Konu: Ahkaf
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Temmuz 2009, 15:51   #2
Çevrimdışı
Spammer
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Ahkaf




Bana çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Öldükten sonra kabirden dirileceğimimi vaad ediyorsunuz? Halbuki benden önce nice nesiller geçmiş, yani onlardan kim kabirden çıkmış da ben çıkacakmışım? diyor. O ikisi, yani anası babası ise Allah'a sığınıyorlar, onun böyle inkârından cüretinden, küfründen aman diyerek Allah'a sığınıyor, aman ya Rabbi diye feryad ediyorlar. Yazıklar olsun sana, inan, iman getir. Herhalde Allah'ın vaadi haktır, diyorlar.
VEYLEK, veyil sana, aslında bizim "canı çıkası, geberesi" tabirimiz gibi bir helak duası olmakla beraber hakikaten helak için değil, azarla***** teşvik ve özendirme için de kullanılır ki burada da maksat odur. Onun için bana yazıklar olsun sana demek daha uygun olacaktır. O yine, onları yalanla***** bu sizin Allah'ın vaadi dediğiniz öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, hiç aslı olma***** yazılan masallardır, der.
18- İşte bunlar öbürlerinin tam aksine olarak cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler içinde aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Sözden maksat "Andolsun ki ben cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/119) âyetinde ifade edilen azap kelimesidir. Burada "ümmetler içinde" ifadesi yukarıdaki "cennetlikler içinde" ifadesinin karşılığında kullanılmış olmak üzere cehennemlikleri gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, hüsrana düşmüş kimselerdir
19- ve her biri için, yani şu anlatılan iki kısımdan cennetliklerle hüsrana düşenlerden hirbir kısım için amellerinden dereceler var, işledikleri hayır veya şer amellere göre çeşitli dereceleri vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır. Kendilerine azap hak olanların da. Çünkü gerek mahiyet, gerekse şekil itibarıyla amelleri farklıdır. Onun cezası olan dereceleri de ona göre farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: Bu da onlara hiçbir zulüm edilmek sizin amellerinin kendilerine tamamen ödenmesi içindir.
20- Onun için kimininki dünyada tamamlanır, kimininki ahirette. Bu şekilde kâfirler sırf dünya için çalıştıkları ve yaptıkları iyi amellerin mükâfatını hemen dünyada alacakları için O küfredenler ateşe arz olunacağı günde -ki kıyamet günüdür- şöyle denecektir: "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatınızda giderdiniz." Hz. Ömer (r.a)'de rivayet edilmiştir. "İstesem ben sizin en hoş yemekliniz en güzel giyimliniz olurdum. Fakat gördüm ki Allah Teâlâ bir kavme iyiliklerinin yok olduğu haberini vermiş. "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatında giderdiniz" buyurmuştur. Ben iyiliklerimi geriye bırakmak isterim demiştir. Yine rivayet olunur ki Şam'a geldiği vakit ona misli görülmemiş bir yemek yapılmıştı. Buyurdu ki: Bu bizim fakat vefat etmiş olan müslüman fakirler için ne var, onlar arpa ekmeğinden doymuyorlardı. Halid b. Velid, onlara cennet var, dedi. Deyince Ömer'in gözleri doluktu da vallahi bizim nasibimiz bu dünyanın geçici menfaatlerinde olup da onlar gittiler ise!.. Dedi ki: Allah daha iyi bilir ama, cennette aramız ne kadar uzak olur demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) bir gün suffe ehlinin yanlarına girdi. Elbiselerine yamalık bulamadıklarından deri ile yapıyorlardı.
