IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 09 Ekim 2011, 22:04   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Dünyanın İlk Üniversitesi HARRAN




Onlar çocukluklarının hatırlayamadıkları kadar eski döneminde bir gün evlerinin damına çıktıkları zaman uzaklarda bir yerde iki ince zarif sütun, bunun kuzeyinde oldukça uzak bir yerde de kafasına f şapka geçirilmiş gibi duran yüksek bir kule görürlerdi. Babalarının veya büyük kardeşlerinin elini tutarak bu zarif sütünların bulunduğu yere ilk gittiklerinde içinde neşeli balıkların oynaştığı iki güzel, sevimli gölle karşılaşırlar. Bu sütunları ve balıkları, gölleri birbirine bağlayan esrarlı bağı, içinde kötü hükümdar Nemrud’un, kızı Züleyha’nın yer aldığı İbrahim Peygamber’in Tanrı’yı bulma yönündeki arayışını, Nemrud’la kavgasını, sütunların bulunduğu kaleden ateşe atılışını, Tanrı’nın emriyle ateşin suya, yanan odunların balıklara dönüşünün hikayesini öğrenirler. Sözünü ettiğim diğer yere, üzerinde şapkanın bulunduğu Ulu Cami’ye gittiğinde de İbrahim’in hikayesinin diğer önemli bir epizodunu, onun burada bulunan putları kırarak nasıl baltasını en büyük putun kafasına astığını, ama bir putun bunu yapabilecek canlılık ve kudrete sahip olmadığı kendisine söylendiğinde o zaman böyle bir cansız varlığa niçin taptıklarını, ondan nasıl meded umduklarını niçin kendilerine sormadıkları yönündeki zekice cevabını heyecan, hatta vecd içinde dinlerlerdi.

Sözünü ettiğim çocuk Urfalılar, yaşları biraz daha ilerleyip bir gün bir vesileyle Urfa’nın güneyinde uzanan uçsuz bucaksız ovaya gitme fırsatına kavuştuklarında bu kez tuhaf evleriyle bambaşka bir yerle, Harran’la karşılaşırlardı Ancak burada ker---ten çadırlara benzeyen bu ilkel evlerle tezat oluşturan başka bazı şeylerin olduğunu da görürlerdi: üst kısmı yıkılmış, yine yüksek, göklere uzanan dörtköşe bir kule, büyük bölümü harabe halinde olan, ama farklı, daha yüksek bir dünyadan, bir uygarlıktan haber veren kesme taştan yapılmış zevkli kemerler, kaleler, burçlar. Burada kendilerine bir zamanlar bu yerde dünyanın ilk üniversitesinin bulunduğu, o kulenin bu üniversitenin gezegenlerin, yıldızların hareketlerini gözlemek için kullanılan rasat kulesinin bir kalıntısı olduğu yönünde bir şeyler söylenirdi. Eğer bu çocuklardan biri o sırada lisede edebiyat derslerine meraklı biri olup bu arada Ziya Paşa’nın Terkibibend’ini okumuş, hatta çok hoşuna gittiği için onu ezberlemiş biri idiyse farkında olmaksızın dudaklarından şu beytin döküldüğünü görürdü: ‘Seyretti heva üzre denir taht-ı Süleyman- Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde’.
Harran bir zamanlar, yani M.S. VIII-IX. Yüzyıllarda bilim tarihi bakımından önem taşıyan bazı bilimsel çalışmaların yapılmış olduğunu, bu bağlamda Sabit ibni Kurra, el- Battani gibi bütün zamanlar için önem taşıyan bazı ünlü bilim adamlarının, matematikçilerin, gök bilginlerinin yaşamış olduğunu öğrenme imkanına kavuşurdu. Söz konusu gencimiz daha sonra yine büyük ölçüde şans eseri sonucunda uzmanlık alanı olarak İslam felsefesi tarihini seçmişse bu bilgilerine bu iki önemli şehrin Ortaçağ’da İslam uygarlığında ortaya çıkmış olan felsefe hareketi bakımından da belli bir önem taşıdıkları, bunun bir işareti olarak örneğin X. Yüzyılda yaşamış ve Ortaçağ İslam felsefesinin gerçek anlamda kurucusu olarak kabul edilen Farabi’nin hayatının ileri bir döneminde bunlardan ikincisini, yani Harran’ı ziyaret etme ihtiyacını duymuş olduğunun bilgisini eklerdi.
