- çağrılmasını da içeriyor. Daha önce çağrıldıkları “hüccet” üzerinden uzun süre geçmesi, en son gelen peygamberlerinden bu yana uzun bir ara geçmesi nedeniyle kavram kargaşalığına düştüler. İşte onlara korkutucu ve müjdeci geldi. Eski “hüccet”in hükmü kalktı ve “delil” ortaya kondu.
Bu çağrı esnasında, Allah’ın dininin temelde bir olduğu ve tüm kulları ile yaptığı, O’na iman edeceklerine, O’nu bir bileceklerine, ayrım yapmaksızın peygamberlerine iman edip destekleyeceklerine, namaz kılıp, zekat vereceklerine ve Allah yolunda Allah’ın verdiği nimetlerden infak edeceklerine ilişkin ahdin de aynı olduğu belirtilmekte, bu ahde olan sağlam inanç ve doğru bir şekilde yapılan kulluğu ve doğru toplumsal sistemin esaslarını belirlediği ortaya konmaktadır.

12- Allah, İsrailoğullarından kesin söz almış başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah onlara demişti ki; “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberime inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını beklemeksizin Allah’a borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler, sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden sonra içinizden kim kâfir olursa doğru yoldan sapmış olur.
13- Verdikleri sözlerden caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar. Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün. Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme. Hiç şüphesiz Allah iyi davrananları sever.
14- “Biz hristiyanız” diyenlerden de kesin söz almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin .saldık. Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek bildirecektir.


