Konu: Maide
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Temmuz 2009, 01:22   #4
Çevrimdışı
Spammer
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Maide




Bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır: Birincisi, Ubâde b. Sâmit hazretlerinin yukarda nakledilen sözü ve müminlerden maksad umumdur. İkincisi, İkrime'nin rivayetine göre Hz. Ebu Bekir'dir. Üçüncüsü, Ata'nın İbnü Abbas'dan rivayetine göre de Hz. Ali'dir. Ebu Zerr'den de: "Bir gün mescidde öğle namazını kılmıştık, bir dilenci: 'Ey Rabbim şahid ol Resulullah'ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi' diye şikayet etti. Hz. Ali daha namaz kılıyordu ve rükûda idi. Dilenciye serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı, Resulullah bakıyordu: 'Allah'ım, kardeşim Musa senden: 'Rabbim! benim göğsümü aç, bana işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar, bana âilemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u; onunla arkamı kuvvetlendir, onu işime ortak yap' (Tâhâ 20/25-32) diye niyaz etti, sen de: 'Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize bir yetki vereceğiz' (Kasas, 28/35) diye Tevrat'ı indirdin. Allahım, ben de peygamberin Muhammed'im, benim de göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, bana da âilemden Ali'yi vezir yap ve bununla arkama kuvvet ver' dedi. Henüz bu kelimeleri tamamlamadan Cebrâil indi, 'Ey Muhammed oku: dedi." diye bir rivayet vardır. Bu iki rivayete göre (iman edenler) den maksat belli şahıstır diyenler olmuş ve bundan dolayıdır ki Şîa, Hz. Ali'nin imameti meselesinde bu âyet ile istidlâl etmek istemişlerdir. Şüphe yok ki Ebu Bekir ve Ali cümlesindedirler, fakat yalnız değil.
56- "Kim Allah'ı, Resulünü ve müminleri dost edinirse (bilsin ki) Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir." Hizb, lugatta bir şahsın fikrine tâbi olup kendisiyle beraber bulunan arkadaşlarıdır ki, kendilerini sıkıştıran bir iş için toplanmış kimseler demektir. "Hizbullah" tabirini tefsirciler, "Allah'ın taraftarı", "Allah'ın yardımcıları", "Allah'ın dostları", "Allah'ın ordusu" diye çeşitli tabirlerle tefsir etmişlerdir. Yani gerçekte galip olanlar, ancak Allah ordusu veya Allah dostları yahut Allah yardımcıları ya da Allah taraftarları, Allah fırkasıdır. Asıl velâyet Allah'ındır. Diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
57-Bunun için: "Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin." Görülüyor ki önceki yasak umûmi şekilde yalnız yahudi ve hıristiyanlara mahsus idi. Burada ise yasak bütün kâfirlere genelleştirilmiştir. Ve aynı zamanda bu yasak, kitap ehlinin İslâm dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmuştur. Bunun nüzul sebebinde deniliyor ki, Rifâa b. Zeyd ile Süveyd b. Hâris görünüşte müslüman olmuşlar, müslüman olmuş gibi görünmüşler, sonra münafıklığa girişmişler, müslümanlardan birtakım kimselerin de bunlara sevgisi varmış, bu âyet bunlar hakkında inmiştir. Şu halde dıştan müslüman görünüp içinden küfür ve nifak taşımak, dini çirkin maksatlara alet yapmak, dini eğlence ve oyuncak yerine koymaktır ve bununla önce müslümanlığını açığa vurarak, müslümanlara içlerinden fesat saçmak isteyen dönme kâfirlere dikkat nazarı celbedilmiştir. Bununla beraber sebep hass (özel) olmakla beraber hüküm âmm ( genel)dır ve her çeşit alayı içine alır. Bunun için bu mutlak sözden sonra alay etmenin özel bir çeşidini beyan ile şöyle buyuruluyor:
58- O kâfirleri de dost edinmeyiniz ki, namaza çağırdığınız, yani ezan okuduğunuz zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun yerine tutar, alay ederler. Bu da bunların akılsız bir toplum olmalarından doğar. Bu akılsızlıkları cümlesindendir ki, mânâsız çanları dinlerler de tevhide, namaz ve kurtuluşa çağıran yüksek mânâlı güzel ezanlardan hoşlanmazlar.
Bu âyet önce ezanın meşru olduğuna, ikinci olarak onunla alay etmenin ve hafife almanın küfür olduğuna delalet etmektedir. Bunun için ezana icabet etmek vacibtir. Bu âyetin iniş sebebinde de şu iki rivayet vardır: Ezan okununca müslümanlar namaza kalktıklarında yahudiler gülüp alay ederek "Kalktılar, kalkmaz olsunlar; kıldılar, kılmaz olsunlar; rûkû ettiler, etmez olsunlar" derlermiş. Sûddi'nin rivayetine göre Medine'de bir hıristiyan varmış, müezzinin "Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Muhammed Allah'ın Resulüdür" dediğini işittiği zaman "Allah yalancıyı yaksın" dermiş. Bir gece hizmetçisi elinde bir ateş ile odasına giderken bir kıvılcım sıçramış, hane halkı da uykuda imiş, derken bir yangın çıkmış, hıristiyan da bütün âilesi ile beraber yanmış gitmiş, bu âyet de bunun üzerine inmiştir.
59-Şimdi Kitap ehlinin müslümanlar hakkında besledikleri fesat fikri ile dini alaya alma ve küçük görmelerine karşı cevap, ceza, öğüt ve irşad olmak üzere buyuruluyor ki: "De ki: Ey kitap ehli! Sadece Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz."
NAKM bir şeyden hoşlanmamaktır ki, nimetin zıddı ve azab demek olan "nikmet" bundan veya bu mânâ ondan alınmıştı. Bu âyette pek güzel bir "kıyas-ı muhassem" (ikilem) vardır. Yani ey kitap ehli, sizin bizden hoşlanmamanız, bizi ayıplamanız, dinimizi beğenmemeniz, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır: Birisi, bizim Allah'a ve Allah tarafından bize, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa'ya indirilen şeriat ve yola, Kitap ve Sünnete ve bundan önce geçen peygamberlere indirilmiş olan kitaplara ve bu arada Tevrat ve İncil'e de iman etmemiz; diğeri de sizin çoğunuzun fâsık olmasıdır. İşte bizi beğenmemenize ve bize kızmanıza bu iki şeyden başka sebep yoktur. Bizim imanımız sizden geniş ve sizin esaslarınızı da içine almaktadır. Sizin ise hem iman sahanız ve vicdanınız dar, hem de çoğunuz fâsık ve vicdansız. Şüphe yok ki, birincisi olan iman ve vicdan genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi gereken bir haktır. Şu halde sizin bizden hoşlanmamanızın tek sebebi fâsıklığınız ve vicdansızlığınızdır. Gerçekte dar kafalılar yüksek kafalıları, vicdansızlar vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler ve onları rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelirse bir yudum suda boğmak isterler. Büyüklerin kıymeti de bunlara tahammül etmek ve mücahede eylemektir. Demek oluyor ki bu âyet, kitap ehline cevap verirken, ilk önce müslümanlara bir derstir. Çünkü müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu geniş ve kuvvetli imana sahip olması ve çoğunluğun günahkâr olmaması lazım gelir. Yoksa yahudilerin ve hıristiyanların günahlarına iştirak edip de onlara kendini beğendirmeye çalışmak veya onlara galip gelme ümidini beslemek hem hakka iftira ve hem kendini rezil etmektir.
60- "Nebe'", mühim haber demektir. Buradaki ism-i işaretin muşârun'ileyhi hakkında ve şerriyyet (şerlik, kötülük) hususunda söz edilmiştir. Bir rivayete göre yahudilerden bir kısmı gelmişler, Resulullah'a dinini sormuşlar, Resulullah "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız" (Bakara, 2/136) diye cevap vermiş. İsa'yı işittikleri zaman, "Biz, sizin dininizden daha kötü dini bilmiyoruz" demişler. Bu âyet bunun üzerine inmiş. Şu halde bunlar dine "şer" (kötü) dediklerinden dolayı, "Sizin şer dediğinizden daha kötüsünü size haber vereyim ki, o sizin din adını verdiğiniz kendi halinizdir." mânâsına mücârat yoluyla şer denilmiş ve de ayıplanan dine işarettir denilmiş ise de, biz bu iniş sebebine karşı çıkmamakla beraber şu mânâyı daha açık buluyoruz: Ey Muhammed, o kitap ehline şöyle de: Daha kötüsünü çok önemli bir şekilde haber vereyim mi? İşte Allah'ın lanetlediği (Bkz: Bakara, 5/13) ve kendilerine gazab ettiği, ve kendilerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı, ve bir de tağuta tapan, tağuta kulluk eden kimseler. işte bunlar mevkice daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış kimselerdir.
