IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 04 Mayıs 2020, 15:51   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Tolstoy’un Penceresinden Dünyaya Bakmak




Tolstoy’un Penceresinden Dünyaya Bakmak

Lev Nikolayeviç Tolstoy 9 Ekim 1828’de Rusya’nın başkenti Moskova’da Tula civarındaki Yasnaya Polyana Malikanesi’nde bir kont veliahtı olarak dünyaya gözlerini açtı. Tolstoy’un çok soylu bir aileden geldiği barizdir fakat bazı Rus kaynaklarında Tolstoy’un soyunun Cengiz Han’dan geldiği yazılmıştır. Tolstoy küçük yaşlardan itibaren kendisini okumaya ve düşünmeye adamış bir çocuktu. Her şeyi ince bir şekilde düşünür ve gözlemlerdi. Tolstoy 16 yaşındayken (1844) Kazan Üniversitesi’ne başladı. 1847 yılında evine geri dönerek ailesine üniversite hayatının çok gereksiz olduğunu ve kendi kendisini yetiştirmek istediğini söyledi.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Lev Nikolayeviç Tolstoy döneminin savaşlarına katılmıştır. Genellikle Kafkas Cephesi’nde bulunmuş, bu sırada da Baskın, Orman Kesimi, Sivastopol Öyküleri ve Savaş ve Barış’ı yazmıştır. Bu sırada da hem savaş karşıtlığını hem de savaşın aslında sadece insan ırkının bir sonu olduğu tezini savunmuştur. Tolstoy dönemin soylularından olsa da dönemindeki köylülerin çok yoksul olduğunun farkındaydı. Çarlık Rusya halkı aç bırakıp o savaş şartlarında dahi ölümün eşiğine gelen halktan bir de vergi istemesi Tolstoy’un ahlak ve devlet anlayışına ters düşmüş bu nedenle Tolstoy’un mülkiyetsizlik (eski dönem komünizmi) anlayışını benimsemesini sağlamıştır. Tolstoy alçakgönüllü ve yardımsever bir insan olduğunu; o dönemde servetinin %80’inden fazlasını köylülere aş evi açmak için kullandığından anlayabiliriz. Hatta ömrünün son yıllarında halkın bu kadar yoksul olmasını kendine dert edip kıyafetlerini çuvaldan dikmeye başlamış, bir elbise ve bir çuvaldan oluşan kıyafetler giymeye başlamıştır. Savaşa ve döneminin devletine karşı bir düşüncede olması ve kilisesinin doğru dini savunmadığını söylemesi; Çarlık Rusya’nın ve Kilise’nin tepkisini almasına sebep olacak halkı tarafından çok sevildiği için kalemi kırılmayacak ama bu düşünceleri aforoz edilmesine neden olacaktı.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Tolstoy 1859 yılında, döneminde hiç olmayan bir okul inşa etmişti. Bu okulda ödül yok, ceza yok, derse gelme zorunluluğu yoktu. Açıkçası günümüzde bize “Disiplin” kisvesi altında dayatılan hiçbir şey yoktu. Tolstoy çocukların dilediği şekilde dilediği şeyi yaşamaları gerektiğini düşünüyordu. Tolstoy’un her dine bir saygısı vardı. Kendisi sırf halkı sefalet içinde gördüğü için alkolü ve tütünü bıraktı. Hırkadan ve kendi diktiği çuvaldan elbiseler giyiyordu. Tolstoy’un iki büyük korkusu vardı. Kadınlar ve piyano. Kadınlardan, şehvet uyandırdığı ve aklını kullanmasını engellediği için çok korkuyordu. Bu nedenle sık sık şehvet duygusunu bastırmak için avlanırdı. Piyanodan ise çıkardığı sesten ötürü çok korkuyordu.

Tolstoy’un hangi dini inancı tam olarak bilinmediği için bu konu hakkında bir şey söylemek mümkün değil. Fakat bütün dinlere karşı herhangi bir antipatisi olmadığı aksine hoşgörülü olduğu aşikardır. Özellikle Tolstoy’un “İtiraflarım” adlı kitabında aslında onun düşünce tarzını, çıkmazlarını görüyoruz. Birkaç örnekle Tolstoy’un dünyasına bir bakalım.


“… Gördüm ki, benim çevremin insanları, içinde bulunduğumuz bu korkunç durumdan kurtulmak için dört yol bulmuşlar. Birincisi, bilgisizlik yoluydu. Bu, şundan ibaretti: Hayatın bir bela ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamak.”

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Hayattan uzaklaştığımız ölçüde hakikate yaklaşırız” diyordu Sokrat ölüme hazırlanırken. “Biz hakikate aşık olanlar, hayatta ne için çabalarız..? Kendimize bedenden ve onun yol açtığı bütün kötülüklerden kurtarmak için..! O halde ölüm bize geldiğinde nasıl mutlu olmayalım..?

* İnsanın kendisini aldatmasının bir faydası yok. Her şey boş! mutlu kişi henüz doğmamış olandır. Hayattansa ölüm daha iyidir ve insan kendisini bu hayattan kurtarmalıdır.

* “Tanrı’yı arayarak yaşadın mı, bir daha tanrısız yaşayamazsın.”

* “Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte.”

* “Ben bir inanç, bir yaşama gücü arıyorum.”


Tolstoy’un bu sözlerinden bile yaşamı boyunca sürekli arayış içinde olduğunu görebiliyoruz. Ben kitabın okuru olarak bir kaç cümle söyleyip beni en derinlere daldıran bir metni paylaşmak istiyorum sizlerle. Öncelikle yaşamı boyunca yaptığı işler, bulunduğu ortam tamamen zıt şeyler. Çünkü Tolstoy’un güzel bir malikanesi ve çok fazla varlığı vardı. Fakat Tolstoy etrafında olup bitenlerden habersiz değildi. Kayıtsız da kalmıyordu. Bu sebeple dini konularda, siyasi konularda doğru olanı söylemekten de asla korkmadı ve bu yaptıkları sayesinde kendisinden bizlere bir iz kaldı. Şimdi Tolstoy’un edebi kişiliğini ve aynı zamanda o zamanlarda ki duygu karışıklığını ve çıkmazlarını işte bu sözleriyle daha iyi anlayabiliriz.

“Şimdi az ya da çok sistematik bir şekilde ifade edebildiğim bütün bu şüpheleri o zamanlar ifade edemiyordum. O zamanlar sadece, yaşamın boşluğuna ilişkin varmış olduğum sonuçlar mantıksal açıdan ne kadar kaçınılmaz sonuçlar da olsa ve de bu sonuçlar en büyük düşünürler tarafından doğrulanmış da olsa bu sonuçlarla ilgili bir şeylerin doğru olmadığını hissediyordum. Hata, ister akıl yürütmenin kendisinde olsun, isterse sorunun soruluş biçiminde, vardığım sonucun mantıksal açıdan ikna edici olmasına karşın yetersiz olduğunu hissediyordum. Bütün bu sonuçlar beni akıl yürütüş biçimimin gereği olan şeyi yapmaya yani kendimi öldürmeye ikna edememişti. Kendimi öldürmeden, beni bu noktaya aklın getirdiğini söylersem yalan söylemiş olurdum. Akıl işin içindeydi, ama sadece bir tür var oluş bilinci diye adlandırabileceğim bir şey daha işin içindeydi. Beni dikkatimi şuna değil de buna yöneltmeye zorlayan bir güç iş başındaydı. Beni içinde bulunduğum ümitsiz durumdan çekip çıkaran ve dikkatimi bambaşka bir tarafa yönelten şey de, işte bu güçtü. Bu güç beni, dikkatimi insanlığın ben ve bana benzer birkaç yüz kişiden oluşmadığı ve henüz insanlığın var oluş serüvenini bilmediğim gerçeğine yönelmeye zorladı.

Kendime benzer insanlardan oluşan dar çevreme baktığımda sadece sorunu kavrayamayan insanlar, ya da kavrayıp da sorunu hayatın sarhoşluğu içerisinde boğanlar, ya da sorunu kavrayıp da yaşamına son verenler, ya da sorunu kavradıkları halde zayıflıklarından ötürü ümitsiz yaşamlarını sürdürenleri görüyordum. Başka hiç kimseyi görmüyordum. Sanıyordum ki ait olduğum zengin, eğitimli ve bolca boş vakti olan insanlardan oluşan o dar çevre insanlığın tamamıydı ve de diğer, o güne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca insan gerçekten insan değil bir çeşit sığır idiler.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Hayat hakkında akıl yürütürken beni dört bir yandan kuşatan insanlığın tamamının var oluşunu gözden kaçırmış olmam şimdi bana tuhaf ve inanılmaz derecede akıl almaz geliyor. Benim hayatımın, Süleyman’ın ve Schopenhauer’un hayatlarının gerçek, normal hayatlar, milyarlarca insanın hayatlarının ise dikkate değmeyecek birer vaka olduğunu düşünecek derecede saçma bir hatanın içine düşmüştüm. Şimdi bana tuhaf gözükse de o zamanlar öyle düşünüyordum. Aklımın kibrinin aldatmacasında benim, Süleyman’ın ve Schopenhauer’un soruyu en doğru şekilde sorduğumuzu ve sorunun daha başka hiçbir şekilde sorulamayacağını sanıyordum. Bu, bana öylesine şüphe götürmez bir gerçekmiş gibi geliyordu ki, bütün o milyarların henüz sorunun derinliğini kavrama noktasına gelemediklerini düşünüyordum. Öyle ki, yaşamın anlamını ararken bir kere bile şu soru aklıma gelmemişti: “Peki, yeryüzünde bugüne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca sıradan insanın hayatlarının anlamı nedir ve de ne olagelmiştir?”