Allah’ın yahudilerle yaptığı sözleşme, şartı ve sonucu olan iki taraflı bir antlaşma idi. Bu ayet, antlaşmanın bağlanması ve hangi şartlar altında yapıldığını anlattıktan sonra, bu antlaşmanın maddelerini, şartını ve sonucunu tesbit ediyor. Antlaşma, İsrail denilen Hz. Yakub’un oğullarından türeyen tüm kabileleri temsil eden 12 yahudi reisle yapılmıştır. Antlaşmanın metni şöyledir:
“Allah, İsrailoğullarından kesin söz almış başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah onlara demişti ki; “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberime inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını beklemeksizin Allah’a borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler, sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden sonra içinizden kim kafir olursa doğru yoldan sapmış olur.”
“Ben sizinle beraberim”. Bu büyük bir söz. Allah’ın beraber olduğu kimseye -bu halde- kim karışabilir. Biri ona karşı koymaya bile, o gerçekte ne bir varlığa, ne de bir olan toz zerresinden ibarettir. Allah’ın yanında olduğu kişi, yolunu şaşırmaz.
Allah’ın birlikteliği yeterli olduğu gibi doğru yolu da kılavuzlar. Allah’ın yanında olduğu kimse, asla üzülmez ve hiçbir sorunu olmaz. Çünkü Allah’ın yakınlığı gönlünü rahatlatır ve onu mutlu kılar. Özetle Allah’ın beraber olduğu kişi, garantidedir ve amacına da ulaşmıştır.
Artık bu yüce konumunu yükseltmesine gerek kalmamıştır. Fakat yüce Allah, bu birlikteliği sebep ve şartlardan kopuk bırakmadığı gibi, bir onur bahşetme olayı da kılmamıştır. O yalnızca, şartları ve sonuçları olan bir antlaşmadır. ‘
1- Bu antlaşma ilkin, “namaz kılmak” yükümlülüğünü getiriyor. Bunu sıradan bir şekilde kılmak değil, kul ile ilahı arasında gerçek irtibatı sağlayan usulüne uyarak kılmak. Sağlam ilahi sisteme uygun eğitim ve arındırma unsuru olması ve kötülük ve aşırılıktan uzaklaştıran bir özellik taşıması sebebiyle Allah’ın huzurunda verdiği bir utanma duygusu ile kötülük ve günahtan uzaklaşmayı unutmamalıdır.
2- Zekat vermek… Böylece Allah’ın rızıktaki nimetine, malın ilk sahibi olduğu ve o gerçek -hükümdar ve insanlar O’nun vekilleri olduğu için- şartlarına uygun tasarruflarda bulunarak O’na itaati kabullenmek müslüman toplumun hayatını temellendirdiği esaslara dayanan toplumsal yükümlülükleri yerine getirmek ve ekonomik hayatı ise, malın küçük bir azınlık arasında el değiştiren bir imtiyaz olmaması büyük bir çoğunluğun yeteri kadar alım satıma ve tüketimden acizlikleri yüzünden genel bir durgunluk olmaması ve üretim tüketim dengesinin bozulmaması ve işlemez hale gelmemesini üstlenen sisteme göre düzenlenmesi sağlanır. Aksi halde bir yanda bolluk, diğer yanda ise sefalet olması ve toplumda her türlü bozulma ve karışıklıklara sürüklenmesi demektir. Tüm bu kötülükler ekonomik düzenin ve malın paylaşımının Allah’ın sistemine göre yapılması ile ve ayrıca zekat sayesinde önlenir.
3- Allah’ın peygamberlerine ayırım yapmaksızın inanmaktır. Hepsi Allah katından gönderilmiş, tümü Allah’ın dinini getirmiştir. Bunlardan birine bile inanmamak tümünü reddetmek , tümünü reddetmek ise Allah’ı inkardır…
İslâm sadece pasif-kuru bir imandan ibaret değildir. O, peygamberleri destekleyen, Allah’ın görevlendirdiği ve onları gerçekleştirmek için bütün hayatları adadıkları hususlarda onlara arka çıkarak yerine getirilen aktif bir davranıştır.
Allah’ın dinine iman; müslümanın inandığının muzaffer olması, yeryüzünde değerlenmesi ve insan hayatında uygulanması için çalışmayı gerektirmektedir. Allah’ın dini sırf inanca dayalı düşünce ne de sadece ibadetlerden ibarettir. O, hayatta uygulanan bir dünya görüşü ve hayatı tüm yönleriyle düzenleyen bir sistemdir.
Tatbiki için desteklenmeye, omuz verilmeye, gayret ve cihada ve tatbike konulduktan sonra da korunmaya gerek duyan dünya görüşü ve sistemidir. Aksi halde mümin sözünü yerine getirmemiş olur.
4- Zekattan başka genel infak yükümlülüğü, yüce Allah bu konuda -O herşeyin sahibi olduğu halde- `Bağışlayıcı olan Allah’a borç vermek’ deyimini kullanıyor. O’nu ihsan ettiği şeylerden Allah için infak etmeyi, “Allah’a borç vermek” olarak isimlendirmek, O’nun katmerli bir lütfudur.
İşte bunlar şartlar ve yükümlülüklerdir. Sonuçları ile şunlardır:
1- Günahları bağışlamak… İnsan hata eder. Ne kadar iyilikte yapsa, günaha düşmekten kurtulamaz. Buna göre, onun günahlarını bağışlamak; onun zayıflığını, acizliğini ve kusurlarını gideren geniş bir nimettir.
2- Altından ırmaklar akan cennet!… Bu, Allah’ın büyük bir lütfudur. İnsanın ameli ile ulaşamıyacağı, ancak insanın malından infak etmesi ve gücü yettiğince çaba sarf etmesi üzerine, Allah’ın fazlı ile ulaşabileceği şeydir…
Yapılan antlaşmanın bir de zorunlu karşılığı olan bir şartı vardır:
“… Bu sözleşmeden sonra içinden kim kafir olursa doğru yoldan sapmış olur.”
Hidayet kendisine belirtildikten, ahdinin sınırları gösterildikten, yol apaçık ortaya konduktan ve karşılığı kesinleştikten sonra ne küfreden kimse artık hidayete ulaştırılır ne de sapıklıktan kurtarılır.
Bu Allah’ın yahudilerin -tümü adına- reisleri ile yaptığı antlaşmadır. Hepsi bunu kabul etmişler, böylece ahid de herbiri ile yapılmış ve ümmetin tümüne mal olmuştur. Peki yahudiler ne yaptı? Allah ile yaptıkları antlaşmayı bozdular, sebepsiz yere peygamberlerini öldürdüler. Yahudiler Hz. İsa’yı öldürmek ve çarmıha germek için tuzaklar kurdular. Kitapları Tevrat’ı değiştirdiler ve hükümlerini yerine getirmeyip unuttular. Peygamberlerin sonuncusuna da inadla ve alçakça karşı durdular. O’na ve aralarındaki antlaşmalara ihanet ettiler. Allah’ın hidayetinden kovulmayı hakkettiler ve kalpleri -artık bir daha bu hidayete yönelmemecesine- kaskatı oldu.
“Verdikleri sözlerden caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar…”
Allah doğru söylemiştir… Bu, yahudinin değişmez karakteridir. Lanet yüzlerinden okunmakta. Çünkü hidayetten kovulmuşluk ve lanetlenmişlik cibilliyetlerine sinmiştir.