"Kırade" (maymunlar) ve "hanâzir" (domuzlar) yapılanların, yani görünüş ve manevî bakımlarından mesih (çirkin bir şekle giriş) denilen, bu hale getirilenlerin "ashâb-ı sebt" (cumartesi günü ehli) olduğu, bunların gençlerinin maymun, ihtiyarlarının da domuz kılığına konulmuş bulunduğu söyleniyor ki, geçmiş ümmetlerde ve özellikle İsrailoğulları'nda böyle mesh (başka bir hayvan kılığına çevrilme) ler bilinmektedir. Hıristiyanlarda da İsa'nın sofra arkadaşları hakkında mesih rivayet edilmiştir. Bunun için bazı tefsirciler, kırade (maymun) cumartesi ehli; hanâzir (domuzlar), İsa'nın sofra arkadaşlarıdır, demişlerdir ki, Bakara sûresinde ashâb-ı sebt hakkında yalnız "Aşağılık maymunlar olun" (Bakara, 2/65) buyurulduğuna göre bu daha uygun olsa gerektir. İnsanların böyle hayvan hâline konulmasına "mesih" denilir ki, ya yalnız manevî veyahut hem sûrî (görünüş itibariyle) ve hem manevî olmak üzere iki türlüdür: Manevî mesih ahlâkî düşüklük doğuran değişme; sûrî ve manevî mesih de ahlâkî düşüklükle beraber hayatı düşüklük doğuran değişimdir ki, buna "hakiki mesh" de denir. Memsûh olanlar (değişime uğrayanlar) da üreme (tenâsül) olmaz. Şu halde, "maymun ve domuz oldular" demek, "hayvan cinslerinden maymun ve domuz üremesi yapan bir çeşit oldular" demek değil, tamamı sefalet içinde tükenmeye ve sonuçsuzluğa mahkum oldular demektir. Bununla birlikte insanın maymundan genesation (doğma, doğum) yoluyla tekamül ettiğini iddia edenlerin yine insanın da doğum yoluyla maymuna döneceğini bir kanun gibi düşünmeleri gerekir. Ve bu âyet bunlara da bir cevap ve inzar (korkutmay)ı içerir. Âyette, lanetten gadab (kızmay)e, kızmadan mesh (hayvana döndürmey)e, mesihden tağuta ibadet (şeytana kulluğ)e doğru giden beyan silsilesi gösteriyor ki, bunların hepsinin toplamı değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde en aşağısı lanet, en yukarısı da şeytana tapmaktır. Demek ki şeytana tapmak, bunların hepsini gerekli kılan bir şer başlangıcıdır. Bunlar önce melûn olur, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılırlar. İkinci olarak uzaklaştırılmakla kalmaz Allah'ın gazabı başlarına çöker, elemler ve belalar içinde kıvranırlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan taklitçisi, kararsız, değişken, sahtekâr, bir bakıma zeki, insanın her yaptığını derhal taklit eder, fakat gerçekte ne yaptığını bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevkedilir, gayet çirkin, suratsız bir maskaralık örneği veya domuz gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her kötülüğü yapar, her pisliği yer, derisi bile debâğat (tabaklama) kabul etmez, çirkin, nefret edilen, kahredilmiş bir cinayet ve alçaklık timsali olur giderler. (Tağutun mânâsı için Bakara sûresinin 256. âyetine bkz.) "Tağut'a taptı". "Abede = " fiil-i mazi olarak veya 'ye mâtuf olup demektir. Fakat Hamze kırâetinde = bâ'nın zammı (ötrüsü) ile ve = te'nin cerri (esresi) ile izafî terkip (isim tamlaması) olarak şeklinde okunur ki, bu şekilde de "kırade" ve "hanâzir"e mâtûftur. "yekuz" vezninde sıfattır.
61-Bunlar, ey müminler size geldikleri zaman "inandık" derler, inanmış görünürler, halbuki kâfir girer, kâfir çıkarlar. Gönüllerinde ne küfürler, ne fesatlar gizlerler ve düşünmezler ki, bu gizledikleri küfür ve münafıklıktan Allah gafil değil, onları kendilerinden daha çok bilir.
62-Ey Muhammed veya ey muhatap bunların hepsi değil, fakat çoğunu görürsün ki günah, düşmanlık, haramı yemek, bu üçüne devamlı koşarlar, atılırlar ki yalancılık, küfürbazlık etmek, zulmetmek düşmanlığın; rüşvet de suht (haram)ın en açık misallerindendir. (Bkz: Mâide, 5/42) Bu yaptıkları amel ne kadar kötüdür.
63- Rabbânîler yani başlarında rabbânîlik iddiasında bulunan âmirleri, politikacıları ve ahbâr denilen âlimleri bunları yalan söylemekten ve haram yemekten yasaklasalar ya! Fakat yasaklamıyorlar, en az susmakla olsun destekliyorlar. Her halde bu işledikleri çok fena bir sanat. Demek ki bunlar bunu sanat edinmişler, çok çirkin bir siyaset sanatına düşmüşlerdir. Ve bütün sorumluluğun esası bunlardadır. Ve halkın ahlâkını, dinini bozan bunlardır. Tağut bunların içindedir. Ve anlaşılıyor ki, zâhitlerin sorumluluğu, âlimlerden daha öncedir. Âlimler demişlerdir ki, Kur'ân'da âlimleri tevbih eden (azarlayan) âyetler içinde en şiddetlisi, en korkuncu budur. İbnü Mubârek hazretleri de bu âyetin içeriğini şu beytiyle ifade etmiştir.
64-"Dini en çok bozanlar melikler, kötü bilginler (hahamlar) ve din adamları (papazlar) dır." Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, sıkıdır, dediler. Bu söz, mahcûr (kullanılmaktan menedilmiş)dur, bağlıdır, dilediği gibi tasarrufa yetkili değildir, her istediğini yapamaz ve şu halde istediği gibi infak ve ihsan da edemez, dardır, bol rızık veremez demek olduğu gibi, eli sıkıdır, tabiatında cimrilik ve tutmak vardır, vermek istemez, isteyemez demek de olabilir. Yani ya doğrudan doğruya cömertliğin inkârı veya kudretin inkârı ile beraber cömertliğin inkârından kinayedir. Arap dilinde "gulliyet" deyimi, cimrilik ve pintilikten; "bast-ı yed" de el açıklığı gibi cömertlik ve keremden kinaye olur. Ve onun için hakikaten el bulunmayan yerde de kullanılır. Dilimizde "eli bağlı" demek, "el darlığı" gibi bir darlık, fakirlik veya aciz olma ve engel mânâsı ifade eder. El sıkılığı ise, esasen yine darlıktan alınmış olmakla beraber bu mânâ düşünülmeksizin servet ve kudreti de varken doğrudan doğruya cimrilik ve yaratılıştan pintiliği ifade eder. Çünkü kinâyeler, ya bir mertebe veya mertebelerle gerekli yerlerde kullanmak demektir. Arapça "gulliyet" ise, her iki mânâya müsaittir. Nitekim "Elini boynuna asıp bağlama" (İsrâ, 17/29) âyetinde el sıkılığı de de el bağlılığı 'zaruret' ve sıkıntılı mânâsınadır. Yahudiler derken, eli, hem bağlı, hem sıkı mânâsını kastetmişler ki, cevapta "hayır, onun eli açıktır, dilediğine infak eder" buyurulmuş, hem kudret ve hem tam irade ile cömertlik isbat olunmuştur. Şu halde yahudilerin bu sözü, "Allah her istediğini yapamaz ve her istediğini veremez, onun için bol bol rızık da veremez, yoksa yahudilere hiç darlık çektirmez, her şeyi ihsan ederdi" meâlinde olduğu anlaşılıyor.
İbnü Abbas, İkrime ve Dahhâk demişlerdir ki, önce bolluk ve ucuzluk içinde bulunan ve hatta bulundukları yerlerde halkın en zengini olan yahudilerin sonradan Allah'a isyanları yüzünden darlığa ve sıkıntıya düşmüş olmalarından dolayı, bu sözü Finhas b. Azura söylemiş ve bu âyet bu sebeple inmiştir. Mukâtil ise İbnü Suriye ve Azir b. Ebî Azir'in de Finhas ile beraber olduklarını ve hatta istikraz (ödünç para alma) âyetlerine karşı, "Muhakkak Allah fakirdir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmran, 3/181) dedikleri gibi Bühtünnassar ve hıristiyanlar tarafından Beyt-i Makdis'in tahribi olaylarına da: "Eğer Allah'ın eli bağlı olmasaydı bunları bizden men ederdi" dediklerini riva-yet etmiştir. Yahudilerin bu sözü Resululllah'ın ashâbının çok fakirlik ve ihtiyaç içinde bulundukları sırada: "Muhammed'in Allah'ı fakir, eli bağlıdır, onun için onları sıkıntıdan kurtaramıyor" şeklinde müslümanlarla alay etmek için söylemiş olmaları ihtimali de söylenmiştir. Âyette bunun zâhitlerin ve bilginlerin sanatlarını kınamanın hemen akabinde söylenmiş olması sebebiyle sözün gelişi (siyakı) bize şunu işaret ediyor ki, bu sözün yahudilerin bilginleri tarafından söylenmiş olması itibariyle hepsine nisbet edilmiştir. Ve demek oluyor ki, bu söz yahudilerin inanç ve ahlâklarıyla ilgili bir düstur mahiyetinde özetlenmiş ve herkesin anlayabileceği bir ifade ile anlatılmıştır. Buna göre bunda başlıca iki mesele vardır: Birisi, sonraki yahudilerin Allah'ın hakkındaki felsefi görüşleri; diğeri de buna bağlı olarak ahlâk ve iktisatta tutturdukları cimrilik ve pintilik düsturları ki, bunlar yukarda anılan kötülüklerin sebeplerinden en önemlisini teşkil eder. Demek oluyor ki, yahudi bilginleri sonradan tabiat (huy) ve icab (gerekircilik) nazariye (görüş)sine saparak Allah Teâlâ'nın tam mânâsıyla istediğini yapabilen (fâil-i muhtar) olmadığı ve ilâhî kudret ve iradenin tabiat kanunları ile bağımlı ve mahdut olup onun üstüne çıkamayacağı, diğer deyimle Allah kâinatı yarattıktan sonra artık dinlenmeye çekilip hüküm ve kudretini "biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" dedikleri gibi, yarattıklarına tevdi etmiş olmakla, onlara dilediği gibi sevap veremeyeceği ve ceza yapamayacağı ve bu şekilde eli bağlanmış, lutuf ve ihsanı gayet daralmış olduğu ve böylece yahudilerin bunu böyle bilip gereğince her hususta cimrilik ve pintiliği iktisat kanunu edinmeleri gerektiği fikrine düşmüşler ve bu fikir altında Allah'ın hem rahmetinden ümitsiz ve hem gazabından emin olarak o fena sanata girmişler, kısacası "Allah'ın eli bağlıdır" demişler. Kendi elleri bağlanmış da öyle söylemişler ve söyledikleriyle lanetlenmişlerdir. Elleri bağlansın ve sözleriyle lanet olunsunlar!. Bu kısım, ya bu sözlerinin sebep ve sonuçlarını haber vermek veya bu sebeple aleyhlerine dua etmeyi öğreten ve telkin eden bir inşa (dilek)dır.
Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. Yed-i cemâli (cemâl eli) de açık, yed-i celâli (celâl eli) de. Hâşâ o cimri değil, mutlak cömerttir, âciz değil, mutlak kâdir (güçlü)dir. Nasıl dilerse öyle verir, isterse verir, isterse vermez; isterse az verir, isterse çok; isterse hesap ile verir, isterse hesapsız; isterse sebep ile verir, isterse sebepsiz; hem zengin, kerim, hem mutlak kâdir; hem isteğini yapan, hem mutlak rızık vericidir. Ne vermeye mecburdur ne vermemeye; ne vermekle zenginliği tükenir, ne vermemekle cimri olması gerekir. Ne kudretini kanıtlayacak bir güç vardır, ne de iradesini yasaklayacak bir kanun. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde hâkimdir. Onların sınırlarından çıkmaya yol bulamayacak olanlar yaratıcı değil, yaratık olanlardır. (Bu konuda Bakara 2/212; Al-i İmrân, 3/26-27; Nûr, 24/38; İsrâ', 17/30; Sebe', 34/36; Zümer, 39/52; Şûrâ, 42/12, 27; Talâk, 65/2-3; Zâriyât, 51/58 âyetlerinin tefsirine bkz.)
TENBİH: Biraz önce işaret ettiğimiz üzere dilimizde "filanın eli açık" denildiği zaman bilinir ki bu tabirlerde "el" kelimesinin müfred (tekil) olarak bir mânâsı kastedilmez ve "eli açık" terkibi bütünüyle bir kelime gibi mânâsından mecaz, daha doğrusu kinâye olur. Hakiki mânâ mümkün olsa bile düşünülmez. Sahî, cömert olan kimsenin iyilik etme ve verme sırasında daima elini uzatıp açmakta ve herkes ondan alacağını almakta olması gibi esasa ait kullanmaya sebep olan gerekli şey kimsenin hatırına gelmez. Hatta o derecedeki bazan hakiki mânâ mümkün bile olmaz. Mesela iki kolu dibinden kesilmiş olan bir kimse bile gerçekte cömert olursa ona "eli açık" denir. İşte Arapçada "eli açıktır" da tıpkı böyledir. "İki eli açıktır" ise bunun tekit ile mubalağasıdır ki, kendisinde cimrilikten asla eser olmayıp devamlı ve son derece vergili olduğunu ifade eder. Ve bunlarda "yed" (el) kelimesinin ne tekil ne tesniyesi (ikili)nde özel bir mânâ asla kastedilmiş veya düşünülmüş değildir. Ve bunun Arap dilinde birçok misalleri vardır. Mesela: "İki elin açılması koruya bol bir yağmur verdi. Dereleri ve tepeleri de onun nimetine şükretti." diyen şairin derelerinin, tepelerinin feryadını şükredilmiş kılan kuvvetli bir yağmuru koruya ihsan eden tabirinde asla "el" tasavvur etmeyip, sırf nimeti yaymayı kasteddiği şüphesizdir. Aynı şekilde Lebid: "Soğuğun yuları poyrazın elinde olunca rüzgar sabahı bir ağırlık görür." diye soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgar sabahı, mücerred (soyut) bir temsilî istiâre ile poyrazın tesirini ve soğuğun şiddetini anlatmıştır. Demek ki "rüzgar gibi el" tasavvuru, mümkün olmayan şeylere bile dilde el isnadı ve hatta müfret bir mânâ kastedilmeyerek isnadı pek çoktur. İşte yüksek nazmında da mânâsıyla cömertliği tekit edilmiş yüksek kudret ve kâmil irade kastedilmiş olduğundan "yed"in ne hakiki, ne hakiki olmayan hiçbir mânâsı düşünülmeyerek tamlamanın toplamından kinayeye ait bir mânâ kastedildiğinde tereddüde yer yoktur. Ancak bundan "yed"in bilinen mânâsı düşünülmeksizin (Allah'ın eli) denilmesinin yasaklanmış olmayıp caiz ve meşru olduğu anlaşılır. Hakikatte Allah'a "el" nisbet eden birçok âyet ve hadis vardır ki, bunların bazısı, sayı beyan olunmaksızın "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10), âyeti ve "Allah'ın eli toplumla beraberdir.", hadisi gibi mutlaktır. Bu âyet, aynı şekilde "(Allah) dedi ki: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimde) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?' (Sâd, 38/75) âyeti "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisi gibi bazısında "iki yed" (iki el) zikredilmiştir. Bazısında da çoğul gelmiştir "Ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık" (Yasîn, 36/71) âyeti gibi. Bunlardan ise bir akaid (inanç) meselesi hasıl olmuştur. Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed (el) isnat edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11) gereğince yedullah (Allah'ın eli)ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (eli) vardır' diye iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O (Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir. Fakat sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve izahını caiz görmüşlerdir.
Arap dilinde (el) kelimesi çeşitli şekillerde kullanılagelmiştir:
1. Bilinen özel uzvun ismi ki kâh bileğe ve kâh koltuğa kadar söylenir.
2. Nimet mânâsınadır ki çoğulunda kullanılır. "Yanımda filanın nimeti çoğaldı." "Filanın bende bir nimeti var ki onun üzerine kendisine teşekkür ediyorum." denilir. Dilimizde bu mânâ pek bilinmemektedir. Fakat "efendim elinizin altında yaşıyayım" denildiği zaman da nimetiniz ve yardımınız sayesinde demek olur.
3. Kuvvet ve kudret mânâsınadır. Nitekim "kuvvetlerin ve akılların sahibi" diye tefsir edilmiştir. Sîbeveyh'in naklettiği üzere araplar derler ki, maksat tam kudreti inkâr etmektir. Yani "Senin buna pek kudretin yoktur" demektir. Dilimizde de bu mânâ çok bilinir. Mesela "El, elden üstündür arşa varıncaya kadar" denilir ki, "Kudret, kudretten üstündür, ancak Allah'ın kudretinin üstünde hiçbir kudret yoktur" demektir. Aynı şekilde, "Filanın bunda eli var, yahut parmağı var" denildiği zaman da tesiri, etkisi var demektir ki, bu da kudret mânâsına aynı köktendir. Bu cümleden olmak üzere dilimizde "el", âlet ve iş yapma aracı mânâsına da kullanılır, "Bu işte filanın eli filandır; filan, filanın eli ayağıdır" denildiği zaman bu mânâ kastedilir. Bu kullanma şekli, Arapça'da da yok değildir.
4. "Mülk" mânâsınadır. "Şu arazi filanın yedindedir" denilir ki, mülkiyeti altında veya tasarrufundadır, demek olur. Nitekim "Nikah bağı elinde bulunan erkek" (Bakara, 2/237) demek, nikahı akdetmek selahiyetine sahip olan demektir.
5. Yardımın ve özelleştirmenin şiddeti mânâsınadır ki, "Ben bunu elimle yaptım" demek, "kendim yaptım" demek olduğu gibi, "İtina ettim, çok özel şekilde önem verdim, şu halde bence büyük bir kıymeti vardır" demek de olur. Âdem hakkında "Kendi iki elimle yarattığım" (Sâd, 38/75) buyurulması bu cihetle bir özel şerefi beyandır.
İşte Allah Teâlâ'ya nisbet edilen "yed" de birincideki mânâdan başka hepsi için düşünülmesi mümkündür. Ebu'l- Hasen el-Eş'arî (Allah ona rahmet eylesin) bazı sözlerinde demiştir ki, "Yedullah (Allah'ın eli), zâtullah (Allah'ın zâtı) ile kâim bir sıfattır ki kudretten başkadır. Ve ıstıfa (seçme) yoluyla tekvin (yaratma) bunun şanındandır". Fakat Eş'arî'nin, tekvîn sıfatını kudret sıfatına dönüştürdüğüne göre böyle demesi, yed (el) mutlak kudret değil, bir özel kudrettir mânâsına kabul edilebilir. Âlimlerin çoğu da Allah Teâlâ hakkında yed (el)in, kudretten veya nimetten ibaret olduğunu söylemişlerdir. Fakat "hayır, onun iki eli açıktır" da bu konuların cereyan etmesine hiç de lüzum yoktur. Zira bu, yahudilerin kinayesine yine kinâye ile - bilindiği üzere- bir cevap olduğu için, bunun yorumu bilinemeyecek olan müteşabihlerden olmadığı ve şu halde buradaki "yed" (el) den bu mânâların hiçbiri düşünülmeyerek cömertlik ve kudretin doğrudan doğruya tamlamadan kinâî mânâ olmak üzere anlaşıldığı unutulmamalıdır. Ve bundan dolayı burada, "Allah'ın iki kudreti ne demektir? " diye bir soruya da yer yoktur. Çünkü tesniye (ikil), yukarda hatırlatıldığı üzere, cümlenin mânâsına göre sırf mubâlâğa ve tekit içindir. Bununla beraber "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisinde olduğu gibi burada da "yed" (el)in kinâyeden vazgeçerek mânâsını düşünmek gerekirse iki "yed"in biri "açık el", biri de "kapalı el" olmak üzere ilâhî kudretin cemâl ve celâli durumlarını anlamak gerekir. Nitekim celâl eserini göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve her halde Rabbinden sana indirilen bu Kur'ân âyetleri o yahudilerden birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. Bundan sonra bunlar tağutluk (şeytanlık)ta daha ileri gideceklerdir. Çünkü laneti haketmiş olanlar "Allah onların kalblerini temizlemeyi istemedi." (Mâide, 5/41) hükmüne mahkum olmuş zalimlerdir. Kur'ân'ın fiilî hidayeti ise muttakiler ve müminler içindir. "Muttakiler için yol göstericidir" (Bakara, 2/2); "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir." (Bakara, 2/26); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. (Ama Kur'ân) zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ', 17/82). Fakat bunların küfür ve taşkınlığından endişeye de yer yoktur. Çünkü "biz onların arasına, kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışız" dır. Bunun için "ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür." Şu halde bunlar hiç bir zaman hakiki bir kuvvet ve üstünlük bulamazlar. Yeryüzünde daima fesat çıkarmaya çalışır dururlar. Allah ise fesatçıları sevmez, fesatçılığa koşanların cezasını verir. Ve vermek için yed-i kudreti (kudret eli) bağlı değildir. Onlara lanet eder, sıkıştırır ve azab eder de eder. Bununla beraber yed-i rahmeti (rahmet eli) de bağlı değildir.
65-Bunun için Kitap ehli fesatçılığa koşmaktan tevbekâr olup iman etseler ve layıkıyla korunsalar, fesattan sakınıp rahmet eline talip olsalardı, bütün kötülüklerini - istedikleri gibi- kendilerinden muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine koyar mesut ederdik.
66- Bunlar iman edip Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen diğer kitapları ve âyetleri ikame etseler, yani her türlü tahriften uzak olarak gözlerinin önüne dikip hiç birinden nasiplerini unutmaksızın bunların içermiş olduğu ilâhî anlaşmaları yerine getirseler ve bu şekilde muttakî olsalardı -ki o zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğine iman etmiş olacaklardı- bu takdirde hem üstlerinden ve hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraflarından Allah'ın nimetine garkolacaklardı da, sıkıntılar içinde kalıp cimrilik ve pintilik derdiyle "Allah'ın eli bağlıdır" demeyecekler, lanet ve gazaba layık olmayacaklar, hem ahiret ve hem dünya saadetine ereceklerdi. Bunlara Tevrat ve İncil'den başka "kendilerine Rablerinden indirilen" den maksad, diğer peygamberlere inmiş olan Şa'ya Kitabı, Habbuk Kitabı, Dâniyel Kitabı gibi Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderileceğinin müjdeleriyle dolu bulunan kitaplar ve Kur'ân'da bu âyetler gibi kitap ehline hitap ederek indirilen âyetlerdir. in birçok mânâlara ihtimâli vardır:
Birincisi: Yalnız alt - üst değil, her yönde bolluktan kinâyedir ki; hiçbir yönden yoksulluk görmeyecek, baştan ayağa nimete gark olarak devamlı nimetleneceklerdi demek olur.
İkincisi: Yukarıdan yemek, yağmur ve diğerleri gibi gökten gelenlerden istifade etmek; ayak altından yemek yeryüzüne ait mahsullerden faydalanmaktır.
Üçüncüsü: Yukardan yemek, ağaçların meyvelerine; aşağıdan yemek de ekilmiş olanlara işaret olabilir.
Dördüncüsü: Yukardan yemek, çalışmaksızın ihsan olunacak Rabbânî mevhibeler (bağışlar); ayaklarının altından yemek de çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.
Beşincisi: Üstten yemek, devletin elde ettiği ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî teşebbüs ile olan ferdî üretime delalet edebilir.
Altıncısı: "ahitleri ifâ edin" emrini yerine getirip, size nimetimi tamamladım" hitabıyla ve "üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın" uyarmasına muhatap olan müslümanların, o zaman zaruretten kurtularak nâil oldukları saadet haline işaretle, bu saadetten mahrum kalanların gıbta (imrenme)larını harekete geçirme mânâsı düşünülebilir.
Yedincisi: Bunlardan başka ahiretteki naîm cennetlerinin nimetlenme şeklini de bir tasvirdir.
Fakat bunlar, böyle iman ve ittikâ ile bunları hakkıyla yerine getirmediler içlerinde muktesid, yani mutedil (orta yolu tutan) bir ümmet, bir toplum var, fakat az. Halbuki onların çoğu -yukarda gördüğünüz üzere- ne fena şeyler, ne çirkin işler yapıyorlar!.. Şu halde toplumun tümüne azınlığın celbedebileceği saadeti, çoğunluğun celbettiği felaket yok ediyor.
"Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize ulaşır)" (Enfal, 8/25) âyetinin delaleti ortaya çıkıyor. Hepsinde eli açıklık yerine, pintilik vuku buluyor. O halde bu azınlık, o çoğunluktan her yönden ilgisini kesmelidir ki, bu ortaklıktan kurtulmuş olsunlar. Kısaca Allah'ın rahmet eli de açıktır, gazap eli de. Ve bütün bu rahmet ve gazap hükümleri başka hiç bir zorlayıcı şart olmaksızın sırf Allah'ın sübhânî iradesidir. Ve bunlara mahkum olan Allah değil, kullardır. Bununla beraber kullar da istemekte serbesttir. Şu halde kullar bunun hangisini ister ve hangisinin yoluna koşarsa ona ulaşır. Rahmet eline koşan onu daima açık, dilediği gibi rahmet saçıyor bulur. Gazap eline koşan da onun daima açık, dilediği gibi gazap saçıyor bulur. İkisi de sağ, ikisi de kuvvetlidir.
İKTİSAD : Lugatte "işte ölçülü olma" demektir ki "kasd" den alınmıştır. çünkü istediğini iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden doğru bir şekilde kasteder. İstediğinin yerini ve mevkisini bilemeyen ise şaşkınlık içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada sebep olan amel (iş) demek olmuştur. Maliyeye ait işlerdeki iktisadın da esası budur. Buradaki "ümmet-i mukteside (orta yollu, ölçülü ümmet) hakkında tefsirciler iki görüş naklediyorlar:
Birine göre maksad, yahudilerden Abdullah b. Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resulullah'a iman edenlerdir. Diğerine göre de "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder" (Âl-i İmran, 3/75) âyetinin delaleti üzere kitap ehli içinde kendi dinlerinde adaletli ve doğru olan ve Resulullah'a iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve kızgınlığı bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir ki, öncekiler de bu gibilerden ortaya çıkar. Bizce de açık olan ikincisidir. Zira öncekine göre kevn-i sâbık (geçmiş oluş) la mecaza yüklenmiş olması gerekecektir.
67-Şimdi ey o Kitap ehlinin kitaplarında müjdelenmiş olan ve onların iman etmeleri gereken Resulüm Muhammed! Sen onlar içinde orta yolu tutanların azlığına ve fâsıkların çokluğuna bakma ve o fâsık ve fesatçıların çoğu sana bir zarar yapabileceklerinden korkma da Rabbından sana indirilenin -acı tatlı- hepsini tebliğ et.
Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni yalanlıyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, Kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki Allah, 'Peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.' dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah'ın peygamberlik görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak şeklinde okunduğuna göre, Allah'ın elçilik görevlerini tamamen yerine getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak, sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde kâfirlerden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni -her halde- insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah'ın azabından koruyacak bir muhafız yoktur.
68-Onun için peygamberlik görevini tamamen yerine getir ve hiç kimseden çekinmeyerek de ki: ey kitap ehli, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz, yani diyânetiniz yok, din adını verdiğiniz, gittiğiniz yol hiçbir şey değildir. Tâ ki Tevrat'ı ve İncil'i ve rabbinizden size indirilenlerin hepsini -ki Kur'ân ve Kur'ân'ın bu âyeti de bu cümledendir- ikame edesiniz, bunlara hakkıyle riayet edesiniz. Mukaddem (önce gelen)i, sonra gelenin tasdikinden geçirerek toplamının sonucuna göre Allah'ın ahidlerini ve sözleşmelerini tanıyıp yerine getiresiniz. İşte o zaman bir şey üzerinde bulunmuş, bir dine sahip olmuş olursunuz. Yoksa bu gidişiniz dinsizlikten, yolsuzluktan başka bir şey değildir. Ey Muhammed, bunu hiç sakınmadan söyle ve bununla beraber emin ol ki Rabb'inden sana indirilen ve hak olduğunda hiç şüphe bulunmayan bu âyet de onların çoğunun -bu cümleden olarak bilgin ve reislerinin- taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır. Fakat bundan dolayı kâfirler gürûhuna karşı gam yeme (üzülme). Ve bu hak tebliğ, içlerinde bir azınlık da olsa hakkı tanımak kabiliyetinde bulunan orta ümmete faydalı olabilir. Çünkü:
69- Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler, yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte iman etmiş olan, müslüman adını taşıyanlar, yahudi olanlar, aynı şekilde sâbiîler (yıldızlara tapanlar) hıristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku vardır, ne de bunlar üzülürler. Görülüyor ki bir benzeri Bakara sûresinde geçen bu âyette önce iman edenler ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler diye dört sınıf zikredilmiş ve bu şekilde yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler, müminlere karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş ve sonra Allah'a ve ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden kesin olarak âzâde olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin bu dört sınıftan ancak müminlere mahsus olduğu ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler bu üçünün bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber bunlar da iman ederlerse müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları ve şu halde bunların da ümitsiz olmayıp hemen tevbekâr olarak iman ve güzel amel yapmaya girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır. Zira "mümin ve mümin olmayan her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur. İşte bu âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi) budur. Ve bunun içindir ki, yukarda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde de bu üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka müminlerin, önce yahudi, hıristiyan ve sâbiîler ile bir tarzda zikredilip bir araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe inanan" diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de vardır:
Birinci olarak, müminlere de gösteriliyor ki ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız zahirî (açıktan) iman ile hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten ibaret değildir. Zahirî bir müslümanlığın, yahudilik, hıristiyanlık ve sâbiîlikten büyük bir farkı yoktur. Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten tekit edilmiş, artırılmış hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır. Hakiki iman olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı olmaz. Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam) olmaz; ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü âsî müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir. Şu halde dinin kesin müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak inanmaktır. Ve yukardan beri anlaşıldığı üzere Allah'a gerçekten inanmak da Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi olarak inanan hepsine inanır. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (Bakara, 2/4) ve Nisâ sûresinde "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (Nisâ', 4/136) buyurulmuştur. Salih (güzel) amele gelince, bu da Allah'a ve ahirete imanın gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği delillere ve hükümlere, haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas (samimiyet )ve hüsn-i niyyet (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir ki bundan önceki âyette buyurulmuş ve yalnız Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin yerine getirilmesi) bile bu konuda yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün indirilenlerin yerine getirilmesi istendiği anlaşılmıştı. Şu halde, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar" âyetinin mazmûnunun sonucu,
"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 2/112) âyetinin içerdiği mânânın aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.
İkinci olarak gösteriliyor ki, Allah'ın hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve bunlar da biri zahirî (açık) ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî iki manzara vardır ki, birisi "muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a inanırsa" ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü altında müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, yahudi, hıristiyan ve sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her biri mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir, o dâirede özel varlıkları gözetilir, müslüman olmaları için zorlanmaz, inançlarına karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından her biri inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli incil'e; öbürleri de itikatlarına bırakılır, müslüman da müslümanlığına sevkedilir. Ahkam (hükümler) ve dünyaya ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların da lehine, aleyhimize olan da onların aleyhinedir" sözünün delaleti üzere hukuk ve görevlerde eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı vazifesine riayet eden bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha çok dünyaya ait hazzı (nasibi) alabilir. Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak saadet yalnız bu yönden değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü sonunda kendini tamamen kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir (dış)i ve bâtın (içi)ı mükemmel gerçek mümin ve müslüman olanlardır. Ve işte zahire göre eşitlik, hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta İslâm hükmü altında bulunan yahudi, hıristiyan ve sâbiîlere dünyada müslümanlarla beraber eşitlik, adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve görünüşte müslümanlara bir inzar (korkutmay)ı ve gerçek müslümanlara da bir mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının dünyaya ait hükümlerini özetleyen siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti, böyle hakikî bir imanın devam edeceğini göstermektedir. Bakara sûresinde İslâm devletinin tamamen kurulmadan önce "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40) emrine uygun olarak yapılan bu vaad ve müjde Mekke'nin fethi ile İslâm devletinin tamamen kurulmasından sonra, bu Mâide sûresi âyetiyle "akitleri yerine getirin" emrine ekli olarak sözlü ve fiilî olarak tekit ve tesbit edilmiştir. Ve bu tekit ve kararlaşmadan başka iki âyet arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Gerçi Bakara sûresi âyetindeki "Rableri katında onların mükafatı vardır." (Bakara, 2/62) kısmı burada zikredilmemiştir. Fakat "onlara ne bir korku vardır, ne de üzülürler." bunu gerektirdiğinden öncekindeki açıklamaya dayanarak burada icaz olunması (kısaca anlatılması) ayrı bir mânâ ifade etmez. Bir de orada atf-ı müfred kabilinden "yâ" ile mansûb ve "nesarâ"dan sonra geldiği halde, burada "kezâlik" (aynı şekilde) meâlinde atf-ı cümle takdirinde "vâv" ile merfû, "nesârâ"dan önce zikrolunmuştur. Bu da gibi bir i'râb farkından ibarettir ki, kelimenin esas mânâsında bir farkı gerektirici değildir. Şu halde "sâbiîn" ne ise "sabiûn" da odur. İkisi de sâbiîler demektir. Bundan nihayet sâbiîlerin yahudi ve hıristiyanlar arasında sebatsız bir halde bulunduklarına veya hıristiyanlarda da bir çeşit sâbiîlik bulunduğuna bir işaret olabilir. Fakat bundan dolayı bu iki cümlenin veya âyetin mânâlarında ve hükümlerinde bir fark da lazım gelmez.
Bu açıklama ve hatırlatmaya sebep şudur:
Kur'ân'ın Fransızca tercemesinde Kazimireski bu i'rab farkı yerine bir nisbet (ölçü) farkı ko***** Bakara sûresi âyetindeki çoğulunu "sabeinler= les sabeites" diye ve bu "Mâide" âyetindeki çoğulunu da "sabeenler=les sabeens" diye terceme ederek iki âyeti farklı gibi ifade etmiş ve sonra dipnotunda "Sabiîler müteassıb (tutucu) hıristiyanlardır ki bunları yıldızlara tapan ve şu halde müşrik olan sabiînlerle karıştırmamak gerekir." diye bir de hatırlatma yapmıştır. Gerçi ilerde göreceğimiz üzere sâbiîn adı altında biri kitap ehli, biri müşrik iki sınıf bulunduğu da zikredilmiş olduğuna göre, bu hatırlatma pek esassız değilse de bununla sâbiîni sâbiûndan başka göstermek ve âyetlerden her birini, birine tahsis ederek ayırmak ve terceme etmek doğru değildir. Öncekindeki yahudi ve hıristiyanlar ile ikincisindeki yahudi ve hıristiyan da fark aramak doğru olmadığı gibi, sâbiîn ile sâbiûn da öyledir. Nikah, kurban meseleleri gibi fer'i hükümlere göre kitap ehli ve müşrik ayırımının bir hükmü, bir faydası olabilirse de asıl imana davet eden ve imanın şartlarıyla ilgili bulunan bu gibi âyetlerde bu farkın ve bu hatırlatmanın hükmü yoktur. Çünkü kitap ehli olanlar iman edince kabul edilecek de müşrikler iman ederse reddolunacak değildir. Zira "Her kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman eder ve samimiyetle çalışırsa onlara korku ve hüzün yoktur" hüküm cümlesi öyle bir genellemedir ki, zikredilen dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî, zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve herhangi bir ferdin iman ettikleri ve güzel amel yaptıları takdirde aynı hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir. Bununla beraber anılan ayırım büsbütün asılsız olmadığı gibi, iki sınıf yine bir hükümde birleşmiş olmak itibariyle iki âyeti birbirine çarpıştıracak çirkin bir hata da değildir. Nihayet her âyetten bağımsız ve birbirini tekit ve onaylama olmak üzere anlaşılacak olan bir mânâyı iki âyet toplamından müşterek olarak ve tekitsiz anlatmak istemiştir. "Zeyd okursa mesut olur, Amr okursa mesut olur" demekle, "Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar" demek arasında bir taaruz (zıtlaşma) bulunmadığı gibi hükümde bir fark da yoktur. Fakat Frenkler bakınız bunu nasıl kötüye kullanmışlardır.
Fransızca "Kur'ân Analyse" (tahlil edilmiş Kur'ân) adında bir eser vardır ki, bunda Fransızlar tarafından Kur'ân'ın Kazimireski tercemesi esas alınarak sûreler, âyetler çeşitli ve birçok konulara göre tahlil edilerek ve bölünerek parçalanmış ve altlarına ara sıra müsteşrikler tarafından bir takım notlarda konulmuş ve mukaddimesinde bu kitabı tertipten maksad müslümanlar üzerine memur olacak Fransızlara müslümanları kitaplarıyla kandırabilmeleri için, Kur'ân'ın içeriğini öğretmek ve özellikle Cezayir müslümanları üzerinde Fransız siyasetine bir hizmet etmek olduğu da açıklanmıştır. Bu eserde bu iki âyet "tolerans" yani musamaha konusu altında toplanmış ve altına şöyle bir dipnot eklenerek denilmiştir ki:
"Eski müslüman müctehitleri bu Bakara sûresi âyetini, beşinci sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş (kaldırılmış) olmasını istiyorlar. Bu ise mezhep tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. O birisi, yani Bakara sûresi âyeti, gibi diğer âyet de tolerans hususunda daha yüksek bir ruh ile ispat ediyorlar ki, en az dinî olduğu kadar siyasî bir zat olan Hazreti Muhammed şartların, zamanların, mekanların ve durumların gerekli sonuçlarına uyuyordu. Onun hadisini açıkladıklarını ve anlattıklarını iddia eden ilk müctehidler ise, müminlerin askerî başarılarıyla heyecanlanarak Kur'ân'ın insânî olan verilerini, (mebâdi-i mevhûbesi) ilk verilerini unuttular. Fakat hayli zamandan beri Batı'nın her şeyde kazanmış olduğu üstünlük, İslâm'ın en büyük siyasi mahfillerindeki gururları özel bir şekilde sûkûnete kavuşturdu. Şüphesiz ki diğer imamlar, yani kanun babaları gelecek bu işi tamamlayacaktır..." Böyle demiş ve nihayet: "şimdi Fransa'da yeni bir mezhep kurulmasına girişilmiştir ki, mevcut olan esaslı üç mezhepten daha az ortodoks olmayacaktır" diye bir fıkra da ilave yapılmıştır.
Müslümanları gayret ve ictihad (çalışmay)a sevkeden, fakat müslümanlık için değil, yeni Fransız mezhebine simsarlık etmek için sevketmek isteyen ve siyasî gayelerle kaynaşan bu sözler Frenk eserleriyle meşgul olan heveskâr (hevesli) ve gafil gençler üzerinde yanlış kanaatlar bırakmış olduğu için, biz burada tefsir açısından biraz daha bahsi uzatmak mecburiyetinde bulunuyoruz.
Önce şunu hatırlatalım ki, ne eski, ne yeni, ne müctehid, ne de müctehid olmayan İslâm bilginleri yanında bu iki âyetten birinin birisiyle veya diğer bir âyetle mensuh olmasını isteyen veya tasavvur eden hiçbir kimse yoktur ve olma ihtimali de yoktur. Birçok yerlerde açıkladığımız üzere bütün müctehid imamlar ve önceki sonraki bütün müslüman âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, iman ve itikad (inanç) meseleleri gibi dinin esaslarında ve verdiği haberlerinde nesih mümkün ve düşünülmüş değildir. Bu noktada İslâm ve Kur'ân, kendinden öncesini neshedici değil, tasdik edici, teyit edici ve düzelticidir. Evet, nesih de bir gerçek, bir kanundur. Neshi inkâr etmek, yaratılışdaki değişimleri inkâr etmek veya âlemde değişimlerin kanunsuzluğunu iddia etmek gibi bir bilgisizlikten başka bir şey değildir. Neshi inkâr etmek isteyenler şunu düşünmelidir ki, eğer Allah Teâlâ'nın yaratma ve emrinde bir nesih kanunu olmasaydı âlemde ne bir değişme olur, ne de akidlerde, anlaşmalarda ve konmuş kanunlarda insanlar arası feshetme ve ilka (kaldırma) muamelelerine imkan bulunurdu. Fakat şunu da bilmeli ki neshin konusu, ilgilendiği şey, ancak zaman ve mekanın değişmesi, durumların ve menfaatlerin farklılığı ile ilgili olan fer'î hükümler olabilir. Geçmiş dinlerde ve İslâm'ın başlangıcında mensuh olduğu açıklanan hükümler de hep bu cümleden olanlardır. Yoksa ezeli hakikatlarda ameli değil, yalnız ilmi istenen ve hatta zamanla ilgili olan doğru haberlerde de nesih olamaz. Her zaman hak ve sabit olan din ve iman esasları, bütün Allah'dan gönderilmiş dinlerde aynı olmak üzere saklanır, muhafaza edilir. Gerek bilgisizlikten ve gerek şeytanlıktan doğmuş olarak tahrif sûretiyle girmiş olan batıl inançlar ve fâsid fikirler ise, esasta olsun, füru'da olsun daima red ve iptal edilir. Bahis konumuz olan iki âyet ise fürûattan değil, en yüksek iman esaslarındandır. "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, işte bunlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." düsturu, bir ezelî gerçektir. Ve bunu kabül ve tatbik etmeyen hiçbir din, hak din değildir. Muhammed Aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği bu gerçek, Musa'nın da, İsa'nın da ve bütün peygamberlerin de tebliğ ettikleri bir hakikattır. Gerek geçmiş ümmetlerde ve gerek şimdiki ümmetlerde hakikî müminler bu esasa uymuş olanlardır. Gerçekten müslüman ve sonunda da mesud olacak olanlar bunlardır. yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîler bu gerçeğe ciddî olarak iman ile uymadıkları ve bunu tatbik etmedikleri andan itibaren kâfir olmuşlardır ve bütün münafıklar da böyledir. Aynı şekilde buna imanı olup da tatbik etmeyen fâsıklar da korku ve hüzünden kat'î şekilde uzak kalamayacaklardır. Bundan sonra her kim bu gerçeğe ciddî olarak iman eder, sonuna kadar bağlanırsa, hiç şüphesiz hakikî mümin olur. Geçmişteki bütün kötülükleri silinir, o mesutlar zümresine girer. Şu halde en yüksek iman esaslarından bulunan böyle hakikatler nesih konusundan muhakkak hariçtir. Ve bunlarda mensuhluğu söyleyen veya arzu eden müslüman düşünülemez. Eski yeni bütün İslâm âlimleri bu noktada ittifak ettikleri halde Frenklerin "Eski müslüman müctehidleri birinci âyetin bu âyet ile neshedilmiş olmasını istiyorlar." sözü açık bir yalan ve açıktan açığa bir iftiradır. Ve bütün esası böyle bir iftiradan ibaret olan diğer sözlerin durumu da bundan bellidir. Hem de bu iftira, kasıtlı değilse, pek cahilcedir. Çünkü nesih, nefy ve isbat (olumluluk ve olumsuzluk) ile zıtlaşan iki kanunun önce gelenine sonra geleniyle son veren bir değiştirme beyanıdır. Bu âyetler ise sayılan sınıflar, bu cümleden olarak "sâbiin" ve "sâbiûn", gerek birbirinin aynı olsun ve gerek Kazımireski'nin zannettiği gibi farklı bulunsun, hükme gelince ikisinde de birbirinin aynı olan hükmünden ibarettir. Burada nesih mümkün farzedilse bile ortada iki hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin. Ne, neyi neshedecek? yine ile mi neshedilmiş olacak? Şu halde bu şekilde bir nesih iftirasına kalkışmak, aynı zamanda bir bilgisizlik ilan etmektir. Fakat bunu yapan müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek için iftiradan başka çare bulamayan ve yeni Fransız mezhebine davete çalışan o Frenk doktorlarının kendileri olmuştur. Bu ise siyaset tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. Batının son zamanlardaki ihtilal üstünlüğüyle coşarak gururlarını ilan edenlerin, gibi ilâhî prensiplere sarılan ve haktan başka bir şey düşünmeyen ilk müslüman müctehidlerini, "müminlerin zaferleriyle coşmuş olarak insanî prensipleri unuttular" diye kendilerine kıyas ederek insanlık dışı bir duygu ile tasavvur etmeleri de garip bir iftiradır. Müminlerin zaferleriyle coşmuş olmak insanlığı unutmak ise, mümin olmayanların üstünlükleriyle gururlanmak da insanî bir şey olmayacaktır.
İkincisi, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî hükümleri mabudluğu tebliğ ederken âleme en yüksek bir siyaset dersi öğretmiş olduğu ve şartların, zamanların, zeminlerin ve durumların gereğine uygun amelî hükümleri de tebliğ ve icra buyurduğu şüphesizdir. Ve zaten nesih meseleleri de bu gibi hükümlerdedir. Bu da İslâm dininin her zaman ve mekanda herkes için prensipler koyan bir hak din olması sebeplerinden biridir. Fakat bu gibi değişen hükümler fer'îdir. Bunların başında usûl (esaslar) denilen sabit hükümler vardır. Ve bunların ikisi de hak kanundur. Bu şekildedir ki İslâm dini hem koruma, hem değişme kanununu içerir. Neshi inkâr edenler, dini yalnız bir koruma kanunu olmak üzere düşünürler. Ve bunun için değişme ve inkılâb noktalarında dinsiz kalırlar. Din ile siyasetin birleşmiyeceğini sanırlar. Dini inkâr edenler de koruma kanununu ve sabit hükümleri inkâr ederler. Her açıdan nesih ve değişim içinde yürümek ve sabit bir hak fikir duymamak isterler. Halbuki En'âm sûresinde geleceği üzere âlemin cereyanı ve özellikle beşer hayatı "Sizin için bir kalış süresi ve kalacak bir yer vardır." (En'âm, 6/98) hükmü gereğince, bir taraftan istikra (kalma) ve koruma, bir taraftan bırakma ve değişme nizamları içinde yürür. Bunların biri illet ve sebebin bâki kalmasıyla sebat ve devama; biri de gelişme ve ıstıfa (seçim) ile olgunlaşmaya bakıcıdır. Bunun için koruma kanununa dayanmayan din, din değildir. Değişim kanununu ihtiva etmeyen din de, kamil ve genel değildir. Ve İslâm dini her ikisini içine alır. Ve şüphe yok ki koruma ve sabit kalma aslın, değişime ve inkılâb fer'in vasfıdır. İnanacağım, iman ve itikad edeceğim, dayanacağım prensip, herhalde sabit olmalıdır. Çeşitli zaman ve mekanda, çeşitli şartlar ve durumlar altındaki değişmelerine göre icra ve tatbik edeceğim ölçüler de değişimi mümkün şeyler olmalıdır. Şu halde şunu asla unutmamak gerekir ki, Muhammedî siyaset dinde ve hakkın hükümlerinde hakim değil, din ve hakkın hükümleri Muhammedî siyasetle beraber bütün Muhammedî varlıkta hakimdir. Bunun için Hz. Muhammed dinî olduğu kadar politik değil, siyasetiyle, hayatıyla ve bütün varlık ve insanlığıyla Hakkın emrine bakışını çevirmiş dinî bir zat, bir Allah elçisi idi. Şartların gereğine uygun hükümlerle hareket ettiği zamanlarda da o, şartlara ve çevreye değil, onları ona emreden Allah Teâlâ'nın emirlerine ve sabit (değişmez) hükümlerine uyuyordu ki, bahis konumuz olan iki âyet de işte bu değişmez hükümlerden ve bu esaslardan umuma karşı Allah'a iman ve uyma gereğini haber veren hükmünde şartların ve durumların gereklerine uyma yönünü isbat edecek hiçbir delalet yoktur. Tersine yalnız hakka ittiba ve sayılan sınıflara karşı koyma vardır. "Kur'ân Analyse" yazarları bu âyetleri parçalamayıp da Kur'ân'daki tertiplerine göre alt ve üstleriyle göstermiş olsalardı, belki bu kadar saptırıcı sözler söylemeye cesaret edemezlerdi. Bu cümleden olarak bu âyetin üstündeki iki âyet o kadar açık bir şekilde isbat eder ki, Peygamber bu âyetleri çevresindeki insanların pek çok muhalefet ve karşı çıkmalarına rağmen yalnız Allah'ın emrine ittiba ve sırf Allah'ın korumasına dayanarak tebliğ etmiştir. Gerek Bakara sûresi âyetinin üst tarafı okunur ve gerek "Ey inananlar, sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın" (Mâide, 5/57) âyetinden buraya kadar gelen ve daha gelecek olan âyetlere dikkat edilirse Kur'ân'ın bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve ne açık irşadlarda bulunmuş olduğu görülür. (Bak. Bakara, 2/42; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/59, 62, 63, 64)
Bununla beraber biz bu satırları haksız yere İslâm aleyhine çalışan Fransızlara karşı değil; İslâm için hakkıyla çalışmayan, Allah'ını, Peygamber'ini dinini, diyanetini, Kitabını, ahiretini unutup vazifesini yapmayan, kendinden geçmiş, bilgisizlik ve düşüklük içinde şeytanlara kul olmak vaziyetine düşmüş müslüman kalıntılarına sonlarını göstermek için yazıyoruz. Anlaşıldı ki Allah Teâlâ Kur'ân'ında zahirî (görünürde) müminleri, yahudi ve hıristiyan, sâbiîn gibi karşıtlarıyla bir ölçüde saymış ve kesin vaadini Allah'a ve ahirete gerçekten iman edip güzel amel işleyen hakikî müminlere tahsis etmiştir. Batı ve doğu değişir, bu kanun değişmez. Demek iş, mümin görünmekte değil, kâmil mümin olmakta ve bu iman ile çalışıp son zaferi kazanmaktadır. İman ve İslâm hiç bir zaman mağlub olmaz, burhan (delil) onundur. Fakat eksik ve fasık müminlerdir ki ona mağlubiyet lekesi sürerler.
Şimdi bu tartışmaya sebep olan "sâbiîn" kelimesine gelelim:
"es- SÂBİÎN" : Kırâetlerin çoğunda "hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn", "es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin "yâ"ye kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak "sâbî"nin çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.
Arapça hemze ile vezninde meşhur bir dinden diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der ki, "dininden başka bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir. İbnü Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine girenlere yerinde "masbû", müslümanlara "subat" derlerdi ki "kâdî, kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik, cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = " ve "sabve= "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve "aşüfte" demek gibidir. Bundan başka "sâbiîn" in muhaffefi de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak), mânâyı açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır' demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden, diğer dine çıkandır". İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır. Tam Arapça olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn", "İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden hariç olanlar" mânâsına bir genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudiler, hıristiyanlar ve diğerleri" demek gibidir.
Sonra, sâbie, sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup olan bir gruba, bir millete isim olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı Arapça olup olmadığı hakkında ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen "sâbî" mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer bir dilden alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci oğlu veya İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın özetine göre anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da gerek bunlara ve gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî veya sâbî demişlerdir.
Bunlar kimlerdir? Ve bu nasıl bir mezhep veya dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın dini üzere bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında kuzey rüzgarının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn bir kavimdir ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney rüzgarının estiği yerdir. Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını söylerler". deniliyor. Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar, yahudi ile hıristiyan veya yahudi ile mecûsî veya hıristiyan ile mecûsî dinleri arasında bir gruptur ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de müşrik veya putperest denecek yönleri veya sınıfı vardır. Dinlerinin aslının, İdris veya Nuh Peygamberlerin dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya yıldızlara taptıkları ve puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor ki sâbiîlik esas itibariyle Allah'dan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat zamanın geçmesiyle felsefî ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve değişmelere maruz olarak bir gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir mezhebdir. Ve en az bunları ilk sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek, yerine göre aralarındaki müşterek ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum dinleri de bunların bir yansımasıdır. Son sâbiîler de İsrailoğulları, İran, Yunan, Roma ve diğerleri gibi çeşitli kültür ve medeniyetler altında kalmış olan Süryânî ve Gıldânî kalıntılarıdır ki, bunlardan geri kalanları el-Cezire ve Musul taraflarındaki Nabatîler olmuştur. Abbasiler devrinide Yunan eserlerini Arapça'ya terceme eden Sâbit b. Kurre gibi filozof ve mütercimler bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre el- Harrânî, Harran'da oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar ve sünnetlere dair; ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına, temizlik ve pisliğe dair risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün "Nevâmis"ini Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb) adır. Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır diye zikredilmiştir.
Şihâbuddin Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî "Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde, Ebu'l-İsâ el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir kitapları vardır, buna "Suhuf-i Şit" (Şit'in sayfaları) derler. Bunda kerem (cömertlik), şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler ve iyilikler zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan çekinilmesi emrolunmuştur. Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır. Bu cümleden olarak yedi vakit namazları vardır ki beş vakti müslümanlarınkine uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak itibariyle müslüman namazına benzer. Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları da vardır. Otuz veya yirmidokuz gün oruç da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya kadar oruç tutarlardı ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların şerefli evlerine inişlerinde bir takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın), Zühal (Satürn), Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs), Utarit (Merkür) tir. Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran üzerinde bir yerleri vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına da hürmet ederler. Ve bunların biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in) kabri, biri de nisbet olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler. Ve güneşin şeref burcuna giriş gününe hürmet ederler. İbnü Hazm demiştir ki, sâbîlerin mensub oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada galip olanıdır. Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar ve bunun üzerine Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi".
Şehristânî "el-Milel ve'n- Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm zamanında bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa. Sâbie, biz Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta bir aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız derlerdi. Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir aracıya muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve hikmette derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer olması durumuyla bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da ruhaniyeti tarafıyla vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin etsin. Derlerdi ki, Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak onlardan bizzat (aracısız) almalarda bulunmaya da çare bulamadılar. Böylece bir kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine sığınarak bunlardan yardım dilenmeye kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin sığınağı da sâbitler oldu. Bir çoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların Rum'da tabiatları, Hind'de seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine göre yapılan müşahhas (somut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut) ruhâniyet tutuculuğu böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini unutarak ruhsuz cisimler önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili sayıldı. Bunlar düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet ettiği, mücerret (soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili oluyordu. Fark edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden önce bir beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini ve sapıklıklarını ifade ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki grup "yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü ve fiilî olarak kırmak suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve büyük şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği yerleştirdi ve yaydı. Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak zikredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).
Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler. Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şey)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar yahudi ve hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da müslümandırlar. Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabve, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve, insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab(kazanç)a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen) tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir. Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.
Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır.
Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır. Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak, mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hakim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla, bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır. Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini söylemektedir.
Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.
Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hasıl olur da buna u***** cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerine de, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir melek vardır.
İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.
Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.
Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır. Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet