Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi
İKİNCİ BÖLÜM
NÜFUS VE EKONOMİ
2.1.Nüfusla İlgili Temel Kavramlar
Nüfus kavramı, tarih boyunca tüm toplumlarda önemli bir ilgi odağı olmuştur. Çok
eski zamanlardan bu yana politikacılar, düşünürler ve araştırmacılar, nüfus olgusu
üzerinde düşünmüşler ve nüfusta meydana gelen değişmelerin, toplumlar açısından ne
gibi ekonomik ve sosyal sonuçlar meydana getireceği sorusuna yanıt aramışlardır.
Nüfus değişmeleri yalnızca nüfusun büyüklüğü açısından ele alındığında, tıpkı
Malthus’un değerlendirmesinde olduğu gibi, fazla nüfusun ekonomik büyüme önünde
engel oluşturacağı ve insan sayısının kaynak miktarını aşmasıyla yoksulluğun
kaçınılmaz olduğu düşüncesi ön plana çıkacaktır. Yine aynı çerçevede, nüfus artış
hızının yavaşlaması, beslenmesi gereken daha az insan, daha az yoksulluk ve daha
yüksek bir ekonomik büyüme hızı anlamına gelecektir. Bu akıl yürütmenin temel
hareket noktası, nüfus artışının, çalışanların bakmakla yükümlü olduğu insan sayısını da
arttırması, bu şekilde, mevcut kaynakların artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamakta
yetersiz kalacağıdır. Son yıllara kadar iktisatçılar ve nüfus bilimciler, nüfus artışını,
nüfusun büyüklüğü açısından ele almışlardır. Ancak, nüfus değişimleri, yalnızca
nüfusun büyüklüğünde değil, nüfusun yapısında, özellikle yaş bileşiminde önemli
değişikliklere neden olacaktır. Böylesi bir açıdan bakıldığında, nüfus ve ekonomi
ilişkisinin görüldüğü kadar basit temeller üzerine kurulu olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, nüfus artışının yüksek olduğu ülkeler, göreceli olarak daha genç bir nüfusa
sahipken, nüfus artış hızının düşmeye başladığı ülkeler ise, göreceli olarak daha yaşlı
bir nüfusa sahip olacaklardır.
Nüfusları giderek yaşlanmakta olan sanayileşmiş ülkelerin liderlerinin zihinleri,
yaşlı nüfusun sağlık gereksinimlerinin nasıl karşılanacağı sorusu ile meşgulken, hızlı
nüfus artışı ile karşı karşıya olan ülke liderleri ise, giderek artan okul ve sınıf ihtiyaçları,
istihdam fırsatları ve barınma gibi sorunlarla meşgul durumdadırlar. Nüfus koşullarında
meydana gelen değişmeler tarihi etkilerken, tarihsel olaylarda toplumların nüfusları
üzerinde etkili olmaktadır. 20.yüzyılda olduğu gibi, savaşlar bir kuşağın büyük
bölümünü yok edebilmektedir. Yeni ilaçların keşfi ve tıpta kaydedilen ilerlemeler 7
yaşam beklentisinde artışlara neden olurken, farklı ölüm sebepleri ön plana çıkmaktadır.
Ayrıca, nüfustaki değişmeler başka önemli değişimlerin habercisi olabilir, örneğin çevre
kirliliğinin önce, bazı coğrafik alanlardaki hastalık ve artan ölümlerle ilgili raporlarla
tespit edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. Bu ve başka birçok şekilde, nüfus önemli
bir kavram olarak göze çarpmaktadır (Haupt, Kane ve Haub, 2011, s. 2).
Bir başka önemli tanımlama ise demografidir. Demografi, nüfus üzerine yapılan
bilimsel çalışmadır. Demograflar, nüfusun boyutunun ve bileşenlerinin düzeyini ve
eğilimlerini belirlemeye çalışırlar, demografik değişimleri ve bu değişimlerin toplumlar
üzerindeki etkilerini açıklamaya yönelik araştırmalar yaparlar. Bu araştırmaları
yaparken, nüfus sayımı, doğum ve ölüm kayıtlarını, pasaport kayıtlarını ve hatta
motorlu taşıt ve okul kayıtlarını dahi incelerler. Bu incelemeler sonunda elde edilen
veriler, demograflar tarafından, basit hesaplar ve oranlar gibi kullanılabilir biçimlere
dönüştürülürler (Haupt vd. 2011, s. 2).
Nüfusla ve nüfus-ekonomi ilişkisi ile ilgili araştırma ve hesaplamalarda önemli bir
yere sahip olan temel kavramlara da değinmek yararlı olacaktır.
i)Medyan Yaş; medyan yaş, tam olarak toplumun yarısının yaşlı, diğer yarısının da
genç olduğu yaştır. Örneğin, 2009 yılında, çok genç bir nüfusa sahip olan Nijer’in
medyan yaşı 15’iken, daha yaşlı bir nüfusa sahip olan Japonya’nın medyan yaşı
45’tir. (Haupt vd. 2011, s. 4)
ii) Cinsiyet Oranı; bir nüfusta, erkeklerin kadınlara oranı, genellikle her 100 kadın
başına düşen erkek sayısı şeklinde ifade edilir.
(Erkek Sayısı ÷ Kadın Sayısı) × 100 = (30,413,779 ÷ 32,379,653) × 100 = 93,9.
(Haupt vd. 2011, s.4)
iii) Yaş-Bağımlılık Oranı; yaş-bağımlılık oranı, bağımlı yaşlardaki kişilerin, yani
çocuk ve yaşlıların (15 yaş altı ile 65 yaş ve üzeri) ekonomik olarak aktif kişilere
(15-64 yaşlar arası) oranıdır. Bu oran, bir nüfusun üretken kesiminin
taşıyabileceği ekonomik yükün bir göstergesi olarak kullanılabilir. Çok yüksek
doğum oranlarına sahip ülkeler, nüfusları içerisinde çocuk miktarının payının
yüksekliğinden dolayı en yüksek bağımlılık oranlarına sahiptirler. Yaş-bağımlılık
oranı kendi içinde yaşlı bağımlılık oranı (65 yaş ve üzeri nüfusun 15-64 yaş arası
nüfusa oranı) ve genç bağımlılık oranı (15 yaş altı nüfusun 15-64 yaş arası nüfusa
oranı) olmak üzere ikiye ayrılır. 8
[(15 yaş altı nüfus + 65 yaş ve üzeri nüfus ÷ 15-64 yaş arası nüfus)] × 100 formülü
kullanılarak yaş-bağımlılık oranı hesaplanabilir.
Örneğin, [(15,384, 000 + 417,000) ÷ (14,860,000)] × 100 = 106,3 (Haupt vd. 2011, s. 4-
5)
iv) Toplam Doğurganlık Oranı (TFR) ; yaşa özgü doğurganlık oranlarının,
doğurganlık yılları süresince (genellikle 15 ve 49 yaşlar arası) değişmemesi
koşuluyla, bir kadının yaşamı boyunca doğuracağı çocuk sayısıdır. Toplam
doğurganlık oranı aşağıdaki formülle hesaplanır:
(∑ ASBR)×5
Formüldeki ASBR sembolü, yaşa göre doğum oranını ifade etmekte ve belirli
bir yaş kategorisindeki annelerin doğum sayılarının, o yaş kategorisindeki kadın nüfusa
oranı şeklinde tanımlanmaktadır. (Oregon Vital Statistics Report, 1997).
