Çevrimiçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Carl Gustav JUNG ve Astroloji Yaklaşımı
Carl Gustav Jung, psikoloji alanında yer alan en önemli düşünürlerden biridir. Tüm eğitim yaşamını ve
üniversitedeki tıp eğitimini Basel’de tamamlamıştır (Ukray, 2016: 9-10). 1875’te İsviçre doğan Jung,
çocukluğunu yalnız ve kişiliğini ise içedönük olarak tanımlamıştır (Engler, 2014: 64).
Gerçek bilimsel çalışmalarının 1903 yılında yaptığı çağrışım deneyleriyle başladığını belirten Jung, bu
deneyleri doğabilimi açısından ilk çalışması olarak değerlendirmektedir (Jung, 2017: 245). 1905 yılında
psikiyatri kliniğinde uzman hekim olarak çalışmaya ve Zürih Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan
Jung, 1907’de yayımlanan ilk kitabı Dementia Praecox’un Psikolojisi’ni yazılarını yakından takip ettiği
ve etkisinde kaldığı Freud’a göndermiştir. Aynı yıl Freud’un daveti üzerine Viyana’ya giden Jung’un
Freud ile yaptığı görüşmenin 13 saat sürdüğü belirtilmiştir. Freud’un önerisi ile Jung Uluslararası
Psikanaliz Derneği’nin ilk başkanı olmuştur (Geçtan, 2014: 158).
İlk dönemde Freud’un etkisinde kalan, bu nedenle onun yazılarını ve düşüncelerini takip eden Jung,
ilerleyen yıllarda Freud’un görüşlerinden bağımsız ve özgürce çalışarak, “Analitik Psikoloji” adı altında
topladığı ekol içinde kendi görüşlerini ve düşüncelerini üretmiştir. Freud’un libido olarak tanımladığı
ruhsal enerjiyi psişik enerji olarak adlandıran Jung, psişik enerjinin Freud’un dile getirdiği gibi sadece
cinsel güdülerden kaynaklanan bir enerji olmadığını ruhun bütün yapısını içeren bir güce sahip olduğunu
açıklamıştır (Ukray, 2016: 11).
“Libidonun Simgeleri ve Değişimleri” adlı yapıtı 1912 yılında yayımlandı. Bu durum Freud’la
dostluğunun sona ermesine neden oldu (Jung, 2017: 245). 1913’te ise Freud ve onun ekolü ile
aralarındaki görüş farklılıklarından dolayı Zürih Üniversitesi’ndeki psikiyatri doçentliğinden, psikanaliz
birliğinden, editörlük görevinden istifa ederek, grup ile bağını koparmıştır (Ukray, 2016: 10). Jung, ilk
kez 1921 yılında yayımlanan Psikolojik Tipler adlı yapıtının da Adler ve Freud’tan farklı görüşlerini
açıklama gereksiniminden doğduğunu belirtmiştir. Bu sorunsala yanıt ararken türler sorunuyla karşılaşan
Jung’a göre bireyin yargılarını en başından beri saptayan ve kısıtlayan o bireyin psikolojik türüdür (Jung,
2017: 246).
1927’de Sinolog Richard Wilhelm’in Almanca’dan çevrilmiş Taocu simyaya dair Altın Çiçeğin Gizi adlı
eseri Jung’a göndermesinin ardından Jung okurken kendi deneyimiyle tarihsel bir paralellik içerdiğini
fark ederek simyanın gizemlerini keşfetmiştir. Jung simya ile ilgili görüşlerini “Simyagerlerin tecrübeleri
bir bakıma benim deneyimlerimdi ve dünyalarımız adeta örtüşmüştü. Bu elbette ki benim için önemli bir
keşifti: Bilinçdışı psikolojimin tarihsel bir izdüşümüne rastlamıştım” şeklinde açıklamıştır (Steven, 1999:
41-42).
Jung, kişisel ruhun dışında önsel bir ortaklık (kolektif bilinçdışı) düşüncesinin ilk kez gördüğü bir rüya
ile oluştuğunu belirtmiştir. Başta bunun, ruhun işlevselliğinin daha önceki formlarının izleri olduğunu
düşünen Jung, daha sonraları artan deneyimine ve güvenilir bilgiye dayanarak bunların içgüdü formları
yani arketipler olduğunu anlamıştır (Jung, 2017: 195).
Modern hayattan uzak yaşayan topluluklar üzerinde incelemelerde bulunmak için Amerika, Güneydoğu
Asya ve Afrika kıtalarına giden Jung, kolektif bilinçdışı ve kolektif bilinçdışının bilinçle ilişkisi, kişilerin
ruhsal gelişimi konularını ele alan araştırmalar yapmıştır. Bu araştırmaları sırasında kolektif bilinçdışı
kavramının bireylerin bilinç yapılarının ve düşünce sistemlerinin çok daha eski dönemlere ait yapılarla
ilişkili olabileceğini fark etmiştir. 1944’te yaşadığı kalp krizinin ardından ise din temalı çalışmalara ve
dini bakış açılarını geliştirmeye ağırlık vermiştir (Ukray, 2016: 10-11).
Hayatının son yıllarında Jung’un zıtların gizemi, bölünmeleri, birleşmeleri, soyutluğu ve insan bilincinin
kozmik önemi konularına odaklandığı görülmektedir. Bu konulara dair düşüncelerini Anion, Answer to
Job ve Mysterium Coniunctionis adlı üç kitapta toplamıştır. (Steven, 1999: 45). Bu kitaplarının yanında
otuz kitap ve doksanı aşan makalesi bulunan Jung’un farklı ülke ve bölgelerde birbirinden çok farklı pek
çok alanda çalışmaları yer almaktadır (Ukray, 2016: 10,11).
Douglas, Jung’un psikoloji alanına en önemli katkılarının arketip ve kolektif bilinçdışı kavramları
olduğunu, en iyi bilinen arketiplerinin ego, gölge, anima/animus ve ben olduğunu, kompleksler ve
dışadönüklük ve içedönüklüğün psikolojik tutumları ile yakından ilişkili olan düşünce, duygu, sezgi ve
duyum olarak psikolojik tipler olduğunu açıklamıştır. Ancak Douglas’a göre Jung’un psikolojisinin
mihenk taşı; ego/ benlik ve bilinç/bilinçdışı arasındaki tüm karşıtlıkları bütünleştirmek ve uzlaştırmak için
yapılan ve insanın psikospritüel gelişimini merkeze alan bireyleşme sürecidir (2018). Bu çalışmada
Douglas’ın da belirttiği gibi, Carl Gustav Jung’un psikoloji alanına kazandırdığı kavramları, kuramları ve
eserleri Jung’un kuramsal bakış açısı temelinde ele alınmıştır. Çalışmada Jung’un hayatına giriş
bölümünde kısaca yer verilmiştir. Ardından Jung’un kurduğu analitik psikoloji kuramı, bilinç, kişisel
bilinçdışı, kompleksler, kolektif bilinçdışı, arketipler kavramları incelenmiş; kişiliğin işleyişi, yaşam
dönemleri, içe ve dışa dönük kişilik tutumları, psikolojik tipler, kişilik kuramı, eşzamanlılık ilkesi,
astroloji ve simya, psikoterapi yaklaşımı ve rüya analizi konularına yer verilmiştir. Sonuç kısmında ise
Jung’un düşünce yapısı üzerinden günümüz toplumsal yaşamına olan etkileri ve kavramları iletişim
psikolojisi açısından analiz edilmiştir. Analitik Psikoloji
Carl Gustav Jung geliştirdiği analitik psikoloji kuramını Freud’un psikanaliz kuramının temelleri üzerine
kurmuştur. Bilincin varlığını kabul eden Jung, insan ruhunu bilinç, kişisel bilinçdışı, kolektif bilinçdışı
olmak üzere üç bölümden oluşan bir yapı olarak tanımlamıştır (Ukray, 2016: 17).
Jung’a göre analitik psikoloji, duyu işlevleri, duygusal fenomenler, düşünce süreçleri gibi bireysel
işlevleri önce ayırıp ardından onları araştırma amacı için deneysel koşullara maruz bırakmamasıyla
deneysel psikolojiden ayrılır. Analitik psikoloji, psişenin bütünlüklü yapısı ile daha çok doğal bir
fenomen olarak ilgilenir (Jung, 2015b: 109).
Jung, analitik psikoloji ile ilgili görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
“Analitik psikoloji ve daha önceki psikolojiler arasındaki fark; analitik psikolojinin en zor ve karmaşık
süreçlerin bile üstesinden gelmekten çekinmiyor olmasıdır. Diğer bir farklılık ise yöntem metodumuzda
yatar. Özenle hazırlanmış bir laboratuvar ekipmanımız yoktur; bizim laboratuvarımız dünyadır.
Testlerimiz insan yaşamının fiili, günlük oluşları ile ilgilidir, deneklerimiz ise hastalarımız, akrabalarımız,
arkadaşlarımız ve sonuncu ama son derece önemli olan kendimizizdir. Kader, deneyi uygulayanın rolünü
oynar. Herhangi bir iğne ucu, yapay şok, sürpriz ışık ve laboratuvar deneyi için gereken araç gereç
yoktur; bizim materyallerimizi gerçek hayatın umutları ve korkuları, acıları ve neşeleri, hataları ve
başarıları sağlar” (Jung, 2015b: 109-110). Jung’un analitik psikoloji kuramında hekimin kendisini de bir
denek olarak tanımlaması ve yöntem metodu ile diğer psikoloji kuramlarından farkını ortaya koyduğu
görülmüştür.
Jung’un kuramsal temelini sunduğu Analitik Psikoloji okulu, arketiplerin özünde yer alan imge ve
resimler üzerinde çalışmakta, bu okulda imgelerin birden çok anlamlılıkları ve karmaşıklıkları, çok daha
belirgin ve kesin bir tanımı anlatan cümlelerin açıklığından farklılık göstermektedir (Jung, 2003: 11).
“İnsan sonsuzdur, sınırlanamaz, haritası çizilemez” görüşüne sahip olduğu için düşüncelerini bir sistem
halinde tanımlamayan Analizi gerçekleştiren hekimin de analiz sürecinden geçmesi gerektiğini savunan
ilk kişi olan Jung, oluşturduğu düşüncelerini içeren ekol klasik psikanalizden birçok yönden farklılık
gösterdiğinden dolayı kendi psikolojisini Analitik Psikoloji olarak adlandırmıştır (Jung, 2006: 86).
Hekimle hastanın karşılıklı konuşmalarının kesinlikle bölünmemesi gerektiği inancı nedeniyle
hastalarının divana uzanmalarını istemeyen Jung, hastalarını Freud’a göre daha uzun aralıklarla görmek
isteyen bir psikiyatristtir. Hastaları ile içinde bulundukları duruma bağlı olarak haftada en az bir en çok
ise dört kez görüşmeyi tercih eden Jung, tedavi sürelerine belirli zamanlarda ara vermek gerektiğini
belirtmiştir. Bu ara verme dönemlerinin ise bilinçdışının analitik tartışmaya tepki gösterme zamanı
bulması ve yaşamın normal akışının devam edebilmesi için gerekli olduğunu düşünmektedir. Bununla
birlikte hastanın edilgen rolünün aşırı derecede belli edilmiş olmasını klasik psikanaliz tekniğinin
sakıncalı yanı olarak tanımlamıştır. (Jung, 2006: 86-87). Bilinç
Bilinç, bireyin çevreye dönük tarafıdır. Bireyin bilinçli olması hem çevresinde olup biteni algılaması hem
de kişinin kendisini tanıması ve çevresiyle ilişki halinde olduğunu fark etmesi anlamına gelir. Psişenin
doğrudan birey tarafından bilinen kısmı olan bilinç Jung’a göre, yaşamın erken yaşlarından itibaren
bilinçdışı okyanusundan yavaş yavaş yükselerek oluşan kısmıdır (Horozcu, 2015: 115).
Bilinci; bilinçdışı sebeplerden dolayı tüm zayıf düşüncelere egemen olacak niteliğe sahip duygusal bir
eğilim olarak tanımlayan Jung, günümüzde genel düşünceden başka bir biçimde düşünmenin töreye
aykırılık, bir bozukluk, oyunbazlık; yanlış, hastalıklı, lanetli bir şey olduğunu, ciddi toplumsal tehlikelere
yol açacağını ileri sürmüştür (Jung, 2016a: 23).
Bilincin tüm işlevleri bilinçdışında önceden hazır bulunur. Bilinçdışında da bilinçten farksız olarak
güdüler, öngörüler, duygular ve düşünceler yer almaktadır (Jung, 2016a: 33). Jung’un bilinç ve
bilinçdışına ilişkin görüşleri ışığında bilinçdışının insan ruhuna ilişkin verilere daha derin ve daha
kapsamlı şekilde ulaşabildiği ve insanın iç dünyasını anlama noktasında bilinçten daha işlevsel yapıya
sahip olduğu sonucuna varılmaktadır. Ego
Ego; kişilerin olaylara ilişkin algıları, düşünceleri ve duygularından oluşan bilinçli zihin yapısı olarak
tanımlanır. Kişilerin ego sayesinde bir düşünceleri, anıları ya da bir duygularının farkına vardığı
belirtilmektedir. Bu anlamda bilincin seçici bölümü olan ego, bir damıtma aygıtına benzetilir. Egoya
ulaşan ruhsal olayların çok azı bilinç düzeyine çıkabilir. Bu nedenle insanlar günlük yaşantılarının
birçoğunun farkında olmayabilir. Jung bu noktada egonun önemine değinerek egonun bu görevinin
olmaması halinde, insanın bilincinin gerekli olandan çok daha fazla oranda duygu, düşünce, algı ve anılar
ile dolu olacağını, bu durumun ise insanların katlanması açısından zorluk teşkil edeceğini açıklamıştır
(Geçtan, 2014: 162).
Jung’a göre bilincin merkezinde ego vardır. Ego bilincin öznesi konumundadır. İç veya dış kaynaklı
olarak meydana gelen tüm olayların veya olguların anlamlandırılabilmesi için egonun süzgecinden
geçmesi gerekir (Horozcu, 2015: 115). Egonun bireyin gündelik yaşantısını sürdürebilmesini sağlayan
içsel ve dışsal uyarıcıları ve bilgileri filtre ettiğini açıklayan Jung, egonun olmaması halinde bireyin
yaşanan ve bugün yaşanmakta olanları, hayal ile gerçeği ayırt edemeyeceğini belirtmiştir (Jung, 2016b:
140). Kişisel Bilinçdışı
Bilinçdışında kişisel ve kolektif olarak iki bölüm bulunmaktadır. Kişisellikten tamamıyla uzak, evrensel
bir olay olduğu ve içeriklerine her yerde rastlamak mümkün olduğundan dolayı kolektif bilinçdışına ortak
bilinçdışı da denir. Kişisel bilinçdışında ise unutulmuş hatıralar, bastırılmış duygular, yaşantılar ile bilinç
düzeyine çıkamamış olan algılamalar ve bilinç düzeyi için henüz olgunlaşmamış içerikler yer almaktadır
(Jung, 2006: 144-145). Jung’a göre öznel olanlar aşırı simgesel olurlar ve kişinin daha sonraki psişik
hayatı için büyük önem taşırlar. Yaşamın en erken izlenimleri sonunda unutulur ve Jung’un “Kişisel
Bilinçdışı” olarak tanımladığı şeyin çocukluk katmanını oluştururlar. Kişisel bilinçdışı kişi tarafından
bilinçte ya da bilinçdışında kazanılıp unutulmuş, bastırılmış ya da subliminal olan her şeyi içerir. Bu
materyal kolayca tanınabilen kişisel bir damgaya sahiptir (Jung, 2015b: 136).
__________________ Hanif kalmak cesaret ister... |