IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 01 Aralık 2010, 00:02   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Bir Deneme ( Var Olmak Üzerine)





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


‘‘Söylenilebilir olan ne varsa açıkça söylenmeli; üzerinde konuşulmayan konusunda da susmalı.’’ Demiş Wittgenstein. Üzerinde konuşulmuş olsun, ya da olmasın, boşuna yapılan niteliksiz konuşmaların gereksizliği konusunda şüphe yok. Fakat sorgulamadan, analiz etmeden; bize dair olan, bilincimizde yer alan algı parçalarını* netleştirmeden yani anlamlandırma sürecinden geçmeden de gerçekliğe ulaşamayız.

Bir spermin uygun zamanda bir yumurtayla birleşmesi sadece tesadüftür. Bu tesadüf sayesinde doğan, hayatının geri kalanını da çevresindeki türdeşlerinin düzenine ayak uydurarak geçiren, sadece bir çıkarı olduğu zaman ‘bana göre’, ‘benim için’ vb benlik göstergesi edat öbekleri ihtiva eden -sanki kişilik barındırıyormuş gibi görünen- cümleler kuran canlıya:‘Kendiliğinden insan’ denir. Kendiliğinden insan; günlük yaşar, hayat dalgasının sürüklediği kıyılardan başka kara parçası düşünmez, bu yüzden, ulaştığı yer sanaldır, anladığını sandığı şeyler de aslında bir yanılsamadır. Bunun sonucunda da bir çeşit varoluş bulantısı yaşar ve hayatın anlamsızlığından monotonluğundan şikâyet edip durur. Birçok film bu sanal hayatı irdelemiştir.(Dövüş Kulübü, Truman Show, Takva gibi)

Peki, tesadüf ürünü olarak kalmak, kendiliğinden bir varlık olarak yaşamak; 3000 yılın oluşturduğu uygarlığı, ilerleyen bilimi, gelişen teknolojiyi ve düşünsel mirası hesaba katınca insan için çok aşağılayıcı olmuyor mu? Tamam, biz dünyayı değiştirmekten düzeltmekten vazgeçtik, bütün bu çabaları da hayalperestlik olarak görmeye başladık da bitti mi her şey? Geçmişi sorgulama, geleceği yargılama, anı yaşa, gez, toz, eğlen. Hepsi bumu? Bu kadar mı? Klişeleşmiş olsa da artık, bir kez olsun; kimim, ne için yaşıyorum, amacım ne diye sormamız gerekmiyor mu kendimize. Asıl gerçekliği diğer dünyaya mı bırakalım ki onun varlığından bile emin değilken.

Yok, o kadar kolay olmamalı. Dünyayı kurtarmak şöyle dursun; en azından birey olmak, ‘ben’ olmak için, mahkûm olduğumuz özgürlüğü kazanmak için(Sartre), ‘kendinin bilincinde’, ‘kendi için insan’ olabilmek için, nirvana’ya olmasa da varoluşa ulaşmak için vermemiz gerekiyor bu anlamlandırma mücadelesini.

************************************************** ******************************************* *Bu algı parçaları, bilincimizde yarattığımız; iyi insan, başarılı insan, karakterli insan veya âşık olunacak insan gibi profillerden; aşk, dostluk, sevgi, güven, kimlik, ahlak, siyaset gibi tanımlanmayı bekleyen kavramlara ve bütün bunların meydana getirdiği fenomenlere kadar her şeyi kapsar.
************************************************** *********************************************



‘‘İlk önce.insan varolur, kendine rastlar, birden bire dünya da ortaya çıkar ve kendini bundan sonra yapar…. İnsan tanımlanabilir değildir, çünkü başlangıçta hiçbir şeydir. Sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır.’’ Sartre’ın burada bahsettiği ‘kendini yapma’ faaliyetinin, iyi okullarda okuyup geliri yüksek bir mesleğe kavuşmakla ya da üç beş kitap karıştırıp bilgiçlik taslayacak duruma gelmekle bir ilgisi olmasa gerek. Asıl olan kendi dünyamızı oluşturmaktır. Yaratıcısı ‘ben’ olan bir dünya... Ali okulunun arka bahçesindeki ağacın önünde arkadaşlarıyla sohbet ederken görür Ayşe’yi ilk defa ve çok beğenir. Sonra hep o ağacı gözlemeye başlar Ayşe’yi görebilmek için ve nedense her seferinde Ayşe oradadır. Gün geçtikçe beğenisi artar ve âşık olur. Hayallerine, hep o ağacın önünde duran arkadaşlarıyla konuşan Ayşe girip durur. Hatta kahramanımız abartır arabeske yönelir, birazda Türk filmlerine merakından olsa gerek; gidip o ağaca bir kalp çizer çakısıyla, içinden bir ok geçirmeyi de ihmal etmezJ. Derken bir gün cesaretini toplar ve aşkını ilan eder Ayşe’ye, istediği cevabı da alır, artık o ağaç ikisinin aşk yuvası olmuştur. Sürekli onun önünde buluşurlar. İlk defa o ağacın önünde öper Ali, Ayşe’yi, ilk defa orda kavga ederler. Yıllar geçer bizimkiler evlenir, birde oğlan çocukları olur. Adını Gülgen bırakırlar çünkü aşklarının mahiyetini belirten o ağaç gülgen ağacıdır... Bu uyduruk hikâye, öyle görünmese de konumuz için belirleyici bir öneme sahip. Hikâyenin esas kahramanı olan ağaç bize çok şey anlatıyor. Ali, Ayşe’yi o ağacın önünde görmeseydi ağaç yine yerinde duracaktı ama Ali’nin bilincine aşkın olarak varolacaktı yani Ali’den bağımsız bir varlık olarak kalacaktı hatta Ayşe’nin cazibesi Ali’yi cezbetmeseydi, belki de Ali orda bir ağacın olduğunu bile fark etmeyecekti. Ağaç önce bir varlıktı daha sonra varoluş fenomenine dönüştü. Çünkü bir bilincin içinde yeni bir anlam, hatta başka bir tanım kazandı. Demek ki herhangi bir ‘şey’; bir insan(bilinç) tarafından algılandıktan sonra farklı bir mana yeni bir tanım kazanıyorsa, o şey artık varlık problemi(ontoloji) olmaktan çıkar varoluş(insan gerçekliği) sahasına girmiş olur. Bu sadece somut varlıklar için geçerli değil, duygu dünyamızla da alakalıdır. Örneğin, hepimiz sevgi denen bir şeyin olduğunu biliyoruz, doğar doğmaz tanışırız sevgiyle, birileri sevdiğini ya da sevmediğini söyler durur. Daha sonra sevginin türleri olduğunu anlarız; anne sevgisi, arkadaş sevgisi, karşı cinse duyulan sevgi, kitap sevgisi, hayvan sevgisi gibi. Ama bütün bunlar başkalarının bizde bıraktığı algı kırıntılarıdır, netliği yoktur. Birçok insan için hiçbir zaman da netleşmez. Mesela kişi, biriyle iyi vakit geçiriyorsa, birine güveniyorsa, biri ona iyi davranmışsa ya da biri sadece güzelse… algıladığı, hissettiği şeyin sevgi olduğunu zanneder. Sonra büyük hayal kırıklıkları başlar; iyi geçirilen vakitler can sıkıntısı yaratmaya başladığında, güven ihanetle sonuçlandığında, birden bire karşıdaki iyi davranmaktan vazgeçtiğinde ya da güzel olan yaşlanıp şişmanladığında her şey alt üst olur. Bir sonraki safhada savunma mekanizması faaliyete geçer; ‘sevgi denen şey zaten yalan’, ‘insanoğlu çiğ süt emmiş’ gibi arabesk söylemler başlar. Daha sonra, ya bu hayal kırıklıklarını kendine mal eder, kendini değersiz görmeye başlar, belki ciddi bir depresyon çıkar ortaya ya da avuntu olarak başka bir maneviyata yönelir. Örenğin ibadet olayına yoğunlaşır ‘nasıl olsa Allah beni sever, nankör kulları neyleyim’ dercesine müminleşir. O da olmadı kapitalizmin pazarladığı manevi vibratörlerle tatmin olmaya çalışır; çekim yasası(the secret), fenkşui, yoga vb. Oysa Alin’nin ağaçla olan münasebeti gibi bir ilişki kurulursa sevgiyle, yeniden anlamlandırılıp netleştirilirse, bize göre tam olarak ne ifade ettiğinin bilincine varılırsa; bu olumsuzlukların hiçbiri nüksetmez. Artık, daha önce söz konusu olan ‘kendini yapma’, kendi dünyamızı oluşturma fikrinin muhteviyatını görmüş olduk. Sevgi gibi ya da Ali’nin ağacı gibi bilincimizde bulunan bütün algı parçalarını anlamlandırıp netleştirdiğimiz anda, kendimize ait bir dünya yaratmış olacağız, bu dünyadaki bütün resimlerin ressamı, bütün düşüncelerin filozofu ‘ben’ olacak, her şey ‘ben’in yasalarıyla açıklığa kavuşacak.

Tabi ki bununla da bitmiyor her şey, varolan ‘ben’’in uygulamada kendini somutlaştırması gerekiyor. Somutlaştırma mevzusunu da arkadaşlık üzerinden açıklamak en doğru yol olsa gerek, bireysel anlamda en temel ilişki biçimi o çünkü. Muhakkak ki ilk önce anlamlandırma aşamasının gerçekleşmesi gerekiyor. Peki, bunun yolları nelerdir? Birinci yol, arkadaşlığı gözlemleyerek yani ‘ötekinin’ bu konuda ne halt yediğine bakarak belirli yargılara ulaşmaktır(zaten hepimiz ister istemez yaparız), bunun için okumakta belirgin bir fayda sağlar; Karl Marx ve Friedrich Engels’in entellektüel yakınlığı ya da Pardayanlar (arkadaşlığı en iyi anlatan romanlardan biridir) ulaşmamız gereken yargılar için bize yardımcı olabilir. Daha sonra, Schopenhauer’ın dediği gibi görüntüler dünyasının arkasına, yani kendi içimize bakma fırsatını yakalayabilmemiz gerekiyor, yani sorgu ve analiz safhası başlıyor. Ulaştığımız yargıları zihnimizde kategorize ederek, bize uygun olanların altını çizerek ve kendi doğrularımızı da içine ekleyerek, kavram olarak arkadaşlığı ve kriterlerini belirlemiş oluruz, böylece tufandan önceki son kalın çizgiler de netleşmiş oluyor. Şimdi tufanı başlatalım, gemiye kimleri alacağımızı biliyoruz her şey hazır. Tek bir soru kaldı geriye; gemidekilere nasıl davranacağız? Malum gemidekiler Nuh(‘ben’) için ‘öteki’ olmaktan daha fazla şey ifade ediyor, hal böyleyken onlara karşı sorumlu olduğumuz şeyler çıkıyor ortaya.
1.Husus yine netleştirmek ama bu sefer ‘beni’ değil ‘bizi’ netleştireceğiz ve bunu zihnimizde değil direkt karşıdakinin yüzüne karşı konuşma yoluyla yapmamız gerekiyor; sen benim için busun, bu kadarsın, arkadaşlığımızın sınırları buraya kadar, benim için bu kadar önemlisin yada değerlisin…..bunları çatır çatır ifade edeceğiz ki ‘biz’ olan netleşebilsin.
2.Husus, ilişkiyi duygu katmadan sürdürmek: Sevgi tolerans yaratmamalı mesela, çünkü hiçbir tolerans sonsuza dek sürmez bir gün bıkkınlık yaratır buda arkadaşlığa zarar verir. İki tarafta kendi kişiliğiyle kendi değerleriyle sürdürmeli her şeyi kayırma ya da ödün olmamalı. Bunun en uç noktası da kırma endişesidir, ben kimseyi kırmak istemiyorum ya da kırmaktan korkuyorum diyen kişiler narsizme bulaşmışlardır farkında olmadan. Hele arkadaşlıkta böyle bir şey söz konusu bile olamaz, birbirini tanıyan insanlar zaten hangi tavrın hangi niyetle yapıldığını bilir neden kırılma söz konusu olsun ki. Ayrıca kırmamak için yapılan bir eylem, bir şeyleri saklamak ya da değiştirmek anlamına gelir buda arkadaşlık açısından dürüstlüğe ve güvene zarar verir. Kırmak ne kelime ezip geçmek gerekiyor hiç saklamadan ya da yumuşamadan üzerine basa basa tavrı ortaya dökmek gerekiyor, bu kadar net bir davranışa kırılanın canı cehenneme ondan arkadaş falan olmaz.