Harran şehrinin tarihsel hayatının bu en önemli devresinin, yani M.S. VIII- X yüzyılları arası döneminin bilimsel-akademik olarak ele alınıp değerlendirilmesidir. Çünkü tarihi, sempozyuma sunulan bazı tebliğlerden daha ayrıntılı olarak görüleceği üzere çok eskilere uzanmak ve tarihsel ve dinsel olarak her zaman büyük önem taşımış olmakla birlikte, Stefan Zweig’in ünlü kitabındaki benzetmesini kullanmak gerekirse Harran’ın ‘yıldızının parladığı’ en önemli dönem bu dönem olmuştur. Tarih boyunca aralarında her zaman belli bir rekabetin var olmuş olduğu bu iki büyük şehirden Urfa’nın varlığını eski büyüklüğünde olmasa da devam ettirmesine ve günümüze kadar gelmesine karşılık Harran’ın M.S. XIII. Yüzyıldaki Moğol istilasından bu yana eski görkeminden hiçbir iz bırakmamacasına gözden kaybolmuştur.
Gerçekten de Harran’ın tarihsel önemi bir kaç şeyden ileri gelmektedir. Birinci olarak o, klasik Yunan düşüncesinin entellektüel mirasının ve bu mirası içinde bulunduran bilim ve felsefe şaheserlerinin önceleri Yunanca’dan bölgenin kültür dili olan Süryanice’ye çevrildiği önemli birkaç merkezden biri olmuştur. Harran, Müslüman fetihleriyle İslam imparatorluğuna kazandırıldığında bu Süryani yazarlar aynı veya benzeri eserleri bu kez Arapça’ya kazandırmada ve böylece İslam dünyasını klasik bilim ve felsefe mirasıyla tanıştırmada önemli roller oynamışlardır. Onların bu rolleri Müslümanların kendilerinin Yunanca’yı öğrenip söz konusu eserleri doğrudan Yunanca’dan Arapça’ya kazandırma işine giriştikleri zamana kadar devam etmiştir. Bu vesileyle bu çeviri olayında Harranlı yazar ve mütercimlerin rolünün Urfalı benzerlerine veya meslektaşlarına göre daha fazla olmuş olduğunu hatırlatmayı bilimsel bir görev bilirim..
Öte yandan bu dönemde Harranda yetişmiş veya Harran okuluna mensup olan düşünürlerin, bilim adamlarının rollerinin yalnızca bu aracılıktan ibaret olmadığını, onlar içinde bazılarının, örneğin Sabit İbni Kurra, Cabir ibni Hayyan, el- Battani gibi büyük matematikçi, kimyacı, gök bilginlerinin sözünü ettiğimiz bu alanlarda kendilerine özgü, orijinal çalışmaları olan birinci sınıf bilim adamları olarak sivrildiklerini de görmekteyiz.
Harran’ın sözünü ettiğimiz dönemde sahip olduğu önem sadece doğa bilimleri veya müsbet bilimler alanında yetiştirdiği bu insanlar ve onların sözünü ettiğimiz çalışmalarıyla sınırlı kalmamıştır. Harran’ın aynı ölçüde olmamakla birlikte felsefi çalışmalar bakımından da oldukça önemli bir merkez olduğunu görmekteyiz. M.S. VIII-X. Yüzyıllar arasında bu şehirde yukarda adı geçen büyük bilim adamlarıyla karşılaştırılabilir önemde büyük felsefi isimlerle karşılaşmamaktayız. Ancak bu bir yandan İlkçağ ve Ortaçağ’da, hatta Batı’da ta XVIII. Yüzyıla kadar bilimle felsefenin içiçe bulunması ve bilimsel düşünceyle felsefi düşünce arasında zamanımızda olduğu gibi kateorik bir ayrımın olmamasıyla ilgili olduğu gibi (Nevton’un ünlü eserinin adının Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri olduğunu hatırlayalım) öte yandan bilim adamlarıyla filozofların ortaya çıkma şartlarının birbirinden bir ölçüde farklı olmasıyla açıklanabilir bir olaydır. Günümüzde de ülkemiz içinde olmak üzere gelişmekte veya gelişmiş olan bir çok ülkede kendi alanlarında son derece başarılı, önemli bilim adamlarının yetişmiş olmasına karşılık aynı ölçüde önemli veya kalbur üstü filozoflarla karşılaşmamaktayız. Özel bilim alanlarıyla felsefe arasındaki yapısal farklılığın sonucu olarak yirmi yaşında dahi bir matematikçi (Pascal) veya 25 yaşında dahi bir fizikçinin (Eins tein) ortaya çıkmasının mümkün olmasına karşılık felsefede genç yaşta felsefi olgunluğa erişmiş insanlarla karşılaşmak tarihin pek kaydettiği bir olay değildir. İslam dünyasında da Farabi gibi büyük bir filozofun ortaya çıkması için uzun bir süre beklemek gerekmiştir. Kaldı ki bu aynı Farabi’nin antik felsefenin eski dünyadan İslam dünyasına nasıl intikal ettiği hakkındaki hikayesi ve bizzat kendisinin doğduğu yerden Bağdat’a gelip orada bir süre kaldıktan sonra Harran’a yapmak ihtiyacını duyduğu seyahati Harran’ın klasik felsefenin Ortaçağ İslam dünyasına kazandırılması konusundaki önemine işaret eden iki önemli vak’a olarak zikredilebilir .
