Konu: Cumu'a
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Temmuz 2009, 16:37   #2
Çevrimdışı
Spammer
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Cumu'a




1- Ebu Bürde (r.a)'den: İmamın namaza duracağı andan bitireceği ana kadar.
2. Hasan'dan: Güneşin zevali sırasında.
3- Şa'bî'den: Alış verişin haram olduğu zamanla helal olduğu zaman arası.
4- Hz. Aişe'den: Münâdinin (çağırıcının) namaza çağırdığı zaman,
5- İbnü Ebi Şeybe'nin Kesir b. Abdullah el-Müzeni'den merfu olarak naklettiği bir hadise göre de: (Namaz için okunan) kâmetten namazdan çıkılıncaya kadar,
6- Ebu Ümame (r.a)'den: Ümid ederim ki, Cuma'daki saat, şu zamanların birisindedir: Müezzinin ezan okuduğu, yahut imamın minbere oturduğu, ya da namaz için kamet getirildiği vakit,
7- Tâvus ve Mücahid'den: İkindiden sonra. Daha başka rivâyetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, onu da, en yüce ismini ve Kadir gecesini gizlediği gibi gizlemiştir.
Buhârî'de Enes b. Malik (r.a)'ten rivayet edildiği üzere, "Peygamber (s.a.v) zamanında bir sene kuraklık olmuştu. Bir Cuma günü Hz. Peygamber hutbe okurken bir a'rabi kalktı: "Ya Resulallah, mal helak oldu, çoluk çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Bunun üzerine Resulullah iki elini kaldırdı, o esnada gökte bir bulut parçası görünmüyordu. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Peygamber elini indirinceye kadar dağlar gibi bulutlar fırlamaya başladı. Sonra da minberden inmedi. İnerken baktım ki mübarek sakalından yağmur damlıyordu. O gün yağdı, ertesi gün de yağdı, daha ertesi gün de yağdı, ta öbür Cuma'ya kadar. Yine aynı a'rabi (veya başka birisi) kalktı. "Ya Resulallah! Binalar yıkıldı, mal sular altında kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Hz. Peygamber yine iki elini kaldırdı "Allah'ım üzerimize değil, etrafımıza." dedi. Ve eliyle işaret buyurdu. Ne tarafa işaret ettiyse bulut açılıverdi. Medine bir göl gibi olmuştu. Vadi bir ay ark halinde aktı. Etraftan kim geldiyse kuvvetli yağmur yağdığını söylüyordu."
Yine Buhârî'de Cuma'nın faziletiyle ilgili şöyle bir hadis vardır: "Her kim Cuma günü cünüblükten guslederek yıkanır gelirse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte gelen bir sığır kurban etmiş gibi, üçüncü saatte gelen boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte gelen bir tavuk kurban etmiş gibi, beşinci saatte gelen bir yumurta kurban etmiş gibi olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri (hutbeyi) dinlerler."
Diğer bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Cuma günü melekler Mescidin kapısı önünde durur, gelenleri sırasıyla yazarlar. Erken gelenler kurbanlık bir deve hediye etmiş gibi, sonraki bir sığır hediye etmiş gibi, sonraki bir koç, sonraki bir tavuk, sonraki de bir yumurta hediye etmiş gibi (sevab alır.) İmam (hutbeye) çıkınca, melekler sahifelerini dürüp zikri (hutbeyi) dinlerler."
Zemahşeri der ki: "Selef (sahabe ve tâbiîn) zamanında yollar, seher vakti ve fecirden sonra erkenden Cuma'ya gidenlerle dolardı. Ellerinde kandillerle giderlerdi. Ve denilmiştir ki İslâm'da ilk bid'at Cumaya erken gitmeyi terk etmek olmuştur." İbnü Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilir ki: "Mescide erkenden giden üç kişinin kendisini geçmiş olduklarını görünce nefsini kınar, "Ben seni dördün dördüncüsü olarak görüyorum, dördün dördüncüsü ise ahirette mutluluğa ermiş değildir." derdi.
Cuma gününe önceleri Araplar "yevm-i arube" derlerdi. Ve Kamus'da zikredildiği üzere günleri şöyle sayarlardı. Bunlar şu dörtlük de cem edilmiştir:
Yaşamayı arzuluyorum. Benim günüm, ya pazar, ya pazartesi, ya salı ya da onu takib eden çarşambadır. Eğer o günleri geçirirsem, onların ardından perşembe, cuma yahut cumartesi gelir.
