IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 07 Ekim 2011, 00:48   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Papa ve Kral: Bir Devlette İki Hükümdar




M.S. 400'den 1500'lere kadar süren Ortaçağ, homojen ve statik bir toplumsal sistemle tanımlanamaz. Ayrıca coğrafî farklılıklar da oldukça büyüktür. Ana hatlarıyla, yine de diyebiliriz ki, Ortaçağda başlıca yönetim biçimi değişik formları içinde feodal sistemdi. Bununla kral (yahut imparator) ile aristokrasi ara*sındaki ilişkinin; kralın aristokratlara (vassallarına), askeri destek ve vergi öde*me taahhütleri karşılığında onlara tımarlı arazi temin etmeye dayanan karşılık*lı bir anlaşma biçimini aldığı bir toplum düzenini kastediyoruz.
Ayrıca vassallar ve köylüler arasında da bir anlaşma vardı: Vassal tımarlı arazisindeki insan*ları korumakla; insanlar da, hasatlarının bir kısmını vassala vermekle yüküm*lüydüler.

Feodal sistem hem güçlü hem de güçsüz krallıklar yaratabiliyordu. Fakat 1000'lerde her ne kadar güç dengeleri kral ve vassalları arasında değişebiliyorsa da. eğilim tümüyle devletin iktidarının güçlenmesine yönelikti. Ancak, Ortaçağ'ın sonlarına doğru, hakim olan taraf çoğunlukla kral idi: Sonuçta 17. yüzyıla doğru, bütün meşru gücün kendisinde yoğunlaştığı, mutlak hükümdar haline gelen kralın yönettiği merkezîleşmiş devletlerle karşılaşırız.


Hıristiyanlık hakim din haline geldikten sonra, Ortaçağın siyasal yaşam ve düşüncesinde köklü etkileri olan belirli siyasî değişimler meydana geldi, iki oto*rite, seküler ve kilise (ecclesiastical), birbirine dolanmaya başladı. Bu otorite*ler gelişti ve aralarındaki ilişkiler 4. yüzyıldan Ortaçağın sonlarına kadar değiş*ti. Takip eden satırlarda, bu tarihî gelişimin değişik safhalarını tartışmayacağız; fakat sadece bu iki rakip otoritenin tarihsel bir kıyaslamasıyla bağlantılı olarak belli kuramsal noktalara değineceğiz.


Toplum içinde İnsan
---------------------------------|------------------------------------------------
| |
Devlet / hukuk (evrensel olan) (özel olan) Birey
| |
1) Doğal hukuk -> Kilise otoritesi 1) Ruh (iyi olan)
2) Roma hukuku -> Seküler otorite 2) Beden (kötü olan)

Yunan şehir-devletlerinden Helen-Roma İmparatorluğuna geçiş sürecinde, birey (tikel olan) ve devlet/hukuk (tümel olan) arasında bir tür ayrılığın ortaya çıktığını; ve evrensel kapsamında da doğal hukuk ile imparatorluğun halihazırdaki yasaları arasında da bir ayrılığın nüksettiğini daha önce belirtmiştik. Sonraki bölünme, halihazırda varolan yasaları doğrulama çabası olarak yorumlanabilir. Yaygın bir görüşe göre; ahlakî bir normu (N2) doğrulamak için daha temel bir başka norma (Nl) sahip olmalıyız ki böylelikle onu mantıksal bir tümdengelimle birinci norma (N2) ulaşmak için bir öncül olarak kullanabilelim:




N1 Doğal hukuk


N2 Roma hukuku


Evrensel olarak geçerli olduğunu iddia eden mevcut yasaları (N2) doğrula*mak İçin; şu halde, bu mevcut yasaların ardında yer alan ve onların da kendisi*nin bir ifadesi olduğu mutlak bir hukuka (Nl) başvurabiliriz. Bu yöntemle doğal hukuk mevcut Roma hukukunu doğrulayabilir. Fakat bu doğrulama iki yanı da keskin kılıç gibidir. Çünkü doğal hukuk, mevcut yasaları tekzip etmek amacıyla da kullanılabilir. Doğal hukuku doğru olarak yorumladığını iddia eden insanlar, varolan yasaları doğal hukukun ihlali olarak suçlayabilirler. Başka bir ifadeyle, önemli olan, doğal hukukun meşru olan yorumcularının kimler oldu sorusudur.2


Roma İmparatorluğu'nun bütün iktidarı doğal hukukun yorumlanması dahil, ellerinde bulundurdukları sürece her şey kontrol altındaydı. Bu idareciler Hıristiyan Kilise'yi doğal hukukun yorumcusu olarak kabul ettiklerinde önemli bir değişim meydana geldi. İlahi vasfını ve O'nu takiben hukuku yorumlama hakkını muhafaza etmek yerine, imparator bu yorumlama yetkisini bir başka otoriteye, yani papa ve Kiliseye devredebiliyordu. Devletin perspektifinden bakıldığında; Kilise devlet ile uyum içinde olduğu sürece, durum tatmin edici halini koruyacaktır. Fakat tam da nispeten bağımsız bir kurum olarak Kilise temel ahlakî ve dinî meselelere dair hüküm vermekle yetkilendirildiği için kilise güçleri ile seküler güçler arasında potansiyel bir çatışma durumu yaratıl*ar.


Bu durumda, devlete hizmet eden Kilise görüşü değiştirilmelidir. Kilise ahlak ve dinin yetkilendirilmiş yorumcusu olduğuna göre; insanlar seküler idarecileri meşru yoldan eleştirebilecekleri belli bir meclise sahip olmuşlardır. Şüphesiz bu, Avrupa'daki özgürlük fikri açısından önemlidir.


Şu bir gerçektir ki; Kilise, seküler idarecilere itaati, etmediği zamanlara kıyasla çok daha sıklıkla vaaz etmiştir. Hepsinden öte bu, İncil'de yazar: "Bırakın her ruh daha üstün güçlere tabi olsun. Tanrının kudreti dışında bir kudret yok, bunun için varolan bütün iktidarları Tanrı takdir etmiştir. O halde her kim iktidara karşı gelirse, Tanrının takdirine karşı gelmiş demektir: Ve onlar ki isyan ederler, kendi paylarına cehennem mahkumiyeti düşecektir" (Romalılar 1-2). Mevcut idarecilere itaat etmeyi öğütleyen bu nasihat ilk Hıristiyanlar stratejik ( ve teolojik) bir ikilemin çözümü olarak görülebilir. Toplum hakkında sorular sormaktan kaçınmalı ve bütün ümitlerini gelecek olan yaşama mı bağlamalıydılar? Eğer öyle olsaydı, Hıristiyanlık kolayca hükümdarlarla çatışmaya yol açacak anarşist özellikler geliştirebilirdi. Yoksa Hıristiyanlar Kilisenin ruhani konularda özerk, seküler konularda ise itaatkar olduğu bir uzlaşmayı mı iteklemelidir. Sonraki stratejiyi Gelasius'un iki güç (otorite) hakkındaki öğretisinde buluruz. Bu öğreti, Ortaçağ'da devlet ve kilisenin bir arada varoluşu için bir temel oluşturmuştur.


