II.Aşama 
İkinci aşama ise, yaklaşık olarak 1986 tarihinde başlayan ve ekonomist Kelley’nin 
“revizyonist” olarak isimlendirdiği aşamadır. 
Allen C.Kelley (2001), 1980’lerin sonlarına doğru gelindiğinde, nüfus politikaları
ile ilgili araştırmaların çoğunun kötümser niteliklerini değiştirerek, nüfus artışının 
ekonomi üzerindeki etkilerinin muhtemelen küçük olduğu şeklindeki revizyonist görüşe 
doğru bir yönelme eğilimine girdiklerini belirtmektedir.(Kelley, 2001, Akt; Hirschman, 
2004, s. 8). Amerikan Ulusal Bilimler Akademisinin (NAS) içerdiği, daha yavaş nüfus 
artışının birçok gelişmekte olan ülke ekonomisi için yararlı olacağı şeklindeki zayıf ve 
ihtiyatlı ifade, ekonomik büyümeyi hızlandırmak amacıyla, nüfus artış oranının 
düşürülmesine yönelik politikaların önceliğinin azalmasına neden olmuştur ve bu ifade 
revizyonist görüşü örneklendirir bir nitelik taşımaktadır ( Hirschman, 2004, s. 8). 
1980’lerde, sözde nüfus revizyonistleri, nüfus artışının, üçüncü dünya ülkelerindeki 
ekonomik büyüme üzerinde bir kısıt ya da bir kaynak olarak taşıdığı önemi daha alt 
düzeye indirgemişlerdir. Bu şekilde ifade edilen nüfus revizyonizmi, yaygın olarak 
kabul gören ve nüfus artışının kişi başına ekonomik büyüme ve kalkınma üzerinde 
güçlü bir caydırıcı olduğu şeklindeki, 1960’lar ve 1970’lerin geleneksel ya da kimi 38
zaman kötümser olarak adlandırılan görüşten, önemli bir geri adımı temsil eder gibi 
görünmektedir (Kelley, 2001, s. 1). 
NAS 1986 yılı raporunda yer alan ve ”Konuyu tüm yönleri ile ele aldıktan sonra, 
daha yavaş bir nüfus artış hızının, çoğu gelişmekte olan ülkenin ekonomik kalkınması
için yararlı olacağına dair nitel bir sonuca varmış bulunuyoruz”) şeklinde ifade edilen 
bildirge, revizyonizmin birçok özelliğini de örneklendirmektedir. Bu özellikler. 
i) Nüfus artışının hem pozitif, hem de negatif etkileri vardır. 
ii) Nüfus artışının asıl etkisi (pozitif ya da negatif), mevcut gözlemsel ispatlar 
olmaksızın belirlenemez. 
iii) Sadece yüksek oranlı büyümeni etkisi algılanabilir (Yavaş ya da daha yavaş
değil). 
iv) Net etki ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir (Çoğu durumlarda negatif, 
bazen pozitif, bazen de çoğu gelişmekte olan ülkedeki gibi, her iki yönden 
birinde,çok küçük bir etki). (Kelley, 2001, s. 3). 
Ulusal Bilim Akademisi raporunun (1986) ulaştığı sonuç, raporun yazarlarından 
biri olan Nancy Birdsall’ın ifadesi ile: ”hızlı nüfus artışı ekonomik kalkınmayı
yavaşlatabilir, fakat ancak özel koşullar altında ve sınırlı ya da zayıf etkiler göstererek” 
şeklinde olmuştur(Birdsall, 2001, Akt; Sinding, 2008 s. 3). 
1990’lı yılların sonlarına doğru, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerinde 
olumsuz etki yarattığı şeklindeki Ortodoks görüşe doğru bir yöneliş görülmüştür. Kelley 
ve Schmidt, 1960’tan 1995’e kadar, doğum ve ölüm oranlarında meydana gelen 
düşüşlerin, bu periyottaki, kişi başına yıllık olarak yaklaşık %1,5 oranında üretim 
artışının, yaklaşık olarak %21’inin nedenini oluşturduğu şeklinde bir değerlendirme 
yapmışlardır. Doğu Asya ekonomik mucizesinin, büyük ölçüde bağımlı nüfusa oranla 
işgücünde meydana gelen artıştan kaynaklandığı ve bu artışın nedeninin de demografik 
geçiş olduğu sonucuna varan birçok çalışma, demografinin önemiyle ilgili daha pozitif 
olan bu yorumu destekler niteliktedir (Hirschman, 2004, s. 8-9). 
III.Aşama: 
Nüfus ve ekonomik kalkınma ile ilgili şu an geçerli olan üçüncü aşamada, yeni bir 
grup iktisatçı, ekonomi üzerinde yalnızca nüfus artışının etkisine değil, nüfusun yaş39
yapısı ve bileşimindeki değişmenin etkisine de bakılması gerektiğine karar verdiler. Bu 
iktisatçılar hızla azalan doğurganlığın, ekonomik olarak aktif nüfus ile bağımlı nüfus
arasındaki oranda değişime neden olduğu sonucuna vardılar. Doğurganlık azaldıkça, 15-
65 yaş aralığındaki nüfus (çalışma çağındaki nüfus), 15 yaş altı ve 65 yaş üzeri nüfusa 
(bağımlı nüfus) oranla artış göstermektedir. Bir defaya mahsus olan bu demografik 
ödül, henüz ekonomik bakımdan faal olmayanlara yönelik harcamalarda (eğitim, sağlık  
vb.) azalma ve ekonomik çıktıda artışa yol açmaktadır. Bu nedenle, büyüme yanlısı, 
mantıklı ekonomik politikalar izlediği varsayılan ülkelerde, demografik ödül, kişi başı
gelirde bir sıçramaya dönüşmektedir. Bu iktisatçılar, Asya Kaplanlarına ait (Kore, 
Singapur, Tayvan, Tayland) verilerin modele iyi bir şekilde uyduğunu bulmuşlardır. 
Daha geniş çerçevedeki sosyal ve ekonomik kalkınma programlarına güçlü ve etkin 
nüfus politikalarını dahil eden ülkeler, demografik ödülden oldukça karlı bir şekilde 
yararlanabilmişlerdir. Bu yüzden, iktisatçılar, doğurganlıktaki değişime ilave olarak, 
değişen yaş yapısına bakarak, demografik değişim ve ekonomik büyüme arasında büyük 
ölçüde mantıklı bir bağlantıyı algılayabilmişlerdir. Bu bağlantının, daha az 
detaylandırılmış olan Ulusal Bilimler Akademisi raporunda (1986) ve bu rapora karşılık 
olarak hazırlanan önceki revizyonist araştırmalarda görülebilmesi oldukça zordur 
(Sinding, 2008, s. 4). 
Nüfus-ekonomi ilişkisi üzerine bu en son aşamaya ait düşünceler, bir uzlaşı
anlamına gelmemektedir. Birçok ekonomist, demografik ödül ya da diğer adıyla fırsat 
penceresi kavramlarına şüphe ile bakmaya devam etmektedirler. Bununla birlikte, 
araştırmalar çoğaldıkça, politikacıların bu yeni görüşe verdiği öneminde arttığı
görülmektedir. Nüfus değişmelerinin, ülkelerin yaş bileşimi ve yapısı üzerindeki 
etkilerinin yadsınamayacak kadar dikkate değer olduğu düşüncesi her geçen daha fazla 
kabul görmektedir. 
2.3.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Çevre İlişkisi 
Gelişmekte olan ülkelerde, nüfus artışının ekonomik performans üzerinde ne yönde 
bir etki yarattığı uzun süredir tartışılan, birçok teorik ve ampirik araştırmaya konu olan 
bir meseledir. Nüfusun azalan bir hızla da olsa, gelişmekte olan ülkelerde artmaya 
devam etmesi, bu artışın sadece gıda arzı ile değil, aynı zamanda ekolojik çevre ve 
doğal kaynaklarla da ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Bir başka ifade ile, ekonomik 40
büyüme hızında azalmaya neden olabilecek nüfus artışı ile ilgili bir başka sorun, 
ekolojik çevrenin bozulması ve kaynakların kıtlığıdır. 
Bu konudaki görüşlerden biri sınırlı kaynak perspektifi olarak adlandırılmaktadır ve 
nüfus artışının, çevre üzerinde negatif ve potansiyel olarak yıkıcı bir etkiye sahip olduğu 
şeklindedir. Bu görüşün savunucuları, büyüyen bir nüfus beslenebilse dahi, ekolojik 
çevrenin, bu yeni nüfusun varlığını sürdürmesini sağlamasının mümkün olmayacağını, 
nüfus artışının çevre kirliliğinde patlamaya yol açarak, çevre üzerinde facia gibi bir etki 
yaratacağını öne sürmektedirler (Cid, 2003, s. 2). Dünya yüzeyinin %75’ini su, geri 
kalanını ise kara parçası oluşturmaktadır. Kara parçası ya da toprağın büyük bölümü 
tarımsal amaçlı olarak kullanılmaktadır. İnsan sayısındaki artışla, bir ulus doğal 
kaynaklarda bir azalış, dolayısıyla üretim hacminde düşüş bekleyebilir, Nüfus artışının 
çevreye olan etkisi, ekonomik gelişmenin neden olacağı etkiye bağlıdır (Kothare, 1999, 
s. 7). 
 Jha, Deolalikar ve Pernia (1993), Filipinlerle ilgili olarak yaptıkları araştırmada, 
hızlı nüfus artışının, çevre üzerindeki etkisinin harekete geçirdiği mekanizmalardan 
birisinin, kişi başına gelirin sabit olduğu varsayımı altında,daha büyük nüfusun, hane 
halklarının kullandığı enerji, ulaşım, elektrik ve sanayi için daha fazla talep anlamına 
geleceğini işaret etmişlerdir. Bu etki, hane halklarının, Filipinlerde su ve hava 
kirliliğinin esas kaynağı olarak belirlendiği Çevresel ve Doğal Kaynaklar Hesaplama 
Projesinin (ENRAP) tahmin ve hesaplamaları ile geçerli hale gelmiştir. Nüfus artışı-
çevre kirliliği nedenselliği ile ilgili aynı çizgide olan Padilla (1996) su kalitesindeki 
bozulmanın doğrudan doğruya nüfus artışı ya da boyutuna bağlanamayabileceğini, 
ancak kirliliğin nüfus boyutu ya da nüfus artışı ile ilgili faaliyetlerle doğrudan ilişkili 
olduğuna dikkat çekmiştir. Padilla, konu ile ilgili olarak su örneğine değinmiştir. Su 
kirliliği boşaltılan atık miktarı ile doğrudan orantılıdır. Buna karşılık, boşaltılan atık 
miktarı ise, nüfus büyüklüğü ile doğrudan orantılıdır. Bir başka örnek ise aşırı balıkçılık 
yapılması ile ilgilidir. Balık talebi nüfus büyüklüğü ile doğru orantılıyken, balık arzı
suyun kalitesi tarafından pozitif olarak etkilenmektedir. Açıkça görüldüğü gibi, su 
kalitesi nüfus büyüklüğü tarafından dolaylı olarak etkilenmektedir. Panayotou (1994) 
ise, nüfus artışı, çevre ve kalkınma arasındaki karşılıklı ilişkinin yakın zamanlı bir 
analizini ortaya koymaktadır. Panayotou, görünüşte hızlı nüfus artışı, ormansızlaşma, 
toprak erozyonu, yerel ekosistemlerin yok edilmesi ve genel çevresel bozulma ile 
karşılıklı ilişki içindeyken, daha yakından bakıldığında, çevre üzerindeki etkinin 
nüfusun ne kadar arttığından daha çok, nüfusun nasıl davrandığına göre belirlendiği 41
sonucuna varmıştır. Nüfusun davranışlarını belirleyen faktörlerin nüfusun büyüklüğü, 
sıkışıklığı ve kıtlıklar olduğunu da belirtmiştir. Buna ilaveten, söz konusu etkinin, 
piyasaların ve hükümetlerin etkinliğiyle makul hale gelebileceği de tespit 
edilmiştir(Padilla, 1994 ve Panayotou, 1996, Akt; Orbeta, Ernesto ve Pernia, 1999, s. 
13). 
Nüfus artışının gelişmekte olan ülkelerde çevresel faktörler üzerindeki etkisi ile 
ilgili olarak, Sahlu Haile’nin Etiyopya üzerine yaptığı çalışma önemli sonuçlara 
ulaşmıştır. Etiyopya’nın sürdürülemez nüfus artışı sadece ülkenin kötü ekonomik ve 
sosyal koşullarına değil, özellikle yoğun nüfuslu, yüksek kesimlerinde çevresel 
bozulmaya da katkı yapmaktadır. Bu eğimli araziler, çok eski zamanlardan bu yana 
yerleşilen, kötü bir şekilde ormansızlaştırılmış, aşırı derecede ekilmiş, erozyona uğramış
ve besin bakımından fakirleşmiş bir durumdadır. Nüfus arttıkça, insanlar kıt arazileri 
aşırı derecede ekmişler, toprağın besleyici değeri azalmış ve erozyon bunların 
karşılığında ödenen bir bedel olmuştur. Yakın zamanda, uzmanların katılımı ile 
gerçekleştirilen bir panelin raporuna göre, Etiyopya’nın ekilebilir arazilerinin % 50’si 
ciddi şekilde kalitesini yitirmiştir ve geleceğe yönelik tahminler iç açıcı değildir (Haile, 
2004, s. 45). 
Asya’ya bakıldığında, kıtanın birçok bölümünde, metropollerde ve şehirleşmiş
kırsal kesimlerde zararlı toz ve gaz emisyonu güvenlik sınırlarının çok üzerinde 
gerçekleşmektedir. Su kirliliği kıtada yaygındır ve Kuzey Çin gibi bölgeler su sıkıntısı
ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Toprak erozyonu ve ormansızlaşma önemli boyutlara 
ulaşmıştır. Bir şekilde, nüfusun büyük ve gittikçe artan bir kesimi çevresel bozulmadan 
olumsuz olarak etkilenmektedir (Hossain, Cassen ve Dyson, 2006, s. 86). Nüfus ve 
çevre ilişkisinin Asya’daki gelişimi incelendiğinde, Asya ülkelerinin de bir dizi çevresel 
sorunla karşı karşıya olduğu göze çarpmaktadır. Nüfus artışının çevre üzerinde ki etkisi 
oldukça karmaşık olmakla birlikte, analizler iki temel faktöre dikkat çekmektedirler; 
enerji, sanayi ve ulaştırmadan kaynaklanan kirleticiler ve su kaynaklı kirleticiler. İlk 
bahsedilen kirleticiler daha çok ekonomik büyüme ile ilgili faktörlerken, sonraki 
kirleticiler ise nüfus kaynaklı olarak görülmektedir. Çin, karbon emisyonunun % 
14’ünden sorumluyken, Hindistan’ın aynı emisyondaki payı % % 5’tir. Gerekli 
düzenlemeler yapılmadığı takdirde, ana enerji kaynağının her iki ülkede de kömür 
olduğu düşünüldüğünde, Çin ve Hindistan’ın kirlilik konusunda birer dev olması
muhtemeldir (Hussain vd. 2006, s. 86). Tablo 5, 2006 yılı itibariyle, yüksek 42
karbondioksit emisyonu kaynağı olan ülkeleri listelemektedir. Çin ve Hindistan toplam 
emisyonda ilk sıralarda yer almaktadırlar. 
Tablo 5
En Yüksek Toplam ve Kişi Başı CO² Emisyonuna Sahip Ülkeler, 2006 
ABD 5,697 Katar 48 
Çin 5,607 Bahreyn 27 
Rusya 1,587 BAE 26 
Hindistan 1.250 Kuveyt 26 
japonya 1,213 Trinidad ve Tobago 20 
Almanya 823 ABD 19 
Kanada 539 Avustralya 19 
İngiltere 536 Kanada 17 
GüneyKore 476 Suudi Arabistan 14 
İtalya 448 Finlandiya 13 
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 2 
Tablo 5 ve Şekil 2’de belirtilen bir diğer husus, kişi başı CO² emisyon 
miktarlarıdır. Tablo 5’de hem toplam, hem de kişi başı CO² emisyonunda önde gelen 
ülkeler sıralanmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin yanı sıra, özellikle Orta Doğu’nun petrol 
zengini ülkeleri bu bakımdan üst sıralarda bulunmaktadırlar. Bu ülkeler sırasıyla; Katar, 
Bahreyn, BAE ve Kuveyt’tir. Toplam CO² emisyonu bakımından ise, Çin ve Hindistan 
gibi kalabalık ülkelerin listenin üst sıralarında bulunması dikkat çekici bir husus olup, 
bu ülkelere ağırlıklı olarak sanayileşmiş ülkeler eşlik etmekte ve ABD bu listenin ilk 
sırasında bulunmaktadır. 
Şekil 2. Kişi başına CO² emisyonu (Metrik Ton) 
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 2’den derlenmiştir. 
0
10
20
30
40
50
6043
Şu ana dek bahsi geçen olumsuz çevresel faktörlere ilave olarak, iklim değişikliği 
de, gelişmekte olan ülkelerdeki yoksullukla mücadele ve kalkınma çabalarını tehdit eder 
niteliktedir. Birleşmiş Milletlerin rapor ve bildirilerinde, gelişmekte olan ülkelerin iklim 
değişiklilerine karşı daha savunmasız durumda oldukları belirtilmektedir. İklim 
değişikliği küresel bir olgu olmakla birlikte, olumsuz etkileri yoksul ülkeler ve yoksul 
insanlar tarafından daha şiddetli hissedilmektedir. Bunun nedeni ise, bu ülkelerde iklim 
değişimlerine duyarlı sektörlerin (tarım ve balıkçılık gibi) ekonomi içindeki büyük payı
ve bu olumsuz değişimlere karşı bu ülkelerin beşeri, finansal ve kurumsal 
kapasitelerinin yetersiz olmasıdır (Birleşmiş Milletler, 2010, s. 4)