Buyurdu ki siz bugün mü daha hayırlısınız yoksa her biriniz sabah süslü bir elbise, akşam süslü bir elbise giyeceğiniz ve sofranızda tabakların biri gidip biri geleceği ve evi Kâbe örtülür gibi örtüleceği gün mü? Biz bugün daha hayırlıyız dediler, evet buyurdu, bu gün daha hayırlısınız. İbnü Zeyd bu âyetin tefsirinde şu âyetleri okumuş. "Kim dünya hayatını ve zinetini isterse biz onlara amellerinin karşılığını burada tamamen öderiz, bu hususta onlara cimrilik yapılmaz." (Hud, 11/15) ve "Her kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız. Ve her kim dünya menfaatini isterse ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur." (Şura, 42/20), "Her kim acele geçen dünyayı isterse dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar dünyalık peşin veririz. Sonra da ona cehennemi tahsis ederiz." (İsrâ, 17/18) ve demiştir ki işte dünya hayatında iyiliklerini giderenler bunlardır. Aşağılayıcı azab, aşağılayıcı yani zillet ve hakaret azabı. Bunun bir misal ile izahı:
Meâl-i Şerifi
21- Ey Muhammed! Âd kavminin kardeşi Hud'u hatırla. Hani O, Ahkâf denilen yerde kavmini uyarmıştı. O'ndan önce ve sonra da nice peygamberler gelip geçmiştir. Hud, kavmine: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." demişti.
22- Onlar: "Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen o bize vaad edip durduğun azabı haydi getir." dediler.
23- Hud: "O azabın ne zaman geleceğine dair ilim Allah katındadır. Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." dedi.
24- O azabı, vadilerine doğru yayılan bir bulut halinde gördükleri zaman: "Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur." dediler. Hud ise: "O sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. O bir rüzgârdır ki, içerisinde acı bir azab vardır.
25- O rüzgâr, Rabbinin emri ile herşeyi yıkar mahveder." dedi. Nihayet helâk oldular ve evlerinden başka hiçbir şey görünmez oldu. İşte biz günahkâr kavmi böyle cezalandırırız.
26- And olsun ki, biz onlara size vermediğimiz imkanlar vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşattı.
21-23- Âd kavminin kardeşi, yani "Hani kardeşleri Hud onlara demişti" (Şuarâ, 26/124) buyurulduğu üzere Âd kavminin içlerinden kendilerine peygamber olan Hud (a.s) Ahkâf'ta, Ahkâf, aslında uzun ve eğrili büğrülü yüksekçe kum yığını demek olan "hıkf" kelimesinin çoğuludur ki o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd kavminin o uyarı sırasında bulundukları yer bu ad ile anılmıştır. İbnü Zeyd ve Katade'den Yemen beldelerinden "Şıhr" denilen yerde denize doğru kumluklarda oturuyorlardı diye İbnü Abbas'tan Umman ile Mehre arasında diye rivayet edilmiş. Muhammed b. İshak da demiştir ki Hûd (a.s) peygamber olarak gönderildiği zaman Âd kavminin bulunduğu yer ve cemaatleri, Ahkâf, Umman civarında Hadramut'a doğru kumluk, sonra da bütün Yemen idi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmış ve Allah'ın verdiği fazla kuvvetleriyle halkını perişan etmişlerdi. Mucemül Büldan'da der ki bu üç rivayetin üçünde de mânâ birdir. Ancak Dahhak'tan Şam'da bir dağdır diye bir rivayet gelmiş ise de İbnü Atiyye tefsirinde de sahih olan demiş Âd'ın beldeleri Yemen'de idi. Ve "Direkli irem bağları" (Fecr, 89/7) onların idi. (O âyetin tefsirine bkz.) Demek ki Ahkâf kelimesi anlam itibarıyla Âd kavminin kuvvetlerine rağmen yerlerindeki çürüklüğe işaret eden ve uyarıya uygun olan bir kelimedir. Bu bakımdan "Ondan önce ve sonra birçok uyarıcı peygamberler gelip geçmişti." âyetinde "nüzûr" kelimesi "İnzar" yani uyarı mânâsına "nezir" kelimesinin çoğulu olarak da düşünülebilir. Fakat mastarın çoğul olması zahire muhalif olacağından "münzir" uyarıcı mânâsına "nezir"in çoğulu olması daha doğrudur, yani Hud'dan daha önce ve daha sonra uyarıcı peygamberler gelmiş geçmiş ise de şimdi sen özellikle Hud'un uyarısını hatırla. Şöyle ki "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin çünkü ben size büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum." demişti.
24- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.
25- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.
26- "Ne kulakları, ne gözleri ve ne de gönülleri kendilerine hiç bir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı." Bu gösteriyor ki kendileri için ondan korunmak mümkündü. Eğer Allah Teâlâ'nın onlara göstermiş olduğu âyetleri ve delilleri inkâr etmeyip de Hud (a.s)'ın uyarısı üzerine iman ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı, fakat dinlemeyip eğlendikleri için o alay ettikleri, haydi getir bize dedikleri, azab da kendilerini kuşatıverdi. Şu halde onlardan daha zayıf olan sizleri kuşatamaz mı? Görülüyor ki bunlarla bütün semavî afetler beşerin bir suçuna ceza olmak üzere anlatılmış olmuyor. Beşerin kazancı ile ilgili olan âfetlerin dehşeti ve Allah Teâlâ'nın her kuvvet üzerindeki kudreti anlatılmış oluyor.
Meâl-i Şerifi
27- Andolsun ki, biz sizin etrafınızda bulunan bir çok memleketleri helak ettik. Belki tevhide dönerler diye ayetlerimizi çeşitli şekillerde açıkladık.
28- Allah'ı bırakıp da kendilerine yakınlık sağlamak için edindikleri ilâhları onlara yardım etselerdi ya! Ama hayır, aksine onlardan kaybolup gittiler. İşte bu onların yalanları ve uydurup durdukları iftiralarıdır.
29- Ey Muhammed! Hani biz cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur'ân'ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine "susun" dediler. Kur'ân'ın okunması bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
30- Onlar kavimlerine şöyle dediler: "Ey kavmimiz! Gerçekten biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden bir kitap dinledik. O kitap gerçeği ve doğru yolu gösteriyor.
31- Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve O'na iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun."
32- Her kim Allah'ın davetçisine uymazsa bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler.
33- Onlar gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet şüphesiz ki, O'nun herşeye gücü yeter.
34- İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün onlara: "Bu gerçek değil miymiş?" denir. Onlar da: "Rabbimiz Hakk'ı için gerçekmiş!" derler. Allah onlara: "O halde inkâr ettiğinizden dolayı şimdi tadın azabı!" der.
35- Ey Muhammed! Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için (azab hususunda) acele etme. Sanki onlar kendilerine vaad edilen azabı gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Hiç yoldan çıkan fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi?
27- "Andolsun ki biz sizin etrafınızdaki memleketleri helak etmişizdir." Bu örnek yoluyla Mekkelilere hitaptır. Etrafındaki helak olan memleketler, Me'rib, Semud'un hicri, Sedum, Eyke gibi yerlerdir. Biz âyetleri de evirip çevirip anlatmıştık. Yani uyarıcı âyetleri hep onlara türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da etmiştik. Ki belki dönerler. Şirkten, isyandan vazgeçip, tevhide dönerler, zaten bu değişmelerin herbiri diğerleri için başlıbaşına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki Allah'tan başka dayanılıp ibadet edilecek hiçbir şey yoktur.
28- O zaman onları kurtarsa idi ya? O Allah'tan başka yakınlık için. "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.." (Zümer, 39/3), "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diye şefaat için ilahlar diye tutundukları kimseler o mabut taslakları niye kurtaramadılar? Hayır bilakis onlardan kaybolup gittiler. Yani onları bırakıp dünyadan ve inançlarından silinip gittiler. Ve işte bu sapıklık, bu hayal kırıklığı onların iftiraları, yani iftiralarının eserleri yalan ve batıl itikadlarının vardığı sonuçtur. Ve uydurdukları iftiranın neticesidir.
29- "Bir de o zamanı hatırla ki cinlerden bir takımını Kur'ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik.." Bu yukarıdaki üzerine matuf zannedilebilirse de değildir. "Yönelttiğimiz zamanı hatırla" takdirinde yukarıdaki cümlesine matuftur. Arapça'da nefer kelimesi üçten ona ve ondan kırka, kadar toplanmış bir cemaat hakkında kullanılır. Cin, insan karşılığı gizli yaratıklardır. (En'am Sûresi'ndeki "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yapmışızdır. (Enam, 6/112) âyetinde bu kelimenin izahına ve Cin Sûresi'ne bkz.) Bu hatırlatmada sırf ibret ve uyarı için bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş.
Ninovalı da denilmiştir. Fahreddin Razî der ki: Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı. Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar. İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti. Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi, sonra Kur'ân okumaya başladı ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana birşey gördün mü dedi. Evet beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu. Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik" buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman" âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. sözü yani Allah'ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir. Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi. Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah (r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu. "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.
30- "Musa'dan sonra indirilen bir kitap, Musa'dan sonra deyip de İsa'yı söylememelerine iki ihtimal gösterilmiştir. Birincisi, çünkü Musa (a.s) iki kitap ehli arasında hakkında ittifak edilen bir peygamberdir. Ve ona indirilen kitap Kur'ân'dan önce en büyük kitaptı. İsa (a.s) da onunla amel etmek üzere görevlendirilmişti. İkincisi Ata demiştir ki, çünkü yahudi milleti üzere idiler. Bu ifadelerin bir çok noktaları bu gizli varlıkları zannedildiği gibi sadece mücerred (soyut) şeylerden ibaret olmadıklarını bildirmekten uzak kalmıyor. Onun için kelamcılar bunlara latif cisimler demişlerdir. Önündekini, yani Tevrat'ı yahut bütün geçmiş ilâhî kitapları tasdik ediyor. Hakka, yani esas itibarıyla sahih itikada ve doğru bir yola, teferruat itibarıyla da doğruca Allah'ın rzasına erdirecek amelî ve şerî hükümlere iletiyor.
31- "Günahlarınızı bağışlasın." Burada Baziyet ifade eden ile denilmesi dikkat çekicidir. Denilmiştir ki maksat sadece Allah'ın hakkı olan günahlardır. Çünkü kulların hakları sadece iman ile bağışlanıvermez. Gerçi bir gayri müslim kanlar döküp mallar yağma etmiş olup da sonra müslüman olsa müslüman oluşu hiç şüphesiz bütün geçmişlerini keser atar ise de yine o gayri müslimin birkaç sene önce eman yolu ile gelip bir şahısdan borç almış olduğunu farz etsek bu defa sadece İslâm'a gelmesiyle o borcun da zimmetinden düşmüş olması gerekmez. yani aynı yurt içinde zimmi ve andlaşma ile orada bulunan gayri müslimlerin İslâm'a girmeleri belirli olan kul haklarını düşürmez. Bu cinler de kendi kavimleri içinde imana davet ettikleri için yalnız bazı günahların bağışlanacağını vaad etmişlerdir. Daha diğer şekilde de söylenmiştir.
32- Her kim de Allah'ın davetçisine, yani peygambere ve peygamberin elçilerine uymazsa yeryüzünde aciz bırakacak değildir. Yani Allah'ı aciz bırakıp da onun azabından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü son buluyor.