Öyle söylenmese de, bizim gibi özgür düşünen, eğitimli insanlara özgü olan bu delilikle uzunca bir süre yaşadım. Ancak, gerek gerçekten çalışan insanlara duyduğum, beni onları anlamaya ve sandığımız gibi aptal olmadıklarını görmeye zorlayan o somut sevgi, gerekse yapacağım en iyi işin kendimi asmak olduğu gerçeğinden öte bir şey bilmeme imkan olmadığına olan samimi inancım yüzünden, eğer yaşamak ve yaşamın anlamını kavramak istiyorsam bu anlamı, onu yitirenlerin ve kendilerini öldürmek isteyenlerin arasında değil de, yaşamın kendisini oluşturan, kendi hayatlarının ve de bizim hayatlarımızın yükünü sırtlanmış olan, geçmişin ve günümüzün milyarları arasında aramam gerektiğini en azından içgüdüsel olarak hissettim. Geçmişte yaşamış ve hala, da yaşamakta olan o basit, cahil ve fakir insanların oluşturduğu muazzam kitlelerin üzerinde düşünmeye başladım ve oldukça değişik bir şeyle karşılaştım. Şunu gördüm ki, nadir istisnalar dışında, yaşamış ve yaşamakta olan bütün o milyarlar benim sınıflandırmama uymuyor; onları sorunu anlayamayanlar diye sınıflayamazdım, çünkü soruyu olağanüstü bir açıklıkla dile getiriyor ve yanıtlıyorlardı. Ne de onları Epikürcüler olarak düşünebilirdim, çünkü yaşamlarında zevkten çok yoksunluklar ve acılar vardı. Hele onların mantıksız bir şekilde, anlamsız bir var oluş sürdürdüklerini hiç söyleyemezdim, çünkü yaşamlarındaki her şeye, ölüm de dahil olmak üzere, açıklama getirebiliyorlardı. İnsanın kendisini öldürmesini en büyük kötülük sayıyorlardı. Öyle gözüküyordu ki, bütün insanlığın hayatın anlamına ilişkin, benim doğrulamadığım ve küçümsediğim bir bildiği vardı. Akla dayalı bilgi yaşamın anlamına ilişkin bilgi vermez ve var oluşu dışlarken, milyarlarca insanın, bütün insanlığın, hayata atfettiği anlam küçük görülen bir takım yalancı bilgiye dayanıyordu .

Eğitimli ve bilge kişilerin ortaya koydukları akla dayalı bilgi yaşamın anlamını reddederken büyük insan kitleleri, bütün insanlık, bu anlamı akıl dışı bilgiyle algılıyordu. Bu akıl dışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey. Bu, Tanrıdır; altı günde yaradılış, şeytanlar, melekler ve diğerleri. Aklımı yitirmedikçe kabul edemeyeceğim şeyler.

İçinde bulunduğum durum korkunçtu. Akla dayalı bilginin yolunda var oluşu reddedişten başka bir şey bulamayacağımı biliyordum. Ve inançta da aklı reddedişten başka bir şey yoktu. Bu benim için var oluşun reddinden bile daha çok kabul edilemeyecek bir şeydi. Akla dayalı bilgi açısından yaşam kötüydü, insanlar bu gerçeği biliyorlardı ve yaşamlarına son vermek kendi ellerindeydi. Gene geçmişte olduğu gibi şimdi de yaşamaya devam ediyorlardı. Yaşamın kötü ve anlamsız olduğunu uzun süreden beri bilmeme rağmen ben kendim yaşamaya devam ediyordum.İnanç açısından bakıldığında ise yaşamın anlamını kavrayabilmem için aklımı reddetmem gerekiyordu. Tam da bunun bir anlamının olması gerekiyordu.



-alıntı-

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
tolstoy’un penceresinden dünyaya bakmak


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Tolstoy'un Gözüyle Hz. Muhammed - Tolstoy Sevda Genel İslami Konular 1 21 Ağustos 2012 20:28
Lev Nikolayeviç Tolstoy Resimleri (Leo Tolstoy)Superb Karelerle, Lev Tolstoy Fotoğraf Sevda Fotoğraf Kulübü 0 21 Ağustos 2012 19:49
Bir Adminin penceresinden :) pAsAkLI1i Komik Loglar 0 12 Temmuz 2009 22:43