Tekil Mesaj gösterimi
Alt 05 Ağustos 2008, 19:43   #2
Çevrimdışı
Collettivo
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Kur´an İlimleri




«el-Âdiyat» sûresinde [236] Ailah, savaş sahasında kişneyerek saldı­ran, nalından ateş kıvılcımları sıçrayan, düşman saflarına yaklaşırken tozu dumana katan, savaş sahasında sağa sola koşan ve savaş saflarında korku salıp onları kaçmaya zorlayan atlara yemin etmektedir. İşte Allah, insanın, Rabbının nimetini inkâr ettiğini ve bu inkârına dair insanın kendisinden şa­hit getirip kişneyerek saldıran coşmuş atlara yemin ediyor. İnsanı nimetin küîranına sevkeden ise, üzerinde yaratılmış oiduğu mal ve dünya metai sevgisıdir. O halde insan kendisini bunun zincirinden kurtarmalı, hayaliyle varacağı kesin sonuca seyahat etmeli, kendisinin ve insanoğlu kardeşleri­nin mezarlarından kalkışlarını seyretmelidir. Kabirleri açılmış, kalblerindeki sırlar açığa vurulmuştur. Rableri, gizlediklerini ve inkârlarını yüzlerine vur­maktadır. Artık daha önce yaptıklarından dolayı kötü azap ile cezalandı­rılmaktadırlar. ..

«et-Tekâsûr» sûresinde mal ve çocukların çokluğuyla övünen, nihayet dar mezarlara giderek oradakileri de sayıp sayılarını çoğaltmaya çalışan gafillere dehşet verici bir uyarı vaVdir. Ama kabirlerin o karanlık çukurla­rında yarışma fırsatını bulamazlar. Bu boş şeylerle uğraşmalarından ve uzun süren bu sarhoşluklarından sonra bu korku onları yakalayacak ve uyanacaklardır. Ama iş işten geçmiştir. Kendi gözleri ile cehennem azabını göreceklerdir. -Bu acıklı ve kalıcı azabı bekliyor oldukları halde- ellerine geçen türlü türlü nimetleri küçümsüyorlar. [237]

«en-IMecm» sûresinde de [238] vahyin hakikati, alınış şekli, vahiy mele­ğinin hakikati ve iniş üslûbu hakkında mükemmel bir tasvir vardır. Putpe­restlerle ve putlarıyla alay edilmektedir. Melekler hakkında Arapların İnançları tashih edilmekte ve bütün Peygamberlerin aynı inanç kurallarıy­la gönderildiklerine dikkat çekilmektedir. Hepsi aynı mesuliyet ve ceza ku­rallarına davet etmiştir. Ayrıca başı boş bir hayat yaşayan ve herşeye gü­lüp geçenler uyarılmakta ve bu dünya hayatının geçiciliği hatırlatılmakta­dır. Kendilerinden her İnatçı zalim göçüp gittiği gibi onlar da gideceklerdir.

Allah, Muhammed´in Rabbından qldıklannı tebliğ ettiğine, sapık yolla­rı değil doğru yolu gösterdiğine, dosdoğru olup aldatma yollarını bilmedi­ğine dair, parladıktan sonra battığı zaman yıldıza yemin etmektedir. Aksine, bu vahiy kendisine gelmeden önce kavmi arasında bir hayat boyu geçirdi.

Onun ne bir kötülüğüne şahit oldular, ve ne de bir yalanına. O halde ken­disine inen vahiyden de şüphelenmenin anlamı yoktur. Kendisine vahyi ta­şıyan melek ise, çetin kuvvetlere sahiptir. O heybetli görünüşüyle ufku kaplamıştır. [239] Bu ümmî Peygambere onunla karşılaşma müyesser kı­lınmıştır. İki defa onu asıl sureti üzere görmüştür. Bunlardan biri, vahyin ilk başlangıcında vukubulmuştur. Diğeri ise, onunla gerçek bir seyahatte bu­lunduğu İsrâ ve Miraç gecesi vukubulmuştur. Peygamber (s.a.v.) bu seya­hat esnasında Rabbinin büyük âyetlerine şahit olmuş ve Sidretu´l Muntehâ (sınırın sonu) ya kadar varmıştır. [240] O Sidretu´l Muntehâ ki, mahlukatın varabileceği son sınırdır. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi onda son bulur. O halde orası sıddıkların, meleklerin ve mukarrabîn´in ruhlarının barındığr müttakîler cenneti Firdevs´İn derecesine yakın bir derecededir. [241] Artık gördükleri hususunda Muhammed´e kim karşı koyabilir? Onun gözü oradan ne kaydı ve ne de aştı..

Vahiy sabit ve görünen bir hakikat ise de, Arapların Lât, Menât, Uzza vesair putları vehim ve efsaneden başka bir şey değildir: Bu putların Me­lek olduklarını ve Meleklerin de Allah´ın kızları olduklarını ileri sürerken sa­dece ve sadece zanlarına dayanıyorlardı. Bu ayırımda zulümden başka bir şey bilmezler. Onlar haddi zatında kızlardan hoşlanmadıkları halde sev­mediklerini Allah´a nisbet ettiler; Allah´ın kulları oian meleklerini dişi kıldilar.

Lâkin bazen putlarına ve bazen de meleklere verdikleri bu isimlerin ardında hiç bir anlam yoktur. Onları destekleyecek ne bir mantık ve ne de bir delil vardır. Peygamberin bu cahillerden yüz çevirmesi ve kale alma­ması, yüzünü, yeri ve göğü yaratana yöneltmesi ne kadar da yerindedir, iyilik eden iyiliğinin karşılığını, kötülük eden de kötülüğünün karşılığını gö­recektir.

Mesuliyet ve ceza mefhumları, Allah, Peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdiği günden beri eski ve köklü mefhumlardır. Hepsi aynı inanç kurallarını tebliğ etmiş ve insanları, sorumluluklarını bizzat yük­lenmeye çağırmışlardır. Her şey eninde-sonunda Allah´a dönecektir. Her­kes onun huzurunda hesap verecek ve savunmasını yapacaktır. Hz. İbra­him ve Musa´nın sahifeleri bütün bunları anlattığı gibi İnsanın yaratılışı, ha­yatı, ölümü, ölümden sonraki dirilişi hususlarında iki çelişkiyi bir araya getirmeye Allah´ın kadir olduğunu da ifade etmişlerdir. Allah insanda gül­me istek ve sebeplerini de ağlama istek ve sebeplerini de yaratmıştır. Onu hayata hazırladıktan sonra ölümü de hazırlamıştın Atan menide erkek özel­liklerini yarattığı gibi kadın özelliklerini de yaratmıştır. İkinci diriliş O´nun İçin, birinci dirilişten daha kolay değil midir?

O halde müşrikler güçlerinin sınırlarını bilsinler ve sapıklıklarından vaz geçsinler. Allah´ın yalancı münkirleri nasıl helak ettiğini hatırlasınlar. Bil­sinler ki tehlike, yakındadır. Hakkı batıllarına galib kılmadan Allah´a secde etsinler. Yoksa, kâfir oldukları halde can vereceklerdir.

İlk merhalede inen Mekkî sûreler hakkında söylenebilecek pek çok şey arasından naklettiğimiz bu küçük miktarı aktarırken -muhakkik âlimier-ce sabit olduktan sonra- bizce de sabit olandan özet mahiyetinde düşün­celer, inanç meseleleri ve bazı talimatı zikretmekle yetindik. İlk merhalede İnenler hakkındaki bu tahlilimiz kısa ve seri bir şekilde ise de - arzedilen konular, tasvir edilen tablolara ışık tutmak için yeterlidir. Ayrıca Kur´an´-daki bu sûreleri üslûp özellikleri yönüyle, Mekkî diğer iki zümre ve Mede­nî üç zümredeki sûrelerden temyiz edebilmek için de kâfidir.

Bu merhalenin bütün sûrelerinde vahiy ve din, AHah´ın kudreti ve rah­metinin eserleri, birinci dirilişe kıyasla ikinci dirilişin deiitlendirilmesi, kıya­met sahnelerinin tasvirleri, daha önceki yalancıların uğradıkları musibetlere benzer musibetlerle müşriklerin uyarılması, mesuliyet, sevap ve ceza dü-

şüncesinin pekiştirilmesi. Peygamber ve mü´mînlerin karşılaştıkları musî-betve belâlar karşısında önceki kardeş Peygamberlerin uğradığı sıkıntılar anlatılarak teselli edilmeleri, inanç kurallarında din birliği açıklanarak bu mübarek dâvanın âlemşumulluğuna işaret edilmesi gibi konuları rahatlıkla gözlemleyebiliriz. İlk merhalede inen sûrelerde anlatılan bu konular her ne kadar çeşitli usiûblarîa ve farklı mûsikî âhengiyle, anlatılmışsa da en bariz olanlarıdır.

Şayet bu sûrelerin kendilerine dönüp teker teker okuyacak olursak hepsinin âyetlerinin kısa ve son derece veciz olduklarını, kâinatın´çeşitli görüntülerine sık sık yemin edildiğini, emir, nehiy, istifham, temennî ve di­leğin coşkulu ve etkili bir anlatımla anlatıldığını görürüz. Kullanılan keli­melerin parlak ve özenle seçildiğine, musikînin bazen sessiz harflerinde bazen de sesli harflerinde tam bir mükemmeliyetle hakim olduğuna şahit oluruz. Ölçülü kafiyeleri -dehşet verici âhengiyle- bazen hareketli ve dal­galı, bazen de durgun ve şakin. Bazen kökten sökücü ve devirici, bazen bağına ve bazen fısıldayıcı. Mânâların muşahhaslaştırılması ve cansızların canhymış gibi onlara hareket, ve hayat verilerek konuşturulması, onları, renklerle zengin canlı tablolar haline sokmuştur.

Mekkî sûrelerin orta merhalesinde olduklarına kanaat getirdiğimiz sû­relerden tahlilini yapmak istediklerimiz de bu konu ve üslûp özelliklerine sa­hiptir. Hepsinde bu fikir ve talimatların benzerleri vardır. Her sûrede bu se­kil ve gölgelerin, bu nağme ve musikînin benzerlerine rastlanır. Ancak ba­zı inanç kuralları arttırılmış ve bazı hakikatler daha ilâve edilmiştir. Öyle ki, neredeyse sûre, kalb ve kulakları doyuran ulvî bir manzumedir.

. Misal olarak «Abese» sûresini ele alalım. Mekkî orta merhaleden bir sûre. Henüz başından itibaren kalbleri gerçek değerlere, insanlığın kıya­met günü büyük korku ve hakikatına yöneltmekle Rasûlullah döneminin olaylarından birini tedavi ediyor. Sûre bu büyük hakikatleri, güçlü etkilere sahip işaretlerle derinlere etki eden değinmelerle, uzun gölgeli resimler ve vurgulu fasılalarla tedavi ediyor.

İnanmış biri olan, fakat gözlerinden âmâ ve fakir bulunan İbnu Ummi Mektum peygambere gelerek ondan Allah´ın kendisine öğrettiklerinden ona da öğretmesini istemiş ama Peygamber yüzünü ekşiterek başka tara­fa çevirmişti. Kur´an-ı Kerim bu ferdî olayı ele alıyor ve şiddetli bir; şekilde Peygamberi kınıyor. [242] Onu yeryüzünün değerleri yerine semavî değer­leri ve haksız beşeri ölçüler yerine âdil şeriat ölçülerini almaya davet edi­yor. Allah bu olayı Peygambere ve mü´minlere unutulmaz bir ders kılıyor; «Sakın (ha bir daha böyle yapmasın.) Çünkü o bir öğüttür. Dileyen onu öğüt olarak alır.»

Peygamber bu âmâdan yüz çevirip yüzünü ekşitmemeliydi. Çünkü bu âmâ kişi, takvası sayesinde Allah´ın yanında soy, güç ve şöhret sahiplerin­den daha değerlidir. İmandan ve takvadan uzak hayat değerlerinin hepsi­nin hiç bir ağırlığı yoktur. ´ ,

Değerlerin hakikati işte budur. Hayatın hakikatma gelince onun mer­hale ve böiümleri vardır. Bölümlerin her birinde, gerek insan, gerek hay­van âleminden canlıların işlerini düzenleyen şefkatli bir el görülür. Bu el, hayatlarını devam ettirmeleri için gıdalarını veriyor. Sağlıklarını koruyor. Üzerlerine bol bol yağmur yağdırıyor. Bu yağmur toprak arasından süzü­lür ve toprağı gevşeterek bitek olmasını sağlar. Bitki için gerekli nemi sağ­lar ve toprağı yarıp çıkmasına, uzayıp yükselmesine yardımcı olur. Bir ba­karsın o bitki öğütülen tane, sıkılan üzüm, taptaze yenen meyve, yağın kendisinden yapıldığı zeytin veya saklanabilen kaliteli hurma olmuştur. Ve bakarsın bitkinin yeşerdiği bahçelerde, ağaçlar biribirierine sarmaş-dotaş olmuş, dallar biribirine karışmış ve insanın zevkle yiyeceği meyvelerle, hayvanın otlayacağı ve açlığını gidereceği otlarla dolmuştur.

İnsan, hayatın ve değerlerin hakikatini bilmeliydi. Çünkü o, hayatın tüm sebepleriyle ,mücehhez olarak yaratılmıştır. Ama o, zalim ve cahildir. Nimetleri inkâr edendir. Basit ve kokmuş bir sudan yaratılışını unutmuştur. Hayat yolculuğunda sıkıntılarını gidererek yolunu kolaylaştıran Allah´ın ni­metlerini görmezlikten gelmiştir.. Ölümden sonra toprağın altına gireceğini hatırlamaz olmuştur. Sorumluluklarını yerine getirmemiş ve başı boş bı­rakılıp hesaba çekilmeyecekmiş gibi inkârına devam etmiştir. İnsanın haki­kati ve onun küfrü ne de hayret vericidir!

Lâkin büyük ve korkunç bir hakikat insanı bekliyor. Büyük korku ve dehşet günü, kıyametin kopacağı gün. Kulakların zarları patlayacak, insan onun etkili sesinden başka bir ses duymayacaktır. Vereceği dehşetten en yakın akrabalarını bırakıp oraya-buraya koşuşacaktır. Kendi geleceğinden başka hiç bir şeyle ilgilenmeyecektir. O gün insanlar yüzleri açısından iki sınıftır: Mutlu olanların yüzü gülecek, neşe ve mutluluktan pırıl pırıl parla­yacak. Bedbahtların yüzü ise, hüzün ve kederlerinden mosmor kesilecek. Ne mutlu inananlara! Kâfir zalimlerin sonucu İse ne kötüdür, [243]

Kur´an-ı Kerîm selim ve bozulmamış olduğu haldeki insan fıtratıma hakikati ile doğru yoldan saptıktan sonraki hakikatini arzetmek ister. Bu­nu «et-Tîn» sûresinde, ve bazı mübarek meyvelere, mukaddes yerlere ye­min etme çerçevesi içerisinde anlatır, [244] Allah/insanı şereflendirmek, onu düzenli yaratmış olmak, bedenî azalarını en mükemmel şekilde dü­zenlemek ve hem ceset, hem de ruh yönünden üstün kılmakla kendisine

yaptığı İyiliği hatırlatır. Sonra ruhî yönden ne kadar aiçalabileceğini, aşağı­ların aşağısına nasıl düşeceğini ortaya koyar. Ancak fıtrat ona hayat yol­larını aydınlatır, ona iman hakikatini gösterir ve onu iyi davranışlara teş­vik ederek nihayet kemale ulaştırır ve onu nâîm cennetlerine kavuşturur­sa o başka. Artık insanın hakikati idrak ettikten sonra fıtrat nurunu sön­dürerek Allah´ın dinini yalanlaması, O´nun hikmetini görmezlikten gelmesi ve hevâ ile hevesine uyması yakışır mı? [245]

Kur´an, kıyamet sahnelerinden birini tedâvî edici ve kalbe korku salan dehşet verici âyetlerle izah edip ardından ceza ve hesap sahnesini tasvir etmektedir. Bu, heybeliyle her şeyi sarsan «el-Karia» sûresinde, cereyan eder. Öyle ki, insanlar onun şiddeti karşısında, hangi tarafa uçacağını bil­meyen ve sağa- sola çarpan bir kelebek gibi şaşkınSaşır ve küçülürler. Köklü dağlar, savrulan ve uçuşan yün gibi darmadağın olur. Ama kişinin ameli iyi ise, bu korkunç ortam içerisinde mutlu bir hayat ümidi içerisinde bulunsun. Ya ameli kötü ise, cayır cayır yanan ateşi ve ebedî helaki bekle­sin. İnsan, küçük kelebekler gibi sağa-sola savurulmaması için kendisini sağlam kılacak ağırlıklara ne kadar da muhtaçtır.

Kur´an, «el-Kıyame» sûresinde, ölümden sonraki dirilişi pekiştirmek ve bu dirilişin münkirlerine cevap vermek üzere korkunç ve topyekün kevnî inkılâbı gözler önüne serer. Böylece Peygamberin de kalbinde vahiy nak­şedilerek kökleşir. İnsanoğluna hakim olan bu fânî dünya sevgisi onu etki­lemez. Vecîz bir şekilde mutlu kimselerin varacakları yer ile kötülerin va­racakları yeri izah eder. Her vahiy için mukadder olan gelişin sahnesini tasvir eder. İnsana ilk yaratılışını hatırlatır ki, ölümden sonraki dirilişini buna kıyaslasın.

Allah, ölümden sonra dirilişin olacağına ve kıyametin hiç şüphesiz ko­pacağına dair kevnî inkılâbı tasvir etmek için bir hazırlık oisun diye kıya­met gününe ve pişmanlık duyup sakınan nefse yemin ediyor. Şayet insan çürümüş kemiklerinin toplanmasını uzak görüyorsa, Allah daha büyük ve önemli şeyleri yapmaya da kadirdir: O, parmak uçlarını, tüm çizgileriyle tekrar bir araya getirip eski şekline sokmaya da kadirdir. O halde insanın bu azgınlığı neden? Neden tekrar dirileceğini uzak görmektedir?

Gafil kalbe karşı çıkıp onu köşeye sıkıştıran bu güçlü uslûbla ölümden sonraki dirilişin pekiştirilmesi, insanların Allah huzurunda hesap verecek­leri kevnî inkılâb için en uygun mukaddimedir: Kıyamet günü her şeyde in-

kî!âb {değişme) n« kadar anî olacaktır! Korku ve titremeye kapılmış olan İnsan sağa-sola kayan gözloriylo bütün kâinatı, düzeni bozulmuş olarak görecek. Ne ayın aydınlığı güneşin parlaklığı vardır. İkisi bir araya gelmiş ve sönüp gitmişlerdir, insanın da sığınacağı bir yeri yoktur. Daha önce yaptıklarının hesabını vermeye götürüldükten sonra onu o korku ve dehşetten koruyacak hiç bir şey bulunmayacaktır!

O, ancak hevasına uyarak, şehvetlerle haşir-neşır olarak ve hazır dün­ya lezzetlerine dalarak ölümden sonra dirilişi ve hesap vermeyi uzak görür. Ama hayat ne kadar uzarsa uzasın bir sonu vardır. Acele etmek için bir sebep yoktur. Hatta Allah´ın kendisi bile, insanın alâmetlerinden biri olan aceleciliğe kapılabilir. Kur´an´dan bir şeyi kaçırma endişesiyle acele edip vahyin hemen -ırdsndan diliyle onu tekrar ederdi. Ama o, Peygamber­liği sayesinde insc;ıın acelecilik tabiatından yücelsin. Kesinlikle güvensin ki, kalbine vahyi indiren, onu korumayı, bir arada toplayıp açıklamayı da tekeffül etmiştir.

Allah sevgisini bu geçici dünya sevgisine tercih eden ne mutludur! O, Allah´a kesin olarak bağlıdır. O´nun rızasını gözetmektedir. Allah´ın cemali­ni seyrettiği zaman yüzündeki parlayışta ortaya çıkan yüce ruhî nimeti üs­tün tutmaktadır! Âcil olanı sonra gelecek kalıcı olana tercih eden ve Al­lah´a itaat etmektense hevasına uymayı üstün tutana gelince, onun vara­cağı yer ne kötüdür! O, parlak basiret nurundan mahrumdur. Belini kıra­cak, onu mahvedecek ve acıklı azaba müstehak olmasını gerektirecek mu­sibeti asık ve somurtkan bir yüzle beklemektedir.[246]

Şayet ölümden sonraki dirilişi inkâr edenler, hergün gözleriyle müşa-hade ettikleri ölüm olaylarına bir göz atıp canlıların sevdiklerinden nasıl ayrıldıklarını hatırlasalar ve meçhul bir âleme seyehat etseler, güçlü olan Allah´ın diriyi nasıl öldürebiliyorsa onu tekrar diriltmeye kadir olduğuna İnanırlar. Onlar biliyorlar ki, kendisinden ümit kesilmiş ve can çekişen kim­seye hiç bir kimsenin, ilaç ve efsunların faydası yoktur. Can çekişme tab­losu kimi ürkütmez! Sevilenlerin göçüp gitmesi kimi üzmez! Varsın insan artık hayat yoilannda böbürlene böbürlene ve kasıla kasıla devam etsin! Di-lediğince Haktan yüz çevirsin! Azap onu bekliyor! Allah´ın gazabı ona yö­nelmiş ve onu pençesine almak üzeredir!

Ölümden sonraki dirilişi inkâr edenlere ne oluyor? Dönüp İlk yaratılışları­nı görsünler. Fıtrat mantığıyla ölümden sonraki dirilişlerini ona kıyas etsin­ler. İnsan kokuşmuş sıvı bir sudan değil midir? Bu sıvı rahim duvarlarında bir çiğnemlik et olmuyor mu? Bu muhafazalı yerde gelişe gelişo erkek ya­hut dişi özelliklerini taşıyan bir cenin olmuyor mu? Onu yoktan vareden, tekrar diriltemez mi? Hikmet sahibi yaratıcısı yoksa onu başı boş mü ter-

kedecek? Selim fıtrat ölümden sonraki dirilişi ve Allah´tan sakınıp emirlerir ne uyanların mükafatlandınlmasmı gerekli görmüyor mu? [247]

«el-Mürselât» sûresinde, dünyanın en güzel sahnelerinden biri ile âhî-retin en çetin sahnelerinden birinin, kâinat hakikatlerinin en doğrusunun ve en derinliklerinin tasvirinde yegâne ve üstün özel bir uslûb vardır. Bu hakikatler fasılaları şifalı, müteaddit nağmeli ve on defa tekrar edilen «Ya­lancıların o gün vay haline» âyetiyle birlikte bölümler halinde anlatılmıştır. Bu bölüm sonlan, sûrenin içerisinde kesin ve şiddetli alâmetler taşımakta­dır. .Mürselât (gönderilenler) a yemin edilirken, kendisine yemin edilen gayb alemiyle mütenasip bir kapalılık vardır. Kendisinde gayb bulunan herşey meçhuldür. Bu arada meşhur ve uzun ihtilafa dalmış olma korkusuyla «gönderilenlerden maksadın melekler olduğu görüşünü seçtik. Allah, ard arda gönderdiği meleklere yemin ediyor. Onlar, rüzgar gibi koşarlar ve Al­lah´ın ta´iimatını yeryüzüne yaymak için gidiyorlar. Peygamberlerine getir­dikleri vahiy sayesinde O´nun izni ile hakla batılı biribîrinden ayırırlar. O vahiy ki, onda, Allah´ın yaratıkları İçin bir uyarı vardır. [248]

Sırlarla dolu olan bu gaybî yeminden sonra sûre göz kamaştıran bir süratle kıyamet sahnelerinden yeni birini arzediyor ve verdiği şiddetli üzün­tü ile kalbi daraltıyor. Şu görünen kâinat düzeni bozuluyor. Ondaki herşey yarılıp darmadağın oluyor. Çevredeki herşey çözülüp eriyor. Gökyüzü ya­rılıyor. Dağlar savruluyor ve yerle bir olup kum yığınına dönüşüyor. Allah´ın elçilerine gelince, O´nun huzuruna çıkmaları ve Peygamber düşmanlarıyla orada hesaplaşmaları uzun müddet sonraya bırakılmıştır. Orada hak ile hü­küm verilecek ve kimseye zulmedilmeyecektir. O zaman Peygamberleri ya­lanlayan mücrimlerin azapları ne acıklı olacaktır!

Peygamberlere düşman olanlar her nesilde daima iflâs etmiş ve sonları gelmiştir. Onun için Mekke müşrikleri, daha önce benzerleri bulunmayan mücrimlerden değiller. Onlar henüz ilk andan itibaren, başlarına gelecek dünyevî helakin yakın olduğuna dair bir bekleyiş içerisindeydiler. O halde âhirette uğrayacakları azap nasıl olacaktır?

Keşke o hesap günü gelmeden - kendilerini ve ayaklarıyla bastıkları yer yüzünü düşünmüş olsalardı. Şayet kendi kendilerini düşünmüş olsay­dılar, onları annelerinin rahminde yaratan, onları orada bir safhadan baş­ka safhaya geçiren, nihayet annelerinin rahminde küçücük bir cenin iken bütün yönleriyle mükemmel bir insan haline getiren yaratıcının takdirini

hayret ve dehşetle karşılarlardı. Şayet bastıkları yer yüzünü düşünseierdi, onun.şefkatli bir anne olduğunu, canlılarını da, ölülerini de bağrına bastığı­nı görürlerdi. Ondan yaratıldılar, ona döndürülecekler ve bir daha ondan çıkarılacaklardır. Yüksek ve muhkem dağlarına bakmıyorlar mı? Yağmur zirvelerinden aşağı iniyor ve Allah onunla kaynar sular çıkararak onlara tatlı suyu içiriyor.

Ama ne çevrelerini ne de kendilerini düşünmüyorlarsa, süratli bir şe­kilde azaba doğru yol alsınlar. Cehennem dumanının bir gölgesi vardır ki, ateş alevinden daha yakıcı bir rüzgarı olan üç kola ayrılır. Öyleyse bu göl­geye doğru gitsinler de sıcağı bulsunlar! Bir de, cehennem dumanının ya­kıcılığı böyle ise, acaba o kıvılcım ve alevleri nasıldır? Ondan kopan her kıvılcım, büyük bir köşk büyüklüğünde ve yüksekliğindedir. Büyük bir gü­rültü ile ondan kopan ve sağa-sola dağılan lavlar ısıdan sapsarı olmuş sa­rı deve sürüsünü andırırlar.[249]

O gün sesler kesilecek, diller ağızda kuruyacaktır. Suçluların canı bo­ğazına gelecek ve mazeretlerini ister istemez içlerinde hapsedeceklerdir. Haddi zatında o dehşet verici yerde kimsenin ortaya koyacak bir mazereti de olmayacaktır. Allah kendi hükmü ile aralarında hüküm vermek üzere ev­velkileri ve sonrakileri bir arada toplayacaktır. Bir hilesi olan ortaya koy­sun bakalım. Gücü olan bundan kurtulsun görelim...

Lâkin Kur´an´da korkutuculuğu sevindiricilik takip eder. Sûrelerin bir çoğunda kasidedeki bir beytin her iki mısraı gibi cennet ile cehennem kar­şı karşıya zikredilir. Müttakîler cennette nimetler içerisindedir. Yakıcı sıcak gölgelerin değil, hakiki ve serin gölgeler altındadırlar. Üstlerinden ateş kı­vılcımları uçuşmayacak, altlarından fışkıran tatlı sular akacaktır. Ve Allah´­ın hitabıyla nimetlere buyur edileceklerdir. Yediğiniz ve içtikleriniz için afi­yetler olsun! Onlar için o sıkıcı suskunluk da söz konusu olmayacaktır.

Mücrimler halâ nefislerine bir çeki-düzen vermeyecekler mi? Dünya metaının az bir meta´ olduğunu hâlâ idrak etmediler mi? Hâlâ mı nefisleri hakka boyun eğmeyecek ve rukua gidenlerle rukua gitmeyecektir? Yoksa şakı olmak mı onlara yazıldı da iman etmiyorlar? [250]

«el-Beled» sûresinde de, insan hayatının zorluklar, meşekkatler ve mücadeleler silsilesi olduğuna dair büyük bir yemine işaret vardır. Kendisi­ne yemin edilenler İse, ikidir: Biri, Beytu´l Haramdır. O Beytu´l-Hararn ki. Allah´ın Peygamberinin onda ikamet etmesi, şerefini daha da arttırmıştır Diğer yemin ise, her doğuran ve doğana ve ikisinin hayat merhalelerinde

çektikleri sıkıntılara yapılmıştır. Ama gurur insana hakim oluyor ve insan­oğlu kendi gücüne aidanıp kendisine bu gücü veren Allah´ın tekrar onu geri alabileceğini unutuyor. Yine malına aSdaniyor, ondan büyük bir mikta­rını hayır yollarında harcayacağım zannıyla onu stok ediyor. Allah´ın kendi­sini ihata ettiğini, malı nasıl biriktirdiğini ve nereye harcayacağını gördü­ğünü bir defa daha unutuyor. Bu insan bilmeli ki, herkes kendi kazancına bağlıdır. Bu gururlu davranışlarıyla sadece kendi kendisine zarar vermek­tedir. Çünkü Allah, kendisine, ona doğru yolu gösterecek özellikleri vermiş­tir. Görmesi için iki göz ve konuşması için dil bağışlamıştır. Kötüyü iyiden ayırma yeteneğini vermiştir.

Hidayet vesileleri tüm olarak kendisine verilmiş olan insan, cennet yo­lunda önüne çıkan engellerin üzerine üzerine gitmelidir. Bu engeli hafifletip onu aşabilmesi ise, iman ve iyi amellerle olur. O halde Allah yolunda köle­leri âzad etsin. [251] Açlık günlerinde akraba yetimleri ve fakir miskinleri doyursun. Bütün bunları imanın hakkını vermek zorluklara karşı sabrın en yüce anlamlarını ve hayatta şefkat manâlarının en açık olanını duymak için yerine getirsin. Bu gibi şeyleri yaptığı takdirde mutlular arasına yazı­lacak ve kitabı sağından verilenlerden olacaktır.

Ama gururu kendisini imandan alıkoyan kimseye gelince, o tekebbür ve gururunda devam etsin. Onun bu kötü gidişini cehennem beklemektedir. O cehennem kapılan üzerine kilitlenecek ve onda ne ölecek, ne de dirile­cektir.[252]

Mekkî ikinci yahut «orta» merhaleden inen sûrelerden seçmelerimizi «el-Hicr» sûresi ile bitirelim. Bu sûre, söz konusu ettiğimiz iki Mekkî mer­haledeki sûrelerden daha uzun olup doksandokuz âyettir. Diğer sûrelere nazaran bölümlerinin âyetleri de daha uzundur. Özelliklerinden diğer bir ta­nesi ise, hece harfleriyle (Elif, Lâm, Râ) başlamasıdır. Ona ve hece harfle­riyle başlayan benzer sûrelere bu kitapta bir fasıl ayırdık. Onun için bura­da bu yönü üzerinde durmayacağız.

«el-Hicr» sûresinin ortaya koyduğu en bariz hakikatler, kâfirlerin kötü sonuçla ayrılmaları, Allah´ın yalancılar hakkındaki sünnetinin açıklanma­sı, yerde, gökte ve yerle gök arasında Allah´ın âyetlerinin tasviri, Âdem´in yaratılışı ile şeytanın yaratılışı, Meleklerin Âdem´e secde etmeleri ve şey­tanın büyüklenerek buna yanaşmaması, Muhammed (s.a.v) i teselli.ve kal­bine güç vermek için geçmiş Peygamberlerin kıssaları, - yaşlı olduğu hal­de Hz. İbrahim´in bilgin bir oğul ile müjdelenmesî, Hz. Lut´un ve ehlinin ye­rin içine bakmaktan ve yok olmaktan kurtulmaları ve kavminin deprem veüzerlerine yağdırılan sert taşlarla helak oluşları, Hz. Şuayb´ın kavmi Eyke´-İilerin helaki, Hz. Salih´in kavminden Hicr ehlini o azgın çığlığın yakalayı-vermesi, göklerin ve yerin onunla ayakta durduğu ve bir de kıyametin onunla vuku bulduğu hakkın açıklanması. Peygamberin yumuşak ve iyi davranmaya bir de Allah´ın dinine açıkça davet etmesi ve Allah katına ula-şınoaya kadar O´nu hamd ile anması. [253]Bu sûrenin girişinde kâfirlere, fırsat geçmeden ve ecel son bulmadan ünce İslâmı kabullenmelerini teşvik kabilinden gizli bir uyarı vardır. [254] Çünkü aldatıcı umut onları her ne kadar bazı şeyler arzusu ile oyalasa bile kesin olan sonucu etkilemîyecektir. Allah´ın milletlere uyguladığı sünneti­nin değişmediğini ve her milletin bir kaderinin bulunup belli bîr ecele ka­dar devam ettiğini, Allah´ın kendisine takdir ettiği hayatı aşamayacağını, Çizilen apaçık yoldan saptığı zaman gece veya gündüz Allah´ın azabına uğ­rayacağını ve yok olup gideceğini ileride göreceklerdir.

Lâkin müşrikler bu dehşetli uyarı karşısında bâtıllarından ve gururla­rından kopmuyorlar. Aksine, lüzumsuzluklarına ve muhtevasiz konuşmala­rına devam ediyorlar. Peygambere iftira ederek onu delilikle itham ediyor ve kendisini doğrulayıcı ve iddia ettiği vahyi isbatlayıcı olarak meleklerin inmesini ondan istiyorlar.

Aslında Meleklerin inişi mümkün olmayan şeylerden değildir. Ama ya­kın helake bir işaret olacakttr. Yoksa müşrikler azaplarının daha erken ol­masını mı istiyorlar? Heiâk olup yok olmayı hakketmek mi istiyorlar yok­sa[255]

Küfür tek bir millettir. Kafirlerin inat edip hakkı kabul etmeme uslûbla-rı da biribirierine benzerdir. Mekke müşriklerinin sureti, her nesilde İslâmı yalanlayanların bir aynasından başka bir şey değildir. Şayet Allah onlara göğü yarar, onda bir kapı acar, onlara göklere yükselme imkânını verir ve perdelerini yarmalarına müsaade etseydi, utanmadan yine tekebbüre ka­pılır, gözlerinin gördüğünü hayret verici bir inatla inkâr ederlerdi. Sihre ka­pıldıklarını, gözlerinin uyuşuk bir sarhoşluğun etkisinde kaldığını ve gör­düklerinin bir vehim ve hayalden başka bir şey olmadığını ileri sürecekler­di. [256]

Kur´an-ı Kerim - bununla - birlikte o kindar inatlarıyla onları başbaşa bırakmaz. Aksine, sarhoşluklarından uyanmaya ve içlerindeki hayır duy­gularını harekete getirmeye çalışır. Yaratan ve herşeyi bilen Allah´ın eser­lerini dile getiren bu güzel kâinatın bazı tablolarını gözlerinin önüne serer: Gökte parıldayan şu yıldızlar yerlerinden hareket edip dönüyor. Bu man­zara seyredenlerin hoşuna gidiyor. İşte bu yüksek dağiar, o ağırlık ve bü­yükleriyle yere çakılmış ve sabit kılınmıştır. Onlar, insanda dehşet ve aza­met duygularını uyandırıyor. Ya güzelim yeşillikler. Bazısı yere uzanıp ya-yılıyor. Bir kısmı da yukarıya doğru yükselip uzuyor. Herşeyin ölçüsünü yerli yerinde tesbit eden Allah onlara öyle bîr ölçü vermiş ki, mahlukata gı­da olsun diye, tadlarını, renk ve kokularını tam bir muvazene içerisinde vermiştir. Belli bir ölçüyle Rahman´ın hazinesinden takdir edilmiştir. Hele o aşılayıcı rüzgarlar, suyu taşıyıp giderler ve sonra onu bol yağmur olarak gönderirler. [257] O yağmur susuzları doyurur ve ölüleri diriltir. Mülkün hepsi Allah´ın elindedir. Yer ve gökler O´nundur. Dirilten de, öldüren de O´dur. ve dönüş de O´nadır.

Kür´an, uykuya dalmış olanları uyandırmak için usiûbların en güzelidir. Dinî kıssaları, kapalı kalbieri açar ve kör gözlere aydınlık verir. Varlığın sırlarım yayarken sağır kulakları açar. Onun için «el-Hior» sûresi burada Âdem ve iblis kıssasında hidayet ve sapıklık hakikatlerini arzediyor: Bu iki yaratık menşe´leri itibariyle birbirinden farklıdır. O halde hayat çizgilerinin de farklı olması normaldir. Hz. Âdem bu yerin toprağından kuru balçıktan yaratılmıştır ve onda Allah´ın ruhundan bir üfürük vardır. Böyleoe onun de­ğeri de yücelmektedir. Bu durumuyla Meleklerin ona secde etmelerine la­yık bir makama yükselmiştir. Ama İblise gelince, o, zehirli bir ateşten, sırf alevden yaratılmıştır. Kötülük onu çepeçevre sarmıştır. Gurur onu, kendi­sini yüksek görmeye sürükler. Âdem karşısında secdeye gitmekten kaçı­nır ve Allah´ın samimi kulları hariç Hz. Âdem´in soyundan gelenleri aldat­mayı kendisine görev edinir.

Böylece insanlar iki kısma ayrılmış oluyor: İblise tabi olan sapıklar ki. bunlar cehennemin yedi kapısından cehenneme girecekler ve her kapıdan bu sınıfın belli bir gurubu girecektir. [258] İkinci sınıf ise, Rahman´ın kul­larından hidayet üzere olanlardır kî, bunlar cennet ve pınarlarla nimetle-neceklerdir. Onlar için ne bir korku ve ne de bir üzüntü vardır.

Hidayet ve sapıklık halkaları. Peygamber kıssalarında ard arda zikre­dilir. Müşrikler, Hz. İbrahim ile, Hz. Lût´un kavmine gönderilen elçi me­lekler arasındaki kıssayı dinlesinler. Hani Hz. İbrahim, önce onlardan kork­muş ama sonra yaşlı olduğu halde ona bilgin bir oğlunun olacağını müj­deledikleri zaman onlara güven beslemişti. İşte bunu hatırlasınlar. Şu kıs­saya da kulak versinler: Hani Hz. Lût kötü kavminin arasında zor duru­ma düşmüş ve sabah olup üzerlerine sert taş yağmadan gece ailesini al­mış yola koyulmuştu. Yine Hz. Şuayb´ı yalanlayan ve tesbit edilen vakitte helak olan Eykelilerle Hz. Salih´i yalanlayan ve ondan yüz çeviren, Hicr kıssalarına kulak versinler. Hani onlar sert kayalarda oydukları korunaklı evleriyle yalancı umuda kapılmış ve oyalanmışlar sonra da o korunaklı ev­lerini şiddetli bir çığlık altüst etmişti. Onlar kendilerinden çok emin idiler. Ama sabah olmadan sonları gelmişti.

Eğer müşrikler bu kıssalardan ibret almadılarsa, Muhammed için on-îar da iyi bir Örnek olsun. Kavminden gördüğü sıkıntılara karşı bunlarda teselli bulsun. Onlardan hareketle, Allah´ın, gökleri ve yeri üzerinde ayak­ta tuttuğu hakkı keşfetsin. Cahil düşmanlarına karşt güzel ve yumuşak davranarak Allah´a davet yolunda devam etsin. Gafilleri uyarsın. Gözünü, gurur veren geçici menfaatlerden çevirip Allah´ın kendisine verdiği tekrar­lanan yediye [259] ve Yüce Kur´an´a yöneltsin. Kendisine ve benzeri diğer peygamberlere gönderilmiş olan vahyi açıklasın. Muhakkak zafer, muttaki-lerindir.

Orta merhaleden tahlil için seçtiğimiz sûreleri el-Hicr süresiyle bitirir­ken bu sûrede gözümüze çarpan sûrenin nisbî uzunluğu son merhalede müşahede edebileceğimiz sûreîerdeki nisbî uzunluğa bir geçiştir. Öyleki, bu sûre ile son merhale sûreleri arasında bu yönden bir farklılık bulmak güçtür. Özellikle bu merhaleler arasındaki sınırın itibarî olduğunu gözönün-de bulundurursak böyle bir ayırım daha da güçleşecektir. Haddi zatında her merhale bir öncekinin devamıdır.

Ayrıca «ef-Hicr» sûresinin huruf-u mukattaa ile başlamasının, bu harf­lerle başlayan üçüncü merhaledeki birçok sûre için de bir geçiş olduğu gözümüzden kaçmamaktadır. Bu da, daha önce işaret etmiş olduğumuz, ortaklık payları farklı olsa bile Mekkı merhalelerin meydana getirdikleri sûrelerin konu ve uslûb özellikleri bakımından hepsinin müşterek ve ben­zer oldukları görüşümüzü pekiştirmektedir. Şayet Mekkî ve Medenî sûre­leri kronolojik sıraya tabi tutup gurup ve zümrelere ayırma metodunu seç­memiş olsaydık, Mekkî sûrelerin hepsini Medenî sûreler karşısında bir gu­ruba ayırırdık.

Mekkî merhalelerin sonuncusu ofan üçüncü merhaleye geçmeden ön­ce orta merhalenin birinci merhaleden farklı olan yönlerini izah etmek is­tersek, bu sûreler, önceki merhalelerde anlatılan sûrelere yapılan bazı ila­veler sayesinde, konularını başlı başına müstakil birer konu haline getir­miştir. Ayrıca her iki merhalede metodun alâmetleri oîmakla birlikte birinci merhaleye hakim olan ortama yapılan İlavelerle bu sûreler özel bir üslûba sahip olmuştur.

Birinci merhalede kâinat ve insanla ilgili olarak anlatılan hakikatler, bu ikinci merhalede aynen muhafaza edilerek dile getirilmiş ancak çerçe­veleri daha geniş tutulmuş, cûz´iyyatı açıklanmış ve bellibaşiı yönleri bü­tün açıklığıyla izah edilmiştir: İslâm daveti müşriklerin korkularını tahrik etmeye ve kalblerine korku salmaya başladı. Kendilerini bekleyen kötü âki-bet daima onları uyardı. Zalimlerin heiâklarından sahneler sundu. Geçmiş­lerin kıssalarını anlattı. Allah´ın birliğine delâlet eden delilleri onlara tek tek açıkladı. [260] Vahyin doğruluğuna, kıyametin kopacağına ölümden sonra dirilişin olacağına, iyilerin, iyiliklerinin ve kötülerin de kötülüklerinin karşılığını göreceklerine dair deliller sıraladı. Karşılıklı İki tabloda cennet ve cehennemi onlara tasvir etti. Yerde ve gökte insanın içinde ve çevresin­de Allah´ın sayısız nimetlerini onlara hatırlattı. Fıtrat nuruyla onları hidaye­te davet etti. İyi amellere teşvik etti. Kendileri ile iman edip iyi amellerde bulunanlar arasında karşılaştırma yaptı. Şahıslar ve değerlerle ahlâk kural­ları için âdil ölçüler koydu. İman konusunda bütün peygamberlerin getir­dikleri prensiplerin aynı olduğunu onlara izah etti. Kâinatın ortaya çıkışını ve Âdem ile İblis´in yaratılışlarını açıkladı. Hidayet ve sapıklık sırlarını an­lattı.

Bu merhalenin üslûbuna gelince - birçok yerde - veciz olma, ateşin ifade, makta´ ve fasılaların biribirine benzemesi, tecsirn, teşhis gibi sanat­larla hayatin bolluğu, renk ve tabloların çokluğu yönünden birinci Mekkî merhalenin bir devamı durumundadır. Ancak bazı sûrelerde uzunluk göze çarpmaktadır. Aynı husus bazı âyetler için de geçerlidir. Tek sûrede birkaç nağme olabilmekte, bazen bir meseleden başkasına geçince Makta´iarı arasında gerekli olan ahenk sağlanmakta, bazı fasılalar ise, Esma-i Hüs-nâdan bir veya ikisiyle son bulmaktadır. Bu merhalede de lafızlar bir seçi­me tabi tutulmuş ve bazen şaşaalı bazen de çok sert kelimeler seçilmiş­tir. Her iki durumda da bu lafızlar durgun duyguları coşturacak nitelikte­dir.

Şimdi de Mekkî merhalelerin sonuncusu olan üçüncü merhaleye geçi­yoruz. Âyetlerden çok sûrelerin uzunluğu göze çarpmakla birlikte, önceki merhalelere nazaran genel olarak hem sûreler ve hem de âyetler uzundur. İlk olarak gözümüze çarpan husus budur. Aslında bu uzunluk. Medenî sû­relerin âyet sayısı ve âyetlerdeki kelimelerin adedi ile karşılaştırdığımızda önemli bir uzunluk değildir. Ama daha önceki iki Merhaleye nazaran uzun­luk sözkonusudur.

Bu sûrelerin uzunluğu, onlardan zikrettiğimizin hepsinin tahlilini yap­maya engeldir. Serdettikierimizin hepsini yüzeysel bir şekilde işlernekten-se [261] aralarından üç sûrenin ihtiva ettiği bellibaştı meseleler üzerinde durmakla yetineceğiz. Bu sûreler, es-Saffât, el-Kehf ve İbrahim sûreleridir. Diğer sûreler ise, bunlara kıyas edilebilir.

es-Saffât sûresine gelince, yüzsekseniki âyet olup ilk onbir âyetinde birkaç fasıla ve çeşitli nağmeleri vardır. Sonra sonuna kadar fasılalar «vav» ve «nun» yahut «yâ» ve «nün» olarak devam eder. Bazen de «yâ» ve «mim» olarak gelir.

Sûrenin biribirini takip eden bölümlerinin hepsinin temel konusu, şirk­ten arınmış saf akideyi katbiere yerleştirmek olan ve biribiriyle tam bir uyum içerisinde bulunan bir dizi fikir, olay ve tutumları sergilemektir. Tev-hid düşüncesini kökleştirmekten, ölümden sonra diriliş düşüncesine geçilir. Kıyamet günü karşılaşılacak bazı durumlar tasvir edilir. Saf saf dizilmiş me­lekleri anlatırken birden Yüce âlemde konuşulan sözleri çalmaya çalışan şeytanlardan ve delici alevle recmedilmelerinden bahsedilir. Derken, müş­riklerin peygamberleri yalanlamaları sözkonusu edilir. Ardından Hz. Nuh, İbrahim, Musa, Harun, İlyas, Lût ve Yunus gibi peygamberlerin kıssaları anlatılır. Hz. İbrahim´den bahsedilirken kurban edilen oğlu ve onun yerine fidye olarak verilen kurban kıssası anlatılır..Arabiarın Melekler hakkında uydurdukları masala saldırılır.

Allah, kendisi için gökte huzurunda saf saf duran, [262] emirlerini bek­lemek, dileğini yerine getirmek, peygamberlerini yalanlayanları cezalandır­mak ve temiz kullarına O´nun zatında ve mülkünde ortağı bulunmadığına, bir olduğuna dair zikri okumak için [263] meleklere yemin ediyor.

Bütün eksikliklerden münezzeh olan Allah´ın birliği, Allah´la melekler ve cinler arasında bir akrabalık bağının bulunduğunu ileri süren aptalca masalın reddi için üstün bir cevaptır: Araplar, Allah´ın cin iie evlendiği ve bu evlilik neticesinde meleklerin doğduğuna, dolayısıyla onların, Allah´ın kızları olduğuna inanırlar. es-Saffât sûresinde dört yerde bu cahilce iftira­ya cevap verilir: Birincisi: Kasemle, meleklerin, Allah´ın emriyle O´nun hu­zurunda saf saf dizilişlerini, peygamberlerin kalblerine vahyi indirişlerini tasvir eden giriş bölümüdür. Melekler, gizli olan gayb âleminden Allah´ın yaratıklarıdır.

İkinci yer, «Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir; do­ğuların Rabbidir.» [264] âyetidir. Yer ve gök arasındaki üstün yaratıklar, aralarında gidip gelen temiz meleklerle ulvî ruhlar, Allah´ın yaratıklarından bir taife ve kullarındandır. O´nun ulûhiyetini, bir olduğunu ve kudretini iti­raf etmektedirler.

Üçüncü yer; yüce âlemden söz çalmak isteyen şeytanların recm edil­diğini anlatan kısımdır: Oysa onlar - Arabların yanlış inancına göre - Allah ile aralarında bir soy bağı olduğunu ileri sürdükleri «cinlerdir.» Şayet Al­lah´la bir yakınlıkları bulunsaydı neden gökten kovuluyorlar ve delici ateşle recmediliyortar?

Dördüncü ve son yer ise, sûrenin bitimine doğru bu asılsız ve gülüne iftiraya alaylı ve çetin saldırının yapıldığı ve Kur´an´ın, o ahmaklardan mi­tolojilerinin menşeini, meleklerin neden dişi olduklarını ve sevmedikleri mahlukları Allah´a nisbet etmelerinin sebebini sorduğu ve bunlara cevap istediği kısımdır. Böylece Allah´ın zatında bir oluşu, Arabların meleklerle şeytanlar hakkındaki mitolojilerinin yanlışlığına en üstün bir delildir!

Kaldı ki şeytanların delici ateş ile recmedilmeleri ve dünya göğünün yıldızlarla süslenmesinden söz edildikten sonra zikredilmektedir. O halde Allah yıldızlara biribirini tamamlayan iki özellik vermiştir: Birincisi: Süsieme ve güzelleştirme özelliğidir ki göz göğe baktığı zaman ancak süs ve güzel­likle karşılaşır. İkinci özellik ise, koruma ve gözetmedir. Tâ ki haddini bil­meyen şeytan yüce âlemde anlatılanları dinleme fırsatı bulmasın. Bu yıl­dızlar göğün koruyucularıdır; haddini bilmeyen azgın şeytanları ateşten kıvılcımlarla onun kapısından kovarlar. Onları geri dönmeye mecbur bırakır­lar.

Yıldızların bu iki görevlerini en mükemmel şekliyle yerine getirmeleri, bu kainatın büyük bir uyum içerisinde bulunduğuna ve ondaki her şeyin bir ölçüyie hareket ettiğine dair kesin bir delildir.

Mekke müşrikleri - herşeyi sapasağlam kılan ve yerli yerine yerleşti­ren Yaratıcının san´atını düşünecekleri yerde azgınlık ve nefretlerine de­vam ettiler. Sapıklık ve gururu bırakmadılar. Sanki onlar, yaratılışlarını saf saf dizilen meleklerden daha güç saydılar. Ya da azgınlıkta şeytandan da ileri olduklarını sandılar. Ama onlar, toprak ve kemik olduktan sonra tekrar dirilmeyi inkâr eltiler. Kur´an´a sihir diyerek saldırdılar. Bunun üzeri­ne Allah peygamberine- bu garip tutumları karşısında - ilk yaratılışlarında yapışkan bir topraktan yaratıldıklarını hatırlatmasını ve tek bir çığlıkla bir anda diriltileceklerini, bu çığlıkla kendileriyle biriikte eşlerinin ve kendileri­ne taptıklarının mahşer yerine sürüleceklerini onlara belirtmesini, bununla onları uyarmasını emretti. Mahşer yerine sürüldükten sonra birden kendi­lerini cehennemde bulacaklardır. Zelil ve hakir olarak. Sonra birbirleriyle çekişecek ve her biri, diğerinden uzak olduğunu söyleyecektir. Ama iş iş­ten geçmiş olacak, bu acıklı azabı hakkettiklerini kendileri itiraf edecek­lerdir.

Kur´an-ı Kerim´in kötülerin varacakları sonuç karşılığında iyilerin vara­cakları sonucu anlatırken takip ettiği yol değişmiyor. Burada da Allah´ın samimi kullarına hazırladığı nimetleri mükemmel bir tatlılıkla tasvir ediyor. Başlangıçta acıklı azaptan uzak kalacaklarını belirtiyor. Sonra nimetlerle dolu olan cennette canlarının istediği her şeye kavuşacaklarını söylüyor. Tam bir huzur ve konfor içerisinde divanlarına yaslanıp uzanacaklar. Elle­rinin yetişeceği şekilde sarkan dallardan meyveleri koparacaklar. Başlarını ağrıtmayan ve lezzeti kesilmeyen üstün kalitede içkiler içecekler. [265] Ko­runmuş ve dipdiri olan güzel hurilerden eşteriyle tatlı sohbet ederken bu nimetler kat kat olacaktır.

Onlar bu nimetler içerisindeyken onlardan biri, birden dünyada iken ölümden sonra dirilişi inkâr eden bir tanıdığını hatırlayacak ve o mutlu iyi­ler kalkıp o kotu kimsenin uğradığı akıbeti görmeye gidecekler, onu ce­hennemin ortasında göreceklerdi-r. O zaman o kimsenin tanıdığı ona birkaç kelime ile seslenip kınayacak, bu arada da Allah´ın kendisini ve arkadaş­larını müttakîier arasına katmasından dolayı Allah´a hamdedecektir.

Burada Kur´an-ı Kerim, iyilerin nimetler içerisinde oluşu ile kötülerin çekecekleri sıkıntı arasındaki büyük mesafeyi yalancı münkirlerin gözleri önüne sererek karşılaştırmayı ince teferruata kadar yapıyor. O kötüler ce­hennemde zakkum ağacından yiyecekler. Bu ağaç cehenneme ait bir ağaç olup o kadar çirkin ve korkunçtur ki, insan hayalinin tasavvur edebileceği en çirkin şekil olan şeytan başlarına benzer. [266] Susuzluk ve alevden

boğazları her yandığında bulanık ve kaynar sudan içerler. Suyun sıcaklı­ğından bağırsakları kopacaktır. Her bir çıkış yolu aradıklarında da bu kor­kunç vaveyla İçerisinde cehennemin dibine döndürüleceklerdir. O ne kötü meskendir!

Kur´an-ı Kerim bu sapıkları, içine düştükleri sapıklığın sebepleriyle zikretmektedir. Çünkü şuursuzca atalarını taklid etmekte, onların peşinden gitmektedirler. Karanlık gelecekleri ile müminlerin mutlu ve parlak gelecek­leri arasında mantıkî bir karşılaştırma yapmıyorlar. Oysa ataları, kendileri­ne ard arda peygamberler gönderildiği halde sapıklıklarına devam ettiler. Yakında gelecek olan acıklı azaptan ancak seçkin iyiler kurtulacaktır.

Etkili ve gafil kalbleri şiddetle sarsan emarelerle dolu olan bu uyan esnasında Kur´an-ı Kerim, Hz. Nuh´un kıssasına dikkatten çekiyor. Bu kıs­sada Allah´ın Hz. Nuh´un duasını kabul ettiği, onu ve ona tabi olanları bü­yük sıkıntılardan kurtardığı ve yalancıları da sulara garkettiği anlatılıyor. Kavmin putlarını parçalayan Hz. İbrahim´in kıssasına dikkatleri çekiyor. O zaman kavmi onu öldürmeye kalkışmış ve onu yakmak için bir bina inşa ettirmişlerdir. Ama Allah onu bu kurdukları tuzaktan kurtardı. Ateşi soğu­tarak ona bir kurtuluş kıldı. Allah´ın kendilerini peygamber olarak seçtiği Hz. Musa ile Harun´un kıssası anlatılıyor. Allah hidayet ve nurlu yolu gös­teren Tevrat´ı onlara verdi. Firavun ve yeryüzünde fesat çıkaran etbaına karşı onlara zaferi müyesser kıldı. Kavminin puta tapmalarına ve yaratan­ların en iyisi olan Allah´tan yüz çevirmelerine karşı çıkan Hz. İlyas´ın kıs­sasına yer veriliyor. Hz. Lut´un kıssası anlatılıyor. Allah kendisini ve - karısı hariç - ehlini depremden kurtarmış, sapık kavminin üzerine sert taşlar yağdırmıştı. Yine kavminin yalanlamasından dolayı zor duruma düşen Hz. Yunus´un kıssası söz konusu ediliyor. Hz. Yunus ümitsiz ve öfkeli bir du­rumda kaçarak dolu bir gemiye bindi. Ama fırtınalar kopmuş ve gemi dal­galardan yoluna devam edemez olmuştu. Bu arada gemide bulunanlar yü­kü hafifletmek İçin kur´a çekmiş ve kur´a neticesinde Hz. Yunus denize atıl­mıştı. Bu arada büyük bir balık onu yutmuştur. Aslında ümitsizliğe düştüğü ve öfkelendiği için kınanmayı da hakketmişti. Ama balığın kamında Allah´ı teşbih etti. Bunun üzerine Allah duasını* kabul etti. Onu hasta ve üryan bir halde balığın karnından çıkararak denizin kenarına çıkarıp attı. Hasta­lıktan kurtulduğu zaman kavmini Allah´a kulluk etmeye davet etti. Kavmi­nin hepsi iman etti. Sayıları yüzbin idi. Hatta bu sayı gittikçe artıyordu. [267]

Bütün bu kıssaların olanları «es-SaffâU sûresinde çok öziü bir şekilde anlatılıp geçilmiş ve böylece yalancıların akıbeti ile Allah´ın halis kullarının dualarını kabul edişi gözler önüne serilmiştir. Onda müşrikler kötü akıbet­le uyarılmakta ve peygamber de iyi bir şekilde sabretmeye davet edilmek­tedir. Onun için bu kıssalar silsilesinde en çok Hz. İbrahim ´kıssasına yerverilmiş; etkili noktalan, cazip konuşmaları ve korkunç üslûbu ile oğlunu kurban edişi tafsilatıyla serdedilmiştir. Bu olay -Hz. İbrahim´in putları de­virmesi anlatıldıktan sonra- Ailah´a teslim olmayı, O´na güvenmeyi ve O´na bağlanmayı en güzel şekliyle ortaya koymuştur. Böylece o, uzun davet yol­culuğunda sabırlı her davetçı için gerçek bir azıktır:

Hz. İbrahim, Rabbının yoluna devam etti. O´nun yolunda herşeyden vazgeçti. Allah´tan, kendisine salih bir oğul vermesini diledi. Allah da onu akıllı ve bilgin bir oğul ile müjdeledi. [268]Bu oğul hayat yolunda babasıyla henüz yeni yola koyulmuştu ki, en şiddetli eziyyete maruz kalmış ve tered­düt etmeden sabrederek teslim olmuştu. Hz. İbrahim rüyasında oğlunu bo­ğazladığını görmüş ve bunun Rabbından ona bir işaret olduğunu idrak et­mişti. Onun için gönlü mutmain olarak icabet etti. Rüyasını oğluna söyledi. Oğlu sabrederek kabullendi. Lâkin oğlunu kesmek üzere yüzü koyun yatı-nnca Aİlah oğlunun yerine kurban etmek üzere ona cüsseli bir koç bağışla­dı.- Ve onu, ahdini yerine getiren, görevini edâ eden vefalı bir kul olarak-kabul edip şöyle hitap etti: «Yâ İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. Şüphe­siz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükafatlandırırız.» [269]

Bu Kur´anî kıssalar silsilesinin sonbulmasmdan sonra «es-Saffat» sû­resi Allah´ın birliğini pekiştirmek ve kendisini cahillerin kendisini tavsifle­rinden tenzih etmek için Arapların melek ve şeytan hakkındaki mitolojileri­ne yönelerek onu eleştirir. En sonunda da tam bir uyum sağlayarak Allah´a hamd ve O´nu teşbih ile son bulur: sûrenin başlangıcında Allah, bir olduğu­na, zatında ve mülkünde ortaktan münezzeh bulunduğuna dair yemin et­miştir. Sûre yine Allah´ı ortaktan tenzih ederek teşbih ve tahmid ile son-buimaktadır. Bu ise, sûre ne kadar uzun ve cüziyyatı ne kadar da)~budak salarsa da tek sûrede bir konu birliğinin mevcudiyetine susturucu bir de­lildir.

Kur´an Arapların melekler ve şeytanlar hakkındaki mitolojisine saldırır­ken bu saldırının en hoş tarafı, Arapların Kendi mantıklarına göre onlara hitabetmesidl1". Tâ ki kendiliklerinden, ileri sürdüklerinin ve inançlarının ne kadar saçma olduğunun farkına varsınlar. Arap ve ümmî olan Peygamber, ümmî olan Araplardan, kendileri erkek çocukları kız çocuklara tercih ettik­leri halde Allah´a neden kızları nisbet ettiklerinin sebebini sorması tavsiye ediliyor. Yoksa Allah erkek çocukları kız çocuklara tercih mi ediyor? Ya­hut onlar meleklerin doğumunu müşahade ettiler de mi cinsiyetlerini tesbit ettiler? Ya da bile bile Allah´a iftira mı ediyorlar?

Allah ile cinlerin arasında bir akrabalık bağının olduğunu söylerken gönülleri nasıl buna rıza gösteriyor? Kaldı ki cinler - Allah´ın diğer yaratık­ları gibi - kıyamet günü hesap vermek üzere çağırılacaklarını ve dünya ha­yatında ne yapmışlarsa karşılığını göreceklerini biliyorlar. Arapların bu saç-ma-sapan sözleri, ancak kalbinde hastalık bulunan ve bozuk tabiatı ce­henneme girmesine onu müstehak kılanları aldatabilir.

Keşke bu cahiller meleklerin, ahmakça mitolojilerine verdikleri cevabı duysalardı. Onlar yüce âlemde hal ve kal lisanlarıyla devamlı olarak Al­lah´a dua ederek şöyle demektedirler: Ey Rabbımız, senin huzurunda saf durmuş bekliyoruz. [270] Sana şükrederek seni her türlü eksiklikten tenzih ediyoruz. Seni her türlü ortaktan ve çocuğu olmaktan tenzih ederiz! ,

Cahİliyetin bu ahmakça mitolojisine yapılan bu alayeı ve çetin saldırı­dan sonra.sûre bu masalı uyduranları, kötü akıbet ile tehdit etmekte ve samimi erlerine yardımı konusundaki sünnetini onlara hatırlatmaktadır. Güç ve şeref tamamen Allah´ındır. Emniyet o peygamberlerdedir. Hamd da O´nadır. Or, birdir ve ortağı yoktur. Onların niteleme ve uydurmaların­dan münezzehtir. [271]

«ei-Kehf» sûresine geçerken meseleleri çok kısa geçmek ve birçok yerde sadece işaretle yetinmek mecburiyetindeyiz. Çünkü yüzon âyetten oluşan uzun bir sûre ile karşı karşıyayız. Ayrıca belli bir kaç yer hariç âyet­lerinin de uzun olduğuna şahit oluyoruz. Kaldı ki sûrenin baş taraflarında da, ortalarında da ve sonlarında da dinî kıssalar anlatılmaktadır. Bu kıssa­lar nerdeyse sûrenin üçte ikisini kapsayacaktır. Ayrıca bu kıssalar arasın­da birtakım yorumlar, ilâve ve açıklamalar da vardır.

Her ne kadar «el-Kehf» sûresi, Kur´an´da dinî kıssanın gayesini etraf-hca anlatma imkânını veren sûrelerden biri ise de, bu konuda tafsilata dal­mayacak ve üzerinde durduğumuz temel konudan bizi uzaklaştırmayacak

kadarıyla yetineceğiz. Çünkü burada İslâm davetinin önce Mekke ve sonra Medine´de geçirdiği merhaleler bizi ilgilendirmektedir. Hiç şüphesiz bu mer-hateieri tesbit ederken - tahlilini amaçladığımız sûrelerde bile olsa - bu tür tafsilata girmemize imkân yoktur. Aksi takdirde konuyu dağıtmış olacağız.

«el-Kehfo sûresinin hedefi - diğer Mekkî sûrelerin hepsinde ve özellik­le bu son merhaleyi teşkil eden sûreler de - Allah´ın birliğini isbat konusun­da sağlıklı akideyi kurmak, yaratıcının zatı ile yaratılanın zatını apaçık bir şekilde biribirinden ayırmak ve vahiy vakıası üe rnûciz sırlarının üzerinden perdeyi aralamaktadır. Burada bu hakikatleri dile getiren sûrenin bölümle­ri ile âyetleri üzerinde durma ihtiyacını duymuyoruz. Okuyucu sûreyi göz­den geçirmekle bunların farkına varacaktır. Sûrenin başında bu Kur´an´ın, muvahhid mü´minleri müjdelemek ve Allah oğul edindi diyenleri [272] kor­kutmak için eğrisi olmayacak şekilde indirildiğini söylemesi, sûrenin so­nunda ise, Muhammed (s.a.v.) in sınırlı beşerî ufukları ile vahyin ufukları arasında nihayetsiz bir farkın bulunduğunu açıklamakla emrolunması bu konuda yeterlidir. Muhammed, diğer insanlar gibi bir beşerden başka blr-şey değildir. Onun diğer insanlardan üstünlüğü, sadece, kalbine peygam­berlik nurunu ve hidayetini saçan Rabbinin emirlerini almasıdır. Yine sûre­nin ortalarında Ashab-ı Kehfin: «Rabbimiz göklerin ve yerin Rab´bidir. O´nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız.» sözleri ile mü´min kişinin, iki bah­çe sahibi mağrur ve azgın kişiye söylediği: «İşte O, benim Rabbim olan Al­lah´tır. Rabbîme kimseyi ortak koşmam.» sözleri ite salih kulun Hz. Musa´ya söylediği: «Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım.» sözleri, evet bütün bu sözler, Al­lah´ın birliğini, yerde ve gökte en küçük zerreyi bile ihata eden ilmini dite getiren delillerdir.

Sûrede, mü´minin gayb alemiyle ilgili inancım tashih eden, kendi bilgi­leriyle ve ancak Allah´ın perdeyi kaldırmasıyia ulaşabileceği bilgileri biribi-rinden ayıran üç kıssa anlatılmaktadır: Ashab-s Kehf kıssası, Hz. Musa´nın salih kul ile kıssası ve"üç yolculuğunu, özellikle iki sed arasında Zülkar-neyn´in Ye´cüc ve Me´cucla ilgili kıssa.Ashab-ı Kehf´e gelince, Kur´an-ı Kerim, uzun uykularına varıncaya ka­dar hareketle dolu üç tablo halinde kıssalarını arzeder: Kur´an´ın o yaratıcı fırçasının - birinci tabloda - o gençleri uykuda oldukları halde uyanık tav­sif etmesi ne mükemmeldir! Çünkü üç asrı aşan bu uzun uykuları müdde-tince. [273] uyanık kimseler gibi sağ-sola dönüyorlar ama ne uyanıyor, negözlerini açıyor ve ne de yerlerini terkediyorlar. O sessizlik içerisinde sü­ren ve çok uzun müddet devam eden uykularına rağmen sağa-sola dön­meleri oradan geçenlerin kalblerine korku salıyordu. Bu tablo köpeklerinin dirseklerini eşiğe uzatmasıyla daha bir canlılık ve hareket kazanıyor. Sanki bu haliyle onlara bekçilik yapıyordu. Hele güneşin meyledip mağaranın içi­ne vurmaması bu hareketliliği daha da Sulandırmaktadır. Sanki ışınlarını mağaraya.solıp onları rahatsız etmek istemiyor. Doğduğunda sağ tarcfa meyledip gidiyor ve batmaya doğru giderken de sola meylediyor. Bu, Al­lah´ın mucizelerinden bir mucizedir. [274]

İki tablo - tabiatı icabı - hayat ve hareketle doludur. Uyuyanlar uyan­mış ve yeniden canlılık kazanmışlardır. Gözlerini oğarak biribirlerine garip bir şekiide baktılar. Çünkü uzun bir uykudan uyandıklarının farkındaydılar. Lâkin o mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlardı. Onun için biribirlerin-den ne kadar uyuyakaldıklarını sordular. Ne kadar uzun müddet uyumuş-larsa da bunun bir veya iki üc gün olduğunu sanıyorlardı. Sonra bunun bil­gisini de Allah´a havale ettiler. Çünkü onlar mü´min gençlerdi, bütün işleri­ni, kesin olarak bilmedikleri hususları Allah´a havale ederlerdi.

Üçüncü tabloda - ki bu tablo çarçabuk geçivermektedir - gençlerden biri mağaradan ayrılıyor ve ellerinde arta kalan gümüş parayla/uykuların­dan sonra hissettikleri müthiş açlığı gidermek üzere temiz yiyecekler satın-almak için gidiyor: Ama çıkmadan önce, şehrin müşriklerine karşı genci uyarmayı da ihmal etmiyorlar. Tâ ki, saklandıkları yeri öğrenmesinler ve taşlarla onları öldürmesinler, yahut Allah´a kuüuk etmekten onları alıkoy­masınlar. [275]

Bu kıssanın bitiminden ve bitimini takip eden uslûbtan anlıyoruz ki o şehir halkı, geçmişlerinin şirkinden sonra iman etmişlerdir. Allah, bu şehir halkını dinlerinden dolayı üç asır önce kaçan bu gençlerle karşılaştırmış ve yiyecek almak üzere çarşıya gelen arkadaşlarından dolayı onları tani-mfş ve onlara izzet ve ikramda bulunmuşlardır. Sonra Allah mağara ehlini eceileriyle öldürür. O zaman vatandaşları ölümlerinden sonra onlara de­ğer verme hususunda yarışa girdiler. -Uzun tartışmadan sonra- o yüce ha­tıralarını ve hayret verici uykularını ebedîleştirmek için mezarlarının üzeri­ne bir mabed inşâ etmeye karar verdiler. [276]

Bu Kur´anî kıssa - çok garip olmakla biriikte - kâinatta en garip muci­ze ve olaylardan değildir. Kur´an-ı Kerim üç tablosunu - bütün garip yön­leriyle - bu çerçeve dahilinde tasvir etmiştir. O çerçeve ki, İlâhî kudret eli

ona karıştığı müddetçe bütün olayları basitleşir. Bu düşünceyi pekiştirmek için Kur´an-ı Kerim «Yoksa sen ey Muhammedi Mağara ve «Rakîm» [277] ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?» sözüyle bu kıssanın olaylarına zemin hazırlamaktadır. Ayrıca bu sorunun cevabı, bu mağara ehlinin. Alla­rım en garip mucizesi olmadığını ifade etmektedir. [278] Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi, limanlarıyla şeref duymuşlar ve onunla değer kazanmış­lardı. Kavimlerini güçiü bir şekilde Allah´ı birleşmeye davet etmişler ve on­ların Allah´tan başkasına tapmalarına karşı çıkmışlardı. Küfür onları sıkış­tırıp zor duruma düşürünce Allah onlara bir sığınak hazırladı. Onlara o ma­ğarayı gösterdi ve orada ecellerini geciktirdi. Uykularını orada uzattı. Al­lah´ın en büyük mucizelerinden olmasa bile -insanların alışageldiklerinin hilafına- uykularının uzamasını bir mucize kıldı!

Kur´an - bu kıssa vasıtasıyla - mü´minlerin gaybla ilgili inançlarını tas­hih etmeye büyük önem veriyor: İnsanların bu kıssanın olaylarını nesii ne-siî nasıi büyüttüğüne ve kıssanın kahramanlarının sayıları hakkında nasıl karanlığa taş attıklarına işaret ediyor. Müminler©, bilmedikleri hususlara dalmamalarını ve bu kıssa hususunda ne Ehl-i Kitaptan ve ne de başkala­rından soru sormamalarını öğütlüyor. [279] Olayın zaman ve mekânını öğ­renmelerine ihtiyaçları yoktur. Olay kahramanlarının şahıs, şekil ve sayıla­rına da gerek yoktur. Mağarada nasıl korunduklarını bilmek de gerekmiyor. Aksine, Kur´an, bu kıssadan alınacak ibrete yöneliyor. Müminlere, alına­cak ibreti özetliyor. Onlar için gerekli olan da budur. Geçmişte vukubulmuş olup bilmedikleri ve şu anda da bilmelerine imkân bulunmayan hususlar üzerinde durmasınlar. Geleceğe gelince, o da gayb âlemindedir. Hiç kimse bu konuda kesin birşey söyliyemez. Onunla ilgili olarak düşünmek ve ted­bir almak en güzel davranıştır. «Herhangi bir şey için, Allah´ın dilemesi di-şindc: «Ben yarın onu yapacağım» deme.» [280]

Hz. Musa´nın salih kul ile aralarında geçen kıssaya gelince, bunun gayb İşleriyle irtibatı, Kehf kıssasının irtibatından daha güçlüdür: Bu sûre-da arzedilen dört sahne, insanların eşya ve olayların mantığı diye isimlen­dirdikleri hususa aykırıdır. İhtiva ettiği garip şeylerle reddetme duygularını harekete getirmektedir. Ancak gaybî alanın ânî olayları, âyet ve mûcizeleriyle arzedildiğinde kabulü kolaylaşır ve çözümünde herhangi bir güçlük çe­kilmez.

O dört sahneden ilk sahnenin kahramanı Hz. Musa´dır.´Ama bu sahne her ne kadar hayret verici hususlar taşıyorsa da, geri kalan üç sahneye nazaran pek o kadar önemli değildir. Bu son üç sahnenin kahramanı ise, Allah´ın kendi katından kendisine bir rahmet verdiği ve kendisine bir ilim öğrettiği salih bir kuldur.

Birinci sahnede Hz. Musa, yol yıllarca devam etse bite iki denizin bir­leştiği yere [281] ulaşmaya kararlıdır. Allah onun salih kul ile karşılaşma­sını dilemektedir. Allah, yanındaki genç arkadaşının yemek için hazırladığı balığı ona unutturdu. Eelki de o balığı kızartmıştı. Lâkin bu kızartılmış ba­lık tekrar canlanarak denize daldı ve yoluna devam edip gitti. Hz. Musa´nın beraberindeki genç bu garip işe şaşmıştı. Hz. Musa ise, şaşmamış, aksine balığı unuttukları yerin, salih kul ile karşılaşma yeri olduğunu anlamıştı. Onun için geriye dönüp geldikleri yolu takip ettiler ve nihayet aradıkları ki­şiyi buldular. [282]

ikinci sahnede Hz. Musa´nın genç arkadaşı gizlenir. Hz. Musa yalnız başına Ledünnî ilim sahibi salih kul ile konuşur. Yüce peygamber pâk veli­den yolculuğunda onunla beraber olmasını ve onun Ledünnî ilminden Al­lah´ın kendisine perdeyi kaldırdığı bazt gaybî hakikatleri öğrenmek istediği­ni belirtir.. Salih kul, Allah´ın peygamberi Musa´dan karşılaşacağı husus­ları sormadan ve onları reddetmeden tereddütsüz kabul etmesini; sabre­dip itaat etmesini şart koşar. Beraber gemiye binerler. Denize açıldıktan sonra salîh kul gemiyi delip batırır. Hz. Musa, dayanamayarak bu yaptığı­na karşı çıkar. Nasıl olur da bir gemiyi batırır ve gemidekileri helak olmak­la karşı karşıya bırakır? İkisi arasında tartışma kızışır. Ama sonunda Hz. Musa o salih kula tekrar soru sormayacağına dair söz verir.

Üçüncü sahnede ikisi yollarına devam ederlerken bir çocukla karşıla­şırlar. Salih kul o çocuğu öldürür. Hz. Musa tekrar dayanamaz ve karşı çı­kar. Masum bir cana bile bile kasdetmesine itiraz eder. Bu sırada salih kul, garip şeylerle karşılaştığında sabredip soru sormayacağına dair verdiği sö­zü ona hatırlatır. Hz. Musa, tekrar mazur görülmesini ister ve bir daha sa­lih kuldan bir şey sormamaya azmeder.

Dördüncü sahnede ne bir misafiri konuklayan ve ne de bir acı doyu­ran cimri bîr şehre girerler. Orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar görür-

(er. Yabancı adam aç oldukları ve yiyecek aradıkları halde karşılıksız ola­rak duvarı düzeltir. Bu esrarengiz adama ne oluyor! O cimri kasaba halkın­dan yemek yiyecekleri bir ücret almıyor? [283]

Hz. Musa üçüncü defa müdahale etmek ve yapılanın açıklamasını iste­mekle o salih kul iie arkadaşlık fırsatını kaçırmış oldu.. Ayrılık zamanı gel­mişti. Bu defa da Hz. Musa hayretler içerisinde, salih kulun yaptıklarının sebeplerini dinlemeye başlar.

Gemiyi delmesi aslında geminn selâmeti ve denizcilikle uğraşan fakir kimselerin elinden çıkmaması içindir. Çünkü o sıralarda zalim bir kralları vardı ve o zalim kral, sağlam gemileri sahiplerinin elinden alıyordu. Gemi arızalı olunca zalim kralın müsaderesinden kurtulmuş oldu.

Şer´an öldürülmesini gerektirecek herhangi bir durum sözkonusu olma­dan çocuğu öldürmesine gelince, mümin olan ana ve babasına acımaktan dolayı idi. Çünkü Allah Teâlâ o salih kula, çocuk büyüdüğü takdirde azgın­lık ve küfründen dolayı ana ve babasını öldüreceğini bildirmişti. O çocu­ğun karakteri küfür üzere idi. [284] Şayet bu kapalı gaybî hakikati o salih kula öğretmemiş olsaydı, ne o ve ne de başkası haksız yere suçsuz bir ca­na kıyamazdı.

Karşılıksız olarak yıkılmak üzere bulunan duvarı düzeltmesine gelince, o cimri kasaba halkına bir hizmet değildi. Küçük iki yetim için babaları ta­rafından duvarın altına saklanmış hazineyi korumak için bir fırsattı. O ye­tim çocuklar büyüdükten sonra o hazineyi çıkaracaklardı. Şayet salih kul duvarı düzeltmemiş olsaydı, hazine ortaya çıkacaktı ve kasaba halkı hazi­neye sahip çıkıp onu iki yetim çocuğa vermeyeceklerdi.

Salih kul bu te´villerle gayb ilmine vakıf olduğunu iddia etmiyor, aksi­ne, yaptığının hikmetini Allah´a havale ediyor ve Allah´ın izin vermediği bir işte mutlak aczini itiraf ediyor. Böylece bu salih kul, ledünnî gaybî ilim için bir sembol olmuştur. O gaybî ilim ki, Allah´ın iradesiyle halktan birinin şah­sında ortaya çıkmıştır: Bu şahıs ne bilinen bir peygamber ve ne de meş­hur bir resuldür. Kur´an-ı Kerim onun kim olduğunu söylememiş ve ismini belirtmemiştir. [285]

Belki de üçüncü kıssa olan Zulkarneyn kıssası - görünürde - Ashab-ı Kehf ve salih ku! kıssalarından daha az gayb işleriyle İlgilidir. O, Zulkar-neyri ismini taşıyan bir adamın üç seyahatini doğuya, batıya ve orta yere yaptığı seyahatleri tavsif etmekten öteye geçmez. Lâkin bu seyahatleri kapsayan kapalı ortam ve kapalılığın Kur´an´ın bir hedefi imiş gibi görün­mesi, perde arkasından bir takım gaybî anlamlara işaret etmektedir.. Bu Zulkarneyn denen kişi birinci seyahatinde güneşin battığı yere, ikinci seya­hatinde doğduğu yere ulaşmış ve üçüncü yolculuğunda ise, iki sûr arasjn-do kalan bölgeye gitmiştir.

Batıya yaptığı yolculukta güneşin, suyu ve otu bol kara bir balçıkta (yapışkan siyah bir çamurda) battığını buldu. [286] Kur´an-ı Kerim bu yerin adını vermemiş ve bilerek öyle kapalı bir şekilde geçmiştir ki, bu kapalılık neredeyse «gaybî» olarak isimlendirilen işlerin gizliliğinden de ötedir.

Doğu yolculuğunda güneşin, kendilerini ondan örtmeyen bir kavim üze­rinde doğduğunu buldu. Bu onların çıplak olduklarını ifade edebildiği gibi, kaldıkları bölgenin açık ve güneş doğarken herhangi bir engeli bulunma­dan üzerlerine doğduğunu da ifade ediyor olabilir. Kur´an´ın ifadesinde ne o kavmin ismi geçer ve ne de bulundukları yerin ismi.

İki sed arasına olan yolculuğuna gelince, bu yolculukta anlatılanlar, bazen gayb ve esrarı karşısında düşülen heybet ve dehşetten daha deh­şetlidir: Kur´an burada belli bir yeri zikrediyor ve onu «iki sed arası» ola­rak isimlendiriyor. Ayrıca orada yaşayan kavmin ismini de «Ye´cüc ve Me´-cüc» olarak isimlendirip onları yer yüzünde fesad çıkarmakla niteliyor. [287] Öyle sanıyoruz ki, bu anlatımda bu çeşit kapalılıklar özellikle seçil­miştir. Çünkü Kur´an-ı Kerim´in Zulkarneyn´den bahsetmesi, büyük fetihler başarmış herhangi bir kimsenin tarih kitaplarında sözkonusu edilmesine benzemez - ve benzemesi de Kur´an´ın şanına layık düşmez.- Bu üç yol­culuk anlatıfırken, Allah´a son derece bağlı bir kişiye işaretler vardır. O´nun gücü, şahsî bir güç olmayıp aksine yeryüzünde ona bu kudreti veren Al-îoh´tır. Allah, her hususta ona bir yol musahhar kılmıştır. En güzel tavrı ta­kınması için yo! göstermiş, ilham vermiş ya da vahyetmiştir. Öyle ki, güne­şin battığı kara balçıklı yere gelince ona şöyle demiştir: «Ey Zulkarneyn, (bu kavmi) azaplandırmakta ya da onlara güzel davranmakta serbestsin.»

Onun Allah´a olan şiddetli bağlılığı, şeddin inşa edilişinde oradaki kav­me söylediği: «Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet daha hayırlıdır. Haydi bana yardım edin.» sözü ile inşaat îşi bittikten sonra söylediği: «Bu, Rabbimden bir merhamettir. Fakat Rabbimin va´di gelince, O bunu düm­düz yapar. Rabbimin va´di bir haktır» sözünden anlaşılmaktadır. [288]

Gaybî durumları tedavi etmek ve onları, sırlarla çevreleyen, üzerindeki perdeyi belli bir ölçüde aralayan ve ancak perde arkasında görülmesine izin verene irca´ etmek için «el-Kehf» sûresinin bu üç kıssası İşte bu şekil­de seçilmiştir.

Mekke müşriklerinin Nasr b. Haris İle Ukbe b. Ebi Muayt´ı, Muhammed (s.a.v.) i zor durumda bırakmak için Medine´deki Yahudi âlimlerden soru bulmak üzere gönderdiklerini ve Yahudi alimlerin Kureyş elçilerine: «Önce­ki zamanlarda geçmiş yiğit gençleri sorun. Çünkü onların hikâyesi gayet acaiptir. Ayrıca o çok seyahat eden ve yerin doğusu ile batısına gidenin haberini sorun.» [289] dediklerini ileri süren rivayetleri sahih kabul edersek, bu sûrede müminlere yönelen Kur´anî ders ortaya çıkmaktadır. Müminleri, bilmedikleri hususlarda karanlığa taş atmaktan ve sonuçsuz münakaşadan sakındırıyor. Kalblerini, gayb işlerini bilen Allah´a bağlıyor. Sûrenin hedef edindiği konu - birînei plânda - Allah´ın zatı ve Allah´ın ilmine tevdi edilmiş bulunan gayb işleri hakkındaki inaneı sağlıklı bîr şekilde kurmaktır.

Sûrenin geri kalan kısmının bazı bölümlerinde yer yer geçişlerle, maddî değerleri küçümseyen sözler geçmekte, [290] dünyanın fâniliği ve çarça­buk gelip geçeceği [291]anlatılmakta, sabah-akşam Rablerine dua eden­lerle beraber olmaya davet edilmekte ve gerçek şerefin iman ve takva iie olacağı ifade edilmektedir. [292] Kâfirler, Rableriyle, karşılaştıklarında

amelleri boşa gidenler olduğu hatırlatılmaktadır. [293] Hio şüphesiz sûre aralarında bu gibi sözlerin serpiştirilmesi, daha önce sözkonusu ettiğimiz sûrenin ana hedefi olan akidenin kurulması konusuna da uygundur. Akide kurulurken, eşyanın değeri iie hayat ölçülerine bakış açısının tashihi de ka­çınılmazdır.

«İbrahim» süresiyle birlikte Mekkî sûrelerin son merhalesinden seçtiği­miz son halka bitmiş oluyor. Bize öyle geliyor ki, yukarıda geçen Mekkî sû­relerin ve özellikle ikinci merhalenin sonlarında gördüğümüz hakikatlere benzer hakikatlerin tekrarıyla karşı karşıya geliyoruz. Gözlerimiz, yine yu­karda geçen sahnelerin gölgesi mesabesinde olan sahnelerin tekrarını mü-, şahade ediyor: «İbrahim» sûresinin tedavi ettiği hakikatlerin en bariz olan­ları, peygamberlerin kendisine davet ettikleri dâvanın bir oluşu, Allah´ın her türlü ortaktan tenzihi, müşriklere ölümden sonra dirilişin ve hesap gü­nünün hatırlatılması ve insanoğlunun inkâr ettiği Allah nimetlerinin arzedi-lişidir.

«İbrahim» sûresinin çizdiği tabloların en bariz olanları ise, peygamber­leri yalanlayan muannidlerin tutumları, kötülerin cehennemdeki durumları ve gözlerinin önünde serili olan güzel kâinat sayfalarını görmezlikten ge­len zalim ve münkir insanların susturulup azarlanmalarıdır. [294]

Bu bakış açısı sathî bir geçiştirme olup ancak her sûrenin yöneldiği özel aydınlatmalardan ve Kur´anî her yeni bölümün kaiblere saçtığı özel mesajlardan gafil olarak Kur´an´ı okuyan, onunla yetinebilir.

Belki de bu sûrenin en önemli vasıflarından biri, bütün bölümlerinde, adını taşıdığı İbrahim (a.s.) in şahsiyetini dile getirmesidir. Onun o yüce daveti arasında bütün nesillerde mesaj birliği ortaya çıkmış, köklü imanı­nın gölgesinde Tevhid düşüncesi yeşermiş, ve Allah´a bağlı kalbinin çer­çevesinde güze! kâinatın levhaları çizilmiş, daha sonra da şükür ve inkâr tutumları tasvir edilmiştir.

Unutmayalım ki, İbrahim (a.s.), sûrenin ortalarında Allah´ın sayısız ni­metlerinden bahsedilirken zikredilmiştir. Sûrede çizilen portresi çok sabırlı ve çok şükredene müşahhas bir numune ortaya koymuştur. O örnek şah­siyet ki, daima Allah´a yalvarır ve sabah-akşarn onu tesbit eder. Lâkin bu portre anlatımının tamamına hakim bir karakter olup sûrenin her bölümün­de İbrahim el-Halil´den bir gölge bırakmıştır.

Sûrenin henüz başlangıcında Hz. Musa´dan bahsedilmiş ardından Hz. Nuh´un kavmiyle Âd ve Samud kavimleri zikredilmiştir. Ancak bu büyük isimler - onlara bağlı bazı olayların anlatılması için bir geçiş olmakla birlik­te - sûrenin temel hedefi üzerinde herhangi bir yönlendirmeleri, ancak Hz. İbrahim´in kendisine davet ettiği mesajın bütün peygamberlerin davet ettiği mesajın aynısı olduğuna işaret olmasından ibarettir. Âyetler Hz. Musa´dan, onun kavmini karanlıklardan nura kavuşturduğundan ve Hz. Musa´nın kav­mine, Firavun ve etbaından onları kurtardığını hatırlatmasından [295] bah­sedince bu sebeple bahsetmektedir. Onun için anlatım Hz. Nuh Ad ve Se-mûd´un dili üzere ve onun bir olan Allah´a inanma gerçeğinin hakikattna intikal etmektedir: Çeşitli zamanlarda ve müteaddit yerlerde gelen pey­gamberlerin hepsi aynı inanç kaidelerini savunmuşlardır. Bu kuralların ger­çekleri, kalb ve basiret sahiplerince bilinen bir vakıadır. O seçkin peygam-perlerden her biri, kavimleri Allah´ın gökteki ve yerdeki âyetlerini her gör­mezlikten geldiklerinde onları bu şüphelerinden dolayı uyarıyordu. Yine on­lardan her biri, bir beşer olduğunu ısrarla söylüyor ve muannid kavimleri­ne şöyle diyordu: «Biz ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kulların­dan dilediğine iyilikte bulunur. «O peygamberlerden her biri, kavmi arasın­da azgınlıklara karşı göğüs geriyor, eziyyetlere sabrediyor ve Allah´a te­vekkül ediyordu. Sanki onlardan her biri, ataları İbrahim´in mükerrer bir su­reti idi. Ona tabi oluyor ve onun izinden gidiyordu..

Sonra büyük kâinat kitabından, yukarıdan dökülen yağmur, yerden bi­ten meyveler, denizlerde yüzen gemiler, nehirlerde gizli olan nimetler, par­lak ışığıyla güneş ve nuruyla karanlığı yaran ay iJe ilgili parlak sayfalar çe-viriliyor. Bu sayfaların her birinde peygamberlerin atası İbrahim (a.s.) i, bu sayfaları düşüne düşüne okuduğunu ve huşu içerisinde ibadet ettiğini gö­rüyoruz. Sanki her bir lisan Allah´a hamd ite kıpırdadığında onun o yakancı duası tekerrür ediyor! Böylece güzel kâinat tabloları onun tevbekâr kalbi­nin çerçevesinde çizilmiştir. .

Allah bu sûrede «dostunun» gölgesini bütün bu tabloların üzerine uzat­mak istiyor. Kendisinden Belde-i Haram´ın emniyetli kılınmasını istediği ve kendisiyle evlatlarını putlara tapmaktan uzak tutmasını dileyip dua ettiği zaman huşu içerisinde yapılan bu duasını gökte- kendisine yükselir olduğu halde tasvir ediyor. Hz. İbrahim bu duasında yine, kendisine tabi olanların, Allah´ın rızasına kavuşacaklarını umuyor ve doğru yoldan ayrılanların azab-landırılması hususunda acele etmiyor. Yaşlandığı sıralarda İsmail ve İshak´ı ona bağışladığından dolayı Allah´a şükrediyor. Duasına içten bir yakarışla

son verirken şöyle diyor: «Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı ve inananları bağışla.» [296]

Çizilen bu portre karşısında başka bir «Örnek», kâinat kitabım mün-Wr bir dil ile okuyan, kâinatın güzel ufuklarına bitkin ve yorgun bir gözle bcrfcan nankör kâfir insanın portresini çiziyor. Bu nankör kâfir, Allah´ın gök­te ve yerde, karayı ve denizi, güneş ve ayı, yıldız ve ağaçlan, gece ve gün­düzü kendisine musahhar kılmış olmasına aldırış etmiyor. Kur´an, bu ve benzerlerine, kaibleri titreten ve vicdanı sızlatan azar şamarlarını vurarak şöyfe buyuruyor: «O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah´ın nimetlerini birer birer saymak istersiniz bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zaüm ve çok nankördür.[297]

Nebevî şahsiyeti anlatırken akide esaslarının ve bazı talimatın da dile getirildiği İbrahim, Mekke´de bilinmeyen bîri değildi: Mekkelilerin hep­si İbrahim´i tazim ediyordu. Aslında Medine´de de bilinmeyen değildi. Me­dine yahudilerinin hepsi onu takdis ediyordu. Ayrıca haberleri, her nerece bulunurlarsa hristiyanlar tarafından da biliniyordu. Onun, kalblerinde öyle bir yeri var,dı ki, diğer peygamberler ona gıbta ediyorlardı. Hz. İbrahim´in şahsiyetinin çevresinden Tevhid akidesine ve peygamberlerin davetine ışık tutulması, bu sûreye öyle bir çeşni katmıştır ki, hem Mekke ehlinin ve hem de Tevhid ehlinin dikkatlerini çekmiş ve Allah´ın dinine girmek için Halef­lerin önüne iman kapışım ardına kadar açmıştır. Mekkî vahyin sonlarında bu, Hz. İbrahim´i yücelten ilk Medenî sûreler için bîr hazırlık ve yahudBe-rin kalbini ısındırmak için de bir mukaddime olmuştur. Bu özel aydıniatmo-lanyla «İbrahim» sûresi Tevhid süresinin arzedilişînde yegâne bir model ol­muştur. [298]

es-Saffat ve el-Kehf sûrelerinden sonra bu sûreyi tahlil etmekle, Mek­ke´deki vahyin sonunu da gözden geçirmiş olduk ve yeni bir ortam duyma­ya başladık. Bu yeni ortam, Mekk? üçüncü merhaleyi, uzun sûreleri ile Mekkî vahiyle Medenî vahiy arasında bir geçiş merhalesi kılıyor. Belki de -bu geçiş merhaiesinde - müfessirlerin Medenî olduklarını zannettikleri ve onları Mekkî sûrelerden istisna ettikleri pek çok âyet ve bölüm üzerinde durduk. Müfessirlerin bu âyetleri Medenî vahiy ile karıştırmaları, zaman faktörünü göz önünde bulundurmayıp bunların bir geçiş merhalesine ait ol­duklarını hesapfayamamatanndan Heri gelmektedir.

Son Mekkî merhalenin sûreleri, hem kendilerinin ve hem de âyetlerinin uzunluğu bakımından diğer Mekkî surelere nazaran bir farklılık arzetmek-tedirler. Ayrıca bu sûrelerin bir kısmı Huruf-i Mukattaa i!e başlamakta, hi­taplar yalnız Mekke ehline değil, bütün İnsanlığa yönelmekte, Medine´de

açıklanacak farzlarla görevlere hazırlık olsun diye Allah´a ve Rasulüne itaat hatırlanmakta, cenneti elde etmek ve cehennemden kurtulmak için ihsa­na ve sahih amellere çağrıda bulunulmakta ve Allah´ın zat ve sıfatlarım. Meleklerle cinleri, Peygamberlerle Allah´ın velileri ve mucizelerle keramet­leri ilgilendiren gaybî meseleler açıklanmakta, hidayetle sapıklığın, insanın hürriyet ve ihtiyarı çerçevesinde tasarruflarının yanında İlah´ın İradesine bağlı olduğu anlatılmakta, Peygamberlerin ve özellikle Hz. İbrahim gibi ön­derlerinin kıssaları serdedilmekte ve yeni bir üslûp ile Tevhid akidesi tas­vir edilmektedir.

Mekkî sûrelerin üç merhalesi hakkında sözü çok uzattık. Onlar üzerin­de uzun uzadıya durma maksadımız açıktın Vahyin önce gelenini ve sonra gelenini tesbit etmek için Kur´an´ın tavırlarını tesbit etmek, bir gurup sûre ve âyetlerin indiği zaman dilimini tesbit etmeye yarayan açık alârnetîeri or­taya koymaktır. Az önce Mekkî merhaleleri, özellikle vahyin başlangıcında-kileri kesin olarak tasvir etmenin güçlüğünden ve Medenî merhaleleri, vahyden son anda inene kadar hepsini tayin ve tesbit etmenin kolaylığına işaret etmiş ve bunun sebebinin, Medine döneminde İsiâmın yayılması, ya­zı ve yaztfanlarm çoğaltılma imkânlarının kolaylaşması olduğunu belirtmiş­tik.

Medenîliği hususunda ihtilafa düşülen yahut önceliği ve sonraltğı hu­susunda farklı rivayetfer bulunan ve çok az olan bir miktarı görmezlikten gelirsek, muhakkik rnüfessirlerin. Medenî İİk merhalenin el-Bakara sûre­si ile başladığı ve ardından sırasıyla el-Enfal, Âlu îmran, el-Ahzab, el-Müm-tehîne ve el-Hadid sûrelerinin indiği, ikinci merhalenin Muhammed sûresîy-İe başladığı ve ardından sırasıyla et-Talak, el-Haşr, en-Nûr, el-Munafskün, el-Mücadile, el-Hucurâî sûrelerinin geldiği ve sonuncu merhalenin İse, et-Tahrim süresiyle başladığı ve onu takiben sırasıyla el-Cumua, el-Maide, el-Tevbe ve en-Nasr sûrelerinin geldiğine dair görüşlerine katılabiliriz.

Belki de okuyucu, - bu bölümün uzamasına rağmen - Mekkt üç mer­halede yaptığımız gibi bu Medenî merhalelerin her birinden bir sûreyi ete alıp tahlil etmemizi bekler burumdadır. Onun için biz de ilk merhaleden «et-Bakara», ikinci merhaleden «en-Nûr» ve üçüncü merhaleden «el-Matde» süresiyle yetinmeliydik. Lâkin bu bölümü okuyan herkese te´kidle - hatta te´kidle ifade etmeye bile ihtiyaç bulunmadığını sanıyoruz - söylüyoruz ki, bu üç örnek sürede mevcut olan belli başfı teşriî hususları anahatlanyia arzetmekle yetinsekbile konu haddinden fazla uzayacak, üslûbumuza usul-cü ve fakihlerin ifadeleri hakim olacak ve neticede kitabımızı kendisi içte te´tif ettiğimiz edebî gayenin dışına çıkmış olacağız: İbadetlerle muamelât, helâl ile haram, şahsî hallerle devletler arast hukuk, siyasî ve iktisadî do­rumlarla barış ve savaşı ilgilendiren meseleler ve savaş vakaları gibi pek çok şer´î hakikatler, farklı ölçülerde otea bite Medenî sûrelerin büyük ço­ğunluğunda tekrar edilmektedir. Her tekrar edilişte de şekil devamîı ote-pak yenilenmekte, öyle ki, bazen yeni şekiller, kendinden öncekileri neshetmekte veya hükümlerini değiştirmektedir. [299] Yahut en azından müc­melini tafsil etmekte, bazı mutlaklarını takyid etmekte ve bazı umumlarını da tahsis etmektedir. Onun için Medenî vahiyde içice bulunan bu mesele­lere işaret etmenin bile, cüz´iyyat, belli başlı meseleleri arzetme kabilinden olsalar dahi onları açıklamaya ihtiyaç bırakmadığı kanaatındayız.

Ard arda gelen Medenî merhalelerden başlangıç, orta ve son merha­leleri bir tarafa bırakarak, Medenî merhalelerin ilkinden olan el-Enfâl ya­hut Abduliah b. Abbasın isimlendirişiyle «Bedru´l Kübrâ» [300] sûresinin başlıea meselelerine işaret etmemiz yeterli olacaktır.

Bu sûre Enfâl (savaş ganimetleri) ile söze başlar. Savaş bitmiş olup zafer gerçekleşmiş ve müslümanlar ganimetlerle esirler hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Sûre daha sonra, göz göre göre ölüme sürülüyorlarmışca-sına istemeyerek savaşa katılan mü´minlerden bir gurubu tasvir etmekte­dir. Sonra mü´minlerin Rablerinden yardım dilemelerini, ve O´nun da me­lekler, hafif bir uyku ve şeytanın pisliğini üzerlerinden atan yağmur ile on­lara yardım ettiği anlatılmaktadır. Sûrenin ibareleri bundan sonra ard arda gelen emirler ve iki ordunun yüz yüze geldiği gün eebheden kaçmayla ilgi­li askerî hükümler ile doludur. Bu arada Allah, mü´minler üzerindeki zafer minnetini dile getirir. Aslında onlar düşmanlarını öldürmüş değillerdir. On­ları öldüren Allah´tır. Zafer, ancak Allah´ın katındandır. Savaştan sonra mü´minler için dinî ve ahlâkî talimatlar sıralanır: Onlar, Allah´a ve Rasu-lüne itaat etsinler. Kötünün iyiyle karıştığı umûmî fitnelerden sakınsınlar. Bile bile Allah´a ve emanetlerine ihanet etmeye sakın ha yanaşmasınlar.

Sûre - bu talimatlar arasında yer yer - kâfirlerin hile ve inatlarına dair tablolar sunar. Kâfir gücün çözüntüye uğrayacağı, mallarının bir gün gelip ellerinden çıkacağı, ve bunun onlara yürek acılarını tattıracağına dair ge­nel prensipler tesbit eder. Sonra kâfirleri uyarır, aslında akideyi korumak ve Allah´ın dinini yaymak için savaşmalıydılar. Sûre, daha sonra ganimet­lerden ve onların dağıtım ve harcama yerlerinden bahseder. Bedir savaşı­nın bir yönünü tasvir eder. Mü´minler vadinin yakın kıyısında, düşman uzak kıyısında ve kervan da daha aşağılarda sahil tarafında bulunurken bu savaşın bazı vakalarını tafsilatıyla anlatır. Bu sırada bir defa daha´mü´min-lere dönerek, zafere ulaşmış olmaktan dolayı gururlanmaktan ve savaşa azgınlık ve gösteriş için gitmekten onları sakındırır. Ölüm döşeğinde bulu­nan kâfirlerin tablolarını onlara çizer. Sonra onları barışı korumak için kuv­vet hazırlamaya davet eder. Düşman barlşa yanaştığı takdirde ona yanaş­malarını açıkça teşvik eder. Lâkin durmadan da mü´minleri savaşa davet ederek morallerini güçlendirmeye çalışır. Zayıf bulundukları zaman onlar­dan bir kişiyi iki kişiye, güçlü oldukları zamanda da on kişiye denk sayar. Sonra tekrar Bedir savaşına dönerek fidye karşılığında esirleri serbest bı-

Takmalarından ve geçici dünya malını öhirete tercih etmelerinden dolayı Peygamberi ve ashabını kınar. En sonunda dört dostluk çeşidinden bahse­der ve bu tasnife göre hak ve görevlerden bazılarını zikreder. [301] Bu ya­saların anlatımında, kanunların anlatımında olduğu gibi kuru bir uslûb kul­lanmayıp tasvir üslûbu tercih edilmiştir.

Böyle konuların çeşitliliği, Kur´anî üslûbun da çeşitlilik arzetmesinden en önemli sebebtir. Aslında bu çeşitlilik, biribiriyle ilişkisî olmayan ve biri-biriyle çelişki içerisinde bulunan iki üslûp değil, muhatapların durumuna göre yumuşaysp sertleşebilen ve açıklayıp özetleyen tek bir üslûptur. Kur"-an-ı Kerîm´i diğer kitaplardan ayıran ieazın sırlarından biri de işte budur. [302]


Sûre Başlangıçlarına Kısa Bir Bakış


Mekkî sûrelerin biri, - gördüğümüz gibi - hece harfleriyle başlamakta­dır. Allah, Kitabından bazt sûreleri bu harflerle başlatır. İşte bu hec&ier, önemlerinden dolayı onları incelemeye bir konu ayırdık ki, varlıkların hik­metini tesbit edebilelim.

Kur´an-ı Kerîm´de bu tür sûre başlangıçlarının çeşitli şekilleri vardır. Bazıları basit olup tek bir harften meydana gelmiştir. Üç sûre bu durumda­dır. Bunlar: Sâd, Kât, ve e!-Kalern süresidir. (Sûre numaraları: 38, 50, 68) Birinci sûre harfiyle ikincisi harfiyle ve üçüncüsü de harfi ile başlamaktadır. On sûre de iki harf ile başlamaktadır. Bunların yedi ta­nesi harften İle başladıklarından onlara «el-Havâmîm» ismi verilmiş­tir. el-Hâvâmîrn kırkıncı sûreden başlayıp kırk altıncı sûre ile son bulurlar. [303] Bu sûreler arasında sadece kırkîkinci sûredeki) eklenmiş­tir. İki harfle başlayan diğer sûreler ise şunlardır: Yirminci sûre, ite yîrmiyecfinci sûre, « ^J»» ile ve otuzsekînci sûre « yj » ile başlamaktadır. Üç harf ite başlayan sûrelere gelince, bunlar onüç sûre olup altı tanesi ile başlamaktadır. Buniar, 2, 3, 29, 30, 31, ve 32 numaralı sûreler­dir. [304] Beş tanesi de«^l »ile başlamaktadır ki bunlar da Yûnus, Hûd, Yûsuf, İbrahim ve el-Hicr sûreleridir. (Sûre numaralan şöyledir: 10, 11, 12, Î4, 15) Onatttncı ve yirmîsekizînci sûreler de ile başlamaktadır. [305] Hecelerle başlayan sûrelerden geri kalanlardan ikisi dört harfle baş­layıp, biri el-A´raf süresidir ve harfleri ile başlamaktadır. Diğeri ise, er-Rad sûresi olup aji» ile başlamaktadır. Sûrelerden bir tanesi de beş harf ile başlayıp Meryem süresidir ki harfleri ile başlamaktadır..

Bu tafsilatlı izahtan sonra sûrelerin başlarında kullanılan harflerin yir-mtcfokuz harf ve onüç şekil üzere olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca encok kullanılan harfler sırasıyla şunlardır: son olarak da «ii» ve «j» harfleridir. Sûre başlarında gelen bu harfler tekrarsız ondört olup sayı olarak hece harflerinin yarısıdır. Bazı mü-fessirier buradan hareketle şöyle demişlerdir: «Kur´an-ı Kerîm´de bu hece harflerinin zikredilmesi bu Yüce Kitabın bilinen hece harflerinden meydana geldiğine delâlet etmek içindir. Bu harflerden bir kısmı yalnız başına geti­rilmiş ve tamamı da kelimeler halinde telif edilmiştir ki Arablor açısından Kur´an´ı Kerîm´in, bildikleri harflerle indiği vuzuha kavuşsun. Böylece benzerini getirmekten âcfz olduktan fsbat edilmekte ve inatlarında devam ettiklerinden dolayı azarlanmaktadırlar. [306] Müfessİrlerden ez-Zemahş bu görüşü uzun uzadıya izah etmiş ve ei-Beyzavî de onun izinden gitmiş­tir.[307] İbnu Teymiye [308] ve talebesi Hafrz el-Mîzzı [309] de aynı görü­şü deste ki em işi erdir.

Bu görüşün sahihleri - düşüncelerine büyük bir hamasetle sarılarak -Kur´an´ın Arabİara, benzerini getirmek üzere meydan okuyuşunun bu dü­şünceyle daha da vuzuha kavuşup kuvvet kazandığına işaret ediyorlar. Görüşlerini o kadar güçlü bir şekilde ortaya koyuyorlar ki, bu izahları ger­çekten takdire şayandır. Kur´an-ı Kerîm, sûreleri başlatan çeşitli heceleri­nin toplamı hece harflerinin tamamına denk olmakla ve bu hecelerde kulla­nman tekrarları attığımızda kalan harf sayılan hece harflerinin yarısı olmak­la kalmıyor, aksine, harf çeşitlerinin de yansıra ihtiva ediyor: Boğaz harf­lerinden [310] harfi, mehrnus (fısıltı şeklinde çıkan) harf­lerden [311] harfi, dudak harflerinin ikisinden biri olan harfi ve kalkale harflerinden « J-.LB ilh. harfleri. [312] Ayrı­ca bu harfler bazen teker teker, bazen İkişer, bazen üçer üçer ve bazen de dört ve beş olarak zikredilmişlerdir. Çünkü sözün terkipleri bu şekil üzere ©lup beş harften fazla değildir.

Eğer bugün - Yirminci Astr düşüncesiyle - bu durumda bir tesadüften öte bir şey göremiyor isek de-selef-i salibinin böyle düşünmesine sebep, ancak bu sûre başlarının Kur´an-ı Kerim´de bu şekil üzere tanziminin ezel­de takdir edilmiş olmasıdır. Tâ ki, insanlar biribirterine yardımcı olsalar bile onları bu Yüce Kitaba benzer getirmekten aciz bırakarak herşey Kur´an´da mevcud olsun.

Bu harflerin ezeiiliğine olan inanç, onları tefsir etmekten ve onlar hak­kında açık bir görüş İleri sürmekten ürküten bir ortamla çevrelenmelerine

sebep olmuştur. Onlar, sadece Ailah tarafından mütaşâbihattandır. Onlar, -eş-Şâ´bî´nin dediği gibi-: «Bu Kur´an´in sırrıdır.» [313] Hz. Ali´nin: «Her ki­tap için bir öz vardır. Bu kitabın özü de hece harfleridir:» Sözü ile Hz. Ebû Bekir´in: «Her kitabın bir sırrı vardır. Allah´ın Kur´an´ındaki sırrı da sûre baş­langıçlarıdır.» sözü bu anlamdadır. Eser ehli İbnu Abbas ve Hulefa-i Raşi-dînden şöyie dediklerini naklederler: «Bu harfler gizli bir ilim ve kapalı bir sırdır. Allah onları bilmeyi kendine mahsus kılmıştır.» [314] Hatta bu harfle­rin ne anlama geldikleri üzerinde duranlar bile, kesin bir görüş ileri sürme­miş, kendi görüş açılarını açıkladıktan sonra gerçek tevillerini Allah´a ha­vale etmişlerdir. Bu harflerin ezeliliği - diğer sözlere nazaran - daima bir esrarengizlikle çevrili olmalarına sebep olmuş ve bu esrarengizlik de onla­rı bâtınî tefsirlerle çevrelemiştir. Ayrıca bu bâtını tefsirler onlara, gereksiz ve dayanaksız kapalılık elbiselerinin giydirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bu konuda ileri sürülen görüşlerin en kapalı olanlarından biri «cüm-mel» hesabına göre bu harfleri sayarak İslâm ümmetinin ömrünü yahut bir şahsın veya gurubun yüceliğini tesbit etmeye çalışan görüştür..

Ve işte es-Süheylı şöyie diyor: «Sûrelerin başındaki harflerin mükerrer olanları atılırsa geri kalan harfler bu ümmetin bekasına işaret eder.» Ve işte ei-Hûbî, [315] bazı âlimlerin sözünden Beytü´l Mukad­desin 583 senesinde müsiümanlar tarafından fethedileceğini çıkardıklarını rivayet eder. Nitekim dediği gibi de olmuştur. [316] Yine el-Izz b. Abdisse-lam, Hz. Ali´nin âyetinden Muaviye vak´asını çıkardığını rivayet eder. [317]

Şia´dan bazısı, sûre başlarındaki harflerin mükerrerleri hazfedilirse geri­ye kalan harflerden Ali´nin hilafetini veya onun yolunun doğruluğuna de­lâlet eder mahiyette sözünü çıkarırlar. Latifeden hoşlanan bazı sunniler de, mükerrerler dışında kalan aynı harflerle şu ne­ticeyi çıkarırlar: [318]

Bu nevi hesaba dayalı neticeler Ebû Câd´ın hesabı» ola­rak isimlendirilir ki, âiimler şiddetle buna karşı çıkmış ve ondan sakınmış-iardır. İbnu Haeer el-Askalânî [319] bu hesabı «batıl sayarak ona itimât et­menin caiz olmadığını söyler. İbnu Abbas´ın Ebû Câd hesabından sakındırdığı ve onu sihir cümlesinden saydığı sabittir. Aslında bu uzak da değildir. Bu hesabın şeriatte yeri yoktur.» [320]

Hiç şüphesiz sofilerin bâtını tefsirleri hakkındaki görüşleri lafzen da­ha garip, mânâ bakımından da daha girifttir. Bu hususta eş-Şeyh Muhyid-din b. Arabtnin «el-Futûhâtu´l - Mekkiyyey- isimli kitabındaki sözleri en gü­zel delildir. O, özet olarak şöyle demektedir: [321]

«Bilesin ki, bilinmeyen sûre başianmn sûre başlarının hakikatini ancak mana ehli bilir. Allah onları 29 sûre kılmıştır ki bu, en mükemmel şekildir. «Aya da Menziller takdir ettik.» 29 feleğin temel direği olan kutubtur. O, varlığının illetidir ki, bu da, Âlu İmrân süresidir. Bu olmasaydı 28 i sabit olmazdı. Tamamı - harflerin tekrarı ile birlikte - 78 harftir. 8 sayı­sı biz´ (kusur) in hakikatidir. Rasûlüllah (s.a.v.)

buyurmaktadır. Bu harfler de 78 dîr. Bir kul sûrelerinde geçen bu harflerin hakikatini bilmeden imanın sırrını tamamlayamaz...» Nihayet başka bir yer­de de şöyle demektedir: «Daha sonra Allah Teâlâ bu harfleri mertebe mer­tebe kılmıştır. Kimi mevsûl ve kimi de maktûdur. Kimi müfred, kimi tesniye ve kimi de cem´dir. Sonra, her vasılda katı´ ve her katı´da vasıl bulunduğu­na dikkat çekmiştir. Vasi! da fasıl da, hem cern´de ve hem de Cem´în dı­şında sözkonusudur. Vasıl yalnız başına farkın kendisindedir. Bundan yal­nız başına zikrettiği, ezelde kulun resmînin fenasına işarettir. Tesniye kıl­dığı ise, şu anda kulluğun resminin varlığına işarettir, Cem´ kıldığı da, so­nu gelmeyen mevârid ite ebede işarettir. İfrâd, ezelî deniz. Cem´ ebedî de­niz ve tesniyede beşerî olan Muhammedi berzah içindir. Sözkonusu ettiği­miz bu meselede elif, tevhide işaret, mim, yok olmayan mülke ve araların­daki lâm ise aralarında bir bağdır...» [322]

Sûfîierin bu şatahâti, kendi özel görüşlerini haber verir. Oünkü sadece kendi zevk ve vecdleıine dayanır. O halde b´u gibi görüşler sûrelerin baş-iangiçian hakkında İstâmî tefsirle ilgili doğru bir düşünce vermekten uzak­tır.

Bu keşıiıekeşlik ve muammalık çerçevesinde bazı kimseler de, ne mu­tasavvıfların ıstılahlarını kullanırlar ve ne de Ebû Câd ve diğerlerinin he­saplarına dayanırlar. Bunlara göre de, sûreleri başlatan bu hece harflerin­den her biri, Allah Tealâ´nın isimlerinin birinden alınmıştır. Yahut her harf­ten bir kelime kurarak cümleler .kurup bu cümleler ve sonraki âyetlerle arasında ilişki kurdular. Yahut bu cümlelerle, sûrenin maksadını ifade et­meye çalıştılar. İbnu Abbas´ın hakkındaki sözü buna misaldir.Ona göre Kerîm, HâdîHakîm, Alîm da Sadık

[323] isimlerinden alınmıştır. Yine onun {Ben Allah´ım, görürüm)

[324] « ufall ı (Ben Allah´ım açıklarım) [325] manasında olduğunu söyle­mesi de bu tür tefsire girer. harflerinin (Tur-ı Sına ve Musa} anlamında olduğunu söyleyenlerin görüşü de buna dahildir. Bunlara göre bu harflerle başlayan iki süre de Hz. Musa´nın Tûr-i Sina´da başından ge­çen haberleri anlatılmaktadır. [326]

Bütün görüşlerdekî tahmin ve zanlar herkes tarafından açıklıkla görü­necek durumdadır. Zikrettiğimiz harflerin hepsi için çeşitli görüşler ileri sü­rülmüş ve herkes ayrı bir yol takip etmiştir.[327] İbnu Abbas´ın kendisinden

hakkında başka bir görüş nakledilmiştir. Buna göre de bu harfler, kelimelerinden alınmıştır. Yine ona nis-bet edilen bir rivayette ıj»« dili » kelimesinden, kelimesinden kelimesinden, da, kelimesinden alınmıştır. Ona nisbet edilen başka bîr rivayette ise şöyle denilmektedir: «Bu harfler: kelimelerinden alınmışlardır.»[328] Bu hecelerin kendileri hakkında bazıları, bazen onun bu görüşlerine benzer ba­zen de fazlalık veya eksiklik ihtiva eden değişik görüşler söylemişlerdir. ei-Kirmânî, «el-Acaib» isimli kitabında ed-Dahak´a göre «Ben Allah´ım, daha iyi bilirim ve daha yüceyim» [329] manasına geldiğini riva­yet eder. îbnu Abbas´a göre ise değişik sûrelerin başında bulunan harflerini bu harflere ekleyecek olursak kelimesi çıkar. [330]

Ama harflerine gelince bir defasında bunların manasının «Ben doğru olan Allah´ım» olduğu rivayet edilirken başka bir defasında, Allah´ın ismine delâlet ettiği söylenir. Diğer bir defasında ise üç ayn isme işaret olduğu ileri sürülür: «Elif isminden, «mîm» isminden «Sâd» isminden alınmıştır. [331] Bütün bunlardan da daha garibi Sprenger gibi büyük bir müstesrik´in, hakkında söyle­nenler kendisini doyuramayınca bu harflerin * kelimelerinden en dikkat çekici harfler alınarak meydana getirildiğini söylemesidir: kelimesinden harfikelimesinden de harfleri alınmıştır. Müsteşrik Blachere «Kur´an Çalışmasına «Giriş» kitabın­da, titizliğine rağmen müsteşrik Lotfı´un da bu saçma görüşünde Spren--ger´e tabi olduğunu zikreder. [332]

Sûre başlangıçlanyla ilgili tahminlerin sonu gelmediği ve belli bir sı­nırda durmadığı muhakkaktır. Bunların hepsi şahsî tevillerden ibaret olup her tevilde bulunan kendi hevâ ve şahsî arzularından kaynaklanmaktadır. Meselâ neden harfi isminin ilk harfinden alınmış oluyor da isimlerinden alınmış olmuyor? harfi ne-den den alınmış oluyor da den alınmıyor.harfi ne­tten ´a delâlet ediyor delâlet etmiyor? « ,jı » harfleri neden nın bariz harfleri sayılıyor da, in bârız harflerisayılmıyor? Hem neden den alınmış olmasın? Bu konularda delili­miz nedir?» [333]

Bir topluluk da, her harfin Allah´ın isimlerinin birinden alındığı görüşü­ne iltifat etmez ve bu harflerin hepsinin çeşitli şekilleriyle Allah´ın îsm-i Azam´! olduğunu ileri sürer. [334] Allah, alışa geldiğimiz sözün dışında olan muhtelif ifadelerle onu ifade etmektedir. [335] Sûre başlarının birer yemin o!up Allah bunlarla kendi zatına yemin etmektedir, diyen görüş de buna yakındır. [336] Çünkü her başlangıç, Allah´ın isimlerinden biridir. Bu harf­lerin, Kur´an´ın yahut başında bulundukları sûrelerin özel isimleri olduğunu söyleyen görüş de bu görüşe uzak değildir.[337]

Lâkin bu konuda söylenenlerin en garibi ve haktan en uzağı. Alman müsteşrik Noldeke´nin bilâhare ondan rücu ettiği birinci görüşüdür. Bu ilk görüşüne göre bu harfler Kur´andan olmayıp sonradan Kur´an´a eklenmiş­lerdir. Noldeke´nin Schwally´!e birlikte yazdıkları «Kur´an Çalışmaları Ta­rihi» isimli eserlerinin birinci baskısında, sûre başlarında bulunan harflerin, belli bazı sûrelere sahip olan bazı sahabe isimlerinin ilk veya son harfle-Tinden alındığı kaydedilmektedir, harfi, Sa´d b. ebi Vakkas´ın, harfi, el-Muğire´nin harfi Osman b. Affan´ın, harfi, Ebu Hureyre´nin isminden alınmıştır, vs. [338] Görünen o ki, Noldeke bu görüşün yanlışlığını anlamış ve daha sonra ondan rucû etmiştir. Ama Schvvally, ikinci baskıda böyle birşeyden bahsetmemiştir. Lâkin müsteşrik Buhl [339] ve Hirschfeld [340] yeniden bu görüşe sarılmış ve selim mantıkla ne kadar çeliştiğinden gafil kalarak onu benimsemişlerdir. Ama müsteşrik Blachere, bu nazari­yenin kabul görecek ve saygı duyulacak bir tarafının bulunmadığını belir­tir. Az önce ismi geçen sahabenin takva sahibi kimseler olduklarını, bun­ların, Kur´an´dan olmayan birşeyi ona eklemelerinin düşünülemeyeceğini belirtir. Ancak zayıf iman sahipleri, Kur´an´dan olmayanı ona ekleyebilirler. Blachere, bundan da öteye giderek şöyle der: «Çeşitli mushaf sahiplerinin kendi mushaflarında, bile bile çağdaşlarının isimlerinin baş harflerini bu­lundurmaları akılla bağdaşamaz. Ayrıca Ubeyy, Ali ve İbnü Mesud gibileri­nin, isimlerinin başharflerini kendi nüshalarına almalarını kabullenmek mümkün değildir. [341]

Blachere, çeşitli görüşleri zikredip kendisince gereksiz bulduklarını da atlayarak aralarında karşılaştırmalar yaptıktan sonra bu konuda İslâmî na­zariyenin kendisine dönmekten başka bir yol bulunmadığını belirtir. Ve şu neticeye varır: «Bu harflerin esrarını çözme teşebbüslerini boş bir çalışma olarak değerlendiren müslüman müttakîler şüpheye yer vermeyecek şekil­de sadece kendilerinin akıllı ve hikmet sahibi olduklarını isbatlamışlardir.» [342]

Bizce akıl ve hikmet yönünden bunlardan geri kalmayan diğer bir top­luluk vardır ki, evlere kapılarından girmek istemiş ve sûre başlangıçların­dan maksadın ne olduğu hususunda en açık ve net olgun bir görüşe var­mışlardır: Düşünceleri üç merhaleden geçip olgun bir görüşe ulaşmıştır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet bizimmekan