Katılık, rahmet ve sevecenlikten uzak karanlık bakışlarında ve insanı duygulardan uzak ilişkilerinde belirmektedir. Korktuklarında ve bir çıkar gördüklerinde yada bir meydan okuma ve direnç ile karşılaştıklarında ise, -riyakarca- yumuşak sözler etmeye başlarlar. Görünüşleri ve bakışlarındaki kabalık yayılmış ve kalpleri ile gönüllerinin sertliğini yansıtan bir gösterge olmuştur. Onların asıl tabiatı, sözlerin anlamını bozmak ve Musa’ya indirilen kitabın ilk şeklini tahrif etmektir. Bunu da; ya kitaba, kaypakça hedefleri doğrultusunda çok şey eklemeleri ve bunları -Allah’a iftira ile- kitabın ayetleri kabul ederek yada, geri kalan temel ayetleri de çıkar ve pis amaçları doğrultusunda tevil ederek yaparlar.
Dini emir ve hükümleri özel hayatlarında ve toplumlarında uygulamayarak ihmal ederler ve unuturlar. Çünkü bunları uygulamak onlara, Allah’ın sağlam ve temiz sistemi doğrultusunda olma sorumluluğu yüklüyor:
“… Pek azı dışında onlardan sürekli ihanet görürsün…”
Medine’de, İslâm toplumundaki yahudilerin durumunu tasvir eden bu ayet, peygambere seslenmektedir. Onlar öteden beri bilinen taraflarına uygun olarak, peygamberlere tuzak kurmaktan geri durmuyorlardı.
Bu durumları, Medine’de, daha sonra Arap yarımadasında kaldıkları sürece devam etti. Dahası, İslâm toplumu; onları barındıran, açlarını doyuran, güzellikle muamele eden ve refahlandıran, onları faydalandıran tek toplum olmasına rağmen, bu tavırları sürüp gitti.
Her zaman, -Peygamber döneminde olduğu şekilde- hile ve hiyanetliklerini sürdürerek akrepler, yılanlar, tilkiler ve kurtlar gibi, hile ve hiyanetlerine devam ettiler ve antlaşmalarına uymadılar. Müslümanların başına açıkça bela açmaya güç yetirdikleri nadir zamanlarda, tuzaklarını kurdular ve ağlarını yaydılar. Her fırsatta müslümanların üstün düşmanlarıyla güç birliği yaptılar, antlaşmalarını bozdular, ne sözlerine uydular ne de zulmettikleri müslümanlara acıdılar. Yahudilerin çoğunluğu böyledir. Nitekim yüce Allah da Kitap’da onları böyle vasıflandırmış ve öteden beri, Allah’ın sözleşmesini bozan, tevarüs ettikleri cibilliyetlerinden haber vermiştir.
Kur’an’ın, yahudilerin Medine’de peygambere karşı konumlarına dair özel ifadeleri çok nüktelidir:
“Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün…”
Her ince bir davranışın altından alçakça bir niyet, melûn sözler ve namert bakışlar. Ayet, ihanetlerini tek başına tebarüz ettirmek, ihanet havasını oluşturmak ve bütün toplumu bu sıfatın kapladığını belirtmek için, nitelenenden söz etmeyip yalnızca “ihanet” sıfatından bahsediyor, işte bu, cibilliyetlerinin ve Hz. Peygamber ile İslâm toplumuna karşı konumlarının özünü oluşturmaktadır. Şüphe yok ki, bu Kur’an, bu ümmetin öğreticisi, mürşidi, gözeticisi ve tüm yol boyunca kılavuzudur… O, düşmanlarının konumları ile Allah’ın hidayeti karşısında atalarının ve tarihlerinin durumunu ortaya koyar. Eğer bu ümmet, Kur’an’a danışırsa, direktiflerini dinlerse, kanunlarını ve hükümlerini hayatında uygularsa, düşmanları hiçbir zaman kendisine bir zarar veremez. Fakat Allah ile olan sözleşmelerini bozarsalar, Kur’an’ı yürürlükten kaldırıp onu, vaaz, nasihat ve dualarda kullanırsalar, onu güzel sesle okumalarının yanında hayattan uzaklaştırsalar hep bilinen belalar başlarına gelir. Geldide.
Yüce Allah, yahudilerin kendisi ile yaptıkları antlaşmayı bozmaları üzerine, Allah ile yapılan antlaşmayı bozmaktan kaçındırmak için, onların melûn kovulmuş ve katı kalpli oluşlarını ve kelimelerin anlamlarını tahrif edişlerini anlatıyor ve sözünde durmayan herkesin başına gelenlerin onların da başına gelmesinden sakındırıyor. Bu uyarıya aldırış etmedikleri ve diğer yollara saptıkları takdirde Allah, onlardan insanlığa önderlik yetkisini aldı ve onları şu andaki aşağılık durumlarıyla baş başa bıraktı. Eğer onlar, Allah’a döner, sözlerine sarılır ve antlaşmalarını yerine getirirlerse, Allah ta, onları yeryüzünde egemenlik,insanlara önderlik ve şahidlik konumuna tekrar getireceğine ilişkin vaadini tutar.. Yoksa, İnsanlar arasındaki bu ezilmişlikleri devam edip gider. Bu Allah’ın bir sözüdür. Allah ise sözünden dönmez.
Ayetin indiği sırada Allah’ın peygambere bu konudaki tenbihi şöyledir: “…
Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme..”
Yahudilerin kötülüklerinin bağışlanması, iyiliktir. İhanetlerinin affedilmesi, iyiliktir. Fakat bir daha affedilip bağışlanmıyacakları bir zaman geldi. Ve Allah, peygamberine onlar: Medine’den çıkarmasını emretti. Sonra bütün Arap yarımadasından çıkarılmaları emredildi. Bu da yerine getirildi.
Bunun yanısıra Allah, peygamberine ve İslâm toplumuna, “Biz hristiyanız” diyen Kitap Ehli’nden de “söz” aldığını, fakat onların da sözlerini bozduklarını ve sözlerini bozmalarının cezasını çektiklerini anlatıyor:
“Biz hristiyanız” diyenlerden de kesin söz almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek bildirecektir.”
Burada özel bir anlama gelen hususi bir tanımlama kullanılıyor:
“Biz hristiyanız” diyenlerden de…”
Bu tanımlama, “onların, hayatlarında gerçekliği olmayan bir iddia” ileri sürdüklerini göstermektedir. Ayette geçen sözün anlamı, Allah’ın “bir” kabul edilmesidir. Bu ise, hristiyanların tarihlerindeki köklü sapma noktasıdır. Bu kendilerine hatırlatıldığı halde unuttukları hisseleridir. Bu unutkanlıkları, daha sonraki bütün sapmalarına da sebep olmuştur. Nitekim -az ileride genel olarak açıklayacağımız gibi- tarihte ve günümüzde sürüp giden gruplara, menkıbeler ve fırkalar arasındaki ayrılıklar ve Allah’ın kendisi ile olan sözleşmelerini bozmaları ve onlara hatırlatılmış olan hisselerini unutmalarının cezası olarak, kıyamete değin aralarında sürüp gideceğini bildirdiği düşmanlık ve kinleri; bu unutkanlıktan doğmuştur.
Allah’ın yaptıklarının karşılığı olarak bildirdiği ve yaptıklarına uygun düşen cezalarını içeren ahiret cezası ise bunlardan ayrıdır.

“Biz hristiyanız” diyenler arasında gerek eski, gerekse modern tarihleri boyunca, Allah’ın Kitab’ında anlattığını doğrular şekilde; ayrılık kin ve düşmanlık sürüp gitmiştir. Bütün tarihleri boyunca başkaları ile yaptıkları savaşlarda akıttıklarından daha fazla kanı, birbirlerinin eliyle akıtılmışlardır. Bu, onların ister inanç çevresindeki dini tartışmaları sonucunda isterse dini liderlik çevresindeki ayrılıklardan kaynaklansın yada siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmalar nedeniyle olsun, aynıdır. Uzun yıllar boyunca bu düşmanlık ve ayrılıklar dinmemiş, bu savaşlar ve karşılıklı saldırılar son bulmamıştır. Bu durum, en doğru sözlü olan yüce Allah’ın buyurduğu gibi, sözleşmelerini bozmaları ve kendilerine hatırlatılan Allah’ın ahdinin gereğini yerine getirmeyi unutmalarının cezası olarak kıyamete değin sürecektir.
İlk madde Hz. İsa’nın ölümünün ardından, bir müddet geçtikten sonra saptıkları; Allah’ın `Bir bilinmesi’ maddesidir. Diğer sebepleri burada uzunca saymaya yerimiz müsait değildir.

VE SON ÇAĞRIYA KİTAP EHLİNİN TUTUMU

Ayetlerin akışı, yahudi ve hristiyanların Allah ile yaptıkları “sözleşmeleri” karşısında konumlarını ortaya koyduktan sonra hitabı, peygamberlerin sonuncusunun risaletini ve O’nun ümmi (okuma-yazmasız) Araplara geldiği gibi, tüm insanlara da geldiğini kendilerine bildirmek için hem yahudileri hem de hristiyanları içerecek şekilde bütün Kitap Ehli’ne yöneltiyor. Onlar buna muhataptırlar ve son peygambere uymakla emr olunmuşlardır. Daha önce söylediğimiz gibi bu da Allah ile yaptıkları sözleşmenin bir maddesidir. Son peygamber, bu konudaki Allah ile olan sözleşmelerini bozarak ellerindeki Kitap’tan gizlediklerinden pek çoğunu onlara açıklamak, onların kimini de şeriatte zorunlulukları kılmadığı için ortadan kaldırmak üzere gelmiştir. Şimdi, hristiyanların, “İsa-Mesih, Allah’tır” sözleri ile yahudilerin “Bir Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” şeklindeki sözlerle saldırıldığı gibi son peygamberin düzeltmek için geldiği sapık inançlarına da saldırılıyor. Bu hitab, herşeyi apaçık ortaya koyan risalet sonrasında, Allah katında bir delillerinin kalmadığını ve “peygamberlerin ardından uzun süre, unuttular ve işi karıştırdılar” asla hakları olmadığı belirtilerek son buluyor:

15- Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber, elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.
16- Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları, kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.
17 Allah Meryemoğlu Mesih’dir diyen/er kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa’yı annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O’na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah’ın gücü herşeye yeter.
18- Yahudiler ve hristiyan/ar “Biz Allah’ın evladları ve sevdikleriyiz” dediler. Onlara de ki; o halde O, niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O’nun yarattığı birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah’ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O’nadır.
19- Ey Kitap Ehli, “Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi ” demeyesiniz diye peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah’ın gücü her şeye yeter.


Kitap Ehli, kendilerinden olmayan ve daha önce onlara karşı üstünlük ve bilgiçlik tasladıkları ümmî (okuma-yazma bilmez) toplumdan olan bir peygamberin kendilerini İslâm’a çağırmasını çok gördüler. Çünkü onlar Kitap Ehli, diğerleri ise ümmî idi. Allah bu ümmileri onurlandırmak istediği zaman son peygamberi içlerinden gönderdi. Tüm insanları kuşatan son risaleti onlara sundu. Ve kendilerine ilim verdi. Böylece onlar, yeryüzündekilerin en bilgilisi, düşünce ve inancı en sağlam yol, şeriat ve sistemi en üstünü, toplum ve ahlâkı en olgunu oldular. Tüm bunlar, Allah’ın onlara karşı lütfu, bu din ile nimetlendirmesi ve onlardan hoşnut olmasıdır. Diğer bu nimet olmasaydı, ümitlerin tüm insanlara “vasi” olmaları ve bu din olmasaydı, insanların “önder” olmaları mümkün olmazdı. Kitap Ehli’ne yönelik bu ilahî seslenişte kendilerinden söz alındığı gibi onların İslâm’a, bu peygambere ve O’na yardıma, desteklemeye çağrıldıkları tescil ediliyor. Yüce Allah, ümmi peygamberlerin araplara ve tüm insanlara gönderildiği gibi onlara da gönderildiğine şahitlik ederek, tescil ediyor. Onların, O’nun risaletini Allah katında inkara güçleri olmadığı gibi, peygamberliğinin araplara has olduğu yada Kitap Ehli’ne yönelik olmadığını iddaya da güçleri yoktur.
“Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor..”
O, görevi Allah’ın yanınızda bulunan Kitab’ından gizlediklerinize uygun gerçekleri açıklamak; ortaya koymak ve izah etmek olan sizlere gönderilmiş bir peygamberdir. Bu hususta yahudi ve hristiyanlar aynı durumdadır. (Hristiyanlar dinin en temel prensibi olan “tevhid”i gizlediler. (Yahudiler ise zina edenin recm edilmesi, bütünüyle haramlığı gibi pek çok şer’i hükümleri gizlediler.) Ayrıca hem yahudiler hem de hristiyanlar ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’de buldukları “ümmî peygamberin gönderileceği” haberini gizlediler.
Nitekim Hz. Peygamber, onların gizledikleri yada tahrif ettikleri şeylerin kendi şeriatinde bulunmayan pek çoğunu bağışladı. Allah, sürekli ve kapsayıcı risalet gelmeden önce, geçmiş kitapların ve şeriatlerin içerdiği, peygamber gönderilen küçük toplumlarda sınırlı işlevleri olan ve Allah’ın ilminde de bir zaman parçasıyla kayıdlanmış bulunan hükümlerden, insan toplumlarında uygulanmaz hale gelenleri neshetti. Böylece Allah’ın bütünlediği, nimetini tamamladığı ve insanlara din seçtiği İslâm, son şeklini almış oldu.
Artık onda ne nesih, ne değiştirme ne de düzeltme söz konusu olamaz. onlara, bu peygamberin getirdiği şeyin tabiatını, insanların yaşamındaki fonksiyonunu, Allah’ın insan yaşamında görevini yapmasını takdir ettiği etkilerini, açıklamaktadır.
“Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.
“Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.”
Bu kitabın -Kur’an’ın- tabiatına ve bu sistemin -İslâm’ın- tabiatına, onun “nur” olmasından daha ince, daha doğru bir delil yoktur.
Mümin bu gerçeği kalbinde tüm varlığında, yaşamında ve zihninde hisseder ve nesneleri, olayları ve kişileri onunla değerlendirir. Onu sırf imanın hakikatını kalbinde duyması sebebiyle hisseder. Bu “nur”, müminin varlığını aydınlatan, hafifleştiren, parlatan bir nurdur. Önündeki herşeyi aydınlatır, açıklar, ortaya koyar ve ona doğru yola iletir.
Varlığında, çamurun değeri, toprağın karanlığı, et ve kanın yoğunluğu, istek ve arzuların coşkunluğu vardır. Tüm bunlar, aydınlatır, ışıklandırır ve parlatır. Ağırlığını hafifletiyor, karanlığını aydınlatıyor, yoğunluğunu inceltiyor ve coşkunluğunu dizginliyor.
Bakış açısındaki kapalılık ve karanlık, adımlarındaki yavaşlık ve tereddüt, prensipleri bulunmayan aşağılık yol ve hedefteki şaşkınlık… İşte tüm bunlar aydınlanıyor, ışıklanıyor ve yol üzerindeki nefis doğru yola iletiliyor..
“…Bir ışık ve bir aydınlatıcı kitap…”
Yüce peygamberin getirdiği, tek bir kitabın iki ayrı özelliği.
“Allah rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.”
Allah İslâm’ı din seçmiştir. O, bu hoşnutluğuna uyan ve Allah’ın ona seçtiği gibi onu kendisine seçen kimseyi hidayete ulaştırır, “selamet yollarına” iletir.
Bu tanımlamadan daha ince ve daha doğru ne olabilir? “Selamet” (barış) bu dinin, hayatın tümüne yaydığı, ferdin, toplumun ve herşeyin; kurtuluşun ve barışın, vicdan, akıl ve organların kurtuluşu, toplumun, ümmetin insanın ve insanlığın kurtuluşu… Hayatla, varlıkla, hayat ve varlığın Rabbi Allah ile birliktelik kurtuluşu. İnsanlığın sadece bu dinde vé ancak onun yönetiminde, sisteminde, hukukunda ve inanç kanunlarına göre düzenlenmiş toplumunda bulabildiği bir “kurtuluş”.
Gerçek şu ki, Allah hoşnut olduğu bu din ile, Allah’ın hoşnutluğuna uyanları “selamet yolları”na iletir… Tüm bu alanlardaki bütün “selamet yolları”na… Bu gerçeği, eski veya çağdaş cahiliyede harb yollarının acısını tatmış olanlar gibi hiç kimse idrak edemez. Bu gerçeği, vicdanların derinliklerindeki cahiliye inançlarından kaynaklanan dur-durak bilmez harbin ve cahiliyenin kanunlarından ve düzenlerinden kaynaklanan, hayatı tümüyle perişan eden anarşik çatışmaların acı neticelerini görmüş kimseler gibi anlayamaz.
Bu sözler ile ilk kez muhatap olanlar, cahiliye tecrübeleri sebebiyle bu kurtuluşun ve barışın anlamını biliyorlardı. Çünkü onlar, bunu bizzat tatmışlar ve bundan büyük bir haz duymuşlardı.
Bizi kuşatan ve içimize işleyen cahiliye, asırlar boyu vicdanlarda ve toplumlarda çatışmanın her türlüsünü insanlara şimdi bu gerçeği idrake ne kadar muhtacız.
Tarihimizin bir aralığında bu “kurtuluş ve barış” içerisinde yaşamış olan sonra, bu “selamet”den çıkıp ruhlarımızı ve kalplerimizi ahlâkımızı ve gidişatımızı, toplumumuzu ve halklarımızı, parça parça eden bir çatışmaya dalan bizler, şimdi ona ne kadar ihtiyaç duyuyoruz! Allah’ın bizim için seçtiğini, kendimize seçtiğimiz ve O’nun hoşnutluğuna uyduğumuzda, Allah’ın bize bağışladığı “selamet”e girmeye yetkin olacağız.
Bu cahiliyetin belalarına esir olmuşuz. İslam ise bize yakındır. İslam barışı, eğer istersek elimizi uzatabileceğimiz kadar yakın iken, cahiliye anarşisine dalmışız. Değersiz şeye karşılık değerliyi veren bu alış-veriş ne zararlı bir ticaret! Hidayete karşılık sapıklığı satın alıyoruz? Savaşı barışa tercih ediyoruz.
Biz insanlığı cahiliyenin her türlü renk ve şekildeki bu musibetlerinden kurtarabiliriz. Fakat kendimizi kurtarmadan, “selamet” gölgesine önce kendimiz girmeden ve Allah’ın hoşnutluğuna sığınıp, olduğuna uymadan önce, insanlığı kurtaramayız. Ancak bunları yaptığında, Allah’ın “selamet yollarına” erdirdiğini buyurduğu kimselerden oluruz.
“… Onları kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır..”
Şüphe, hurafe, hikayeler ve masallar karanlığı… Arzular, tartışmalar ve uçsuz bucaksız çöllerde kalmak karanlığı… Sempatik ve emin yerlerden, vahşet endişe ve şaşkınlık üzüntü ve hidayetsizlik karanlığına.
Diğer ölçülerinin, hükümlerin ve dengelerin bozukluğundan kaynaklanan karanlık… Nur ise aydınlıktır. Önce sözünü ettiğimiz vicdan, akıl, varlık, hayat ve her işteki aydınlık nurdur.
“…Doğru yola iletir..”
Ruhun fıtratına ve ona hükmeden yasalara uygun olan “dosdoğru” yaratılış fıtratı ve onu yönlendiren evrensel yasalara uyan, “dosdoğru” öyle ki, şaşırıp gerçekleri, prensipleri ve hedefleri karıştırmadan Allah’a yönelik olan “dosdoğru”.
Allah insanı ve fıtratını, evreni ve yasalarını yarattı. İnsana bu sistemi gönderdi. Müminlere bu dini seçti. Aciz, cahil ve fani insanın yapısı olan başka bir sistemin onlara hidayet etmiyeceği ve ancak bu sistemin onları dosdoğru yola ileteceği apaçık ve tabiidir. Yüce Allah doğru söylemiştir. Alemlere muhtaç değildir. Onların hidayet veya sapıklıkları, O’na fayda vermez; fakat O, onlara çok merhametlidir. İşte bu, dosdoğru yoldur. Meryem oğlu İsa’nın Allah olduğu sözü küfürdür. Yahudi ve hristiyanların Allah’ın oğulları ve sevdikleri olduğu sözü de küfürdür. Bunlar hiçbir delile dayandırılmayan iftiralardır.
Tüm bunlar, son peygamberin gerçekliliğini açıklamak için getirdiği “tevhid”in sadeliğini gizleyen ve hakikati tahrif eden yahudi ve hristiyanların palavralarıdır.
“Allah, Meryemoğlu Mesih’dir diyenler, kesinlikle kafir olmuşlardır. Onlara de ki; “Eğer Meryemoğlu İsa’yı, annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O’na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelin-dedir. O dilediğini yaratır. Allah’ın gücü herşeye yeter.”
Hz. İsa’nın Rabbi katından getirdiği de bütün peygamberlerin getirmiş olduğu “Tevhid” idi.

HRİSTİYANLARIN HZ. İSA HAKKINDAKİ SAPIK GÖRÜŞLERİ

Allah’ın katıksız, tek kulluk sunmaya layık olduğunun kabulü, bütün peygamberlerin tavrıydı. Fakat putperestlerin hristiyanlığa girmeleri ve onların beraberinde getirdiği tevhid inancıyla karıştırdıkları putperestlik tortularına isteklilikleri sebebiyle, bu pak inanca bozukluklar girdi. Öyle ki, artık onu bu bozukluklardan ayıklamak ve temizlemek, bu inancın özünü ortaya koymak imkansız hale geldi.
Bu sapmaların tümü bir defada meydana gelmedi. Ardından gelen toplumlar da belirli zaman aralıkları ile bu imana girdiler. Sonunda akılların hatta o dine inanan bozuk inancı şerh eden alimlerin akıllarının bile şaşa kaldığı efsane ve masallarla örülü bir acayip karışım meydana çıktı.
Tevhid inancı, Mesih İsa’dan sonra da öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok İncil’den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa’dan Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa’nın izleyicileri arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Kimi; “Mesih, diğer peygamberler gibi Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir” dedi. Kimi “O evet peygamberdir. Fakat Allah ile özel bir bağı vardır” dedi. Kimi “O, Allah’ın oğludur. Çünkü babasız yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah’ın yaratığıdır.” dedi. Kimi de: “O, Allah’ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi “kadim” sıfatını taşır.” dedi.
Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S. 325 yılında İznik’de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla “İznik Konsülü” toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:
“Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı idi. Kimi, “İsa ve annesi Allah’ın dışında iki ilahtır.” diyordu. Bunlar “Raymatiler” diye isimlendirilen berberiler idi.
Kimi: “İsa, babasından ateşten ayrılan alev gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma olmaz” diyordu. Bunlar “Sabliyus” ve taraftarları idi. Kimi: “Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti. Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de çıktı” diyordu. Bu da, “İlyan” ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: “Hz. İsa özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir insandır. Öncelikle Meryem’in oğludur. O’nu insanı özünün katıksız olması sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O’nda sevgi ve iradeyi birleştirmiştir.
Bu yüzden “Allah’ın oğlu” denilmiştir. Kimi de: “Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle isimlendirilir” derler ve ne “kelime”ye ne de “Ruhu’l Kudüs”e inanırlar. Bu, Antakya patriği “Paulus” ve taraftarlarının görüşüdür.
Kimi de: “Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik, diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar” demiştir. Bu, lânetli “markyun”un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler ve “Petrus”u inkar ettiler.
Kimi ise, Hz. İsa’nın ilah olduğunu söyledi. Bu da “Aziz Paulus” ve 318 delegenin görüşü idi.
Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru “Kostantin” bu son görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.
Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle de sadece Baba’nın ilah ve Mesih’in insan olduğu görüşünde olanları- ise kovdu.
“Kıptî Ulus Tarihi” adlı kitap bu karardan şöyle bahsetmektedir:
Kutsal cemaat ve elçiler kilisesi, “Allah’ın oğlunun bulunmadığı bir zamanın mevcut olduğunu, O’nun doğmadan önce mevcut olmadığını ve O’nun yoktan var olduğunu” söyleyen herkesi veya “oğul, baba Allah’ın cevheri dışında bir usul veya cevherden meydana gelmiştir” diyeni yada “Onun yaratılmış olduğuna” inanan herkesi yahut ta “Değişmesinin, zamanın geçmesi ile bozulmasının mümkün olduğunu” söyleyen herkesi aforoz eder.
Fakat bu konsülün kararları, Aryusün izleyicilerinin Allah’ı birleyen inançlarını bozamamış ve fakat İstanbul, Antakya, Babil, İskenderiye ve Mısır’da egemen haline gelmiştir.
Sonra “Ruhul Kudüs” kavramı çevresinde yeni bir tartışma başladı. Kimileri “O ilahtır” dedi, diğerleri ise “İlah değildir” görüşünü ileri sürdü. Bu konudaki fikir ayrılığını gidermek için M.S. 381 yılında I. İstanbul Konsülü toplandı.
Hristiyan tarihçisi İbni Patrik, İskenderiye’yi delegelerinin sözlerine dayanarak bu konsülde alınan kararları şöyle nakletmektedir:
İskenderiye patriği “şöyle demiştir: “Bizce `Ruhu’l Kudüs’ Allah’ın ruhu dışında bir anlama gelmemektedir. Allah’ın ruhu ise, O’nun hayatından ayrı bir şey değildir. Biz, `Ruhu’l Kudüs’, yaratılmıştır dediğimiz zaman, “Allah’ın nuru yaratılmıştır” demiş oluruz. `Allah’ın ruhu mahluktur’ dediğimiz de ise, `O’nun hayatı mahluktur’ demiş oluyoruz. `Hayatı mahluktur’ demek ise, O’nun diri olmadığını ileri sürmektir. Biz O’nun diri olmadığını ileri sürersek, O’na küfretmiş oluruz. O’nu inkar eden ise, laneti hak eder!
Böylece İznik Konsülü’nde Mesih’in ilahlığı karar altına alındığı gibi, bu konsülde `Ruhu’l Kudüs’ün ilahlığı da karara bağlandı. Baba, oğul ve Ruhul Kudüs şeklindeki “üçleme” tamamlanmış oldu.
Sonra, Mesih’in hem insanı hem de ilahî tabiatı bir arada bulundurduğu çevresinde ve onların deyimi ile ilahlığı ve insanlığı konusunda, başka bir tartışma meydana çıktı. (Kostantiniyye) İstanbul patriği “Nastur”un görüşü Uknum ve tabiatın bir arada bulunduğu şeklinde idi. İlahlık uknumu, babaya nisbetinden dolayı, insan tabiatı ise, Meryem’den doğmuş olmasından kaynaklanıyordu. Meryem, ilahın annesi değil, insanın annesi idi! İbni Patrik’in naklettiği gibi, O, insanlar arasında ortaya çıkan ve onlara seslenen Mesih hakkında şöyle demiştir:

“Ona Mesih” diyenler, bunu oğul kavramına bağımlı bir sevgi ile ileri sürüyorlar. Başkaları ise ona, Allah veya Allah’ın oğlu diyorlar. Bu da gerçek anlamda değil, Allah’ın lütfu anlamındadır. Sonra şöyle demiştir:
Nastur; “Rabbimiz, Mesihi aslında ilah olarak değil, hareket ve nimetle yada Allah’tan ilham alan bir insan olarak yeryüzüne bıraktı. Hata işlemez ve kötü birşey yapmaz görüşünü ileri sürdü.
Rum delegeleri, İskenderiye patriği ve Antakya delegeleri bu görüşe karşı çıktılar ve 4. Konsülü toplamayı kararlaştırdılar. M.S. 431 yılında “Efes Konsülü” toplandı. Bu konsül de İbni Patrik’in de söylediği gibi “Bakire Meryem, Allah’ın anasıdır. Mesih gerçekte hem ilah hem de insandır. İki tabiatlı olduğu bilinmektedir. Uknumda ise birdir” kararına vardılar. Nastur’u lanetlediler.
Sonra İskenderiye Kilisesi yeni bir görüş ortaya attı ve bunun için 2. Efes Konsülü” toplandı. Bu konsülde:
“Mesih tek tabiatlıdır. O’nda ilahlık, insanlık ile birleşmiştir” kararına varıldı .
Fakat bu görüş kabul edilmedi, tartışmalar sürüp gitti. Bunun üzerine M.S. 451 yılında “Kadıköy Konsülü” toplandı ve “Mesih’in bir değil iki tabiatı vardır. ilahlık bir tabiatı, insanlık ise diğer tabiatıdır. Her ikisi de Mesih’de birleşmiştir” kararına vardılar ve 2. Efes Konsülünü lanetlediler. Mısırlılar bu konsülün kararlarını kabul etmediler. Mısırlılar arasında “Menafis” mezhebi ile Roma İmparatorluğunun kurduğu mezhebi arasında Al-i İmran sûresinin tefsirinin girişinde Sör. T.V. Arnold’un, “İntişar-ı İslâm Tarihi” adlı kitabındaki sözlerine dayanarak naklettiğimiz sürekli görüş ayrılığı ortaya çıktı.
Mesih’in ilahlığı çevresindeki sapıklık düşüncelerini, sürekli ihtilaflarını, düşmanlıklarını ve kinlerini (bu sebeple gruplar arasında meydana gelen ve şu güne kadar devam eden kinlerini) bu kadarlık bir özetle tasvir etmekle yetiniyoruz..
Bu konudaki gerçeği ortaya koymak ve ayırd edici sözü söylemek için, bu son risalet geldi. Ve sahih inancın gerçeğini Kitap Ehli’ne açıklamak için son peygamber geldi:
“Allah Meryemoğlu Mesih’tir diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır.”
“Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır.”
“Onlara de ki: Eğer Meryemoğlu İsa’yı, annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O’na, kim engel olabilir?”
Böylece yüce Allah’ın zatı, aslı, iradesi ve otoritesi ile, İsa’nın annesinin ve diğer tüm varlıkların zatları arasındaki tartışmayı ortadan kaldıracak kesinlikle mutlak ayrım ortaya kondu. Yüce Allah’ın zatı tektir, dileği bağımsızdır ve hakimiyeti biriciktir. Hiç kimse dilediğinden birşeyi geri çevirmeye (Eğer Mesih e Meryem’i veya annesini yada yeryüzündekilerin tümünü yok etmeyi dilerse) ve otoritesini geçersiz kılmaya güç yetiremez.
O, herşeyin hükümdarı ve herşeyin yaratıcısıdır. O, yaratılmışlardan ayrı ve her mahlûkun var edenidir:
“Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelindedir. O, dilediğini yaratır. Allah’ın gücü herşeye yeter.”
Böylece İslâm inancının netliği, açıklığı ve yalınlığı ortaya çıkmaktadır. Kitap Ehli gruplarının inançları ile karışan putperestlik, hikayeler, hayaller ve sapmalar yığını karşısında İslâm inancının parlaklığı artmakta ve orjinalliği belirginleşmektedir. İlahlığı gerçeği ile, kulluk sunmaya layık oluş gerçeği ve bu iki gerçek arasındaki keskin ve tam ayırım hiçbir şüphe, tereddüt ve karışıklığa yol açmayacak şekilde ortaya konmaktadır.
Yahudi ve hristiyanlar kendilerinin, Allah’ın oğulları ve sevdikleri olduklarını söylüyorlar:
“Yahudiler ve hristiyanlar, “Biz Allah’ın evladları ve sevdikleriyiz” dediler.”
Onlar, kendi düşüncelerine dayanarak yüce Allah’a, babalık yakıştırıyorlar, cesed babalığı değil, ruh babalığı iddia ediyorlardı. Bu tevhid inancına ve ilahlık ile kulluk arasındaki kesin ayrıma gölge düşürmektedir. Bu ayrım kabullenilmeden ne düşünce doğru yolu bulur, ne de hayat doğru yöne yönelir. Böylece bütün kulların kulluk ile kendisine yöneldiği bir olsun. İnsanlara yasalar koyan, onlara değerler, ölçüler, kanunlar, hükümler, sistem ve prensipler var eden merciin bir olması sonucu; özellikler birbirine karıştırılmasın sıfatlar ile özellikler birleştirilmesin ve ilahlık ile kulluk alanları karıştırılmasını.
Burada temel sorun, sadece inançtaki sapma değildir. Sorun aynı zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzı yozlaşmasıdır. Yahudi ve hristiyanlar, Allah’ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının peşi sıra, “Allah’ın onlara günahları yüzünden asla affetmeyeceğini” “onları asla cehenneme sokmayacağına, girseler bile orada, sadece bir kaç gün kalacaklarını” söylüyorlar. Bu ise; Allah’ın adaletinin yerine gelmeyeceği, O’nun kullarından bir grubu kayırdığı, onları yeryüzünde bozgunculuk yapmaya bıraktığı sonra da, diğer bozgunculara vereceği azabı onlara vermeyeceği anlamına gelir. Hayattaki hangi şey, bu düşünceler kadar fesat kaynağı olabilir? Hayattaki hangi şey bu sapma kadar kargaşalık ve ızdırap kaynağı olabilir?
Bu noktada İslâm, düşüncedeki bu bozukluğa ve hayatta fesat çıkarması mümkün olan herşeye kesin bir darbe vuruyor. Bu iddianın asılsız olduğunu ilan ettiği gibi, Allah’ın kimseyi kayırmayan adaletini de ortaya koyuyor:
“Onlara de ki; “O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O’nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır.”
Böylece, inancın kesin gerçeği ilan ediliyor, oğulluk iddiasının asılsız olduğu ve Kitap Ehli’nin de yaratılmış insanlar oldukları ortaya konuyor. Allah’ın adaleti; bağışlama ve azabının katında aynı temele dayandığı ilan ediliyor. Bağışlaması ve azab etmesinin her birinin kendine has sebepleri kabul edilerek bunlar O’nun yüce dileğine (oğulluk veya şahsi ilişkiye değil) dayandırılıyor.
Sadece Allah’ın herşeyin hükümdarı olduğu ve herşeyin kendisine döneceği tekrar ediliyor:
“Yahudiler ve hristiyanlar “Biz Allah’ın evladları ve sevdikleriyiz” dediler. Onlara de ki; “O halde O, niçin günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O’nun yarattığı birer insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O’nadır.”
O, teba değil, hükümdardır. Zatı da biriciktir, dilemesi de biriciktir. Her şey kendisine döner.
Bu açıklama, Kitap Ehline yönelik bu sesleniş ile son buluyor; bu sesleniş ise, onların bütün bahanelerini özürlerini ortadan kaldırıyor ve kapalılık, mazeret ve gizlilik bulunmaksızın bir yol ayrımı ile bir akıbetle karşı karşıya bırakıyor.
“Ey Kitap Ehli, ilerde, “Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi” demeyesiniz diye, peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah’ın gücü her şeye yeter.”
Bu keskin karşılama ile, bütün Kitap Ehli’ne hiçbir bahane kılınıyor. Bu ümmi peygamberin kendilerine gönderilmediğine dair hiçbir delilleri kalmıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ey kitap Ehli, size peygamberimiz geldi…”
Onların uzun süre uyarılmadıkları, müjdelenip, korkutulmadıklarına (ve bu yüzden de unutup saptıklarına) dair hiçbir özürleri kalmıyor.
Şimdi onlara müjdeleyici ve korkutucu gelmiştir…
Sonra onlara, Allah için hiçbir şeyin imkansız olmadığı, ümmi bir peygamber göndermesinin engellenemeyeceği bunun yanısıra O’nun, Kitap Ehli’ni yaptıklarından dolayı hesaba çekmeye de muktedir olduğu ifade ediliyor:
“…Allah’ın gücü herşeye yeter.”
Kitap Ehli ile olan bu hesaplaşma son buluyor. Daha önce kendilerine peygamberlerinin getirdikleri Allah’ın dosdoğru dininden saptıkları ortaya konuyor. Allah’ın müminlere seçtiği inancın gerçeği açıkça ortaya konuyor. Ümmi peygamber karşısındaki konumlarına ilişkin bahaneleri, asılsız olduğu için reddediliyor ve kıyamet günü ileri sürebilecekleri tüm yolları kapatılıyor.