3. Husus duyarsızlık göstermemek: Bir şeyi önemsemek onu sorun haline getirmek, ciddileştirmek, insanları farklılaştıran özelliklerden biridir. Kiminin, konu etmeye bile değer görmediği şey bir başkası için hayati bir öneme sahip olabiliyor. O yüzden karşıdakinin, hele ki arkadaşımızsa, konuşmak için çaba gösterdiği, paylaşma ihtiyacı duyduğu her konuya saygılı olmamız gerekiyor. Bunu empati saçmalığıyla değil sadece duyarlılık göstererek yapabiliriz, kimse kimsenin yerine koyamaz kendini, çünkü yaşanılanlardan etkilenme derecesi aynı değildir. Yapılması gereken şey, karşıdakinin önemsediğini fark etmektir sadece ve ona fırsat tanımak, hiçbir konu sonsuza dek sürmez o yüzden biraz sabretmek iyidir. Duyarsızlık genelde hesabımıza gelmeyen şeylerde çıkar ortaya, konuşulmasını istemediğimiz, sorgulanmasından rahatsızlık duyduğumuz konular dile geldiği zaman, çoğunlukta da ‘ben’ mevzusu sorun yaratır. Çünkü insanlar kendileri hakkında konuşulmasından pek hoşlanmaz. Hele kadınlar bu konuda öyle bayağılaşır ki: Konu rahatsız etmeye başladığı an cevaplar önce; ‘bu konuyu konuşmak istemiyorum’ ‘bilmiyorum’,’belki’ daha da sıkmaya başladığında, ‘peki’,’tamam’,’öyle olsun’ şeklinde karşıdakini önemsizleştirmek için yapılan ama aslında kendini beğenmişliğin acizliği içinde gerçekleştirilen tavırlara döner. İşte bunlar daha önce konu ettiğim, kırmama endişesi yaşayan kişilerdir daha çok. Önce arkadaştırlar sonra fasulye gibi nimet olurlar birandaJ.
4.Ve son husus, fazla beklentiye girmemek: İstemek zaaftır diyor Schopenhauer, ibadet isteyen tanrının bile zaafları var, buda onun ilahiliğine gölge düşürüyor. Tanrı varsın zaaf göstersin ama erdemli insanda zaaflara yer yok. Arkadaşlık kural koyar, prensiplidir ama duygusal beklenti kabul etmez çünkü eşitlikçi bir sevgiden türemiştir, ‘ben’e en yakın olandır arkadaş, dolayısıyla insan kendi kendinden sevgi, saygı bekleyemiyorsa, arkadaş olarak seçilen kişiden de bekleyemez. O seçilmiştir zaten, özeldir, kriterlere uygundur. Daha fazlasını aramak zaaf olur….. Böylece varoluşun uygulama kısmını da görmüş olduk.

Söylenebilir ne varsa söylendi sanırım….. Yukarıda yazılanlar varolmak için kesinkes uygulanması gereken bir reçete değil tabii ama tamamı göz ardı edilirse varlığımız, atmosferde saklı duran ve ne kadar boş konuştuğumuzun kanıtı sayılan ses birikintilerinin taşıdığı anlamdan öteye gidemez.

alıntı.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları tatlim sohbet Mobil Chat
Cevapla

Etiketler
deneme, var, Üzerine


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Dil ve alfabe üzerine deneme dizisi glu Genel Paylaşım 8 15 Mayıs 2015 20:18