Tablo 1
Toplam Doğurganlık Oranları ve Yaşa Özgü Doğurganlık Oranları
1 2 3
YAŞA
ÖZGÜ
KADINLARIN KADINLARIN DOĞUM ORAN
YAŞLARI SAYILARI SAYILARI (2÷1)
15-19 10,351,380 434,758 0,042
20-24 10,215,379 1,052,184 0,103
25-29 10,398,034 1,195,774 0,115
30-34 9,663,798 956,716 0,099
35-39 10,401,596 488,875 0,047
40-44 10,597,300 105,973 0,01
45-49 7,109,000 7,109 0,001
Kaynak: Haupt, Kane ve Haub, 2011, s. 11
Tablo 1’de, ABD’ye ait 2008 yılı verileri bulunmaktadır. Öncelikle, 2. sütunda yer
alan doğum sayıları, 1. sütunda bulunan, ilgili yaş grubundaki kadın sayılarına
bölünerek, yaşa özgü doğum oranları hesaplanmaktadır. Sonraki adımda ise, tüm yaş
gruplarına özgü doğum oranlarını toplanmasıyla, yaşa özgü doğum oranları toplamı
0,417 olarak bulunmakta ve bu sonucun 5 ile çarpılması yoluyla 2.09 rakamına
ulaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle, ABD’de 2008 yılı toplam doğurganlık oranı 2,09’dur
(Haupt vd. 2011, s.11). 9
v) Nüfus Artış Oranı; Nüfus artışını belirleyen faktörler, doğumlar, ölümler, iç ve
dış göçlerdir. Bu faktörlerden hareketle nüfus artış oranını belirlemede
kullanılan formülü şu şekilde yazmak mümkündür; ∆P = (B-D ) + ( I-E ).
Formülde de görüldüğü gibi, belirli bir zaman dilimindeki nüfus artış oranı iki
kısım halinde hesaplanabilir, doğal nüfus artışı (B-D) ve mekanik nüfus artışı (IE).
vi) Doğal nüfus artışı; doğum oranı, ölüm oranından daha yüksek olduğunda
görülür. Bir ülkenin nüfus artış oranı, doğal artış ve göçlere bağlıyken, dünya
nüfus artış oranı yalnızca doğal artışa bağlıdır (Dünya Bankası, 2004, s. 16).
vii) Yenileme Düzeyi; yenileme düzeyi, aynı grupta bulunan kadınların, nüfus
içerisinde, yerlerini tam olarak doldurmaya yetecek kadar kız çocuk sahibi
oldukları doğurganlık oranıdır. Yenileme düzeyini sağlayan doğurganlık oranına
ulaşıldığında ve bu oran korunduğunda, doğumlar kademeli olarak ölümlerle
eşitlenecektir ve göçlerin olmadığı bir durumda, nüfusun büyümesi duracak,
nüfus boyut ve yapı olarak durağan bir hale gelecektir. Bu sürecin alacağı
zamanı, büyük ölçüde o toplumun mevcut yaş yapısı belirleyecektir. Bugün
gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı yenileme düzeyinde ya da bu düzeyin
altında bulunmaktadır. Yine gelişmiş ülkelerde, yenileme düzeyini sağlayan
toplam doğurganlık oranı 2,1’dir.
viii) Demografik Momentum; doğurganlık oranındaki azalışa rağmen, nüfusun
artmaya devam etmesi şeklinde tanımlanan bir olgudur. Doğurganlık oranını
düşürmeye yönelik ciddi önlemlerin varlığı halinde dahi, nüfus içinde,
doğurganlık çağına ulaşan insan sayısının fazla olması nedeniyle, nüfusun
büyümeye devam etmesi bu olgu sayesinde mümkün olmaktadır. Gelişmekte
olan ülkelerde, doğurganlık oranlarında yaşanan düşüşlere rağmen, bu ülkelerde
nüfus artışının hala yüksek olmasının altında yatan temel neden olarak
demografik momentum gösterilmektedir.
Tarih boyunca sanayi öncesi toplumlarda ve sanayi toplumlarında nüfusun nicelik
ve niteliği ile o toplumun ekonomisi arasında birtakım ilişkiler var olmuştur. Nüfus,
hem nicelik hem nitelik olarak ekonomi üzerinde dönüştürücü etkilere sahip olduğu
gibi, bir geri besleme ile ekonomideki değişmelerde nüfus yapısını etkilemektedir
(Küçükkalay ve Türkcan, 2008, s. 89). Ancak son yarım yüzyılda hiçbir sosyal olgu,
dünya nüfusunun 1950 ile milenyumun başlangıcına kadar olan sürede yaklaşık üç kat 10
artması şeklinde ortaya çıkan nüfus patlaması kadar ilgi çekmemiştir (Birdsall ve
Sinding, 2001, s. 2). Nüfus artışının ekonomik büyümeye olan etkisi üzerine birçok
teorik ve gözlemsel çalışmalar yapılmış ve yapılmakta olup, bu etki ile ilgili ortaya
birbiri ile çelişen teori ve görüşler ortaya atılmaktadır. Malthus ve sonrasında egemen
olan resmi ve popüler düşünce nüfus artışını ekonomik kalkınma ve büyümeye bir
tehdit olarak görme eğilimindedir (McNicoll, 2003, s. 6). Thomas Malthus’un nüfus
teorisini ortaya atmasından bu yana geçen 200 yılı aşkın süre boyunca nüfus artışının
toplumların sosyal ve ekonomik koşullarında meydana gelecek iyileşmeleri kısıtlayıp
kısıtlamadığı sorusu tartışma konusu olmuştur.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde görülen olağanüstü yüksek hızlarda nüfus
artışının bu ülkelerin ekonomik büyümeleri üzerindeki etkisinin olumlu mu yoksa
olumsuz mu olacağı sorusu akademisyenleri bu konu ile ilgili çok sayıda teorik ve
gözlemsel araştırma yapmaya yöneltmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde görülen bu nüfus
patlamasının sonuçları üzerine yapılan değerlendirmeler, daha büyük nüfusun daha
fazla refah getireceğine dair görüşlerden, nüfus artışının neden olduğu fazla nüfusun,
geniş kapsamlı felaketleri (kıtlık, ekolojik çöküşler, savaşlar, doğal kaynakların
tükenmesi v.b.) hızlandıracağı şeklindeki tahminlere kadar oldukça büyük farklılıklar
göstermektedir (Birdsall ve Sinding, 2001, s. 3).
Nüfus değişmelerinin ekonomik büyüme ile ilişkisi incelenirken, dikkat çeken bir
başka önemli husus, nüfusta meydana gelen değişmeler ile ekonomik büyüme
arasındaki çift yönlü nedensellik ilişkisidir. Bu ilişki, doğurganlık ve ölüm oranlarında
azalma şeklinde görülen demografik değişmeler ekonomik büyümeye yol açtığı gibi, bu
gibi değişmelerin, ekonomik büyümenin sonucunda ortaya çıktığı şeklinde açıklanabilir.
Bloom ve Canning (1999), daha yüksek gelirin daha düşük doğum ve ölüm oranlarının
nedeni olmasının yanı sıra, düşük doğum ve ölüm oranlarının da gelir artışına katkıda
bulunacağı şeklindeki görüşlerinin teorik temellerini oluşturmuşlar ve buna dayanan iki
yönlü nedensellik kavramını ortaya koymuşlardır.
Kelley ve Schmidt (2001) yaptıkları araştırmada nüfus ve ekonomik büyüme
ilişkisini sadece nüfustaki artışa değil demografik değişim ve nüfus artışının farklı
bileşenlerine de bakarak incelemişlerdir. Ayrıca nüfus büyüklüğü ve nüfus
yoğunluğundaki değişmeleri de dikkate almışlardır. Son 30 yıldaki demografik
değişimleri kapsayan araştırmaları, nüfusun yoğunluğu, büyüklüğü ve çalışma yaşındaki
nüfusun göreli sayısındaki artışlar ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir ilişki
olduğunu gösterirken, 0-15 yaş grubundaki nüfusun artışı ile ekonomik büyüme 11
arasında negatif bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle Kelley ve Schmidt’in
çalışmaları, nüfusun büyüklüğüne odaklanmanın ötesine geçerek, nüfusun yaş yapısı ve
bileşimini de dikkate alan bir özellik taşımaktadır. 0-15 yaş grubu nüfusun artması
bağımlılık oranını yükselterek, ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Bu yaş
grubundaki sayı olarak azalma ise ekonomik açıdan olumludur.
2.2.Nüfus Teorileri
Eski çağlardan bu yana, insanoğlunun nüfus sorunlarına ilgisinin olduğu
bilinmektedir. Antik dönemlerden günümüze, devlet adamları ve düşünürler, siyasi,
askeri, sosyal ve ekonomik değerlendirmeleri temel alarak, en çok istenilen nüfus
miktarı ya da nüfus artışının canlandırılması ya da sınırlandırılması gibi konularda
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler, daha ziyade bir kamu politikası bakış açısı ile
oluşturulmalarına ve yalnızca spekülasyon ya da tesadüfi gözlem olmanın ötesine
geçememelerine rağmen, modern nüfus teorisinde tekrar ortaya çıkacak olan bir çok
konunun habercisi olmuşlardır. Erken döneme ait bu çalışmalar, sonraları geliştirilecek
daha derli toplu teorilerin kısmi öngörüleri olarak dikkate değerdir. Ancak modern
nüfus teorilerinin temellerinin, Malthus’un 18.yüzyıl sonuna ait çalışmalarına dayandığı
genel bir kanıdır. Malthus’un çalışması, nüfus ve ilgili sosyal konulara olan ilgiyi
arttırmakla kalmayıp, nüfus konusunu ilk defa ön plana çıkarmıştır. Bu çalışma
tartışmaları da beraberinde getirmiş ve her tartışma aynı zamanda demografik sorunlar
ve ekonomi ilişkisiyle ilgili araştırmaların tetikleyicisi olmuştur (Birleşmiş Milletler,
1973, s. 33).
2.2.1.Eski Çağlar ve Ortaçağda Nüfus ile İlgili Görüşler
Modern teori öncesinde, nüfus meselesinin ele alınış nedeni ve şekli toplumsal
yapı, ekonomik konum, coğrafi koşullar v.b. birçok faktöre bağlı olarak
belirlenmekteydi. Ortaya çıkan ya da algılanan belirli bir sorun ya da sorunlar,
neredeyse her zaman nüfusa ilişkin düşünce ve görüşlerin odağı durumundaydı. Antik
Yunan devletleri site biçiminde meydana getirilmişlerdi. Aristo ve Plato gibi önde gelen
filozoflar kimi zaman nüfus fazlalığının, kimi zamanda nüfus yetersizliğinin yaratacağı
problemler üzerinde durmuşlardır. Örneğin nüfusun ekonomiye baskısı üretim yapılacak
yeterli miktarda toprak bulunamaması nedeni ile ortaya çıktığında, çözüm kolonileşme 12
ya da dış ticaret vasıtasıyla gerekli maddelerin temini olarak görülürken, kimi zamanda
fazla nüfus askeri ve güvenlik gibi nedenlerle gerekli görülmüştür. (Küçükkalay ve
Türkcan, 2008, s. 95). Aristo aşırı nüfus durumunda doğum kontrolünü de önermiştir.
Toprağın ve mülkiyetin nüfusla aynı hızda arttırılamayacağını ve bununda yoksulluk ve
sosyal rahatsızlık getireceğine değinerek, aşırı nüfusa karşı önlemler arasında çocuk
düşürme ve kürtaja yer vermiştir. Plato ise, aynı konularda daha kendine özgü
düşüncelere sahiptir. Aşırı nüfusa karşı kolonileşme ve doğum kontrolünü savunurken,
nüfus yetersizliği halinde ise gençlerin ödül, nasihat v.b. şekillerde doğum oranlarını
arttırmak için iknasından, göçlere kadar değişik önerilerde bulunmuştur (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 34). Eski Yunan’da nüfus sorunu daha ziyade, savunma ve güvenlik
açılarından önemli kabul edilmiştir.
Roma İmparatorluğu ise, askeri ve benzeri nedenlerden dolayı nüfus artışının,
avantajlı olarak gördüğü yönlerine önem verirken, nüfus artışının kısıtlanması konusuna
daha az ilgi göstermiştir. Doğum oranlarını arttıracak, evliliğin teşviki ve bekarlığın
onaylanmaması gibi uygulamalar yasalarda yer bulmuştur. Bu faktörler ve Roma’nın
kontrolündeki ticaret yolları, geniş bir alana yayılan verimli topraklarında katkısı ile
imparatorluk nüfusu önemli miktarda artış göstermiştir (Birleşmiş Milletler, 1973, s.
34).
Museviliğin kutsal kitabı Tevrat, doğum ve nüfusun çoğalmasının önemini
vurgulamış ve çocuk sahibi olamamayı kötü bir talihsizlik olarak nitelemiştir. Erken
dönem ve Ortaçağ Hristiyanlığında ise, nüfus meseleleri, daha çok ahlaki açıdan ele
alınmıştır. Musevi yazar ve düşünürleri kadar olmasa da, Hristiyanlık öğretisi nüfus
yanlısı bir eğilime sahipti: bir yandan çok eşliliği, boşanmayı, kürtajı, çocuk öldürme ve
düşük yapmayı kınıyor, bekareti ve itidalli olmayı övüyor ikinci evliliğe ise hoş
bakmıyordu. Bununla birlikte özellikle bekar kalmayı savunan uygulamalara ise Aziz
Paul’un öğretilerinde rastlanmaktadır. Paul ve erken Hristiyanlık döneminin diğer
eklestik bekarlık savunucularının nüfus artışına ilişkin görüşleri Malthus’tan pek
farklılık göstermemektedir. O dönemde bilinen dünyada, nüfus artışı ile ilgili olarak
yoksulluğu bu artışa bağlamışlar, savaş, kıtlık ve salgın gibi felaketleri doğanın fazla
nüfusu azaltmakta kullandığı araçlar olarak görmüşlerdir. Ancak hakim olan eğilim
yinede nüfus artışından yanaydı. Bu eğilimin altında yatan önemli bir neden, söz konusu
dönemde görülen yüksek ölüm oranları ve buna bağlı nüfus azalması tehdidiydi. Sıkça
görülen salgın, kıtlık ve savaşlar çoğu yazarların yüksek doğum oranlarından yana
olmasına neden olmuştu. Doğum kontrolü uygulanmasına olan karşıtlık yalnızca 13
kiliseye özgü değildi, nüfus azalması korkusu da bir başka karşıtlık sebebiydi (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 34-35).
Müslüman düşünürlerin nüfus konusunda görüşleri Hristiyan ve Musevi
düşünürlerinkileri anımsatmaktadır. 14.yüzyıl Arap yazarı İbn Haldun’un ilginç ancak
uzun zaman boyunca fazla bilinmeyen çalışmasından özellikle bahsedilmelidir.
Haldun’un görüşleri iki bakımdan önem arz eder. İlk olarak yoğun nüfus yerleşiminin
daha yüksek bir yaşam düzeyine vesile olduğunu, çünkü yüksek nüfus yoğunluğunun
daha büyük bir iş bölümüne, daha etkin bir kaynak kullanımı, politik ve askeri
güvenliğe olanak sağladığını ifade eder. İbn Haldun ikinci olarak bir devletin refah
döneminin ardından bir düşüş, gerileme döneminin geleceğini ve nüfusta görülen
dönemsel değişmelerin bu ekonomik dalgalanmalarla uyumlu bir şekilde ortaya
çıkacağını belirtir. Uygun ekonomik koşullar ve politik düzen, doğurganlığı arttırarak
ve ölüm oranlarını kontrol altına alarak nüfus artışında bir canlanmaya neden olurken,
bu ekonomik gelişme dönemlerinin ardından kuşaklar boyunca politik gerileme,
ekonomik depresyon ve nüfus azalışına neden olan lüks tüketim, yüksek vergiler ve
diğer değişmeler gelmektedir (Birleşmiş Milletler, 1973, s. 35). İbn Haldun’un nüfus ve
ekonomi ilişkisine ile ilgili çalışması, nüfus değişmelerini dönemsel olarak ele alması
ve ekonomik dalgalanmaları irdeleyerek bu iki değişkeni ilişkilendirerek zamanın
ötesinde bir analiz gerçekleştirmiş olmasıdır.
2.2.2.Merkantilistler ve ****okratların Nüfus ile İlgili Görüşleri
15.yüzyıl sonları ile 18.yüzyıl sonları arasında geçen süre, temeli Rönesansa
dayanan son derece önemli birtakım gelişmelere sahne olmuştur. Bu süreçte ulus
devletler ortaya çıkmış, yeni bilimsel icatlar gerçekleştirilmiş, yeni bölgelerin ve
arazilerin bulunmasını sağlayan coğrafi keşifler yapılmış, ticaret artmış, Ortaçağın
feodal düzeni dağılmaya başlamıştır. Bu gelişmeler sonunda,16.yüzyılın tamamı ve
18.yüzyılın bir kısmında Avrupa kıtasına hakim olan Merkantilist doktrin ortaya
çıkmıştır. Ticaret devrimi diye de adlandırılan bu dönem, kapitalist düzenin ilk temel
taşlarını atmıştır. İktisatçılar arasında iktisadi düşünceyi bu dönem düşünürlerinin
görüşleri ile başlatmak gelenek halini almıştır (Yılmaz, 1992, s. 6).
Merkantilistlerin görüşleri tam bir bütünlüğe sahip olmamasına karşın, çoğunun
nüfus artışını ekonomi açısından yararlı gördüğünü söylemek mümkündür. Çünkü
onlara göre, toprağın bol, yerleşimcilerin sayısının az olduğu yerde yoksulluk vardır. Bu 14
tezi destekleyen nedenler oldukça çeşitlidir. Üretim yönünden bakıldığında, nüfusta
meydana gelecek bir artış, talep artışı yoluyla yeni icatlara ve sanayileşmeye yol
açacaktır. İşgücü piyasası yönünden bakıldığında ise artan nüfus nedeniyle ücretlerin
düşmesi ticaretin gelişmesini sağlayacak ve bazı yazarlara göre ise daha fazla çalışmayı
teşvik edecektir. Bazı Merkantilist yazarlar da daha yüksek ücretlerin daha çok
çalışmayı teşvik edeceği şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bir başka görüş ise daha fazla
nüfusun devlet için daha fazla güç anlamına geldiği şeklinde ekonomik olmayan bir
faydadan bahsetmektedir (Brezis ve Young, 2011, s. 4). Genel olarak nüfus artışını
savunan bir yaklaşıma sahip olan Merkantilistlerden bazıları, bir ülkenin sahip olacağı
nüfus miktarının, o ülkede üretilebilecek ya da dışarıdan temin edilebilecek gıda
miktarına bağlı olduğunun farkına varmışlardır. Bir diğer grup ise nüfus artışı yoluyla
elde edilen işgücü fazlasının ancak yeterli istihdam sağlanması halinde yararlı olacağını
göz ardı etmemişlerdir.
Turgot ve Quesnay’ın öncülüğünü yaptığı ****okrasi, Merkantilizme karşı bir tepki
olarak Fransa’da ortaya çıkan ve okul olarak adlandırılabilecek ilk harekettir (Yılmaz,
1992, s. 13). ****okrasi terimi doğanın kanunu anlamına gelmektedir ve ilk olarak
Pierre-Samuel du Pont de Nemours tarafından kullanılmıştır. Ortaya çıkışı 18.yüzyıl
ortalarına denk gelen ****okrasi, liberal ekonomiyi savunur. Merkantilizmin aksine
devlet müdahaleciliğine karşıdır. ****okratik düşünceye göre bir ekonomide en stratejik
sektör sanayi değil tarımdır ve ekonominin tümünün büyümesi tarımsal üretim artışları
tarafından belirlenmektedir. Nüfus artışına karşı ise genel olarak olumlu bir bakış
açısına sahip olan ****okratlara göre, nüfus artışı ancak bu artışı destekleyecek kadar
bir tarımsal üretim artışı söz konusu olduğunda olumlu karşılanabilir. Sonuç olarak
üretken bir tarımın nüfus artışını teşvik edeceği düşüncesi öne çıkmaktadır (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 36).
2.2.3.Sanayi Devrimi ve Klasik İktisatta Nüfus Olgusu
****okratların savunduğu iktisadi liberalizm, 18.yüzyılın sonlarına doğru
Avrupa’da meydana gelen köklü değişmelerinde temelini oluşturmuştur. Sanayi devrimi
ile birlikte üretimde görülen önemi miktardaki artışlar sonucunda, Merkantilist
dönemde egemen olan daha fazla üretmek kaygısı yerini üretilen mallar için yeni
pazarlar bulma arayışına bırakmıştır. Ekonomi alanında görülen bu köklü değişimler,
yansımalarını düşünsel alanda da göstermiştir. Klasik iktisadi doktrin bu gelişmelere 15
paralel olarak ortaya çıkmıştır. Adam Smith ve David Ricardo gibi bu ekolün önde
gelen temsilcileri nüfus sorununu ücretler bağlamında ve aynı doğrultuda
incelemişlerdir (Küçükkalay ve Türkcan, 2008, s. 101). Nüfusu içsel bir değişken olarak
ele almış ve bu değişkenin ekonomik büyüme tarafından etkilendiğini belirtmişlerdir.
Ayrıca, nüfus artışının emek arzında artış yaratmak suretiyle ücretlerde düşüşe neden
olacağını, tersi durumda ise emek arzında azalışa neden olarak ücretleri arttıracağını
belirterek nüfus ve ücret arasında ki ters ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Adam Smith’in
nüfus konusunda ki dikkat çekici görüşü ise, ekonomik büyüme ve insanların sosyoekonomik koşularındaki iyileşmelerin zaman içinde doğurganlık oranlarını azaltacağı
şeklindedir. Ancak gerek Smith, gerekse diğer klasik iktisatçılar nüfusun kaynakları
aşma eğiliminde olduğunu da kabul etmişlerdir..
2.2.4.Malthus’un Nüfus Teorisi
Thomas Robert Malthus’un (1766-1834) nüfus teorisi, Smith’in doğurganlık ve
nüfus artışı ile ilgili iyimser görüşlerini paylaşmamaktadır. Pek az iktisatçı, Thomas
Malthus kadar tartışmaya açık fikirler ortaya atmış ve bu derece büyük münakaşalara
neden olmuştur (Abramitzky ve Braggion, 2004). İngiliz kilisesi rahibi olan Malthus,
günümüzde insan nüfusu ile ilgili teorinin kurucusu olarak hatırlanmaktadır. Bu teorinin
temel öğretisi, kontrole tabi olmadığı takdirde insan nüfusu geometrik olarak artarak (1,
2, 4, 8, 16, 32…) her 25 yılda ikiye katlanacağından ve gıda üretimi aritmetik olarak
artacağından (1, 2, 3, 4, 5, 6…) insan nüfusunun daima gıda arzını aşacağıdır. (The
Corner House, 2000, s. 1). Malthus’un 1798’de basılan An Essay on The Principal of
Population adlı eserinin, Godwin, Condorcet ve hatta babası Daniel Malthus’un iyimser
görüşlerine karşı duyduğu şüphelerin bir ürünü olduğu düşünülmektedir. Bu görüşlerle
ters düşen Malthus, insanlığın gelişiminin nüfus artışının gıda arzı üzerinde yarattığı
baskıdan dolayı ciddi biçimde kısıtlandığını ısrarla savunmuştur (MacFarlane, 2005, s.
1).
Malthus’la aynı dönemde yaşamış olan Marquis de Condorcet iyimser görüşü
savunuyor ve insanın mükemmele ulaşabileceğine ve en ileri düzeyde sosyal ilerlemeyi
sağlayabileceğine inanıyordu. Condorcet sınırsız bir nüfus artışının, nüfus ne kadar
fazla olursa gıda arzını arttıracak bir o kadar insan olacağı düşüncesinden hareketle, iyi
ve olumlu olduğu düşüncesini taşıyordu. İnsanın kendi akıl yürütmesi yoluyla nüfusun
aşırı derecede artmasından sakınılabileceği ifadesi, Condorcet’nin sınırsız ilerleme ve 16
nüfus artışı görüşünü yansıtıyordu. Söz konusu mükemmeliyeti ve ilerlemeyi
sağlamanın en önemli yolu olan mantık ve akılcılığa ulaşmak için eğitimin önemine
ayrıca vurgu yapan Condorcet’nin görüşleri Godwin’in düşüncelerini de etkilemiştir
(Rehorick, 1979, s. 11).
Yine Malthus’un çağdaşı ve babası Daniel Malthus’un arkadaşı olan Godwin, 1793
tarihinde basılan Political Justice adlı kitabında, bilimsel ilerlemenin, insanların
maddesel isteklerden kurtulduğu bir geleceğe ulaşılmasını sağlayacağı tahmininde
bulunmuştur. Godwin savaş kurumunun ortadan kaldırılması, daha adil bir mülkiyet
dağılımı ve tarım ve sanayideki bilimsel gelişmelerin yardımı ile yaşamın sürdürülmesi
için çok daha az emek sarf edileceğini öne sürmüştür. Godwin yazılarında lüks malların
yapay sınıf ayrımlarını sürdürmede kullanıldığı, gelecekte değer yargılarının değişmesi
ile insanların daha basit yaşayarak, çabalarını maddesel mülkiyet edinmekten çok
kendini geliştirmeye, zihinsel ve ahlaki gelişime yönlendireceğini ifade etmiştir.
Goodwin’e göre, Tarımın makineleşmesi ile birlikte de gelecekteki toplumların üyeleri
ekmeklerini kazanmak için sadece birkaç saat çalışmaya ihtiyaç duyacaklardır (Avery,
2005, s. 5). Godwin tıpkı Condorcet gibi metafizik temelinde bir iyimser görüşe bağlı
olarak, bir toplumun aydınlanma ile uyum içinde, akıl ve mantık yolu ile otomatik
olarak uygun bir nüfus büyüklüğünü bulacağını öne sürüyordu (Rehorick, 1979, s. 12).
Malthus ise, Condorcet ve Godwin’in iyimser tezlerine, nüfus artışının insanoğlunun
gelecekte sağlayacağı gelişmeye ciddi engeller teşkil edeceği düşüncesine dayanarak
karşı çıkmıştır.
Malthus’un 1798 tarihli eserini yazmasında Godwin’in tezi üzerine bir arkadaşıyla
yaptığı sohbetin etkisi olmuştur. Malthus, Godwin’in aksine cinsiyetler arasındaki
ilginin ortadan kalkmayacağını, değişmez bir niteliğe sahip olduğunu ve bundan dolayı
insan nüfusunun sürekli bir artma eğiliminde olduğunu ve kontrol edilmediği takdirde
nüfus sayısının gıda arzını aşacağını belirtmiştir.
Malthusyen Tuzak: Malthus’un teorisine göre, insanlık iki kanunun kalıcı olarak
kesişmesinden kaynaklanan bir tuzak içindedir. Bunlardan ilki nüfusun artış oranı ile
ilgilidir. Malthus cinsiyetler arasındaki tutkunun azalmayacağını savunmaktadır ve
araştırmalara göre, doğal doğurganlık koşulları altında, bu durum kadın başına yaklaşık
15 canlı doğumla sonuçlanacaktır. Bu rakam modern demografi tarafından
doğrulanmıştır. Bu koşullar göz önüne alındığında, Malthus’un öngördüğü gibi nüfus
geometrik şekilde artacak ve belli bir sürede dünya nüfusunun ikiye katlanması işten
bile olmayacaktır (MacFarlane, 2005, s. 1). 17
İnsanoğlunun adeta bir tuzak içinde bulunmasına neden olan ikinci önerme ise gıda
ve diğer kaynakların üretiminin nüfustaki artışa kıyasla çok daha yavaş
gerçekleşeceğidir. Malthus üretimin çok büyük miktarda gerçekleşmesi, hatta sınırsız
boyutta olması halinde dahi dünya nüfusunun o dönemde örneğin 100 milyon olduğunu
varsayarak, insan nüfusu 1, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512.. oranında artarken, gıda
arzının 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10.. olarak artacağını ve 2 asır sonra insan nüfusunun gıda
üretimine oranının 512’ye 10 şeklinde olacağını, 3 asır sonra ise bu oranın 4096’ya 13
olacağını, 2 binyıl sonra ise söz konusu oranın hesaplanmasının bile mümkün
olmayacağını belirtmiştir (Malthus, 1798, s. 8). Bu şekilde insanlar Malthusyen Tuzağa
düşmüş olacaklardır. Bu tuzaktan sakınılabilmesi için nüfusun, geçimlik, yani
mevcudiyetini sürdürebilecek düzeyde tutulması gereklidir.
Malthus, teorisinde nüfus ve gıda ilişkisini açıklarken, dünya gıda arzı üzerinde
herhangi bir sınırlama bulunmadığını, üretimin tahsis edilen miktarın çok üzerinde
gerçekleşebileceğini ve sürekli olarak arttırılabileceğini, ancak yine de nüfusun üstün
olan güç olduğunu belirtmiştir. Buna göre, insan türündeki çoğalma hızının gıda arzı
artışı ile aynı düzeyde tutulabilmesinin ancak doğal koşulların nüfus üzerinde kontrol
görevini üstlenmesiyle mümkün olacağını savunmuştur (Malthus, 1798, s. 8). Malthus
nüfus üzerinde ki söz konusu kontrolleri iki başlık altında açıklamıştır. Bunlardan birisi
pozitif kontroller olarak adlandırılmaktadır. Oldukça farklı türleri olan pozitif kontroller,
sefaletten kaynaklanan ve insan ömrünün kısalmasına katkıda bulunan nedenleri ifade
eder. Örneğin kötü çalışma koşulları, aşırı yoksulluk ve iklim koşulları, salgınlar,
kıtlıklar, veba, savaşlar ve çocuk ölümleri bu nedenler arasında sıralanabilir. Nüfus,
gıda miktarı artışıyla birlikte birkaç kuşak artış gösterecek ve yukarıda sıralanan
faktörler ortaya çıktığında artış duracak, nüfus önceki seviyesine dönecektir. Malthus
nüfus artışını kısıtlayacak olan diğer kontrol türünü ise önleyici kontrol olarak
adlandırmıştır. Önleyici kontroller arasında, doğurganlığı azaltan geç evlenme, doğum
kontrolü, bekarlık gibi nedenler bulunur.
Malthus gıda arzındaki artışın, gıda fiyatlarının ucuzlamasına ve dolayısıyla
doğurganlığın artmasına neden olacağını, nüfustaki artışın ise, gıda fiyatlarını arttırarak
daha fazla toprağın ekilmesine, gübreleme yatırımlarının artmasına ve zamanla daha
verimsiz toprakların da ekilmesine neden olacağını belirtmiştir. Nüfus baskısı sonucu
teknolojik gelişme görülse ve bu gelişme tarımsal üretimi arttırsa dahi, bu durum nüfus
artışını karşılamaya yeterli olmayacaktır. 18
Bu açıdan bakıldığında, tarımsal üretimde artış yaratan teknolojik gelişmeler yaşam
standartlarında yalnızca geçici bir yükseliş getirecek, ancak bu yükseliş uzun dönemde
ortaya çıkan ve bu geçici iyileşmeyi sıfırlayan nüfus artışı ile dengelenecektir. Malthus,
yoksullara daha fazla para aktarılması yoluyla onların refahında ancak geçici bir artış
sağlanacağına inanmıştır. Ona göre bu parasal yardımı alan yoksullar daha büyük bir
aileyi geçindirebilecekleri yanılgısına düşerek, önleyici kontrolden uzaklaşacaklardır ve
bu durumun daha fazla nüfus artışına neden olmasıyla yoksulların yaşam koşullarının
sonunda kötüleşeceğini belirterek, yoksullara yapılan her türde parasal yardıma şiddetle
karşı çıkmıştır. 1834 yılında hayata geçirilen İngiliz yoksul kanunlarının bu nedenden
dolayı uygulamadan kaldırılması gerektiği Malthus tarafından önemle vurgulanmıştır
Yoksullara yapılan parasal yardımlar sonucunda, aynı miktarda gelir daha fazla aile
bireyi arasında bölüştürülecek ve bunun sonucunda artan yoksulluk, salgın, kıtlık
v.b.şekillerde pozitif kontroller ortaya çıkacaktır. Ayrıca söz konusu yardımlar gıda
fiyatlarında artışa, reel ücretlerde ise azalışa neden olacak ve sonuç olarak yoksullar
bundan zarar göreceklerdir (Abramitzky ve Braggion, 2004).
Malthus, ilk eserinin yayınlanmasından sonra Avrupa’da seyahatlere çıkmış ve
nüfusla ilgili gözlemsel çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bu gözlemler ve seyahatler
sonucunda elde ettiği izlenimler eserinin ikinci baskısına (1803) ilham kaynağı
olmuştur. Aslında ikinci baskı ilkinden son derece farklı bir çalışmadır. Bu baskıda
Malthus kendi adı ile anılan Malthusyen tuzaktan sakınılabileceğini yazmıştır. Bu
sakınmanın ise evliliğin belli bir ekonomik ve sosyal statüye kadar ertelenmesi gibi
kurumsal düzenlemelerle mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Malthus’un
İskandinavya gezisinde tuttuğu seyahat notlarında öne sürdüğü görüşler, eserinin
gözden geçirilmiş ikinci baskısının ham girdilerini oluşturmuştur (Jensen, 1999, s. 458).
İkinci baskıda insan rasyonelliğinin, kurumsal düzenlemelerin ve eğitimin harekete
geçireceği pozitif kontroller vasıtasıyla nüfus artışı ve beraberinde getireceği
sorunlardan kaçınılmasının mümkün olduğunu öne sürmektedir.
Malthus’un nüfus üzerine görüşleri, o dönemde büyük tartışmalara neden olmuştur.
Ancak yaptığı çalışmalarla modern nüfus teorisine ve demografiye de öncülük eden
Malthus’un teorisi kendisinden sonraki birçok araştırmanın gerçekleştirilmesini teşvik
edici rol oynamıştır. Günümüzde de bu teori üzerine farklı görüşler ve tartışmalar halen
süregelmektedir. Bu görüşlerin bir kısmı Malthus’un nüfus ve gıda arzı ilişkisine
yönelik olumsuz düşüncelerini paylaşırken, bazıları nüfus artışının ekonomiyi pozitif 19
yönde etkileyeceğini ve bu nedenle Malthusyen teorinin çizdiği karamsar tabloya
katılmadıklarını belirtmektedirler.
Klasik iktisat doktrininde sabit getirinin, sanayiye özgü bir özellik olduğu kabul
edilirken, azalan getirinin ise tarım sektöründe görüldüğü varsayılır. Bu varsayım
Malthus’un nüfus teorisi ile birlikte ele alındığında üretim yapısını sanayi üzerine kuran
ülkeler için daha kötümser senaryolar karşımıza çıkmaktadır. Bu durumun önemli bir
sonucu olarak nüfus artışı sanayi kesiminde, tarım kesimine nazaran daha fazla istihdam
yaratacak ve doğal olarak sanayi üretimi tarımsal üretimden daha fazla artacaktır.
Bundan dolayı malların arz ve talebinde artış yaratan nüfus baskısı tarım ürünlerinin
fiyatlarını sanayi ürünleri fiyatlarına oranla daha fazla artmaya sevk edecek ve fabrika
işçileri yoksullaşacaktır (Abramitzky ve Braggion, 2004).
Marx ise her üretim tarzının kendine özgü bir nüfus kanunu olduğunu
söylemektedir. Malthus’un soyut nüfus teorisine tezat olarak Marx doğal ya da evrensel
bir nüfus kanunun olamayacağını, nüfusun daha ziyade farklı toplumlarda geçerli olan
sosyal ve ekonomik koşullar tarafından belirlendiğini öne sürer (Birleşmiş Milletler,
1973, s. 46). Malthus insan isteklerinin doğa tarafından yönlendirildiğini varsaymıştır.
Marks, Engels ile birlikte bu varsayıma karşı çıkmıştır. Marx insanın doğayı kontrol
ettiğini savunmaktadır. Marx’a göre, doğurganlıkla ilgili kararlar üretim şekli ile ilgili
olduğundan sosyal sınıflar arasında bu kararların alınışında farklılıklar olacaktır (Brezis
ve Young, 2011, s. 11).
Marx ayrıca aşırı nüfusun, insanoğlunun varsayılan biyolojik eğilimlerinden ziyade
kapitalist üretim tarzına ve emeğin artık üretiminin kapitalist sınıf tarafından elde
edilişine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Aşırı nüfus sonucu ortaya çıkan yedek işgücü
ordusu kapitalist girişimcinin yüksek artık değer ve kar elde etmeye devam etmesini
sağlayacaktır. Marx bununda işgücü fazlasının ücretleri düşük tutmasına bağlı olduğunu
öne sürer (Birleşmiş Milletler, 1973, s. 47).
Günümüz nüfus teorilerinden bazıları nüfus-ekonomi ilişkisini incelerken, nüfus
artışını yalnızca gıda arzıyla olan ilişkisi açısından değil, çevre, doğal kaynaklar, beşeri
kaynaklar gibi faktörlerle olan ilişkisi açısından da incelemeye tabi tutmakta ve
gözlemsel çalışmalarla araştırmalarını destekleyerek Malthus’un öncülük ettiği nüfus
teorisine yeni boyutlar kazandırmaktadırlar. Nüfus ve ekonomi ile ilişkisi üzerine
yapılan araştırmaların esas konusu nüfus artışının ekonomik büyümeyi etkileyip
etkilemediği, eğer etkiliyorsa bu etkinin ne yönde ve ne büyüklükte olduğudur.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan ülkelerde görülen hızlı nüfus artışı20
bu ilişki üzerine çok sayıda araştırma yapılmasına neden olmuş, yine bu ilişki üzerine
yeni teoriler ve düşünceler ortaya konmuştur.
Malthus’un nüfus artışı ve üretim kapasitesi arasındaki ilişki ile ilgili iddiası önemli
ölçüde eleştiriye maruz kalmaktadır. Dahası iktisatçılar, Malthus’un yaptığı tahmin ile
karşılaştıkları yeni gerçeklik arasındaki farkı giderecek alternatif açıklamalar arayışına
girmişlerdir. Malthus sabit miktarda toprak ve artan bir nüfusla, azalan marjinal
verimliliğin, bireylerin sabit bir şekilde geçimlik düzeyde yaşamalarıyla
sonuçlanacağını öne sürmüştür. Malthus’un teknolojik gelişmeler ve sermaye
birikiminin, nüfusun artması halinde dahi nüfus baskısını gevşetmeye ve bireylerin
koşullarını iyileştirmeye yetecek güçler olduğunu göz ardı ettiği sıkça yapılan eleştiriler
arasında olmuştur (Abramitzky ve Braggion, 2004).
2.2.5.Modern Teoriler
1950’lerden itibaren sağlık alanında görülen gelişmeler nedeniyle ölüm oranlarının
azalması ve buna paralel olarak nüfusun hızla artmasına karşın, Malthus’un ön gördüğü
gibi milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanan kıtlıklar görülmemiştir. Afrika’nın bazı
kesimlerinde kronikleşen gıda sıkıntısının kıtlık boyutuna ulaştığı kabul edilen bir
gerçektir, ancak dünya geneline yayılan bir durum söz konusu değildir. NeoMalthusçuların öne sürdüğü gibi nüfusun kaynakları aşması da bir dünya çapında bir
krize yol açmamıştır. Tarımsal alanda teknolojik gelişmelerden yararlanılması gıda
üretiminde ciddi oranda artışlarla sonuçlanmıştır.
Teknolojik gelişmeler, tarımsal gelişmeler, sosyal organizasyondaki değişmeler ve
hükümet politikalarında görülen değişmeler, diğer gelişmelerle birlikte insanlığın
nüfusun, kendisini besleyecek kapasiteyi aştığı bir yerde, Malthus’un öngördüğü
durumdan sakınabilmiş ve Malthus’un insanlık için yaptığı korkunç kehanet
gerçekleşmemiştir (Wolfgram, 2005, s. 6).
Ancak dünya genelinde yaşanan bazı gelişmeler, bu iyimserliğin aksine acaba
Malthus bir kez daha haklı çıkabilir mi sorusunu gündeme getirmiştir. Özellikle son 30
yılda Malthus’un teorisi nüfus tartışmasında bir kez daha taraftar kazanmaya
başlamıştır. 1970’lerin petrol krizi ve Afrika’nın Sahel bölgesinin bazı kesimlerinde
görülen kıtlıklar tamamen Malhus’u haklı çıkarır gibi görünmekteydi. İnsan sayısı
sadece gıda miktarını değil petrol, madenler, toprak ve su gibi kaynakların miktarını da
aşmış görünüyordu. Paul Ehrlich’in 1968 tarihli Population Bomb ve Garrett Hardin’in 21
yine aynı yıla ait Tragedy of Commons adlı eserlerinin yayınlanmasından itibaren,
besin, kaynaklar, gıda arzı, enerji, toprak ve çevre gibi faktörlerin sınırları üzerine
uyarılar çığ gibi artmıştır. Nüfus artışına yaptıkları ses getiren saldırılar sonucunda NeoMalthusçular, popüler medya ve benzer şekilde politikacıların dikkatini çekmeyi
başarmışlardır. Bununla birlikte hataları da yok değildi ve eleştirilerden uzak
kalamadılar (Wolfgram, 2005, s. 8). Neo-Malthusçuluk, aşırı nüfusun kaynakların
tükenişini ve ekolojik çevrenin bozulmasını hızlandıracağı kaygılarını taşıyanları
belirten bir kavram olarak ta kullanılabilmektedir.
Malthus’dan bu yana nüfus artışının ekonomik büyüme temposu üzerindeki
sonuçları etrafındaki tartışmalar şiddetli ve ihtilaflı bir şekilde cereyan etmektedir.
Nüfus artışının olumsuz sonuçlarına dair kötümser görüşler bu konudaki literatüre ve
daha az ölçüde bilimsel söyleve hakim olmakla birlikte, bazen bu düşüncede değişimler
görülmüştür (Kelley, 2001, s. 24). Örneğin Büyük Buhran sırasında ekonomik
iyileşmenin yavaş ve yetersiz olmasının nedeni olarak yavaş nüfus artışı gösterilmiştir.
1950’lere gelindiğinde nüfus artışının ekonomik büyümeye olan olumsuz etkilerine dair
görüşler ağırlık kazanmış ve bu konuda Coale ve Hoover’in çalışması ön plana çıkmıştır
1958 yılına ait çalışmalarında Coale ve Hoover, nüfus artışının ekonomik büyümeyi
olumsuz etkilediği sonucuna varmışlardır. 1950’ler ve 1960’lar nüfus artışının olumsuz
sonuçlarına odaklanan kötümser görüşün hakim olduğu yıllar olurken, 1980’lerde ise
nüfus artışının gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyümeyi kısıtlayıcı yönüne daha
az önem veren revizyonist görüş ağırlık kazandı. Julian L.Simon’un “Ultimate
Resource” (1981) adlı eseri bu dönemde oldukça ilgi görmüştür. Simon nüfus artışının
orta dönemde ekonomik büyüme üzerinde pozitif etki yaratacağını öne sürerek bu
tartışmada nüfus artışının sonuçlarını incelerken, bu sonuçları daha uzun döneme
taşımıştır (Kelley, 2001, s. 24).
1990’larda nüfus ve ekonomik büyüme tartışması 1994 yılında, 179 ülkenin
katılımıyla Kahire’de gerçekleştirilen Uluslar arası Nüfus ve Kalkınma Konferansı
(ICPD) ile yeni boyutlara taşınmıştır. Konferans nüfus, kalkınma ve bireylerin refahı
konularında yeni ufuklar açmıştır. Kahire Konsensusu adıyla da bilinen program önceki
yıllarda nüfus, anne sağlığı, aile planlaması alanlarında yapılan başarılı çalışmalara yeni
bir bakış açısı kazandırmıştır.
1998 yılında, Nancy Birdsall tarafından düzenlenen Bellagio sempozyumunda esas
olarak 4 konu ele alınmıştır (Report on Symposium on Population Change and
Economic Development, 1998) 22
i) Savaş sonrası dönemde, gelişmekte olan ülkelerde doğurganlık azalışı ve diğer
demografik değişmelerin ekonomik büyüme üzerinde etkileri.
ii) Doğurganlık azalışı ve diğer demografik değişmelerin yoksulluk ve eşitsizlik
üzerinde etkileri.
iii) Nüfus artışının doğal kaynakların tarımda kullanımının sürdürülebilirliği
üzerinde etkileri.
iv) Ekonomik, sosyal ve nüfus politika ve programlarının etkilenme şekli.
Son birkaç on yıl boyunca, önemli bilimsel çalışmaların, genel olarak nüfus
artışının, özellikle piyasaların göreli olarak yetersiz gelişme gösterdiği ve hükümet
politikalarının çoğunlukla tedbirsizce belirlendiği Üçüncü Dünyanın en yoksul
ülkelerinde ekonomik büyüme üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu sonucuna
varmalarına rağmen, bu konuda daha önce yapılan çalışmaların çoğu, nicel olarak bu
görüşü desteklemekte temkinli görünmektedirler. Bellagio sempozyumu bu gelenekten
bir ayrılışı temsil etmektedir. Sempozyumdaki çalışmalar demografik değişim ve
ekonomik büyümenin bileşenleri arasındaki bağlantıları öncekinden daha net bir şekilde
açığa çıkarmakta ve nüfus artışının etkisinin boyut olarak geçmişte atfedilenden daha
büyük olduğunu belirtmektedir. Bellagio sempozyumunun sonuçları ayrıca demografik
değişimin yoksulluğun azaltılmasındaki etkisini bir odak noktası haline getirmiş ve çok
net bir şekilde olmasa da hızlı demografik değişimin kırsal çevre üzerinde pozitif ve
negatif etkilerini de vurgulamıştır (Birdsall ve Sinding, 2001, s. 20).
Nüfus ve ekonomi ilişkisi ile ilgili düşüncelerde yıllar itibariyle görülen değişimleri
daha net görebilmek için,bu konu üzerine hazırlanmış ve yayınlanmış önemli raporlara
değinmekte fayda bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Birleşmiş Milletlerin 1953 tarihli
raporudur. Rapor, Malthus’dan bu yana, nüfus artışının sonuçları üzerine yapılmış en
sistematik ve kapsamlı değerlendirmeyi temsil etmekte, ülkelere özel koşullara vurgu
yaparak, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerindeki, doğrudan ve dolaylı ve kısa ve
uzun dönemde etkilerini hesaba katmaktadır (Kelley, 2001, s. 28).
Birleşmiş Milletlerin 1973 tarihi raporu, öncekini günceller niteliktedir. Sonuç
değerlendirmesi de, doğal olarak, daha kötümser bir özellik taşımaktadır. Bununla
birlikte, Simon Kuznets’in ampirik çalışmaları bu kötümserliği sınırlandırır niteliktedir.
Kuznets, nüfus artış hızının ekonomik büyümenin önde gelen belirleyicilerinden biri
olmayabileceğini savunmasına rağmen, hızlı nüfus artışının yaşam standardında
iyileşmeyi geciktirebileceğini kabul etmiştir (Kelley, 2001, s.30). 23
ABD’de faaliyet gösteren Ulusal Bilim Akademisi (NAS) tarafından 1971 yılında
hazırlanan rapor ise, görünüm olarak, en geleneksel, dolayısıyla, en kötümser bakış
açısına sahiptir. 1986 yılına ait, sonraki NAS raporu ise, revizyonist düşünceye dönüşü
temsil etmektedir. Rapor, nüfus artışının olumsuz öncül etkilerine karşı, bu olumsuz
etkileri dengeleyebilecek bireysel ve kurumsal tepkilere yer vermektedir. Bu tepkiler,
kıtlığa karşı kaynaklar bazında korumacılık, bol miktarda bulunan üretim faktörlerinin
kıt olanlarla ikamesi, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve benimsenmesi ve benzerleri
olarak sıralanabilir. Buna ilaveten, raporda, çocuk sayısının hükümet harcamalarına ve
okula kaydolma düzeyine olduğu kadar, hane halkı tasarruflarına olan etkisi de nüfus ile
ilgili önemli tartışma konuları olarak yer almaktadır.1986 yılı raporu ile ilgili bir başka
önemli nokta ise, çalışmanın neredeyse tamamen iktisatçılarca hazırlanmış olmasıdır
(Kelley, 2001, s. 33).
1950’den bu yana, Üçüncü Dünya ülkelerindeki nüfus artışının sonuçları ile ilgili
görüşler, 1951 ve 1986’nın, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerindeki etksinin
önemsiz olduğunu savunan temkinli revizyonist değerlendirmeleri ile 1971 ve 1973’ün
etkisi azalmakta olan kötümser gelenekçi raporları arasında taraf değiştirmektedir.
(Kelley, 2001, s. 34). Bununla birlikte, iktisatçı-demograflar tarafından yapılan
değerlendirmelerde hakim olan revizyonist görüştür. Nüfusun yaş yapısındaki
değişmelere önem veren görüşlerde son yıllarda önem kazanmıştır |