YAHUDİLERİN DÖNEKLİĞİ

Bütün bunlarla, bir yandan hidayete çağrılırken, diğer yandan müslümanlara karşı kurdukları tuzakların etkisi azaltılıyor. Müslüman toplum ile hidayet isteklileri için, sırat-ı müstakime giden yol aydınlatılıyor.
Dersin sonunda, yahudilerin peygamberleri ve Allah’ın vaadettiği kutsal toprakların kapılarını kendilerine açan Hz. Musa’ya karşı konumları, Rableriyle yaptıkları “sözleşme”ye karşı tutumları, onu nasıl bozdukları ve verdikleri sözlerini bozmaları üzerine hak ettikleri cezanın ne olduğu meselesine değiniliyor.

20- Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.
21- Ey kavmim, Allah’ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
22- Dediler ki, “Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.
23- Allah’tan korkan ve O’nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; “Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıda içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz sırf Allah’a dayanınız.
24- Dediler ki, “Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlïkle girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.
25- Musa dedi ki; “Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.
26- Allah dedi ki; “Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.


Bu ayetler, Kur’an’ın ayrıntılı biçimde açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.
Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler. Medine’de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah’ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.
Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah’ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm’dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah’la yaptıkları “sözleşme”yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Allah’ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır. Burada, bu kısa değinilerin ötesinde, daha fazlasını gösteremeyeceğimiz pek çok yönleri vardır. Bu sûrede, bu derste, bahsettiğimiz bu meseleye tekrar dönelim.
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yurt. olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.”
Hz. Musa’nın bu sözlerine göz attığımızda, Hz. Musa’nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır’dan çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında, Allah’ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış bir topluluğa rastlayınca, “Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah yap” dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, “Hz. Musa’nın buluşmaya gittiği ilah budur”, iddiasını ileri sürdüler.
Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise aşağılandıkları ülke Mısır’ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler; baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa’nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!
Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti. Onlar, Allah’ın emri karşısında duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
“İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!”
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, “Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları” şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar “söz” vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu… Uğrunda Mısır’dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar… Allah’ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah’ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar…
Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:
“Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.”
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” Allah’ın nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah’ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah’ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.
Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir hüsrandır.
Fakat yahudiler… Şu yahudiler… Korkak, sahtekar dönek ve sözde durmaz yahudiler.
“Dediler ki, “Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.’
Yahudinin cahiliyeti, burada gerçek şekliyle beliriyor ve apaçık ortaya çıkıyor. Nezaketle karışık bir inceliğin arkasına saklanmış olsa bile… Çünkü onlar bir tehlike ile karşı karşıyalar. Şu anda onlarda, incelikten de bir eser kalmamıştır. Bu durumda ne cesaretlendirmeye kalkışmanın, ne de teşvik etmenin bir anlamı kalmamıştır. Çünkü tehlike, çok yakındır. Bu yüzden bu topraklara sahip olmalarına dair, Allah’ın onlara verdiği söz bile onları kurtaramaz. Allah, bu toprakları onlara yazmıştı. Ama onlar ucuz ve değersiz ve emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı, üzerlerine bıldırcın ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer!
“Orada zorba bir kavim var… Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.
Fakat zafere ulaşma yolunda katlanacak zorluklar; kalpleri imandan yoksun yahudilerin sanıldığı gibi az değildi.
“Allah’tan korkan ve O’nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; “Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah’a dayanınız.”
Burada, Allah’a iman ve O’ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah’tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, “Allah’tan korkma ile insanlardan korkmayı” birleştirmez. Allah’tan korkan kimse, O’ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.
” ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir.”
Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)… Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.
“… Eğer mümin iseniz, sırf Allah’a dayanınız.”
Mümin, yalnızca Allah’a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.
Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?
“Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.
“… Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
İşte böyledir acizin küstahlığı… Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.
“Git sen Rabbin ile birlikte…”
Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.
“… Biz burada kalıyoruz.”
Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.
Bu Hz. Musa’nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah’ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?
“Musa dedi ki; “Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.”
Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!
O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah’ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah’tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah’a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah’ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa’yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah’a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah’ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah’ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.
İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.
“Allah dedi ki; “Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.”
Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..
Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.
Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur’an’ın ifade üslubuna uygundur.
Müslümanlar -Allah’ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:
“Şu halde “Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, “Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz” demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız” diyoruz.
İşte bunlar, Kur’an’ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah’ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.
Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer’i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah’ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah’ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah’ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah’ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.
Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan “Adem’in iki oğlu” ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.
Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur’an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.
Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah’ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah’ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder… Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.
Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm’ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:
Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.
Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta’zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece “daru’l İslâm”da kurulan “İslam toplumu”nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın “daru’l-İslâm” kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:
1- İslam yurdu (dar’ul-İslâm):
İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, “Dar’ul-İslâm” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.
2- “Dar’ul-Harb” (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin “Savaş Yurdu” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından “Savaş Yurdu” sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu “İslâm Yurdu”nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah’ın sistemine göre düzenlemiştir ve O’nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları “İslâm Yurdu”nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. “Daru’l-Harb”e gelince… Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm’ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar’ul-İslâm’da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm’a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar’ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar’ul-harp’ten gelip eman ahdi ile dar’ul İslâm’a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki “daru’l İslâm” sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.

(Fi Zılal-il Kur'an Seyyid Kutub)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
126ayet, fizilal’il, kur’an, kutub, mâide, seyyid, suresi’nin, tefsiri,


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Nisa Suresi’nin 163-176. Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 20:04
Nisa Suresi’nin 29-55.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 14:29
Nisa Suresi’nin 1-28.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 13:51
Al-i İmran Suresi’nin 95-145.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 10:22
Al-i İmran Suresi’nin 1-94.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 09:50