İbni Ebi Usaybi’a tarafından muhafaza edilmiş olan küçük bir metinde Farabi Yunan felsefesinin İslam dünyasına geçişinde izlediği yolun başlıca güzergahları olarak Atina, İskenderiye, Antakya, Harran ve Bağdat’ı zikretmektedir. Onun anlatısına göre Yunan, özel olarak Aristoteles’in felsefesi Antakya’da son bir filozof kalıncaya kadar öğretilmeye devam etmiş ve bu kişiden iki insan felsefeyi öğremiştir. Bunlardan biri Harranlı, diğeri Merv’lidir. Gerçi bu hikaye biraz fazla naiftir. Yunan bilimi ile karışık, onunla içice bulunan Yunan felsefesinin Antakya’da ortadan kalkmak üzere bulunduğu, ancak tek bir kişi tarafından öğretildiği, ondan ders gören iki kişi sayesinde de İslam dünyasına, Bağdat’a intikal ettiği ve bu sayede unutulmaktan kurtulduğunu kabul etmek fazla inandırıcı değildir. Öte yandan Farabi’nin felsefeyi kendisinden öğrendiğini söylediği Yuhanna ibni Haylan da Harranlı değil, Merv’lidir. Ama bunlar, bu hikayenin ana anlamında önemli bir değişiklik meydana getirmemektedir. Bu anlam, Farabi’nin anlatısında Harran’ın Yunan bilimi yanında Yunan felsefesinin de İslam dünyasına intikalde önemli bir yere sahip olduğudur.
Harran mektebinin İslam felsefesi bakımından yeri ve önemi konusu bizi bu okula mensup düşünürlerin dini düşünceler, din felsefesi, ilahiyat alanındaki katkılarına götürmektedir. Sözünü ettiğimiz dönemde dinsel düşünce, ilahiyat ile felsefe arasında yine günümüzde olduğu kadar keskin bir ayrımın olmaması olgusu bir yana Harran’ın eski Mezopototamya’dan kalma bazı dinleri, eski putperest bazı inanç ve kültleri Hristiyan Bizans dönemi yanında İslam’ın ilk döneminde de koruyan önemli bir putperest merkezi olduğunu biliyoruz. Urfa’nın Roma döneminde Hristiyanlığı ilk kabul eden şehir olarak övünmesine ve tüm Hristiyan dünyası tarafından büyük bir hayranlık ve saygı ile anılmasına karşılık (“Uzun zaman önce Doğu’da bütün dünya putperestlerin hakimiyeti altındayken... Hristiyanlar tarafından yönetilen ve Tanrı’ya hizmet eden tek şehir”: Papa III. Eugenius’un Fransa kralı VIII. Louis’ye gönderdiği 1 Aralık 1145 tarihli mektup) Harran’ın eski putperest inanç ve uygulamalarını büyük ölçüde devam ettirdiğini biliyoruz. M.S. IV. Yüzyılda yaşamış olan Aziz Ephraim komşusu olan ‘tatlı Urfa’nın Haç’la kendini güzelleştirmesine karşılık Harranlıların bu güzel ve saf aynaya bakmayarak’ eski kötü inanç ve uygulamalarını inatçı bir şekilde devam ettirmelerini şiddetli bir şekilde eleştirir. İslam’ın ilk döneminde de Harran’ın bu özellik ve ününü devam ettirdiğini, bundan dolayı Me’mun’un hışmını üzerine çektiğini, Harranlıların zekice bir bahane veya manevrayla kendilerinin Sabii olduklarını ileri sürerek eski putperest inançlarını koruma çabası içinde bulunmuş olduklarını biliyoruz.
Konumuz bakımından bu olayın işaret ettiği şey, o halde, Harran’ın sözünü ettiğimiz bu eski putperest dinsel inançlar ve düşünceler, dünya görüşü bakımından da zengin bir malzemeyi içinde bulundurmasıdır. Öte yandan Harran İsa’nın doğumunu takip eden ilk yüzyıllarda Doğu Akdeniz dünyasında ortaya çıktığını gördüğümüz ve Hiristiyanlıkla uzun süren kavga sonunda Batı Hristiyan dünyasında yenilerek ortadan kalkan Gnostiklik, Hermetizm, Mandeizm gibi aynı zamanda dinsel ve felsefi bir boyutu olan düşünce sistemlerinin içinde tutunmaya çalıştığı son bir merkez olmaya devam etmiş görünmektedir. Bu sistemlerin kendilerinin, özellikle Gnostiklik ve Hermetizmin İslam dünyasında XI. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkan örneğin İşrakilik gibi teosofik bir felsefe anlayışını temsil eden bazı cereyanlarda izlerini görmekteyiz. Hatta en azından benim için tatlı bir sürpriz teşkil eden bir tarzda-çünkü bu konuda şu ana kadar herhangi bir bilgi sahibi değildim.
Bu yukarda işaret ettiğim ve etmediğim açılardan sahip olduğu önem dışında bize, son olarak, İslam dünyasının Ortaçağ’daki başlangıç döneminden daha sonra sık sık unutma veya hafifseme eğiliminde olduğumuz bir gerçeği hatırlatabilir: bu insan hayatının diğer alanlarında olduğu gibi entellektüel kültür alanında da farklı kültür ve uygarlıkların karşılaşmasının hemen her zaman olumlu sonuçlar verdiği gerçeğidir. Farklı insani faaliyet alanlarının derinlemesine incelemesinin ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri tarihte ‘yoktan yaratım’ diye bir şeyin var olmadığıdır. Bu hiçbir kültürün, hiçbir uygarlığın boşlukta doğmadığı, en kendine özgü, en orijinal diye kabul edilen düşüncelerin, buluşların, felsefi veya bilimsel sistemlerin arkasında veya gerisinde her zaman bir şeylerin, onlardan önce gelen düşünce ve çalışmaların olduğu anlamına gelmektedir. Bilimin tarih içindeki gelişmesi haklı olarak bir bayrak yarışına benzetilmiştir. Ancak bu olgu, sadece bilimin kendisi ve tarihi ile değil, kültürün bütün diğer alanlarının tarihi, bütün önemli insani faaliyetlerin ortaya çıkış ve gelişmesi ile ilgili olarak da geçerlidir. Nitekim bir zamanlar, yani XIX. Yüzyıl boyunca ortaya çıkışı açıklanması imkansız bir mucize olarak tanımlanan antik yunan uygarlığının gerisinde bugün onunla çağdaş veya ondan daha eski uygarlıklardan, yani Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından miras alınan ne kadar çok bilgi, buluş ve düşüncenin bulunduğu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yunan uygarlığının, çeşitli alanlarda, özellikle bilimsel-felsefi alanda ortaya koyduğu buluşların, bilgilerin, düşüncelerin, sistemlerin Ortaçağ İslam dünyasına nasıl ve hangi kanallardan geçtiğini ise daha ayrıntılı ve eskilerin deyimiyle müdellel, yani delillendirilmiş bir şekilde biliyoruz. Ortaçağ İslam dünyasının gerek antik Yunan dünyasından, gerek Doğu Hint ve İran dünyasından bilimsel-felsefi alanda aldığı bilgi, buluş ve düşünceleri önce özümseyerek, sonra yeni bilgi, buluş ve düşüncelerle zenginleştirerek nasıl kendine has bir sentez yarattığını, daha sonra bu sentezin ürünlerini Batı Hristiyan dünyasına hangi yollar ve kanallarla aktardığını daha da ayrıntılı olarak bilmekteyiz. Bu bilgi, Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra burada bulunan bilim adamlarının, filozofların İtalya’ya gidip orada Rönesans’ı başlattıkları yönündeki harcı alem tekerlemeden çok daha ciddi, çok daha güvenilir, kendisiyle haklı olarak gurur duymamıza imkan veren bir bilgidir. Bir uygarlığın çöküş alametlerinden en önemlisi, onun kendi hakkında sahip olduğu yanlış veya temelsiz gurur, boş övünmesi, kendi büyüklük ve değerini yanlış yerlerde araması, kendisinin gerçek bilgisine ve bilincine sahip olmaktan uzaklaşmasıdır.
Böylece şunu kesin olarak söyleme imkanına sahibiz ki İslam uygarlığının sözünü ettiğimiz dönemindeki büyük başarısını açıklayan şey onun başka kültürlere, başka dinlere, başka inanç ve düşüncelere açık olması, onlarla canlı bir diyalogu kabul etme konusundaki istekliliği olmuştur. İslam uygarlığına gerek üzerinde durduğumuz, gerekse daha sonraki döneminde büyüklüğünü veren en büyük şey, kendisinden önce gelenler gibi çağdaşlarının da eserlerinde gerçek değere sahip olan şeylere karşı gösterdiği kendine güvenli dışa açık olma tutumu olmuştur. Bir başka büyük felsefe ve edebiyat tarihçisinin, ‘İslam Hümanizmi’ üzerine değerli eserini yakınlarda Türkce’ye çevirip yayınladığım Lenn Goodman’ın haklı olarak işaret işaret ettiği gibi günümüz dünyasında İslam kültürünün daha küçük bir yer işgal etmesinin nedeni ise sözünü ettiğimiz parlak döneminden sonra çeşitli nedenlerden ötürü dışa karşı daha az açık olması, çok uzun bir süre için yanlış olarak sürdürmeye çalıştığı kendine yeterlilik duygusu olmuştur. Bunun son olumsuz örneği bugün İslam dünyasının birçok yerinde var olmaya, hatta giderek artmaya başlayan yabancı olana güvensizlik, hatta düşmanlık duygularıdır.
Oysa üzerinde konuştuğumuz dönemde böyle bir kendine güvensizlik, öteki olana karşı ilgisizlik veya düşmanlık durumunun İslam dünyasında var olmadığını, tersine Ortaçağ İslam dünyasında farklı dinlere, dillere, kültürlere mensup insanlar arasında son derece verimli alışverişler, diyalogların gerçekleştirilmiş olduğunu hatırlatmak isterim Yukarda bir vesileyle adını andığım Memun ve diğer birçok büyük müslüman halifelerin, hükümdarların saraylarında farklı dinlere mensup bilginleri kendi aralarında en nazik diyebileceğimiz dinsel, teolojik konularda bile tartıştırmaktan korkmadıklarını unutmamalıyız. Aranızda bulunan birçok insan IX. Yüzyılda yaşamış çok ünlü bir filozof-hekimin, Zekeriya Razi’nin bir tanrı tanımaz olmamakla birlikte ne vahye, ne peygamberliğe inanmadığını ve bu konudaki düşüncelerini açık olarak dile getirmekten korkmadığını, ama bundan dolayı herhangi bir kovuşturmaya uğramadığını, öldürülmediği öğrenmekten belki şaşıracaktır. Bugün İslam dünyasında bundan çok daha azını söylemek cesaretinde bulunan bazı aydınların örneğin bir Fazlurrahman’ın, Sadeddin İbrahim’in, Nasr Ebu Zeyd’in nelerle karşılaştıklarını biliyoruz.. Nedenlerini bilmekle ve şüphesiz bir ölçüde anlamakla birlikte çağdaş İslam coğrafyasının birçok bölgesinde ortaya çıkan hoşgörüsüzlük, bağnazlık, farklı olana tahammül edememe olgusunun birlikte barış içinde yaşama ihtiyacımız kadar bilimsel ve felsefi hayatımızın gelişmesi için özgür bir şekilde düşünme, düşündüklerini ifade etme ve başka görüşte olanlarla diyalog içinde bulunma ihtiyacımıza aykırı bir ruh veya zihin halini ifade ettiğini söylememe izin verin.

Prof. Dr. Ahmet Arslan
I. Uluslararası Katlımlı Bilim, Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu (8-30 Nisan2006)

__________________

English Preparatory Department
School of Foreign Languages
Assistant English Teacher
Ankara Baskent University
2017-18

“Benim, senden öncem ve senden sonram yok, yalnızca sen varsın...”
C.A - 31.12.2010 - ∞

English Language and Literature
Faculty of Humanities and Letters
Ankara Bilkent University
2010-15
 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
dünyanın, harran, ilk, İlk, Üniversitesi


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Şanlıurfa Harran Üniversitesi Ecrin Güneydoğu Anadolu Bölgesi 0 06 Eylül 2011 17:24
Şanlıurfa - Harran Ecrin Güneydoğu Anadolu Bölgesi 3 06 Eylül 2011 17:17
Dünyanın en iyi 100 üniversitesi Tisha Serbest Kürsü 2 28 Ekim 2009 12:37
Harran Nasıldı? Nasıl Oldu? YapraK Güneydoğu Anadolu Bölgesi 0 17 Eylül 2009 03:56