33- Nihayet öldükten sonra dirilme ve ahiret meselesi iyice zihinlere yerleştirilmek üzere buyuruluyor ki: Görmediler mi? Bu görüş, göz görüşünden, kalp görüşü ile görmek ve delil getirmektir. Yani şu görülüp duran gökler ve yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış. Bu kayıt yahudilerin altı günde yarattı da yedinci gün dinlendi demelerini reddir. Nitekim Kâf Sûresi'nde "Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) buyurulmuştur. "Ölüleri diriltmeye de kadirdir." Ölüleri diriltme: "Bir ölü iken dirilttiğimiz (Kâfir iken hidayet verdiğimiz) ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur ihsan ettiğimiz kimse..."(En'am, 6/122) âyetinde ifade edilen diriltmeyi de kapsadığında şüphe yoktur. Evet hiç şüphe yok ki o herşeye kadirdir. Diriltmenin de her türlüsüne kadirdir. Onun için İslâm herhalde ebedi hayat bulacak, kâfirler cehenneme girecektir.
34-35- "O gün kâfirler ateşe arzolunacaktır." Böyle olunca, yani kâfirlerin sonu böyle ateş olacak ve hakkı itirafa mecbur kalacak olunca ey Muhammed! Sen sabret! Ulü'l-Azm (Azim sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi. Çünkü sen de onlardansın.
ULÜ'L-AZM: Azim sahipleri, azim bir işin icrasına ve yerine getirilmesine kalbi kesinlikle bağlamak yahut iradede sabır ve sebat ile maksadı takip ve gayret sarfetmektir. 'deki 'in beyaniye ve tebîziye olması muhtemeldir. Beyan olduğuna göre Ulü'l-azim'den maksadın resuller olduğunu, resullerin hepsinin azim sahipleri bulunduğunu gösterir. Çünkü peygamberlerin hepsi sabır ve sebat, azim ve atılım sahipleridir. Baziyet olduğuna göre de peygamberler içinden azimlerinin üstünlüğü ile seçkin bir kısım, yani şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden şerefli peygamberlerdir ki bunların meşhurları "Hani biz peygamberlerden misaklarını almıştık senden de, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da. Onlardan sağlam bir söz almıştık." (Ahzap, 33/7) âyetinde isimleri sayılanlardır. Bu konuda daha başka görüşler de vardır, bizim fikrimizce Kur'ân'da isimleri zikredilen peygamberlerin hepsi Ulü'l-azm Resuldür, denilmesi de doğrudur. Çünkü, Resuller Kur'ân'da zikredilenlerden ibaret değildir. "Kıssalarını sana anlatmadığımız Resuller." (Nisa, 4/164) vardır. Sabret de onlar o kâfirler,özellikle Kureyş kâfirleri hakkında azap için acele etme, sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. O saat gelince onun korkusundan ve ahiretin uzunluğundan dünyada durdukları senelerce ömür az, o kadar az gelecektir.
Müddeti devri felek bir gündür. Âdem bir nefes. Yeter, yani bu size edilen vaaz ve hatırlatma son derece beliğ, yeterli bir öğüttür, elverir. Yahut beliğ bir tebliğdir. Haberiniz olsun duymadık demeyin.
Kısaca, helak olacak başkası değil, ancak o fasıklar güruhudur. İtaatten çıkmış, öğüt dinlemez, fasık kavimdir. Âlûsî tefsirinde der ki; Bu sûrenin âyetleri arasında bu "Sanki onlar görecekleri gün..." âyetinin bir özelliği bulunduğuna işaret eden bazı eserler vardır. Taberani, Dua kitabında Enes aracılığı ile peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. Buyurdu ki; bir hacet diledin ve onun çabuk olmasını arzu ettin mi? Şöyle de:
"Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür. Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok yumuşak ve çok cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arş'ın sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. Bu yeterli bir tebliğdir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar güruhudur. Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde etmeyi, cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum. Allah'ım, bana bağışlamayacağın bir günah, ferahlık vermeyeceğin bir sıkıntı, ödettirmeyeceğin bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve ahiret ihtiyaçlarından herhangi bir ihtiyaç bırakma, ey merhametilerin en merhametlisi olan Allah'ım! bunları rahmetinle ihsan et ya Rab!

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet