| MisafirKullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.    |  Darbeci Zihniyet ve Sultan Abdülaziz'in Katli  
 
 
 
  Son iki asırlık tarihimizde birçok defa  çeşitli güçler tarafından şaşırtıcı benzerliklerle "siyasî iradeye  müdahale" edildi. Bu coğrafyada yaşananları daha iyi idrak etmemizi  kolaylaştıran hâdiselerden biri de, Sultan Abdülaziz'in askerî bir darbe  ile tahttan indirilmesi ve katledilmesidir.
 Batılı devletlerin baskısı ve içerideki muhalefetin de tesiriyle,  Meşrutiyet'i ilân etmesi için 1870'li yıllarda Sultan Abdülaziz'e büyük  bir baskı yapılmıştı. Devletin etnik yapısını ve gün geçtikçe tesirini  artıran milliyetçilik düşüncesini göz önüne alan Sultan Abdülaziz,  rejimin değişmesi taleplerine sıcak bakmıyordu. Fakat bu tavrı, adım  adım onun sonunu hazırlıyordu. Güç kullanarak padişahı tahttan indirmeye  karar veren Yeni Osmanlılar, bunun için bir cunta teşkil etmişti.  Cuntanın, Meşrutiyet'in ilânını beklemeye tahammülü yoktu. Aslına  bakılırsa, Mithat Paşa'dan başka Meşrutiyet'i dert edinen pek kimse de  yoktu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlılar için asıl mesele, iktidar gücünü  ele geçirmekti. Sultan Abdülaziz'in devlete vermeye çalıştığı çeki  düzenden ve güçlü bir donanma kurmasından rahatsız olan İngiltere de,  onları menfaatleri doğrultusunda kullanıyordu.
 
 Mithat Paşa'nın köşkü, cuntacıların karargâhı olmuştu. İdarî ve askerî  bürokraside mühim vazifelerde bulunan ihtilâlin beyin takımı için burası  gözden uzak bir mekândı. Devletin önde gelenlerinin, bu hareketin  içinde yer almaları, birçok kararsız insanı da cesaretlendiriyordu.  Merkez Komutanı Süleyman Paşa, darbeden sadece bir hafta evvel Serasker  Hüseyin Avni Paşa tarafından razı edilerek kadroya dâhil edilmişti.  Fetvâ emini Filibeli Kara Halil Efendi de, Mithat Paşa ve Şeyhülislâm  Hayrullah Efendi'nin gayretleriyle darbeden üç gün evvel ikna  edilebilmişti. Paraya ihtiyaç duyan darbeciler, bunun da bir çaresini  bulmuş; tahta çıkarmaya karar verdikleri ve destek aldıkları Veliaht  Şehzâde Murad'ın borsacısından "mesârif" gerekçesiyle bir hayli para  sızdırmışlardı. Üstelik bu parayı, darbeden sonra Sultan Abdülaziz'in  mal varlığına el koyarak ödemeyi vaat etmişlerdi. Şehzâde Murad, taht  değişikliğinin kan dökülmeden yapılması taraftarıydı ve amcası Sultan  Abdülaziz'e bir zarar gelmesini katiyen istemiyordu.
 
 Cunta evvelâ darbeye zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulundu. Mithat  Paşa ve yandaşlarının kışkırtmaları neticesinde medrese talebeleri  tarafından 10 Nisan 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Mahmud  Nedim Paşa kabinesinin istifası için yapılan bu yürüyüş hedefine ulaştı.  Üç gün sonra gerçekleşen kabine değişikliğiyle tarihe "hal' erkânı"  diye geçen ekip, devletin mühim makamlarına geldi. Mütercim Rüştü Paşa  "sadrazam", rüşvet aldığı ortaya çıkan Hüseyin Avni Paşa "serasker",  Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır'ı İngilizlere bir  nevi satan Mithat Paşa "devlet nazırı" ve Hasan Hayrullah Efendi  "şeyhülislâm" oldu.
 
 Hazırlıklarını tamamlayan cunta 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha karşı  harekete geçti. Dolmabahçe Sarayı, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve  Süleyman Paşa komutasındaki askerler tarafından basıldı. Kansız bir  şekilde tahtından indirilen ve Topkapı Sarayı'na götürülen padişah için  "aklını kaybetti" diye hakkında bir hal' fetvası hazırlandı. Ama  hâdiseler bununla sınırlı kalmadı ve saraydaki birçok kıymetli eşya  yağmalandı. Fakat Sultan Abdülaziz'in güçlü bir istihbarat teşkilâtı  olsaydı ve her şeyi göze alarak darbecilere direnseydi, belki de tarihin  akışı bambaşka olabilirdi.
 
 Gözetim altında tutulduğu üç gün içerisinde Topkapı Sarayı'nda kendisine  pek de iyi davranılmayan Sultan Abdülaziz, karşılaştığı incitici  muameleler sebebiyle yeğeni 5. Murad'a bir mektup yazdı. Saltanatını  tebrik ettikten sonra, şartların daha müsait olduğu başka bir mekâna  nakledilmesini istedi. Ancak güç kullanarak Abdülaziz Han'ı tahttan  indirenler, onu öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Halk tarafından  sevilen bir padişahın mahpus da olsa, yaşamasını kendi varlıkları  açısından tehlikeli buluyorlardı. Darbeciler tedirgin olmaya başlamıştı.  İhtilâlin lideri Hüseyin Avni Paşa, endişe duyanların başında  geliyordu. Yalanlarla ihtilâle âlet edilen ordu ve sahih olmayan bir  fetvâ ile kandırılan halk uyanmadan, Abdülaziz Han ortadan  kaldırılmalıydı. Böylece tekrar padişah olması önlenecekti. Zîrâ 5.  Murad'ın ruh sağlığının devleti idare edecek vaziyette olmadığı  görülmüştü. Onun başarısız olması hâlinde, tahta tekrar Sultan Abdülaziz  gelebilirdi.
 
 Abdülaziz Han ve ailesi, yeni padişahın emriyle 2 Haziran Cuma sabahı  Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilirken, yine incitici muamelelere  maruz kaldı. Esasında o tarihlerde tahttan indirilmiş olsa bile, hiç  kimse padişaha ve ailesine böyle davranmaya cesaret edemezdi. Bu durum,  geçmişten bugüne darbeci zihniyetin sergilediği cüretkârlığı ve  hukuksuzluğu göstermesi bakımından önemlidir.
 
 Bir tabur askerle koruma altına alınan sarayda geçirdiği iki gün  içerisinde, Abdülaziz Han âdeta "şehadete" hazırlandı; ibadet ve  Kur'ân'la meşgul oldu. Başına gelecekleri hissetmişçesine, annesi  Per-(Terbiyeden-Yoksunum)-tevniyal Valide Sultan'la dertleşip  helâlleşti. Kuzguncuk'taki yalısından Ortaköy'ü gözetleyen Hüseyin Avni  Paşa'nın gözü kulağı, saraydan gelecek haberdeydi. Bütün plânlar  hazırlanmıştı. Cinayet sonrası ortalığı velveleye verecek saraylı  hazinedar kalfaların çığlık seslerinin Kuzguncuk sahillerinde  yankılanması, ân meselesiydi. Ve acı haber 4 Haziran 1876 Pazar günü  evvelâ Feriye Sarayı'nda, ardından bütün bir İstanbul'da duyuldu. O  sabah Abdülaziz Han, saraydaki odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette  bulunmuştu. Bahçıvan süsü verilerek saraya sokulan ve içeriden destek  aldıkları anlaşılan katiller, işlerini birkaç dakika içinde bitirmiş ve  kendilerine karşı direnen padişahın kol damarlarını intihara benzeyecek  bir şekilde kesmişlerdi. Pertevniyal Valide Sultan ve Mabeynci Fahri Bey  odaya girdiklerinde, bileklerinden kanlar akan Abdülaziz Han, "Allah,  Allah!" diye inliyordu. Çok geçmeden Hüseyin Avni Paşa da, gösterişli  Serasker kayığıyla saraya geldi. Saray halkının feryatları arasında  Donanma Kumandanı Arif Paşa ile birlikte odaya girdiğinde, Abdülaziz Han  son ânlarını yaşıyordu. Emir komuta zinciri içinde padişahın hall'ine  giden yolu açan Avni Paşa, her zamanki soğukkanlı tavrıyla otoritesini  ortaya koydu. Evvelâ kadınları ve saray erkânını odadan çıkardı. Sonra  da onun emriyle Abdülaziz Han, askerler tarafından yandaki karakol  binasına götürüldü ve alt katta, kahve ocağının karşısında erlerin  oturduğu minderlerin üzerine yatırıldı. Sadrazam Rüştü Paşa ve Mithat  Paşa'nın da karakola geldiği, hâdisenin sıcaklığını koruduğu o  dakikalarda Avni Paşa: "Sultan Aziz vefat etti. Makasla bileklerini  kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız nereyi irade  buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lâzımdır." dedi. Ardından  kendi elleriyle karakol pencerelerinden bir tanesinin perdesini kopardı  ve Sultan Aziz'in cesedini örttü.
 
 Feriye Karakolu'na gelen doktorların ceset üzerinde inceleme yapmalarına  müsaade edilmedi. Hazırlanan rapora imza atan doktorlardan sadece  birkaçı padişahın kesilmiş bileklerini görebildi. Ölüm raporunu  imzalamak istemeyen doktorlardan biri, derhal Trablusgarp'a sürüldü,  diğer doktorun da apoletleri söküldü. Cenazeyi yıkayan imam efendilerin  sonradan, "Sultan Abdülaziz'in iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol  tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün  bulunduğunu" söylemeleri, aslında o sabah sarayda nelerin yaşandığını  ortaya koyuyordu.
 
 Şehit padişahın cenazesi, ertesi gün Enderun ağalarının ve vükelânın  hazır bulunduğu mütevazı bir merasimle babası Sultan 2. Mahmud'un  Divanyolu'ndaki türbesine alelacele defnedildi. Halktan çok az insan  cenazeye iştirak edebildi. Zîrâ insanlar, Serasker Avni Paşa'nın  gazabına uğramaktan korktukları için, evlerine kapanmışlardı. Hazin ve  yürek yakıcı bir hâlde hayata veda eden bu dindar padişahı, geniş halk  kitleleri hiçbir zaman unutmadı. Modernleşme çalışmalarına ehemmiyet  veren Abdülaziz Han'a, ikinci bir "Yavuz" gözüyle bakılıyor ve ondan çok  şey bekleniyordu. Tahttan indirildikten sonra içine düştüğü durum  karşısında milletin yüreği yanmış ve hakkında türküler söylenir olmuştu.  "Seni tahttan indirdiler/ Beş çifteye bindirdiler/ Topkapı'ya  gönderdiler/ Uyan Sultan Aziz uyan/ Kan ağlıyor bütün cihan." mısraları  halk arasında dalga dalga yayılıyordu.
 
 Tarih kitaplarında yıllarca Sultan Abdülaziz'in, tahttan indirildikten  sonra, sarayda hapis hayatı yaşamaya dayanamadığı ve sakalını düzeltmek  için istediği söylenen makasla iki bilek damarını keserek intihar ettiği  yazıldı. Tarihçiler arasında münakaşa mevzuu olan bu hâdise, kesin bir  hükme bağlanamadı; ama birçok tarihçiye göre Sultan Abdülaziz, intihar  etmemiş, öldürülmüştür. Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun saraya  gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve intihar  ettiğine hiçbir zaman inanmamıştı. Zaten bir insanın iki bileğini  keserek intihar etmesi mantıken mümkün değildi.
 
 Sultan Abdülaziz'in, hal' edildikten sonra saray fotoğrafçılarından  Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen ve yıllar sonra ortaya çıkan  fotoğrafı, ölümü üzerindeki sır perdesini tam olarak kaldırmasa da, bir  Osmanlı sultanına revâ görülen "aşağılayıcı" tavrı gözler önüne  seriyordu. Ahşap bir sandalye üzerine oturtulan ve endişeli gözlerle  etrafa bakan hüzünlü padişahın iki yanında düşük rütbeli subaylar durmuş  ve bunlar, sultanın omzuna dirsek dayayarak lâubali bir şekilde poz  vermişlerdi.
 
 Abdülaziz Han'ın şehadeti sırasında üzerinde bulunan pantolonu, gömleği,  hırkası, atkısı, dizliği ve iç kıyafeti, ölümünün üzerinden 131 yıl  geçtikten sonra kamuoyu ile paylaşıldı. "Her şeyi, affederim. Oğlumun  kanını helâl etmem!" diyen Valide Sultan, kıyafetleri sandıkta  saklayarak, oğlunun ölümüyle alâkalı tarihî hakikatlerin er veya geç  ortaya çıkmasını istemişti. Eşyalar arasında Sultan'ın bileklerini  kestiği iddia edilen bir de "makas" vardı. Topkapı Sarayı'nın  depolarında ortaya çıkan giysilerin, hâdisenin üzerinden geçen zamana  rağmen kan kokması, padişahın cenazesini yıkayan imamların, "Hâlâ  bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı."  şeklindeki ifadelerini doğruluyordu.
 
 Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele  defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir  tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu  açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad'ın 93 günlük saltanatının ardından  padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün "intihar"  olmadığını, tam aksine plânlı bir "cinayet" olduğunu düşünüyordu.  Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor  ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu.  Neticede Sultan Abdülaziz'in "intihar edip etmediğini" tespit etmek,  şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya  çıkarmak için 27 Haziran 1881'de meşhur "Yıldız Mahkemesi" kuruldu.  Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı  şahısların, Abdülaziz Han'ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı.  Aralarında Mithat Paşa'nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı  verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini  tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.
 
 |