İbnü'l-Esir "en-Nihaye"de der ki: "Arube, Cuma gününün eski ismidir. Sanırım bu isim Arapça değildir. "Yevm-i arube" veya "yevmi'l-arube" de denilir. Elif lâmsız olanı, daha fasihtir. Alûsî de şunları nakleder: "Arube'nin Arapça olmadığına dair İbnü'l- Esîr'in zannını, Cemalü'd-din Abdullah b. Ahmed eş-Şîşî, kullanılan lafızlar hakkında kaleme alınan "Kitâbu't-tezyil ve't - tekmil" adlı eserin muhtasarında ele alarak: "Arube, ister nekre (elif lâmsız), ister ma'rife (eliflâmlı) olsun Cuma günü mânâsınadır. Bu kelime, Arapçalaştırılmış Süryânice bir isimdir." demekte, sonra da Süheyli'nin: "Bazı âlimlerden bize ulaştığına göre Arube'nin mânâsı rahmettir." dediğini nakletmektedir." Buna göre günlerin bu eski isimlerinin Araplar'a, Süryâniler'den geçtiği anlaşılır. Çünkü Süryâniler Sabii idiler. Salıya çarşambaya denilmiş olması da, bu iki günün Sabiilerde ve cahiliyye çağı Araplarında uğursuz sayılmalarındandı. Çünkü yıldızlara tapan sabiîler bu günleri Mirrih ve Zühâl'e nisbet ederler, müneccimler de bunları uğursuz sayarlardı. Hala bazılarında görülen salı ve çarşambayı uğursuz sayma inancı, o cahiliyye itikadının bir kalıntısıdır. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği ve Arube yerine Cuma adını kimin verdiği hakkındaki rivâyetler de çeşitlidir. Bazıları bu ismin Peygamber'in dedelerinden Ka'b b. Lûeyy tarafından verildiğini söylemişler, bazıları da bu ismi koyanın Medineliler olduğunu rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
İlk Cuma:
Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir, İbnü Sirin'den şu rivâyeti nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber Medine'ye gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan Medine'deki müslümanlar Cuma namazı kılmışlardı. Ensâr, "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir onda toplanıyorlar. Hıristiyanların da öyle bir toplantı günleri var, gelin biz de bir toplantı günü yapıp Allah Teâlâ'yı zikredelim ve O'na şükürde bulunalım." demişler ve bunun üzerine cumartesi günü yahudilerin, pazar günü, hıristiyanların o halde biz de bunu arube günü yapalım diye teklif etmişlerdi ki onlar, Cuma gününe arube diyorlardı. Böylece Es'ad b. Zürare'nin yanına toplandılar. Es'ad onlarla iki rekat namaz kıldı ve va'z etti. İşte bu toplantıya Cuma adını verdiler. Es'ad da onlara bir koyun kesti. Bunu, kuşluk ve akşam vakti yediler. Bu, onların hepsi içindi. Sonra da Allah Teâlâ konuyla ilgili olarak âyetini indirdi."
Aynı şekilde Ebu Davud, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve Beyhakî, Abdurrahman b. Ka'b'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Abdurrahman'ın babası Ka'b b. Mâlik (r.a) Cuma günü çağrıyı işittiği zaman Es'ad b. Zürare'ye rahmet okurdu. Bundan dolayı Abdurrahman demiş ki: "Babacığım ezanı işittiğin zaman Es'ad b. Zürare için niye istiğfar edersin, sebebi nedir?" diye sordum. Bana, "Çünkü Beni Beyaza mevkiinde Nakıu'l-Hadamat (denilen yerde) bize ilk Cuma kıldıran odur." dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" dedim "Kırk erkek idik." dedi." Fethu'l-Kadir'de İbnü Hümâm'ın dediği ve İbnü Sirin'in rivayetinden de anlaşıldığı gibi bu namaz, âyet indirilmeden ve Cuma farz olmadan önce kılınmış demektir. Fakat Alûsî'nin kaydettiğine göre İbnü Hacer, "Tuhfetu'l-Muhtac"da demiştir ki: "Cuma namazı Mekke'de farz kılındı. Fakat bu ibadet orada yerine getirilmedi. Çünkü henüz yeterli sayı yoktu. Yahut bu namazın özelliği, ortaya çıkmak olduğu halde Resulullah orada gizleniyordu. Medine'de onu ilk defa kılan da Medine'den bir mil uzakta bulunan Es'ad b. Zürare'dir." Ancak Resulullah hakkında Cuma'nın şartları tamamlanmadan farz kılınmış olması da garip görünmektedir. Gerçi abdest gibi önceden farz kılınıp âyetin sonra nazil olması da düşünülürse de, ya sayının yeterli olmamasından yahut da Peygamber'in gizlenmesinden dolayı şartlarının tahakkuk etmediği bir zaman farz kılınması ictihaden uzak görünür. Bu yalnızca Cuma'ya izin mahiyyetinde düşünülebilir. Nitekim Darekutni'nin İbnü Abbas'tan yaptığı şu nakil de bunu göstermektedir. İbnü Abbas demiştir ki: "Resullullah hicret etmeden önce Cuma'ya izin verilmişti. Fakat Mekke'de onun Cuma kıldırmaya gücü yoktu. Bu yüzden Mus'ab b. Umeyr'e şunları yazdı: "İmdi yahudilerin açıkça Zebur okudukları güne bakın, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da, Cuma günü zeval vakti gün yarıyı aştığında Allah'a iki rekat namazla yaklaşın." Bu suretle Mus'ab. Hz. Peygamber Medine'ye gelinceye kadar Cuma kıldıranların ilki olmuş, zevalin sonunda öğle vakti Cuma'yı kıldırmış ve bunu ortaya çıkarmıştı. Görülüyor ki, İbnü Abbas'tan gelen bu rivâyette farz kılındığı değil, Cuma'ya izin verildiği ifade edilmiştir. Ancak yine bir rivâyette Cuma'yı ilk kıldıranın Es'ad b. Zürare değil, Mus'ab'ın olduğu zikredilmiştir. Taberânî'nin Ebu Mes'ud el-Ensari'den yaptığı rivayet de böyledir. Ebu Mes'ud demiştir ki: "Muhacirlerden Medine'ye ilk gelen Mus'ab b. Umeyr'dir. Orada Cuma namazını ilk kıldıran da odur. Bu namazı o, Resulullah (s.a.v) Medine'yi teşrif etmeden önce kıldırmıştı. Sayıları on iki idi." Suyuti'nin belirttiğine göre Buhârî de bu rivâyeti nakletmiştir. Ve o Cuma namazı Peygamber (s.a.v) 'in emriyle olmuştur." Es'ad b. Zürâre'nin ilk olarak kıldırdığına dair olan haberler daha kuvvetli gibi görünmekle beraber, bu rivâyetlerin ikisini de nazar-ı itibare alarak birleştirme cihetine gidilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Es'ad henüz Peygamber'den emir gelmeksizin Mus'ab ise Peygamber'in görevlendirdiği bir kişi olarak kıldırmış olduğundan her birini ayrı ayrı makamda ele almak gerekmektedir. Muhtemelen Mus'ab Medine'nin içinde, Es'ad da Medine yakınında bir köyde kıldırmış olması itibariyle ilktir. Diğer bir ihtimal de her ikisi de birlikte çalışmışlar, Es'ad cemaatı toplayıp temin etmiş, Mus'ab da Peygamber'in emriyle haberi getirip teşvik ederek imam olmuştur. Nitekim Hafız İbnü Hacer, "Es'ad emîr, Mus'ab imam idi." diye bir ihtimali belirtmiştir. Mamafih birinde cemaatın on iki, diğerinde kırk olduğunun ifade edilmesi, de namazı ilk kıldıranın Mus'ab olduğuna işaret etmekten uzak değildir. Demek ki Mus'ab'ın cemaatı on iki kişi iken, Es'ad'ın gayretiyle bu sayı, kırka ulaşabilmiştir.
Hangisi olursa olsun bu rivâyetlerin hülasasından iki şey anlaşılmaktadır.
Birincisi, o vakit cemaatle kılanan namaz, hutbe ve mevcut şartlarıyla bilinen Cuma namazı şeklinde olduğu takdirde dahi, henüz farz olmayıp izin verilmiş olarak kılınmış ve farziyyeti Hz. Peygamber'in hicretinden sonra vuku bulmuş demektir. Gerçekte İbnü Mâce'nin Cabir (r.a)'den rivayet ettiği şu hadis de buna delalet etmektedir. Cabir şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v) hutbede dedi ki: "Allah Teâlâ Cuma'yı size bu senemde, bu ayımda, bu günümde ve bu makamımda kıyamete kadar farz kıldı. Binaenaleyh her kim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim bir imamı olduğu halde Cuma'yı hafife alarak veya inkar ederek terk ederse Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı da, zekatı da, haccı da, orucu da, hayrı da yoktur, ta ki tevbe edinceye kadar. Her kim de tevbe ederse, Allah da tevbesini kabul eder." Bu hutbenin tarihi açıklanmamış ise de, hadisin lafızlarına bakarak, hicretten hayli zaman sonra okunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü haccın farz kılınması, sahih görüşe göre hicretin altıncı senesindedir. Daha önce veya daha sonra olabileceği de ifade edilmiştir. Gerçi bu hutbe, Cuma'nın kıyamete kadar farz olduğunu ortaya koymuş ancak farziyyet daha önce vuku bulmuş denilebilirse de, zahiri anlamı, bu farziyetin Medine'de, söz konusu olan sûre veya Cuma âyetinin inişi sırasında olduğunu göstermektedir.
İkincisi şu da anlaşılıyor ki Medinelilerin arube gününe Cuma ismini vermeleri kendiliklerinden olmayıp Mus'ab haberinin delaletine göre, Mekke'de bulunan Resulullah tarafından bir duygu üzerine olmuştur. Diğer bazı haberlerden de, Cuma isminin Araplarca öteden beri bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Cuma gününün Âdem ile Havva'nın bir araya geldikleri gün olduğuna dair de bazı rivâyetler vardır. Her yerde olduğu gibi bir toplulukta bir günün birden fazla ismi de bulunabilir. Bu suretle denilebilir ki, arube ve Cuma isimleri, Ka'b b. Lüey'den önce de mevcuttu. Ancak Cuma isminin İslâm'la yerleştiği konusunda şüphe yoktur.
Peygamber'in kıldırdığı ilk Cuma
Şurası bir gerçektir ki, Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman ilk defa Kuba'da Amr b. Avf oğullarına indi ve orada Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kalıp Kuba Mescidi'nin temelini attı. Sonra Cuma günü Medine'ye doğru yola çıktı, Salim b. Avf oğullarına ait bir vadiye geldiğinde Cuma namazı vakti girmişti; Resulullah orada hutbe okuyup Cuma'yı kıldırdı ki işte Hz. Peygamber'in ilk kıldırdığı Cuma budur.
Minberin Konulması.
Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere bir takım kimseler Hz. Peygamber'in minberinin ağacı hususunda ihtilafa düştüler. Sehl b. Sa'd es-Saidi (r.a)'den bunu sordular. O da şöyle dedi. "Vallahi ben onun hangi ağaçtan yapıldığını bilirim. Hem onu, ilk yerine konulduğu ve Hz. Peygamber'in üzerine ilk oturduğu günü gördüm. Resulullah (s.a.v) falanca kadına -ki Selh bu kadının ismini de söylemişti- haber gönderip, "Marangoz kölene emret de benim için ağaçtan bir kaç basamaklı birşey yapsın, insanlara hitab ettiğim zaman üzerine oturayım." dedi. Kadın da kölesine emretti, o da ğabe tarfasından yapıp kadına verdi. Kadın da onu Resulullah'a gönderdi. Resulullah da emretti, buraya konuldu. Sonra Resulullah'ı onun üzerinde namaz kılarken gördüm. Üzerinde tekbir aldı, rükua vardı, sonra gerisin geri inip minberin dibinde secde etti. Sonra yine döndü ve tekrar etti. Bitirdiğinde insanlara karşı döndü ve "Ey insanlar ben bunu şunun için yaptım ki, bana uyasınız ve benim namazımı belleyesiniz." dedi."
Yine Buharî'de Cabir b. Abdullah (r.a)'dan gelen bir rivâyette söz konusu sahabi şöyle demiştir: "Bir ciz' yani bir ağaç kütüğü vardı. Resulullah ona doğru dikilirdi. Minber (yapılıp) yerine konulduğu zaman o kütüğün yeni yavrulu develerin inlediği gibi sesini işittik, tâ ki Resulullah inip de üzerine elini koyuncaya kadar."
Resulullah ilk defa minbere çıktığı zaman terkedilmiş olan o kütüğün böyle ses çıkarıp, Resulullah'ın mübarek elini koymasıyla susması "Hanin-i Ciz" (ağaç kütüğünün iniltisi) mucizesi adıyla bilinmektedir.
Medine'den sonra ilk Cuma
Resulullah (s.a.v)'ın mescidindeki Cuma'dan sonra Medine dışında ilk Cuma namazı kılınan yer de, Bahreyn'de "Cevasa"da bulunan Abd-i Kays Mescidi'dir. (Buhârî ve diğer kaynaklara bkz.)
Cuma'nın Şartları.
Bu âyetten ve yapılan izahlardan anlaşıldığı üzere Cuma namazı, şartlarını taşıyan kimselere farz-ı ayındır. Fakat bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ ve taharet şartlarından başka Cuma namazının fıkıh kitablarında açıklanan iki çeşit şartları vardır ki "Ey iman edenler!" hitâbının önce bu şartları taşıyanlara yönelik olmasından dolayı, onları burada özetlemenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Cuma'nın şartları iki nevidir. Birincisi vücubunun, yani farz olmasının şartları. İkincisi, edâsının (yerine getirilmesinin) şartları.
Vücubunun şartları:
1- Hürriyet, köle olanlara vacib değildir.
2- Erkek olmak, kadınlara vacib değildir.
3- İkâmet, misafir olanlara vacib değildir.
4- Sıhhat, Cuma'ya gitmekle hastalığının artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara da vacib olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedirler.
5. Yürümeğe kudret, binaenaleyh ayakları olmayan yahut kötürüm olanlara Cuma'ya götürecek kimse bulunsa bile vacib değildir.
6- Selamet, gözleri görmeyene vacib olmaz. Eğer onu Cuma'ya götürecek bir yardımcı bulunursa, İmaneyn'e göre vacib olur. Aynı şekilde zalimden, takip edilmekten, şiddetli yağmur, kar, çamur ve benzeri şeylerden korkan kimseye de Cuma namazı vacib olmaz. ücretle işçi çalıştıran kimse, çalıştırdığı işçiyi Cuma'dan men edebilir. Eğer kasabada ise men etmemelidir. Ancak cami uzak ise gidip gelinceye kadar geçen sürenin ücreti düşer, şayet mesafe yakın ise ücrette eksiltme yoluna gidilmemelidir.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, bu şartlar bulunmayıp da Cuma kendisine farz olmadığı halde kılan kimselerin üzerinden vaktin farzı, yani öğle namazı düşer. Yani Cuma'nın şartlarını taşımayanlar ondan men edilmezler ancak kılmama konusunda izinli sayılırlar. Zira bu şartlar, Cuma'nın sıhhatinin değil, vacib olmasının şartlarıdır. Onun için kılınabildiği takdirde namaz sahih olup, karşılığında sevab vardır. Bu şartları taşımasalar da netice itibarıyla onlar da mümin oldukları için, âyette yer alan "koşunuz" emri, onlar hakkında vücubiyyet değil, nedb (mendub) ifade edebilir.
Cuma'nın edasının şartları. Birincisi, mısr-ı cami, (idari kurumları olan belde)dir. İbnü Ebi Şeybe Hz. Ali (r.a)'den şöyle bir rivayet nakleder: "Cemiyyetli bir belde veya büyük şehirden başkasında ne Cuma, ne teşrik ne Ramazan bayramı ne de Kurban bayram namazı söz konusu değildir." Abdurrezzak da, Abdurrahman es-Sulemi hadisiyle yine Hz. Ali'den yaptığı rivâyetinde şöyle der: "Cemiyyetli beldeden başkasında ne teşrik ne de Cuma yoktur."
Mısr-i Câmi', Cemiyyetli kasaba demektir. Bu kavramın tarifinde başlıca iki görüş vardır. Birincisi, hükümleri uygulayacak ve cezaları yerine getirecek bir hakim ve emîr, yani mazlumu zalimden kurtaracak, asayiş ve inzibatı muhafaza edecek amiri bulunan kasaba demektir ki, sahih olan görüş budur.
Bunun hulalası hukuk ve ceza, adliye işlerini görüp ve icrâ eden bir hakim ile asayiş ve inzibatı idare eden bir vali veya müdür bulunarak hükümetin tam bir kısmını teşkil etmiş olan bir kasaba demek olur ki, hikmetinin emniyet ve asayişi temin meselesi olduğu aşikardır.
Böyle bir kasabanın gerek camiinde ve gerek izin verilmek şartıyla namazgah ve meydanlarından birinde Cuma namazı kılınabilir. İkincisi, kendilerine Cuma vacib olan halkının hepsi toplandığı takdirde mevcut camiine sığmayacak kadar kalabalık olan cemiyyetli şehir veya köy demektir. Sonraki âlimlerin fetvası ve memleketimizdeki uygulama da bu şekildedir. Bu derece kalabalık bulunan bir köyde hakim ve emir bulunmasa bile, emniyeti muhafaza edecek bir cemaatın tam bir cüz'ü mevcut demektir.
Hidaye şerhi "Kifâye"de nakledildiğine göre İmam Ebu Yusuf'tan bir rivâyette de, on bin kişinin oturduğu yer olarak tarif edilmiştir ki, ekseriya kaza merkezlerinin nüfusu bu kadardır. Süfyan-ı Sevri de "Mısr-ı cami, insanların şehir kabul ettikleri yerdir." demiştir. Bazı Hanefi alimleri de "Bir sanat sahibinin başka bir sanata geçmeye ihtiyaç duymaksızın kendi sanatıyla geçinebileceği yerdir." diye tarif etmişlerse de bunlar, nadir rivâyetlerdendir.
İmam Şafiî, mısr-i cami'yi Cuma'nın edasının şartları arasında saymamış, hür erkeklerde kırk kişinin yaz ve kış göçmemek üzere ikamet ettikleri her köyde Cuma namazı kılınır, demiştir. Bununla beraber cemaatın kırk erkekten aşağı olmamasını da şart koşmuştur ki, bu sayıdan aşağı olan cemaatle Cuma kılınamayacağı kanaatindedir. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir ki İmam Şafii'ye göre Cuma'nın eda edilebilmesi için oldukça cemaatli ve güvenli bir yer şarttır.
Bir yerde sabit olmayan konar göçer aşiretlerde, kır ve vadilerde cemaatle öğle namazı kılınır. Cuma namazı kılındığı takdirde de öğle namazının düşmeyip kılınması gerekir. Ancak (Mina) gibi bir mevsimde büyük toplantı mahalli olan bir yerde Emîr'in bulunması halinde o mevsimde Cuma kılınabilir. Yalnız Arafat'ta Cuma namazı ittifakla kılınmaz. Büyük şehirlerde Cuma namazının çeşitli yerlerde kılınması, Hanefilerce en sahih görüş olarak kabul edilmiş ve fetva da buna göre verilmiştir.
İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya tarafından izin verilen bir zatın kıldırmasıdır. Çünkü Cuma namazı büyük bir kalabalıkla kılınacağından kimin kıldıracağı konusunda çekişme ve fitne ortaya çıkabilir. Bu ise, Cuma'nın tatil edilmesine sebeptir. Fethu'l-kadir'de zikredilen "Gerek zalim ve gerek adil bir imamı (devlet başkanı) bulunduğu halde kim Cuma'yı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki, o kimsenin namazı da yoktur.." hadisinde adil de olsa zalim de olsa bir imamı bulunduğu halde terkeden tehdit edilirken, Cuma'nın lüzumu için adil veya zalim mutlak bir imamın şart olduğu da ileri sürülmüş ve dört şeyin vülata yani bir beldede bulunan en yüksek idarecilere ait olduğu söylenmiştir:
1- Fey, (savaşmadan elde edilen ganimet)
2- Sadakalar,
3- Cezalar,
4- Cumalar.
Bu konudaki rivayet şöyledir:
Onun için Hanefi Mezhebine göre, hükümet reisinin emri veya izni olmadıkça Cuma'nın caiz olmadığı söylenmiştir. İşte buna "izn-i sultan" (devlet başkanının izni) denilmektedir." Bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Sultanın ve onun yardımcısının emri olmadan Cuma caiz değildir." Bir yerde imam varken bir adam Cuma günü onun izni olmadan hatiblik etse bu da caiz olmaz. Vali, kadı veya zabıta müdürünün kıldırması veya hatibe emir ya da izin vermesi de kafi değildir. Çünkü bunların tayin fermanlarında Cuma'ya izin selahiyyetinin bilhassa yazılmış olması gerekmektedir. Eğer imamdan izin almak mümkün olmaz ve insanlar kendi seçtikleri bir zatın başına toplanırlar da o kıldırırsa bu caiz olur. Emirin hutbeye izin vermesi Cuma için izin sayılır. Aynı şekilde Cuma'ya izni de hutbe için izin demektir.
Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde vakit şarttır, vaktinden önce kılınması caiz değildir. Ancak diğer namazlar vakit geçtikten sonra da kaza edilebildiği halde Cuma namazının kazası yoktur. Vakti geçerse öğle namazı kaza edilir. Cuma'nın vakti de öğle vaktidir. Buharî'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v) Cuma'yı güneşin meyli sırasında kılardı. Bu yüzden Cuma, zevalden önce sahih olmaz. Ancak Ahmed b. Hanbel bir rivâyetinde bunun sahih olduğunu söylemiştir. Fakat ikindinin vakti girdikten sonra daha kılınmaz. "İmam Malik bu görüşe muhalefet etmiştir." Namazda iken vakit çıkarsa yeni baştan öğle namazını kılar üzerine bina etmez. İmam Şafii de bu görüşe muhalefet etmiştir.
Dördüncüsü, hutbedir ki biraz önce bu konuda bilgi verildi.
Beşincisi, Cemaattır. En azı, imamdan başka üç erkektir. Ebu Yusuf, imam ile beraber üç kişinin olmasını da caiz görmüştür. Cuma için cemaatın şart olduğu konusunda icma vardır. Ancak en az sayının kaç olduğu hususunda ittifak sağlanamamıştır. Bu ihtilaflar, on üç madde olarak zikredilmiştir. Şöyle sıralanabilir:
1- Biri imam olmak üzere iki kişi. İbrahim en-Nehai, Hasan b. Salih ve Davud bu görüştedir.
2- İmam ile beraber üç kişi. Bu görüş, Evzai, Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed ve Rafii'nin nakline göre İmam Şafii'nin yeni görüşü olarak rivayet edilmiştir.
3- İmam ile beraber dört kişi. Bu da, İmam-ı A'zam Ebu Hanife, Sevri ve Leys'in görüşüdür. Ayrıca İbnü Münzir, Evza'i ve Ebu Sevr'den aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir. Şerh-i Münezzeb müellifi, İmam Muhammed'den ve Telhis sahibi de Şafi'nin eski görüşünden nakilde bulunmuştur.
4- Yedi kişi. İkrime'den nakledilmiştir.
5- Dokuz kişi, Rebia'dan nakledilmiştir.
6- On iki kişi. Bunu da Maverdi, İmam Muhammed, Zühri ve Evza'i'den nakletmiştir.
7- İmam ile beraber on üç kişi. İshak b. Raveyh'ten menkuldur.
8- Yirmi kişi, Malik'ten nakledilmiştir.
9- Otuz kişi. Malik'ten diğer bir rivâyettir.
10- İmam ile berabe kırk kişi. Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe'nin ve yeni görüşünde Şafii'nin rivâyetidir. Ahmed b. Hanbel'den meşhur olarak nakledilen de budur. Bu ayrıca, Ömer b. Abdu'l-aziz'den rivayet edilen iki görüşten biridir.
11- Elli kişi. Ömer b. Abdu'l-aziz'den nakledilen diğer rivâyettir.
12- Seksen kişi. Mazeri'nin görüşüdür.
13- Belli bir sayı olmaksızın kalabalık bir topluluk. Malik'ten nakledilmiştir.
Bu görüş, şu şekilde şöhret bulmuştur:
Muayen bir sayı şartı olmaksızın bir kentte ikamet edip kendi aralarında alış veriş yapacak kadar kişiden oluşan bir cemaat olmalıdır. Bu, üçten dörtten fazla demektir. Buhârî şerhinde Hafız İbnü Hacer, "Bu görüş, en tercihe şayan olsa gerektir." demiş ise de, Şâfii mezhebinin büyük imamlarından olan Müzeni bile ebu Hanife'nin kavlini tercih etmiş, Suyuti de bu görüşte olduğunu söylemiştir. (Alûsî) Lugat itibarıyla de cemaatın en azı üçtür. Ma-mafih bütün bu ihtilaflardan uzak kalmak için Cuma'yı en kalabalık camide kılmak daha faziletlidir. Cemaatın oluşması için Cuma'ya gelenlerin akıl baliğ ve erkek olmaları şarttır. Binaenaleyh kadınlar ve çocuklarla cemaat meydana gelmez. Yani bunlar cematın oluşması için şart olan sayıya dahil değildirler. Cemaata gelenlerin hür ve mukim olmaları şartı yoktur. Köle ve misafirlerden, hasta ve mazereti olanlardan da cemaat meydana gelebilir. Hatta bunların Cuma'da imametleri bile caizdir. Ancak İmam Züfer'e göre, kendilerine Cuma vacib olmayanların imametleri de sahih değildir".
Altıncısı, İzn-i âmmdır. Yani camilerin kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. Hatta bir cemaat camide toplanıp kapıları üzerlerine kilitlemek suretiyle namaz kılsalar bu caiz olmaz. Aynı şekilde sultan, sarayında Cumayı beraberindekilerle kılmak isterse kapısını açıp umuma izin verdiği takdirde başkaları gelse de gelmese de namazı caiz olur. Ancak mekruhtur. Amma sultan kapısını umuma açmayıp üzerlerine kapıcı koyarsa, kıldığı Cuma caiz olmaz. Söz konusu bu izn-i âmm şartı, Cuma namazında selamet ve emniyeti temin için hükümetin luzüm ve önemini gösterir. Ezan da, bu izni ilan ile davet etmek içindir.
Cuma günü yıkanmak.
Cuma günü gusül yapılması hakkında Buharî ve diğer kaynaklarda bir hayli hadis vardır. Bu hadislerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.
Buhârî'de Abdullah b. Ömer (r.a)'den
1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Her biriniz Cumaya geleceği zaman guslederek yıkansın."
2- Ömer İbnül- Hattab Cuma günü hutbede iken içeriye Peygamber (s.a.v)'in ashabından, ilk muhacirlerden bir zat giriverdi. Ömer ona "Bu hangi saat?" diye bağırdı. O da, "Meşguldum evime dönemedim. Ezanı işitince abdest alıp gelmekten fazla bir şey yapmadım" dedi. Bunun üzerine Ömer de dedi ki: "Abdest de olabilir fakat bilirsin ki, Resulullah (s.a.v) gusül yapmayı emrederdi."
Ebu Said-i Hudri' (ra)'den:
1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü gusletmek, her baliğ olana vacibtir."
2- Amr b. Süleymi el-Ensâri dedi ki: "Şehâdet ederim ki Ebu Said Şöyle dedi: "Şehâdet ederim ki Resulullah şöyle buyurdu: "Cuma günü her büluğ çağındaki kimseye gusul vacibtir. Hem de dişlerini misvaklamak ve bulabilirse hoş bir koku sürünmek. Amr der ki: "Evet şehadet ederim ki, gusul vacibtir, fakat misvaklanmak ve koku sürünmeye gelince bu vacib mi, değil mi Allah bilir. Lakin hadiste böyledir.
Yine Buhari'den:
Tavus demiştir ki, İbnü Abbas'a: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in Cuma günü cünüp olmasanız bile gusul yapınız ve başlarınızı yıkayınız ve biraz hoş koku sürünüz." dediğini söylüyorlar diye sordum. İbnü Abbas dedi ki: "Gusul, evet fakat güzel koku sürünmeye gelince bilmiyorum".
İbnü Mâce'nin Sünen'inden
Enes b. Malik (r.a)'ten gelen bir rivâyette o şöyle dedi: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü abdest alırsa farz için kafidir. Her kim de gusul yaparsa, gusul efdaldır."
Daha böyle birtakım hadislerden dolayı âlimlerin çoğu, Cuma günü cünüplük söz konusu olmasa bile guslederek yıkanmanın ayrıca vacib olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Fakat son hadisten de anlaşıldığı üzere bunun mânâsı, cenabette olduğu gibi gusletmeyince namazın caiz olmaması demek değildir. Bu sebebledir ki, Hanefi âlimleri, Cuma günü guslederek yıkanmanın sünnet veya müstehab olduğu kanaatindedirler. Hindiyye'de denilmiştir ki: "Guslun nevileri dokuzdur. Üçü farzdır. Bunlar, cenabetten, hayızdan ve nifastan dolayı gusletmektir. Biri de vacibtir ki o da ölüyü yıkamaktır. Kâfir olan bir kişinin cünüp iken müslüman olması halinde de gusletmesi vacib olur. Dördü de sünnettir. Bunlar da, Cuma günü, iki bayram günü, arefe günü, bir de ihrama girerken alınan gusuldür. Sahih olan Cuma günü namaz için gusletmektir. Hatta bir insan fecirden sonra gusletse de sonra abdest alıp Cuma'yı o abdest ile kılsa yahut Cuma namazından sonra gusul yapsa sünneti yerine getirmiş olmaz. Sabah namazından önce gusletse de onunla Cuma'yı kılsa Ebu Yusuf'a göre guslun faziletine erer, Ebu'l-Hasen'e göre eremez. Cuma ve bayram aynı günde olsa ve bir kişi karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra gusletse, hepsinin yerine geçer Guslün nevilerinden biri de müstehabdır ki o da, cünüp olmayan bir kâfirin müslüman olduğu zaman gusletmesidir. Mekke'ye girmek, Müzdelife'de vakfeye durmak ve Peygamber şehrine girmek için gusletmek de mendub olan gusullerdendir. Halebi'de de denilmiştir ki: "Cuma'ya erken gitmek gusulü ile beraber hoş koku sürünmek, misvak kullanmak ve güzel elbiseler giymek müstehabdır.
İbnü Mâce Sünen'inde Hz. Aişe (r.a)'den şöyle bir rivâyeti nakletmiştir. Hz. Aişe dedi ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma günü hutbe okurken bazı kimselerin üzerinde yani kaplan postları gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ne olur, her birinizin gücü yettiğinde (yani gündelik bir kattan başka) Cuma için iki sevb (yani bir kat elbise) edinmiş olsa." Abdullah b. Selam (r.a)'dan da bu anlamda bir hadis nakledilmiştir. Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü gusleder, güzelce yıkanır, temizlenir, temizliğini güzel yapar, en güzel elbisesini giyinir ve Allah Teâlâ'nın nasib ettiği güzel kokudan sürünür, sonra Cuma'ya gider, lakırdı etmez ve iki kişi arasını ayırmazsa, Allah o Cuma ile diğer Cuma arasındaki kusurlarını affeder." Buharî'de, İbnü Ömer (r.a)'den gelen şöyle bir rivayet vardır: "Hz. Ömer mescidin kapısında satılık bir (yani ipekli çitari nev'inden yollu bir elbise) gördü. "Ya Resulallah! bunu satın alsan da Cuma günleri ve elçiler geldiği vakit giysen." dedi. Resulullah da, "Bunu, ahirette nasibi olmayan giyer," buyurdu. Sonra Resulullah'a onlardan bazı elbiseler geldi. Resulullah da birisini Hz. Ömer'e verdi. Ömer, "Ya Resulullah! bunu bana veriyorsun halbuki daha evvel attar hullesi hakkında bana söylediğini söylemiştin." dedi. Resulullah da "Ben sana onu giyesin diye vermedim." buyurdu. Bunun üzerine Ömer de o elbiseyi Mekke'de bulunan müşrik bir kardeşine giydirdi."
Bir de Buhari, Kitabu'l- Cuma'da âyeti ile Cuma'nın farziyeti hakkında şu hadisi de rivayet eder. "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Bizler (burada) sonuncu, kıyamette ise öncüleriz. Yani (dünyaya) sonra geldik, kıyamet günü müsabakayı kazanıp ileri geçeceğiz. Şu kadar var ki onlara kitap bizden evvel verildi. Sonra da, onlara farz kılınan günler idi. Fakat onlar o günde ihtilâf ettiler. ( Nahl, 16/124 âyetine bkz.) Allah bize hidayet buyurdu. Binaenaleyh insanlar bunda bize tabi olacaktır. Yahudiler yarın, hıristiyanlar yarından sonra."
Kısacası zikredildiği gibi kendilerine Cuma farz olan müminlerin Cuma günü zevalden sonra ezanı işittikleri vakit işlerini bırakıp Cuma'ya koşmaları farz, daha önce gitmeleri müstehab ve efdaldır. Koşmakta muteber olan da, bulunduğu yerden ayrılmaktır. Teşehhüdde yetişen de Cuma olarak tamamlar. (Fethu'l-Kadir)
10. Sonra namaz kılınıp bittiğinde ki farz olan Cuma namazı ihtilafsız iki rekattır. Hz. Ali ve Aişe'den zikredilen haberlerde Cuma namazının hutbeden dolayı kısaltılmış olduğu ifade edilmiştir.
Bununla beraber öğlenin sünnetleri gibi Cuma'nın da sünnetleri vardır. İbnü Mâce, İbnü Abbas'tan şu sözü nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan önce dört rekat kılar ve bunlardan hiçbirini ayırmazdı." İbnü Mâce bu konuda Abdullah b. Ömer'den de bir nakilde bulunmaktadır. "Abdullah b. Ömer, Cuma'yı kıldıktan sonra gider evinde iki rekat daha kılardı ve derdi ki: "Resulullah böyle yapardı". İbnü Mâce'de nakledilen rivâyetlerden biri de Salim'in babasından gelmektedir: O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan sonra iki rekat kılardı. " Bu konuda İbn Mâce'de yer alan diğer bir rivayet de Ebu Hureyre'dendir: "Resulullah buyurdu ki: "Cuma'dan sonra kıldığınızda dört rekat kılınız." Demek ki, evvela Cuma'nın dört rekat ilk sünneti vardır ki, hatib hutbeye çıkmadan kılınır. Farzdan sonra da iki veya dört rekat son sünneti vardır ki bu sünneti de evde kılmak efdaldır. Âyetten anlaşılan farziyyettir. Bununla beraber sünnetler de farzın tamamlayıcısı olmaları itibariyle ona katıldıklarından sünnet hükmüyle dahil olurlar. Cuma namazı kılınıp bitti mi, O vakit yer yüzüne dağılınız, yani namaz kılındıktan sonra izinlisiniz, gidebilirsiniz, artık arzu ettiğiniz yere dağılınız ve Allah'ın fazlından talebte bulununuz ki bu gerçek çalışma ve ticaret, gerek ilim, gerek ziyaret, gerek ibadet ve gerek istirahat olabilir. İbnü Merduye'nin rivayetinde İbnü Abbas demiştir ki: "Dünya isteğine dair bir şey ile emrolunmadılar, ancak hasta yoklamak, cenazeye gitmek ve Allah için din kardeşini ziyaret etmek gibi şeyler hariç." İbnü Cerir bunu, Enes (r.a) 'den merfuan rivayet etmiştir. Mekhul, Hasen ve Said b. Müseyyeb ise, "Buradaki talepten maksat, ilim talebidir." demişlerdir. Bazıları da bundan muradın, kazanç olduğunu söylemiştir. Âyetteki "isteyin, dağılın" emirleri, en sahih görüşe göre mübahlık ifade eder. Binaenaleyh namaz kılındıktan sonra hemen çıkmak vacib olmayıp mescidde kalmak da mübahtır. Alûsî der ki: "Dahhâk ve Mücahid'den de bu şekilde rivayet edilmiş ve Buharî şerhinde Kirmânî, bu konuda ittifak olduğunu söylemiş ise de üzerinde düşünmek gerekmektedir. Çünkü Serahsi, bu emirlerin vücub veya nedb mânâsına olduğu hususunda görüş nakletmiştir. Ebu Ubeyd, İbnü Münzir, Taberani ve İbnü Merduye, Abdullah b. Bürri Harrani'den şöyle rivâyette bulunmuşlardır. Abdullah dedi ki: "Peygamber (s.a.v) 'in sahabilerinden Abdullah b. Busri Mazini'yi gördüm. Cuma namazını kılınca çıktı, çarşıda bir saat dolaştı sonra tekrar mescide döndü ve Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Ona bunu niçin yapıyorsun? diye sorduklarında, "Peygamberlerin Efendisi (s.a.v)'ni böyle yaparken gördüm" dedi ve âyetini okudu." İbnü Münzir de Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Cuma günü mescidin kapısından çıktığında bir şeyin izini sür de istersen alma. Bunun da mendub olduğu rivayet edilmiştir." Fakat Usûl ilminde beyan edildiği üzere "ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz.." (Mâide, 5/2) âyetinde olduğu gibi sırf kulların lehine olarak gelen emirlerin aleyhe çevrilmesiyle mevzu değişikliğinin gerekli olmaması için mübahlık asıl olduğuna göre, bu âyetteki emirlerinin de böyle olması gerekmektedir. Bu yalnız sakındırmadan sonra olduğu için değil, lehten aleyhe konuyu değiştirmenin gerekmemesi içindir. Yoksa emir, sakındırmadan sonra da vücub ifade edebilir. Mamafih o ruhsat ve mübahlıkla beraber şu emrin nedb ve teşvik için olması uygun olur.
Ve Allah'ı çok zikredin, yani dağılıp çıktığınızda da Allah'ı unutuvermeyiniz de gerek dağılma ve talepte bulunma esnasında, gerek bundan sonra ve önce Allah Teâlâ'yı güzel isimleriyle çok anın. Emirlerinin yerine getirilmesine muvaffak kıldığından dolayı hamd ve şükretmek, Kur'ân okumak, nafile namaz kılmak, diğer ibadetlerde bulunmak, nimet ve lütuflarını düşünmek gibi vesilelerle ilâhî ismini gerek kalbiniz ve gerek dilinizle yâd edin ki felah bulabilesiniz. Büyük murada eresiniz.
11. Emir böyle olmakla beraber bir ticaret veya bir eğlence gördüklerinde ona gittiler ve seni kıyamda bıraktılar, yani sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken bırakıp ticarete koşuştular. Rivâyet olunur ki Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu. Resulullah (s.a.v) Cuma günü hutbede iken bir kervan geliverdi. Onun def sesini işitince cemaatın bir çoğu, Hz. Peygamber'i ayakta bırakarak dışarıya fırlamışlardı. Buharî, Müslim, Tirmizi ve diğerleri Cabir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygaber (s.a.v) ile namaz kılacağımız sırada yiyecek getiren bir kervan geliverdi. Cemaat ona yöneldi, hatta Peygamber'in yanında on iki adamdan başka kimse kalmadı. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bir rivâyette de Resulullah buyurmuştur ki, "Eğer hepsi çıksaydı mescid üzerlerine ateş olurdu." Hz. Peygamber'in yanında kalan on iki kişiden onu, Aşer-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) ikisi de Bilal ile Cabir yahut Ammar ile İbnü Mes'ud, veya Bilal ile İbnü Mes'ud idi. Kervan Abdullah b. Avf (r.a)'a aittir. Âyetteki "lehv", kafile gelirken çalınması adet haline gelen kös veya def, dünbelektir. Bazıları da bunun davul zurna olduğunu söylemişlerdir. Mamafih âyetteki zamiri müennes (dişi) olarak ticarete gönderilmiş denilerek lehv ile beraber ticarete, denilerek de yalnız lehve gönderilmemiştir. Bu da göstermektedir ki, mescidden çıkanların maksadı, lehv değil ticaret idi. Bunun da sebebi, kıtlık ve pahalılığın şiddeti, bir de hutbeyi bırakıp çıkmakta bir sakıncanın olmadığını zannetmeleri olmuştu. De ki ey Allah'ı zikretmek için kalkan Resul! Allah'ın katındaki menfaatler lehivden de ticaretten de hayırlıdır. Çünkü onlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Allah yanındaki lütuf ve sevab ise sonsuz ve ebedidir. Kaldı ki eğlencenin menfaati de zihinde kurulan hayalden ibarettir. Ve Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Asıl rızık O'ndan istenmelidir. O nasib etmeyince sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde Allah'ın öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır. Onun için ticaret sevdasıyla her şeyi unutan yahudileri Allah Teâlâ bu sûrede kınadıktan sonra müminleri yükseltmek üzere bu emirlerle Cumaya hidayet ve irşad buyurmuştur.
Bu emirlerden sonra Cuma'yı mazeretsiz terk etmek ve Cuma'yı bırakıp da lehiv ve eğlenceye koşuşmanın nifaka varacağına işaret olmak üzere bu sûrenin peşinden münafıkların hallerini anlatan sûre gelecek ve o da, yine müminleri Allah'ı zikre teşvik eden bir hitab ile son bulacaktır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet