Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Haziran 2009, 11:46   #2
Çevrimdışı
Aria
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: 20 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü




6. MAYMUN VE İNSAN GENOMUNUN %99 ORANINDA BENZEŞTİĞİ VE BUNUN EVRİMİ KANITLADIĞI İDDİASI NEDEN DOĞRU DEĞİLDİR?
Birçok evrimci kaynakta zaman zaman insanla maymunun % 99 oranında benzeştiği ve bunun evrime delil oluşturduğu iddiaları yer alır. Bu evrimci iddia özellikle de şempanzede odaklanır ve bu canlının maymunlar arasında insana en yakın tür olduğundan, dolayısıyla insanla arasında akrabalık bulunduğundan söz edilir. Gerçekte bu, evrimcilerin, toplumun bu konulardaki bilgi eksikliğinden faydalanarak ortaya attıkları sahte bir delildir.


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
% 99 BENZERLİK İDDİASI YANILTMA AMAÇLI BİR PROROGANDADIR

Öncelikle belirtmek gerekir ki evrimcilerin insan ve şempanze DNA'ları hakkında sık sık ileri sürdükleri % 99 benzerlik iddiası aldatma amaçlıdır.
İnsanla şempanzenin genetik yapılarının birbirine % 99 benzer olduğunu iddia etmek için şu anda insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik yapısının çözülmesi, ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur. Çünkü, şu ana kadar yalnızca insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır.
Gerçekte, zaman zaman gündeme gelen insan ve maymun genlerinin % 99 benzeştiği iddiası, yıllar önce üretilmiş propaganda amaçlı bir slogandır. Bu benzerlik iddiası insanda ve şempanzede bulunan 30-40 civarındaki temel proteindeki amino asit dizilimlerinin benzerliğinden yola çıkılarak yapılmış olağanüstü abartılı bir genellemedir.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Oysa insanda 30 bin civarında gen vebu genlerin kodlandığı 100 bin kadar protein vardır. Bu yüzden, 100 bin proteinin sadece 40 tanesinin benzemesiyle insan ve maymunun bütün genlerinin % 99 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki, söz konusu 40 protein üzerinde yapılan DNA karşılaştırması da tartışmalıdır. Bu karşılaştırma, 1987 yılında Sibley and Ahlquist adlı iki biyolog tarafından yapılmış ve Journal of Molecular Evolution dergisinde yayınlanmıştır.
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Oysa daha sonra bu ikilinin verilerini inceleyen Sarich isimli bilim adamı, kullandıkları yöntemin güvenilirliğinin tartışmalı olduğu ve verilerin abartılı yorumlandığı sonucuna varmıştır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

İNSAN DNA'SI, SOLUCAN, SİNEK VE TAVUĞA DA BENZEMEKTEDİR!
Kaldı ki söz konusu bu temel proteinler diğer pek çok farklı canlılarda da bulunan ortak hayati moleküllerdir. Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan aynı tür proteinlerin yapısı insandakilerle çok benzerdir.
Örneğin, New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında % 75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında sadece % 25'lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir!
Öte yandan Türk medyasına da yansıyan bir bulgu, Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri karşılaştırıldığında, % 60'lık bir benzerlik çıktığı yönündedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
İnsan ile maymun arasındaki genetik benzerlik konusunda evrimci kaynaklarda yer alan bir diğer örnek ise insanda 46, şempanzede ise 48 kromozom bulunmasıdır. Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını evrimsel ilişkiye bir delil gibi gösterirler. Bu mantık geçerli kabul edilirse, insana şempanzeden daha yakın bir akrabanın varlığını kabul etmek gerekir: Patates! Çünkü patatesin de insan gibi 46 kromozomu vardır.
İnsan dışındaki canlılar incelendiği zaman da evrimciler tarafından var olduğu iddia edilen akrabalık ilişkilerinin, moleküler düzeyde varolmadığı görülür.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu gerçek, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir.

BENZERLİKLER NEDEN EVRİME DELİL OLAMAZ?
Evrimcilerin şempanze insan arasında % 99 benzerlik olduğu iddiası görüldüğü gibi abartılı bir iddiadır. Ancak iki farklı türdeki canlı % 99 oranda benzer bile olsa, bu ikisi arasında evrimsel bir ilişki kurulamaz. Çünkü genetik çalışmalar türlerin çok özel genetik şifrelere sahip olduklarını göstermektedir. Bu şifrelerde meydana gelen en küçük değişim bile o tür açısından ölümcülsonuçlar getirmektedir. Üstelik canlılardaki bu özel yapı genetik şifrenin işlerliğiyle ilgilidir.
Bunu anlamak için birbirine benzer iki canlı türüyle, birbirine benzeyen iki binayı karşılaştıralım. Evrimcilerin iddiası genetik benzerlik olduğuna göre, bunu bir bakıma canlının projesi olarak değerlendirmek mümkündür. İki canlının ve iki binanın projelerinin % 99 oranında aynı olduğunu kabul edelim. Sonra da bu projelere dayanarak ortaya çıkan canlıların biçimlerini ve binaların yapılarını birbirleriyle kıyaslayalım. Sonuç, genetik yapıları % 99 aynı olan canlılar arasında kapanması mümkün olmayan bir yapı ve fonksiyon farklılığına karşın,projeleri % 99 aynı olan binaların birbirine benzer olacağıdır.
Hem canlılar, hem de binaların projelerinde % 1'lik fark olmasına rağmen niçin binalar çok benzemekte, ama canlılar benzememektedir? Bunun sebebi genetik yasalarının işleyişidir. Pleiotropi adı verilen genetik kanunun bilinmesi ile bu konu daha da açıklık kazanır. Buna göre canlı vücutlarında bulunan bir gen birden fazla özellik üzerinde etkindir. Bir özellik ise birden fazla gen tarafından kontrol edilir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bunun anlamı, iki canlı türünün genetik yapıları arasındaki fark % 1 bile olsa, bu farkın gerçek boyutunun çok daha geniş bir alana uzanmasıdır. Çünkü bina projesindeki % 1'lik fark, yapıda % 1 fark anlamına gelirken, canlı projesi, yani genetik yapıları arasındaki % 1'lik fark o iki canlının yapısı arasında çok büyük farkın olması anlamına gelecektir. Çünkü canlıların farklı olan % 1'lik genetik parçaları, benzer olan % 99'luk genetik yapıda kodlanan özelliklere de müdahale etmektedir.

BENZERLİKLERİN NEDENİ: "ORTAK TASARIM"
Elbette insan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olacaktır; çünkü aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedirler. Elbette ki metabolizmalarının ve dolayısıyla genetik yapılarının benzemesi de doğaldır. Ancak bu, "ortak malzeme", bir evrimin değil "ortak tasarımın", yani hepsinin aynı plan üzerine yaratılmış olmalarının sonucudur.
Bir örnek konuyu daha iyi açıklayabilir: Dünya üzerindeki tüm köprüler de benzer malzemelerle (tuğla, demir, çimento vs.) yapılır. Ama bu durum bu köprülerin birbirlerinden "evrimleştikleri" anlamına gelmez. Ortak bir malzeme kullanılarak, ayrı ayrı inşa edilirler. Canlıların durumu da buna benzetilebilir. Ancak elbette ki canlıların yapısı köprülerle kıyaslanmayacak kadar komplekstir.
Canlılık evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.

7. DİNAZORLARIN KUŞLARA DÖNÜŞTÜĞÜ İDDİASI NEDEN BİLİM DIŞI BİR MASALDIR?
Evrim teorisi, imkansızların gerçek olması umuduna dayalı bir masaldır. Bu masalın içinde kuşlar çok özel bir yer tutar. Kuş herşeyden önce kanat gibi muhteşem bir organa sahiptir. Kanatlar yapısal harikalıklarının ötesinde birbirleriyle olan mükemmel uyumları ile de hayranlık uyandırır. Öyle ki uçmak binlerce yıldır insanlığın tutkusu olmuş, binlerce bilim adamı, araştırmacı bu konuda emek harcamışlardır. Çok ilkel bazı denemelerin dışında insanlık ancak 20. yüzyılla birlikte uçabilen araçlar yapmayı başarmıştır. İşte kuşlar insanlığın yüzlerce yıllık teknoloji birikimiyle yapmaya çalıştıkları bir işi var oldukları milyonlarca yıldan bugüne kadar gerçekleştirmektedirler. Üstelik böyle bir beceri, kuş yavrusu için kısa birkaç denemeden sonra kazanılabilir. Hem de pek çok özelliğiyle bugünkü teknolojinin son ürünü uçaklarla kıyaslanmayacak kadar mükemmel olarak…

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Evrim teorisi canlıların ortaya çıkışını ve çeşitlenmelerini açıklamaya çalışırken ön yargılı yorumlara, saptırmalara başvurur. Kuşlar gibi canlılar söz konusu olduğunda ise bilim artık tamamıyla rafa kaldırılır ve yerini evrimcilerin masalsı anlatımına bırakır. Bunun nedeni, evrimcilerin kuşların atası olduğunu iddia ettikleri canlılardır. Evrim teorisi kuşların atasının sürüngenler içinde yer alan bir grup olan dinozorlar olduğunu iddia etmektedir. İşte böyle bir iddia cevaplandırılması gereken iki soruyu beraberinde getirir. Birincisi dinozorların nasıl olup da kuşlara dönüştükleridir. İkinci soru ise böyle bir dönüşümü gösteren fosil kayıtlarının mevcut olup olmadığıdır?
Dinozorların nasıl kuş olduğu konusunda uzun zaman tartışan evrimciler, sonuç olarak iki teori üretebilmişlerdir. Bunlardan birincisi "Cursorial" teoridir. Bu teori dinozorların yerden havalanarak kuşlara dönüştüğünü iddia eder. İkinci teorinin sahipleri Cursorial teoriye itiraz eder ve dinozorların yerden havalanarak kuşlara dönüşmüş olamayacaklarını söylerler. Peki o zaman "nasıl olup da dinozor havalandı?" sorusuna farklı bir yorum getirirler. Ağaç dallarında yaşayan ve diğer dallara atlayan dinozorların çabalarken kuşlara dönüştüğünü iddia ederler. Bu teorinin adı ise "Arboreal" teoridir. Dinozorların nasıl havalanmış olabileceğinin cevabı da hazırdır: "Sinekleri avlamaya çalışırken!"
Ancak sinek gibi bir böceği yakalamak için dinozor gibi bir hayvanın vücudunda kanatlarla beraber bir uçuş sistemi oluştuğunu iddia eden insanların önce şu soruya cevap vermeleri gerekir: Sineklerin günümüzün ileri teknoloji ile üretilmiş helikopterlerine örnek teşkil eden ve onlardan çok daha fonksiyonel olan uçuş sistemleri nasıl meydana gelmiştir? Bu konuda evrimcilerin hiçbir cevap veremediklerine şahit olursunuz. Küçücük bir sineğin uçuş sistemini açıklayamayan bir teorinin, dinozorların kuşa dönüştüğünü iddia etmesi kuşkusuz son derece akılsızca bir davranıştır.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

'Dinozorların sinek avlamaya çalışırken kanatlanıp kuş oldukları' bir komedi hikayesi değil, evrimcilerin son derece bilimsel olduğu iddiasıyla öne sürdükleri bir teoridir. Yalnızca bu örnek dahi evrimcilerin ne derece ciddiye alınmaları gerektiğini göstermek için yeterli bir delildir.

Sonuç olarak bu teorilerin Latince adlarının dışında bilimle ilişkilerinin olmadığı akıl ve mantık sahibi tüm bilim adamlarının ortak fikridir. Meselenin özü ise sürüngenlerin uçmasının tamamen hayal ürünü olduğudur.
Dinozordan kuşa dönüşümü iddia eden evrimcilerin bu iddianın fosil delillerini de bulup göstermeleri gerekir. Çünkü eğer dinozorlar kuşlara dönüşmüşlerse, tarihte bu değişimi yansıtan yarı dinozor-yarı kuş canlılar yaşamış ve fosil bırakmış olmalıdırlar. Evrimciler uzun yıllar "Archæopteryx" adı verilen bir kuşun böyle bir geçişi temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Oysa bu iddiaları da büyük bir yanılgıdan başka bir şey değildir.

ARCHÆOPTERYX YANILGISI
"Dinozorlarla kuşlar arasında geçiş formu" olduğu öne sürülen Archæopteryx, bundan yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamıştır. Teoriye göre küçük yapılı dinozorların bir kısmı, evrim geçirerek kanatlanmış ve uçmaya başlamışlardır. Archæopteryx, sözde dinozor atalarından ayrılan ve yeni yeni uçmaya başlayan ilk türdür.
Oysa Archæopteryx'in fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler bu anlatımın bilimsel bir temeli olmadığını göstermektedir. Bu canlı bir ara geçiş formu değil, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türüdür.
Archæopteryx'in iyi uçamayan bir "yarı-kuş" olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci kaynaklarda sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının "sternum"unun, yani göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili bu iddianın yanlış olduğunu gösterdi. Zira bu son bulunan Archæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. Nature dergisinde bu yeni bulunan fosil şöyle anlatılıyordu:
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı.
Öte yandan, Archæopteryx'in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği gibi, "Tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu".[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Archæopteryx'in tüylerinin ortaya çıkarmış olduğu bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı oluşuydu. Bilindiği gibi sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani vücut ısılarını kendileri üretmeyen, çevrenin vücut ısılarını etkilediği canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en önemli fonksiyonlarından bir tanesi ise, vücut ısısını korumalarıdır. Archæopteryx'in tüylü olması, dinozorların aksine sıcakkanlı bir canlı olduğunu, yani vücut ısısını korumaya ihtiyacı olan gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.

ARCHÆOPTERYX'İN ANATOMİSİ VE EVRİMCİLERİN HATASI
Evrimci biyologların, Archæopteryx'i ara geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları en önemli iki nokta ise, bu hayvanın kanatlarının üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir.
Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri ve ağzında dişleri olduğu doğrudur, ancak bu özellikleri canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Touraco corythaix ve Opisthocomus hoatzin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuştur. Dolayısıyla Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Archæopteryx'in anatomisi üzerinde yapılan incelemeler, canlının eksiksiz bir uçuş yeteneğine sahip, tipik bir kuş olduğunu ortaya koymuştur. Archæopteryx'i sürüngenlere benzetme çabası tamamen dayanaksızdır.

Archæopteryx'in ağzındaki dişler de yine bu canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu öne sürerek insanları yanıltmaktadırlar. Çünkü dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli kuşların artık yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın tarihlere kadar "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz.
İşin en önemli yanı ise, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları olan dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. Martin, Stewart ve Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptıkları ölçümlere göre, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen Theropod dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde ataları olan Theropod dinozorların bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve arada hiçbir benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Archæopteryx'in dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden ve bu konudaki önde gelen otoritelerden John Ostrom'un, bu canlı ile dinozorlar arasında var olduğunu öne sürdüğü bazı "benzerlik"lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu Tarsitano, Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Tüm bunlar, Archæopteryx'in bir ara geçiş formu olmadığını; sadece "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir. Bu canlıyı Theropod dinozorlarla ilişkilendirmek ise son derece tutarsızdır. Amerikalı biyolog, Richard L. Deem Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory ("Kuşlar Dinozordur" Teorisinin Sonu) başlıklı makalesinde, kuş-dinozor evrimi iddiası ve Archæopteryx hakkında şunları yazmaktadır:
Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, Theropod dinozorların elleri (önkol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir. Ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türer... ' Kuşlar dinozordur' teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların ön ayakları Archæopteryx'e kıyasla, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür "ön-kanat" (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archæopteryx'te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün Theropodlarda V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, Theropodların çok büyük kısmının Archæopteryx'ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kısacası Archæopteryx'in birtakım özgün özellikleri, bu canlının bir "ara form" olduğunu göstermemektedir. Nitekim bugün evrim teorisinin ünlü savunucularından Harvard Üniversitesi paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de, Archæopteryx'in farklı özellikleri bünyesinde barındıran bir "mozaik" canlı olduğunu, ama bir ara form sayılamayacağını kabul etmektedirler.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

ARCHÆOPTERYX EFSANESİNİN SONU: LONGISQUAMA
Evrimcilerin Archaeopteryx hakkındaki iddialarını çürüten en somut kanıt ise, 2000 yılında bilim dünyasının gündemine gelen Longisquama insignis adlı bir başka fosil kuş oldu. Bu fosil 1970'lerde Kırgızistan'da bir böcek bilimci tarafından bulunmuş, fakat uzun yıllar bir müze köşesinde dikkat çekmeden kalmıştı. 2000 yılında ise fosili inceleyen Batılı uzmanlar bunun bilinen en eski kuş olduğunu fark ederek bu önemli bulguyu dünyaya duyurdular.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Archaeopteryx'ten yaklaşık 70 milyon yıl daha yaşlı olan Longisquama kuşunun fosili, Archaeopteryx hakkındaki evrimci iddialara mutlak bir darbe indirdi.

Longisquama'nın anatomik özellikleri, modern (günümüzdeki) kuşlardan farksızdır. Tüyleri, içi boş kemikleri ve lades kemiği vardır. Oregon State University paleontoloğu Terry Jones, "İskelet (yaşayan) kuşlara çok benziyor... Bir kuş kafasına, omuzlarına ve lades kemiğine sahip. Lades kemiğini Archaeopteryx'inkinden ayırmak mümkün değil" diye yazmaktadır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Konunun en önemli yönü, Longisquama'nın 220 milyon yıl yaşında olmasıdır. Bu, Longisquama'nın Archaeopteryx'ten yaklaşık 70 milyon yıl daha eski olduğunu göstermektedir. Elbette ki bu durum, Archaeopteryx'in "tüm kuşların ilkel atası" ve "sürüngenler ile kuşlar arasındaki kayıp ara form" olduğu yönündeki evrimci iddiaları çürütmektedir.
Science ve Nature isimli ünlü bilim dergileri ve dünyaca tanınmış BBC televizyonu tarafından kabul edilen bu gelişme evrim teorisi lehindeki yaklaşımıyla tanınan Milliyet gazetesinde ise şöyle ifade edilmiştir:
"Orta Asya'da bulunan ve günümüzden 220 milyon yıl önce yaşadığı anlaşılan söz konusu fosilin tüm vücudunun tüylerle kaplı olduğu, kuşların atası olduğu iddia edilen Archaeptoryx'de ve günümüz kuşlarında olduğu gibi bir lades kemiğine sahip olduğu ve tüylerinde ise içi boş sapların bulunduğu tespit edildi. Bu ise, ARCHÆOPTERYX'İN KUŞLARIN ATASI OLDUĞU İDDİALARINI GEÇERSİZLEŞTİRİYOR... Çünkü bulunan fosil Archaeopteryx'ten 75 milyon yıl daha yaşlı; yani kuşların atası olduğu iddia edilen canlıdan 75 milyon yıl önce de tüm özellikleriyle tam bir kuş yaşıyordu."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Longisquama'nın bulunmasıyla birlikte, sadece Archaeopteryx efsanesi değil, aynı zamanda "kuşların evrimi" hakkındaki tüm evrimci varsayımlar da sarsılmış durumdadır. Fosili inceleyen paleontologlardan biri olan Jones, "Bu fosil, insanların kuşların dinozorlardan evrimleştiği fikrini sorgulaması için son derece yeterlidir" demektedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

BİLİM İDEOLOJİYE TERCİH Mİ EDİLDİ?
Longisquama insignis başta da belirttiğimiz gibi Kırgızistan topraklarındaki eski bir göl yatağında Rus fosil bilimci Alexander Sharov tarafından bulunmuştu. Ancak bu çok önemli buluşun üstünde durulması gereken bir yönü daha vardı. Bulunduğu tarih! Fosil 1970 yılında bulunmuştu. Ancak bilim adamlarınca yorumlanıp, fosil bilimcileri sarsan bir makaleyle duyurulması ise 30 yıl sonra, 1999'da mümkün olmuştu. Bunun anlamı fosilin 30 yıl boyunca bilim dünyasının gözünden uzak tutulduğuydu. Bu dönemde kuşa ait fosil Sovyet Bilimler Akademisi'ne bağlı Moskova Paleontoloji Enstitüsü'nde muhafaza edilmiş ve çok kısıtlı sayıdaki Batılı bilim adamı tarafından, çok kısıtlı sürelerle incelenebilmişti.
Longisquama insignis'in bilim dünyasına gerçek anlamda mal olması 1999 yılında dünyanın önde gelen bilim adamları tarafından incelenmesinden sonradır.
Kısaca evrimcilerin sürüngenden kuşa geçiş hayallerini kesin olarak yıkan bu fosil 30 yıl boyunca bilim dünyasının gözlerinden uzak tutulmuştu. SSCB'de önemli paleontologlar bulunmaktaydı ve bunların bu çok önemli fosilin neyi ifade ettiğini bilmemeleri düşünülemezdi. Anlaşılan Marksist diktatörlük kendi ideolojik temelini sarsan bilimsel bir kanıtı gözlerden uzak tutmuş, bilim dünyasından saklamıştı. Gerçekte bilimin materyalizm aleyhine getirdiği delillerin saklanmasının veya örtbas edilmesinin ilk örneği de bu kuş fosili değildi. Tüm dünyada kabul gören Mendel kanunları da evrim teorisiyle bağdaşmadığı gerekçesiyle 20 yılı aşkın bir süre boyunca SSCB tarafından görmezden gelinmişti.
Son bulunan bu fosille sürüngenlerin kuşlara dönüşme hayalleri tarihteki yerini aldı. Evrimcilerin elinde kuşların atası olarak iddia edebilecekleri bir canlı grubu bile kalmadı. Bu buluş evrimcilerin 20. yüzyılın başlarında balık sürüngen arası geçiş formu olarak iddiaettikleri Coelacanth'ı hatırlattı. Fosiline bakılarak ara geçiş formu olarak adlandırılan bu canlının 1938 yılında yaşayan bir örneği yakalanmış (ilerleyen yıllarda da defalarca farklı bölgelerde yakalanmıştır) ve tam anlamıyla bir balık olduğu anlaşılmıştı.

EVRİMCİLERDEN SAHTE DİNO-KUŞ FOSİLLERİ
Evrimciler Archaeopteryx hakkındaki iddialarının da çürümesi üzerine, kuşların kökeni konusunda tamamen çıkmaza girmiş durumdadırlar. Bu sebeple, bazı evrimciler klasik yöntemlerine başvurmak durumunda kalmışlardır: Sahtekarlık. 1990'lı yıllarda dünya kamuoyuna birkaç kez "yarı dinozor, yarı kuş fosil bulundu" mesajları verilmiş, evrimci medya kuruluşları bu sözde "dino-kuş"ların çizimlerini yayınlamış, bu yolla uluslararası bir yalan kampanyası yürütülmüştür.
Kampanyanın çarpıtma ve sahtekarlığa dayandığı ise bir bir ortaya çıkmıştır.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

National Geographic dergisi, 1999 yılında "dino-kuş"ları böyle çizip tüm dünyaya evrimin büyük kanıtı olarak duyurmuştu. Ancak iki yıl sonra, bu çizimlere ilham kaynağı olan Archaeoraptor'un büyük bir bilim sahtekarlığı olduğu ortaya çıktı.

Bu kampanyanın ilk kahramanı, 1996'da Çin'de bulunan ve Sinosauropteryx adı verilen bir dinozordu. Fosil, tüm dünyaya "tüylü dinozor" olarak tanıtılmış ve pek çok gazetede haber yapılmıştı. Ancak ilerleyen aylarda Sinosauropteryx üzerinde yapılan detaylı analizler, evrimci araştırmacıların heyecanla "kuş tüyü" olarak tanıttıkları yapıların tüylerle ilgisi bulunmadığını gösterdi. Science dergisinde yayınlanan Plucking the Feathered Dinosaur" (Tüylü Dinozorun Tüylerini Yolmak) başlıklı bir makalede, evrimci paleontologlar tarafından "tüy" olarak algılanan yapıların gerçekte tüylerle ilgisiz olduğu şöyle belirtiliyordu:
"Bir yıl kadar önce, paleontologlar "tüylü dizonor"a ait fotoğrafların ortaya çıkmasıyla heyecan yaşamışlardı. Çin'in Yixian bölgesinde bulunan Sinosauropteryx adlı fosil, New York Times'ın ön sayfasında yayınlanmış ve kuşların kökeninin dinozorlar olduğuna dair etkili bir delil olarak sunulmuştu. Ama geçtiğimiz ay Chicago'daki omurgalılar paleontolojisi toplantısında verilen hüküm daha farklı oldu: Fosil örneklerini inceleyen yarım düzine Batılı paleontolog, bu yapıların modern tüyler olmadığını söylediler... Kansas Üniversitesi paleontoloğu Larry Martin, bu yapıların yıpranmış kollagan fiberleri olduğunu ve kuşlarla hiçbir ilişkisi olmadığını belirtti."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bir diğer "dino-kuş" furyası ise 1999 yılında başlatıldı. Yine Çin'de bulunan bir fosil gündeme getirildi ve tüm dünyaya "evrime büyük delil" olarak sunuldu. Kampanyanın kaynağı olan National Geographic dergisi, bulunan fosilden ilhamla "tüylü dinozor" resimleri çizip yayınladı ve bunlar Türkiye dahil pek çok ülkede gazetelere manşet oldu. Sabah ve Hürriyet gibi gazeteler, "Kanatlı Dinozor Bulundu" ve "Uçan Dinozor Bulundu" başlıklı haberler yayınladılar.
Ancak 2 yıl sonra çok çarpıcı bir gerçek ortaya çıktı.29 Mart 2001 tarihli bazı günlük gazetelerde evrim teorisi adına önemli bir itiraf yer alıyordu. 1999'da ortaya atılan "dino-kuş fosili"nin gerçekte bir sahtekarlık olduğu, bir sürüngen omurgasına kuş iskeleti parçalarının yapıştırılmasıyla üretildiği ortaya çıkmıştı. Örneğin Hürriyet gazetesinin "DİNO-KUŞ PALAVRA ÇIKTI" başlıklı haberinde şöyle yazıyordu:
"National Geographic dergisinin Kasım 1999'da kuş ile dinozor arasındaki eksik halka olduğunu duyurduğu, hakkında bilimsel makaleler yazılan hayvanın sahte olduğu anlaşıldı. 'Archaeoraptor liaoningensis' adı verilen hindi büyüklüğündeki dino-kuşun iskeletinin başka hayvanlara ait kemiklerden biraraya getirildiği ortaya çıktı.
Evrim teorisinde önemli bir eksikliği aydınlattığı varsayılan dino-kuşun 125 milyon yıl öncesine ait olduğu, Çin'in Liaoning eyaletinde bulunduğu öne sürülüyordu. Tüylü vücudu bir kuşa benziyor, ancak uzun, kemikli kuyruğu et tüketen dinozorları çağrıştırıyordu. İngiliz haftalık bilim dergisi Nature'un bugünkü sayısında yayınlanan bir inceleme dino-kuşun palavra olduğunu gözler önüne serdi. Aralarında üç paleontoloğun da bulunduğu bir grup araştırmacı bilgisayar tomografisinin yardımıyla sahtekarlığı kanıtladılar. Dino-kuş aslında Çinli kaçakçıların eseriydi... Kaçakçılar yapışkan ve harçlar kullanarak 88 kemik ve taştan dino-kuş yaratmıştı. Archaeoraptor'un ön kısmı tek bir kuşa ait fosildi, ancak dinozorun kuyruğuyla birlikte beden kısmında dört ayrı türden kemikler vardı. Dino-kuşun bilgisayarda taranması kuş iskeletinin daha önce bilinmeyen türlere ait olduğuna, dino kısmının ise küçük dinozorların yeni türüne işaret etti."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] (Cümle düşüklüğü, Hürriyet'e aittir)
Peki nasıl olmuştu da National Geographic dergisi bu kadar büyük bir bilim sahtekarlığını tüm dünyaya "evrimin büyük kanıtı" olarak göstermişti? Bu sorunun cevabı, söz konusu derginin evrim fanatizminde gizliydi. National Geographic, Darwinizm'e körü körüne bağlandığı ve teori lehinde gibi gördüğü her propaganda malzemesini bilimsel bir kaygı duymadan kullandığı için ikinci bir "Piltdown skandalı"na imza atmıştı.
Evrimci bilim adamları dahi National Geographic'in fanatizmini kabul ediyordu. ABD'deki ünlü Smitsonian Enstitüsü'nün kuşlarla ilgili bölüm başkanı olan Dr. Storrs L. Olson, bu fosilin sahte olduğuna dair daha önceden National Geographic'i uyardığını, ancak dergi yönetiminin bunu tamamen gözardı ettiğini açıkladı.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Olson, USA Today gazetesine yaptığı açıklamada ise, "Problem şu ki, fosilin sahte olduğu belli bir aşamada National Geographic tarafından da anlaşılmıştı, ama bu bilgi açıklanmadı" diyordu.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Yani National Geographic, tüm dünyaya büyük evrim delili olarak gösterdiği fosilin sahte olduğunu anlamasına rağmen, aldatmacayı sürdürmüştü.

EVRİMCİ MEDYANIN DİNAZOR YANILGISI...


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Sabah Gazetesi, 16 Ekim 1999
...VE GERÇEĞİN İTİRAFI


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Hürriyet Gazetesi, 29 Mart 2001


Medya kuruluşlarının bir bölümü, evrim teorisini sorgusuz sualsiz kabullenmekte ve evrim lehinde gibi gördükleri her iddiayı bilimsel bir gerçek gibi kamuoyuna sunmaktadırlar. En üstteki iki gazete haberi bunun bir örneğidir: Haberlerde kuş tüylerine sahip bir "kanatlı dinozor" fosili bulunduğu ve bunun kuş-dinozor evrimi senaryosunu kanıtladığı ileri sürülmektedir. Oysa iki yıl kadar sonra, söz konusu fosilin yeni bir evrim sahtekarlığı olduğu ortaya çıkmış ve bu kez aynı gazeteler "dino-kuş"un "palavra" olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak gerçek her zaman bu kadar açık bir şekilde ortaya çıkmamakta, çıksa bile çoğu insanın zihninde evrim sahtekarlıkları ve masalları "bilimsel gerçek" olarak kalmaktadır.

National Geographic dergisinin sergilediği bu tavrın, evrim teorisi adına düzenlenen ilk sahtekarlık olmadığını da belirtmek gerekir. Ortaya atılmasından bu yana, teoriyi desteklemek için pek çok sahtekarlık yapılmıştır. Alman biyolog Ernst Haeckel, Darwin'i destelemek için sahte embriyo çizimleri yapmıştır. İngiliz evrimciler, insan kafatasına orangutan çenesi monte edip, bunu British Museum'da 40 yılı aşkın bir süre "Piltdown Adamı-Evrimin En Büyük Kanıtı" diye sergilemişlerdir. Amerikalı evrimciler, tek bir domuz dişini "Nebraska Adamı" diye lanse etmişlerdir. Dünyanın dört bir yanında, "rekonstrüksiyon" adı verilen sahte çizimlerle, gerçekte hiçbir zaman yaşamamış olan "ilkel yaratıklar" veya "maymun adam"lar tasvir edilmiştir.
Kısacası evrimciler daha önce Piltdown adamı sahtekarlığında denedikleri bir yöntemi bir kez daha kullanmışlardı: Bulamadıkları ara geçiş formunu kendileri üretmişlerdi. Bu olay, evrim teorisi lehinde yapılan uluslararası propagandanın ne kadar yanıltıcı olduğunun ve evrimcilerin teoriye bağlılık uğruna her türlü sahtekarlığı yapabileceklerinin bir kanıtı olarak tarihe geçmiş oldu.

8. "İNSAN EMBRİYOSUNDAKİ SOLUNGAÇLAR" HURAFESİ, HANGİ BİLİMSEL SAHTEKARLIĞA DAYANIR?
Canlıların, doğumlarına kadar olan süre içinde anne rahminde 'evrime delil olabilecek bazı dönemler' geçirdiği tezi, evrim teorisinin temelsiz iddiaları arasında özel bir yer tutar. Çünkü evrimci literatürde "rekapitülasyon" olarak bilinen bu tez bilimsel bir yanılgı olmasının ötesinde bilimsel bir sahtekarlığı da ifade etmektedir.

HAECKEL'İN REKAPİTÜLASYON HURAFESİ

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Bilim tarihinin en önde gelen şarlatanlarından biri olan Ernst Haeckel

Rekapitülasyon iddiası evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 19. yüzyılın sonlarında ortaya atılmıştır. Bu terimin ifade ettiği evrimci tez, "bireyoluş soyoluşun tekrarıdır" (ontogeny recapitulates phylogeny) şeklinde özetlenen bir iddia öne sürer. Bunun anlamı, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde evrimsel atalarının geçirmiş oldukları evrim sürecini tekrarladıklarıdır. Örneğin, insanın ana rahminde önce balıklara, sonra sürüngene benzediğini, son olarak da insan özellikleri gösterdiği öne sürülmektedir. Embriyonun gelişim dönemi içinde "solungaç" sahibi olduğu iddiası da işte bu tezden kaynaklanmaktadır.
Oysa bu tez tam bir hurafeden ibaretti. Rekapitülasyonun ortaya atılmasından sonraki yıllar içinde bilimdeki ilerlemeler, tezin geçerliliğinin araştırılmasına olanak sağladı. Bunun sonunda tezin, bunu ortaya atan evrimcilerin hayal güçlerinden ve kasıtlı çarpıtmalarından başka dayanağının olmadığı anlaşıldı. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen sözde solungaçların, gerçekte insanda orta kulak boşluğu, östaki borusu, paratiroidler ve timüs bezlerinin oluşumları öncesindeki taslağı oluşturdukları anlaşıldı. Evrimciler tarafından insan embriyosunun "yumurtanın sarı kesesi"ne benzetilen bölümünün fetus için kan üreten bir parça olduğu saptandı. Evrimcilerin embriyoda görerek "kuyruk" yakıştırması yaptıkları bölümün ise insanın omurga kemiği olduğu ortaya konmuş ve evrimcilerin "kuyruk" benzetmesinin bu bölümün anne karnında bacaklardan önce gelişmeye başlamasından kaynaklandığı anlaşıldı.
Rekapitülasyon iddiasının bilimsel yanlışlığı bugün önde gelen evrimci bilim adamları tarafından da kabul edilmektedir. Neo-Darwinizm'in kurucularından George Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor" diye yazar.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] American Scientist'te yayınlanan bir makale ise bu gerçeği okurlarına şöyle duyurmuştur:
Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Aynı gerçek, New Scientist dergisinin 16 Ekim 1999 tarihli sayısında da şöyle ele alınmıştır:
Haeckel, teorisini "biyogenetik yasa" olarak adlandırdı ve bu düşünce kısa zamanda "rekapitülasyon" olarak popülerleşti. Gerçekte ise, Haeckel'in keskin yasasının yanlış olduğu yakın bir zaman sonra gösterildi. Örneğin, erken insan embriyosunun hiçbir zaman bir balık gibi solungaçları yoktur ve embriyo hiçbir zaman erişkin bir sürüngene ya da maymuna benzer evrelerden geçmez.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Görüldüğü gibi tezin ortaya atılışından sonraki gelişmeler"rekapitülasyon"un bilimsel hiçbir dayanağının olmadığını göstermişti. Ancak aynı gelişmeler, tezin sadece bilimsel bir yanılgıdan değil, bariz bir "sahtekarlık"tan kaynaklandığını da gösterecekti.

HAECKEL'İN ÇİZİM SAHTEKARLIĞI
Rekapitülasyon tezini ortaya atan Ernst Haeckel, teorisini desteklemek için bazı çizimler de yayınlamıştı. İlerleyen yıllarda ve daha Haeckel hayattayken yapılan incelemelerin ortaya koyduğu sonuç son derece çarpıcıydı. Haeckel balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için sahte çizimler yapmıştı! Sahtekarlık yaptığının anlaşılmasından sonraki açıklamaları ise çok daha şaşırtıcıydı:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yan yana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Önde gelen bilim dergilerinden Science da, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında, Haeckel'in embriyo çizimlerindeki sahtekarlık konu etmiştir. "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi" başlıklı makalede şu gerçekler vurgulanmıştır:
Londra'daki St.George's Tıp Fakültesi Hastanesi'nden Michael Richardson, '(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış' diyor…O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğrafla***** kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, Anatomy and Embryology dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar' diye not ediyor.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Yine Science dergisi aynı yazıda şu bilgilere yer vermiştir:
"Richardson ve ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları birbirinden on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson '(Haeckel'in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor' diyor.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Haeckel'in sahtekarlığının daha 1901'de ortaya çıkmasına rağmen yüzyıla yakın bir süre boyunca bu konunun ispatlanmış bir bilimsel kanunmuşcasına birçok evrimci yayında yer bulması da dikkat çekicidir. Evrimci düşünce sahipleri ideolojilerini bilimselliğin önüne ko***** farkında olmadan çok önemli bir mesaj vermişlerdir: Evrim bilim değil, bilimsel gerçeklere rağmen ayakta tutulmaya çalışılan bir dogmadır.

9. KLONLANMAYI "EVRİM DELİLİ" GİBİ SUNMAK NEDEN BÜYÜK BİR ALDATMACADIR?
Canlıların klonlanması (kopyalanması) gibi bir bilimsel gelişme için "evrimi destekler mi?" şeklinde bir sorunun sorulması ya da akla gelmesi bile aslında çok önemli bir gerçeği gösterir. Bu gerçek, evrimcilerin, savundukları teoriyi halka benimsetmek uğruna ne denli ucuz propagandalara başvurduklarıdır. Zira evrim teorisini ilgilendiren bir yönü olmadığı için, "kopyalama" konusu, hiçbir profesyonel evrimci tarafından konu edilmez. Oysa her ne pahasına olursa olsun, körü körüne evrimi savunmaya çalışan, özellikle de bir kısım yerli medya kuruluşlarında odaklanmış çevreler, böylesine ilgisiz bir konuyu bile evrim propagandasına dönüştürmeye çalışırlar.


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

New York Times gazetesi, 8 Nisan 2001 tarihli sayısında, bilinçli tasarım teorisine ve teoriyi savunan Michael Behe ve William Dembski gibi bilim adamlarının fikirlerine geniş yer verdi. Haberde genel olarak Bilinçli Tasarım teorisinin Darwinizm'i yerinden sarsacak bilimsel bir saygınlığa ve tutarlılığa sahip olduğu belirtildi. Aynı gazetede Haeckel'in çizim sahtekarlığına ve embriyoların modern mikroskop altındaki gerçek görünümlerine de karşılaştırmalı olarak yer verildi.


CANLILARIN KOPYALANMASI NE DEMEK?
Kopyalama işlemi için kopyalanması planlanan canlının DNA'sı kullanılır. Canlının bir hücresinde bulunan DNA'sı mikroskop altına alınır ve o türden başka bir canlıya ait bir yumurta hücresinin içine yerleştirilir. Hemen ardından şok uygulanır ve yumurta hücresinin bölünmeye başlaması sağlanır. Bölünmeye devam eden embriyo o türden herhangi bir canlının rahmine yerleştirilir ve gelişip doğması beklenir.

NEDEN EVRİMLE İLGİSİ YOK?
Kopyalama ve evrim kavramları tanım olarak tamamen farklıdır. Evrim teorisi cansız maddenin tesadüfler sonucu canlılığı oluşturduğu iddiası üzerine kurulmuştur. (Bu iddianın gerçekleşebileceğine dair de hiçbir delil yoktur). Kopyalama ise canlı hücrenin genetik maddesi kullanılarak, o canlının kopyalanmasıdır. Zaten canlı olan bir hücreden yola çıkılır ve biyolojik bir süreç laboratuvar ortamına taşınarak yapay yöntemlerle tekrarlanır. Yani ortada evrimin temel iddiası olan "tesadüfi" bir süreç ya da "cansız maddenin canlanması" gibi bir durum yoktur.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Klonlama bir canlının DNA şifresi kullanılarak o canlının laboratuvar ortamında bire bir kopyasının üretilmesidir. Biyolojik bir işlem olan klonlamanın evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Ortaya yeni bir türün veya organın çıkması, herhangi bir gelişim ya da değişim meydana gelmesi söz konusu değildir.

Gerçekte kopyalama işlemi evrim için hiçbir delil sağlamaz, ancak evrimi kökünden çürüten bir biyoloji kanununun çok açık bir kanıtıdır. Bu kanun, ünlü bilim adamı Louis Pasteur'ün 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya koyduğu "hayat ancak hayattan gelir" prensibidir. Bu açık gerçeğe rağmen kopyalamanın evrime delil gibi gösterilmesi, medya yoluyla yürütülen büyük bir saptırma ve aldatmacadır.
Bu saptırma, aslında evrimcilerin klasik bir yöntemidir. Evrim teorisinin ortaya atılmasından sonra, daha ilk yıllardan başla*****, teoriyi benimsetmek uğruna çeşitli propaganda yöntemlerinin denendiğini, hatta bazı evrimci bilim adamlarının bilimsel sahtekarlıklar düzenlediklerini biliyoruz. Evrimci basın da bu sahtekarlıklarda "suç ortağı" olmuştur. Varolmayan deliller telkin yöntemiyle halka ulaştırılmış ve insanların önemli bir bölümünün bunlara inanması sağlanmıştır.
Ancak özellikle son 30 yıl içinde çeşitli bilim dallarındaki ilerlemeler canlıların ortaya çıkışının tesadüf kavramı ile açıklanmasının imkansız olduğunu göstermiştir. Evrimcilerin bilimsel yanlışları ve taraflı yorumları belgelenmiş ve böylece evrim teorisi bilim sınırları içinde savunulamaz hale getirilmiştir. Bu gerçek ise evrimcilerin bir kısmını farklı arayışlara itmiştir. İşte "canlılığın kopyalanması" hatta yakın geçmişte "tüp bebek" gibi bilimsel gelişmelerin evrime delilmişcesine propagandasının yapılması bu nedenledir.
Topluma bilim adına söyleyecek sözü kalmayan evrimcilerin halkın bilgi eksikliğine sığınarak teoriyi yaşatmaya çalışmaları, yalnızca o teorinin bilimsel yönden acınacak halini gösterir. Diğer tüm bilimsel gelişmeler gibi "kopyalama" da canlılığın yaratılmış olduğuna ışık tutan çok önemli ve aydınlatıcı bir bilimsel gelişmedir.

KOPYALAMA HAKKINDA DİĞER YANLIŞ ANLAMALAR
Kopyalama konusunda insanların içine düştüğü bir diğer yanlış anlama ise, kopyalamayı "insan yaratmak" olarak anlamalarıdır. Oysa kopyalamanın böyle bir anlamı kesinlikle yoktur. Kopyalama, zaten var olan canlı bir üreme mekanizmasına, zaten var olan bir genetik bilgiyi eklemekten ibarettir. Bu işlemde ne yeni bir mekanizma, ne de yeni bir genetik bilgi üretilmiş değildir. Var olan bir insanın genetik bilgisi alınmakta, bir annenin rahmine yerleştirilmekte ve annenin doğuracağı yeni çocuğun, genetik bilgisi alınan kişinin "tek yumurta ikizi" olması sağlanmaktadır.
Kopyalamanın ne olduğunu bilmeyen pek çok kişi ise, bu konuda hayali düşüncelere sahiptir. Örneğin 30 yaşında bir insanın hücresinin alınıp, hemen o gün yine 30 yaşında bir kopyasının üretildiğini zannetmektedirler. Oysa sadece bilim kurgu filmlerinde rastlanabilecek olan böyle bir "kopyamala" yoktur ve mümkün de değildir. Kopyalama aslında bir insanın "tek yumurta ikizi"nin doğal yollarla (yani anne rahminde) hayata getirilmesinden ibarettir. Bunun ne evrim teorisiyle ne de "insan yaratmak" kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Bir insanı veya başka herhangi bir canlıyı yaratmak, yani yoktan var etmek sadece Allah'a mahsustur. Nitekim bilimsel gelişmeler de, bu yaratmanın insanlar tarafından gerçekleştirilmesinin imkansız olduğunu göstererek, aynı gerçeği teyidetmektedir.

10. CANLILIK NEDEN UZAYDAN GELMİŞ OLAMAZ?
Darwin 19. yüzyıl ortalarında teorisini ortaya attığında, yaşamın kökeninden, yani ilk canlı hücrelerin nasıl var olduğundan hiç söz etmemişti. 20. yüzyılın başında canlılığın kaynağını araştıranbilim adamları ise, evrim teorisinin geçersizliğini fark etmeye başladılar. Canlılıktaki kompleks ve mükemmel yapı birçok araştırmacının yaratılış gerçeğini görmelerine zemin hazırladı. Canlılığın evrim teorisinin iddia ettiği gibi bir "tesadüf ürünü" olamayacağı, matematiksel hesaplar, bilimsel deney ve gözlemlerle ispatlandı.
Tesadüf iddiasının çürümesi ve canlılığın "tasarlanmış" olduğunun anlaşılmasıyla, bazı bilim adamları canlılığın kökenini uzayda aramaya başladılar. Fred Hoyle ve Chandra Wicramasinghe bu iddiayı ortaya atan bilim adamları arasında en tanınmışlarıdır. Bu iki bilim adamı birlikte kurguladıkları bir senaryoda, uzayda canlılık için "tohumlama" yapan bir güç olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hoyle-Wicramasinghe'nin senaryosuna göre bu tohumlar uzay boşluğunda yer alan gaz veya toz bulutları veya bir göktaşı ile taşınarak yeryüzüne ulaşmış ve burada hayatı başlatmış olmalıdırlar.
DNA'nın varlığını ortaya çıkaran çalışmasıyla ünlenerek Nobel ödülü kazanan Francis Crick de yaşamın kaynağını uzayda arayan bilim adamlarındandır. Crick canlılığın yeryüzünde tesadüflerle başlamasının akıl dışı bir düşünce olduğunu fark etmiş, fakat bu sefer de yeryüzündeki canlılığın "dünya dışı" akıllı varlıklar tarafından başlatılmış olduğunu iddia etmiştir.
Görüldüğü gibi hayatın uzaydan geldiği fikri, bilim dünyasının önemli isimlerini de etkilemiştir. Bugün canlılığın başlangıcını konu alan çeşitli yazı ve tartışmalarda bu mesele sıklıkla gündeme gelebilmektedir. Yaşamın başlangıcını uzayda arayan görüşü iki temel açıdan incelemek konuyu aydınlatacaktır.

BİLİMSEL TUTARLILIK
Uzay boşluğunda yer alan gaz ve toz bulutlarıyla Dünya'ya ulaşan meteorların incelenmesi yaşamın uzayda başladığı tezini değerlendirmede anahtardır. Çünkü bu gökyüzü cisimlerinde, yaşamın uzayda tohumlama yapan dünya dışı varlıklar tarafından başlatıldığı iddiasını destekleyecek veya doğrulayacak hiçbir bulguya rastlanmamıştır. Bu konuda bugüne kadar yapılan tüm araştırmaların ortaya koyduğu gerçek bu cisimlerde bazı çok basit organik maddeler dışında canlılıkta yer alan herhangi bir kompleks molekülün saptanmadığıdır. Bu cisimlerde saptanan organik maddeler canlılık açısından hiçbir şey ifade etmezler.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Dünyaya düşen meteorların atmosfere girdikleri anda başlayan yüksek ısı ve çarpma anındaki şiddet nedeniyle dünyaya canlı bir organizma taşımaları mümkün değildir. Üstte Arizona'daki büyük meteor çukuru görülmekte. Öte yandan, Dünya dışında canlı varlıklar olduğu varsayılsa bile, bunların kökenine de yaratılış dışında bir açıklama getirmek imkansızdır.

Ayrıca bu maddeler canlıları oluşturan moleküllerde bulunan asimetriye de sahip değillerdir. Örneğin canlıların temel yapı taşı olan proteinleri oluşturan aminoasitler teorik olarak, sağ elli veya sol elli olarak ikiye ayrılırlar. Ancak proteinlerin yapısında sadece sol elli aminoasitler yer alır. Meteorlarda rastlanan basit organik moleküllerde (canlıların yapısında rastlanan kimyasal moleküller) ise bu şekilde düzenli bir dağılım değil, tam bir karmaşa vardır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Uzayda yer alan cisim ve maddelerin yeryüzüne yaşam taşıdıkları tezinin önündeki engeller bunlarla sınırlı değildir. Bu tezi savunanlar böyle bir sürecin bugün niçin yaşanmadığına da açıklama getirebilmelidirler. Çünkü Dünyamız'a yönelik göktaşı bombardımanı bugün de devam etmektedir. Ancak bu cisimlerin araştırılması "tohumlama" tezini doğrulayabilecek bir bulgu ortaya koymamaktadır.
Bu tezi savunanların karşısındaki önemli bir soru da şudur: Yaşamın uzayda bir bilinç tarafından oluşturulup, Dünya'ya ulaştığı kabul edilse bile, yeryüzündeki milyonlarca farklı canlı türü nasıl oluşmuştur? Bu açmaz yaşamın uzayda başladığını savunanların karşısında dev bir engeldir.
Tüm bunların yanısıra, evrende yeryüzündeki yaşamı başlattığı iddia edilen herhangi bir uygarlık veya varlığa ait ize de rastlanmamıştır. Özellikle son 30 yıl içinde büyük hız kazanan astronomik gözlem ve araştırmalar sonucu evrende, Dünya'da yaşam başlatabilecek bir uygarlığa ait bir belirti bulunamamıştır.

"UZAYLILAR" TEZİNİN ARKA PLANI
Dünya dışı varlıkların yeryüzünde yaşamı başlattıkları tezi görüldüğü gibi hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. Bu tezi doğrulayan veya destekleyen hiçbir bulgu yoktur. Ancak bu tezi ortaya atan bilim adamları böyle bir arayışa girerken, aslında önemli bir gerçeği gördükleri için yola çıkmışlardır.
Bu gerçek, yeryüzünde canlılığın başlangıcını tesadüflerde arayan bir teorinin savunulacak bir tarafının kalmamış olmasıdır. Canlı yapılarda ve hücrede saptanan kompleksliğin ancak bilinçli bir tasarımın ürünü olabileceğinin anlaşılmasıdır. Nitekim canlılığın kaynağını uzaydaki bir bilinçte arayan bilim adamlarının önde gelenlerinin uzmanlık konuları da, evrim teorisinin tesadüf mantığını reddetmeleri konusunda ipucu vermektedir. Her ikisi de Nobel ödülü sahibi olan bilim adamlarından Fred Hoyle astronom ve biyomatematikçi, Francis Crick ise moleküler biyologtur.
EVRİMCİLERİN UZAYLILAR ÇIKMAZI

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Hayatın kökeninin "uzay", hatta "uzaylılar" olabileceği yönündeki iddialar, aslında birer bilim kurgu senaryosundan başka bir şey değildir. Nitekim bu konudaki yorum ve haberlerde de hiçbir somut kanıttan söz edilmez, sadece "olmuş olabilecek" ihtimaller anlatılır. Oysa "ihtimal" denen bu senaryolar da imkansızdır. Dünyaya meteorlar yoluyla bazı organik bileşikler geldiği varsayılsa dahi, bu bileşiklerin kendi kendilerine hayat oluşturmasının imkansız olduğu kimyasal, fiziksel ve matematiksel bir gerçektir. Dünya'daki hayatın "uzaylılar" tarafından var edilmiş olabileceği yönündeki fantezi ise, hayatın tesadüfle açıklanamayacağını göre, ancak Allah'ın varlığını kabul etmek istemeyen evrimcilerin kaçış çabasıdır. Oysa bu çaba da anlamsızdır, çünkü "uzaylılar" tezi, sadece soruyu bir kademe geriye götürmekte ve "Uzaylıları kim yarattı?" sorusuna dönüşmektedir. Akıl ve bilim, bizi, tüm canlıları yaratmış olan, ancak Kendisi yaratılmamış, sonsuzdan beri var olan bir Mutlak Varlık'a götürmektedir. Bütün bu sayılanlar, herşeyin yaratıcısı olan yüce Allah'ın sıfatlarıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da canlılığın kökenini uzayda arayan bilim adamlarının, canlılığın başlangıcı konusuna yeni bir yorum getirmedikleridir. Bilindiği gibi evrim teorisi canlılığın yeryüzünde tesadüfler sonucu ortaya çıktığını savunur. Hoyle, Wicramasinghe, Crick gibi bilim adamları da böyle bir tesadüfi oluşumun imkansızlığını gördüklerinden canlılığın uzaydan gelmesi gerektiği gibi bir arayışa girmişlerdir. Ne var ki canlılığın tesadüfen meydana gelmesi gibi bir imkansızlık yeryüzü için olduğu gibi uzay için de geçerli olduğundan bilinçli bir tasarımın varlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Ancak bilinçli tasarımın kaynağı konusunda ortaya attıkları "uzaylılar" tezi son derece çelişkili ve anlamsızdır. Modern fizik ve astronomi, evrenimizin bundan 12-15 milyar yıl önce "Big Bang" adı verilen büyük bir patlama ile meydana geldiğini ortaya koymuştur. Evren içinde yer alan her türlü maddesel varlık da bu dönem içinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Dünyamız'daki canlılığın kökenini evrendeki diğer bir madde kökenli canlılıkta arayan bir düşünce, uzayda var olduğunu iddia ettiği o canlılığın nasıl meydana geldiğini de açıklamak zorunda kalır. Bunun anlamı da böyle bir değerlendirmenin meseleyi çözmeyip bir basamak geriye taşımasıdır.
MİLYONLARCA KOMPLEKS CANLI TÜRÜ = CANSIZ MADDE + ZAMAN
Yukarıdaki formül, evrim teorisinin en kısa özetidir. Evrimciler, cansız ve bilinçsiz atom ve molekül yığınlarının, zamanla birleşince kendi kendilerine organize olup canlanacağına ve son derece kompleks ve mükemmel milyonlarca farklı canlı türüne dönüşeceğine inanmaktadırlar. Bu batıl inanç, bilinen hiçbir fizik veya kimya kanunu tarafından desteklenmez. Aksine, fizik ve kimya kanunları, zamanın "düzenleyici" değil, "düzensizleştirici, tahrip edici" etkisi olduğunu göstermektedir. (Termodinamiğin 2. Kanunu)

Gerçekte "zaman" faktörü, evrimcilerin, teorilerini gözlem dışı bırakabilmek için kullandıkları bir kaçamaktan başka bir şey değildir. Doğada yeni canlı grupları var eden bir "evrim süreci" asla gözlemlenmediği için, evrimciler "evet evrim gözlemlenemiyor, ancak geçmişteki milyonlarca yıl içinde gerçekleşmiş olabilir" diye bu açığı kapatmaya çalışırlar. Bu iddia ise fosiller tarafından çürütülmekte, fosil kayıtları geçmişte hiçbir evrim yaşanmadığını göstermektedir.

Görüldüğü gibi "uzaydan gelme" tezi evrimi destekleyen değil, evrimin imkansızlığını ortaya koyan ve canlılık için bilinçli bir tasarımdan başka bir açıklama olamayacağını kabul eden bir görüştür. Bu tezi ortaya atan bilim adamları doğru bir tespitten yola çıkarak yanlış bir yola sapmışlar ve bilinçli tasarımın kaynağını uzayda arama gibi saçma bir arayışa girmişlerdir.
Bilinçli tasarımın kaynağının "uzaylılar" gibi bir kavram olamayacağı ortadadır. Bir an için uzaylılar diye birilerinin olduğunu farz etsek dahi bunların kendilerinin de tesadüfen ortaya çıkamayacakları, bilinçli bir tasarımın ürünü olmaları gerektiği açıktır. (Çünkü fizik ve kimya kuralları evrenin her yerinde aynıdır ve bu kurallar, canlılığın "tesadüfen" oluşmasını imkansız kılmaktadır.) Bu da uzayın, evrenin ve bunların içindeki her türlü varlığın, herşeyin ötesinde, hiçbir şeye tabi olmayan, maddeden ve zamandan bağımsız, üstün ilim, kudret ve akıl sahibi olan Allah tarafından yaratıldıklarını gösterir.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet bizimmekan