Kilise; seküler idarecileri itaate çağıran bu tavrını, seküler otoritenin ahlakî ve dinî standartlara uymaması halinde, sürdürmeyebileceği için, Kilisenin bu tavrı belirsizdir. Esas olan nokta, görece bağımsız bir otorite olarak Kilisenin, bu gibi yaptırımları uygulamak için gerekli olan siyasî güce zaman zaman sahip olacağıydı. Teorik olarak, devlet ve kilise işbirliği içinde olmalıydılar. Fakat bunlar, aynı tebaaya sahip görece bağımsız otoriteler oldukları için; hem papa*ya ve hem de imparatora haklarını vermenin zor olduğu zamanlarda insanların sadakati çoğunlukla ikiye bölünüyordu. Ve pratik anlamda ele alırsak, seküler iktidar ile Kilise iktidarını birbirinden kesin olarak ayırmak mümkün değildi. Ki*lise sadece ruhani bir iktidara sahip olması gerekirken, misyonu gereği belli bir ekonomik temele de sahip olmalıydı. Belli oranda seküler iktidara da sahip ol*malıydı. Ve seküler otoriteyi elinde tutanların belli oranda ruhanî otoriteye de sahip olmaları gerekiyordu.


Hıristiyanlık; iki otorite, devlet (regnum) ve Kilise (sacerdotium) tarafından yönetilen bir toplumun hakim dini haline gelmiştir. Toplumun bütün üyeleri bu her iki otoriteye tâbi olup, her ikisine karşı bağlılık göstermek durumundaydı*lar. Fakat bu iki otorite arasındaki ilişki, çatışma ile yüklüydü. Papa I. Gelasius (5. yüzyılın sonu), Bizans İmparatoruna karşı kendi konumunu savunmuştur. Böylelikle; iki gücün (potestates) her ikisinin de Tanrıdan kaynaklandığını, dola*yısıyla da eşit derecede meşru olduğunu bildirerek, aslında Kiliseyi müdafaa etmiştir. Aynı zamanda bu iki otoritenin farklı görevleri olduğu da söylenmiştir: Kilisenin ruhanî, devletin dünyevî işleri vardı. Ve bu iki otorite karşılıklı olarak birbirlerine yardım etmek durumundaydılar. Aşağı yukarı 800-900 yıl boyunca bu doktrin; hem Kilisenin, hem de devletin temsilcileri tarafından kabul gör*müştür. Fakat bu anlaşma zamanla gerçek olmaktan ziyade teorik olduğunu ka*nıtlar hale geldi. İki "kılıç" öğretisi farklı yorumlara tabiydi. Bu öğretinin hayalî ve belirsiz bir görünüş almasından Gelasius'u sorumlu tutup suçlamamız mümkün değildir. Bu belirsizlik; amacı bir arada varoluşu mümkün kılmak ve ruhanî ve dünyevî güçlerin arasındaki sınırın nerede olması gerektiği sorusuna yanıt vererek bunu meşrulaştırmak olsa dahi, hiçbir öğretinin değiştiremeyece*ği, mevcut fiili durumdan kaynaklanmaktaydı.


Ayinleri icra etmek ve İncil'i tebliğ etmek ruhanî görevlerdir. Fakat bu ruha*nî eylemler manastır ve kilise gibi mülkleri kontrol etme hakkını öngörmektedir. Yani bu demektir ki, ruhanî iktidar, zorunlu olarak belli oranda seküler güce de sahip olmalıdır. Diğer yandan, seküler siyaset içinde yer almak, belli de*ğerler çerçevesinde hareket etmeyi gerektirmektedir. Ve eğer ruhani güç, ahlak ve değerler üzerinde bir otoriteyi içeriyorsa, ruhani alana müdahale etmeksizin seküler siyaset ile uğraşmak imkânsız hale gelir.

__________________

English Preparatory Department
School of Foreign Languages
Assistant English Teacher
Ankara Baskent University
2017-18

“Benim, senden öncem ve senden sonram yok, yalnızca sen varsın...”
C.A - 31.12.2010 - ∞

English Language and Literature
Faculty of Humanities and Letters
Ankara Bilkent University
2010-15
 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
devlette, hÜkÜmdar, iki, kral, papa


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
KraL Her zaman KRAL'dir ( demi inferno ) toXic Serbest Kürsü 9 20 Nisan 2010 20:41
Hz. ZÜLKARNEYN (a.s) ve HÜKÜMDAR Metin İslamiyet 1 10 Mart 2009 06:54