IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  vaybe sohbet

>
+
Etiketlenen Kullanıcılar

1Beğeni(ler)
  • 1 Post By Sevda

 
 
LinkBack Seçenekler Stil
Prev önceki Mesaj   sonraki Mesaj Next
Alt 15 Aralık 2011, 04:52   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Manas Destanı, Kırgız Türkleri'nin Millî Destanıdır.





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


Manas Destanı, Kırgız Türkleri'nin Millî Destanıdır.


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Aşağıda Manas destanı'nın bölümlerini tamemen okuyabileceksiniz.Manas Destanı, Kırgız Türkleri'nin millî destanıdır. Mani dinini yaşayan Karahitaylar ile Müslüman Karahanlılar arasındaki mücadelede Kırgızların durumunu ve Manas adlı kişiyi anlatan destan, çeşitli kaynaklar tarafından XV. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar dayandırılır.


Ünlü Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918), Manas Destanı'yla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak kenti güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan (destanı günümüze kadar nesilden nesile aktaragelen sözlü anlatıcılar) 1869'da yapmıştır. Halk arasında bu sözlü halk edebiyatı anlatıcılarına ırçı veya comokçu da denmiştir




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]



* Manas'ın Çocukluğu (I. Bölüm)
* Manas'ın Çocukluğu (II. Bölüm)
* Manas'ın Zaferleri
* Ataların Yurdunda (I. Bölüm)
* Ataların Yurdunda (II. Bölüm)
* Kökötöy Han'ın Aşı
* Büyük Gaza (I. Bölüm)
* Büyük Gaza (II. Bölüm)
* Yas



MANAS'IN ÇOCUKLUĞU (I. Bölüm)



[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]



Çok eski zamanlarda, Kervan devrinde, gün ışığında tulpar eşinirken, ay ışığında kemerini çıkartamadan at üstünde kuş uykusu uyuyan erler zamanında, aç arslana benzeyen suratıyla, düşmana saldıran, bayrağı gökyüzünde dalgalanan, şanı âleme yayılan, başından ak kalpağı çıkmayan, binere tulpar dayanmayan, kükreyerek yaşayan, Kırgız denen çok eski bir millet yaşardı. Onların bayrağı gökmavisi idi. Dostlarından çok düşmanları vardı.
Bir zaman Tanrı Dağı'ndaki eski Kırgızları yöneten, halkının şanını uzaklara duyuran Karahan adlı Han, tahta geçti. Onun kahramanlığı söz ile anlatılamaz; zenginliği de tarif edilemezdi. Şöhreti gökyüzündeki yıldızlara ulaşmıştı.
Tanrım hiçbir şeyi ebedî yaratmamıştır. Tanrı bu korkunç dünyada geleni gideni, büyüğü küçüğü dengelemiştir. Bir gün kara yeri titreten Karahan da öbür dünyaya göç etti. Onun tahtına oğlu Oğuz Han oturdu. Oğuz Han da adil ve heybetli idi, askeri de çoktu, Türk eline, Kırgızlara baş olup, kükreyip doğudan ovalarını, düzlüklerini dağ ve ormanlarını arslan gibi dolaştı. O da dönüşü olmaya yere gitti. Oğuz Han'dan sonra Babir Han, ondan sonra Tüböy han, ondan sonra Kögöy han başa geçtiler, Kögöy Han'dan sonra Nogoy Han geldi.
Yıllardan sonra, karanlık bir gecede, saksağan, Nogoy Han'a uğursuz bir işaret verdi, uzun zamandır ona kin besleyen, onun malına, mülküne ve yerine göz koyan kurnaz Kara-Hitay Hanı Esenhan savaş açtı. Nogay Han'ın beli kırıldı, geniş dünyası daraldı. Ala-Dağ'daki Kırgızların Ak otağı yağmalandı, ocağı söndü, Türk kabileleri darma dağın oldular.
Nogay Han'ın Orozdu, Üsön, Bay, Cakıp (Yakup) adında dört oğlu vardı. Şimdi onlar kırılan kılıç gibi, kervan göçüne başladılar. Biri Altay'a biri Opal'a, biri Kâşgar'a, biri Tibet'e sürüldü.



Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.



Kırk aile Kırgız ile Cakıp iki eli bağlı olarak Kalmuk'ta, Çin'de dolaşıp Altay'a geldi. Sürgün edilen bu kırk Kırgız ailesini yerleştiren, bölünmüş, dağılmış halkı bir araya getiren Akbalta oldu. Kırgızlar Akbalta Batır'ın himayesine sığındılar. "Akıllıyı dinlersek millet oluruz, Akbalta'nın sözünü dinlemezsek atalarımızın (ruhunun) gazabına uğrarız" diyerek bir araya gelip and içtiler. Akbalta Batır'ın bir dediğini iki etmediler.
Akbalta aksakal ve kutsaldı. Onu her zaman destekleyen, ona yol gösteren bir meleği vardı.
Kırk Kırgız ailesi Altay'a geldiler. Ama barınmaya delik, yemeye kavut, giymeye elbise bulamadılar. Şimdi nasıl geçineceğiz diye düşünürken nerden aklına geldiyse, Akbalta boz boğayı seçip, kurban ederek halka şöyle dedi:
Halkın huzuru ahlâksızlar bozar. Milletlerin kötüsü olmaz. Kalmuklar da, Mançular da iyi millettir. Dünya, Kalmuk'un tatlı tebessümüne, kibarlığına aldanır, ancak o herkesi yumuşakça ele geçirir. Eline düşersen çırpınan kuş olursun. Malın, mülkün yoksa eksiksin, varsa rahat yaşarsın. Kalmuklarla çatışmayalım. Hayvan yetiştirelim, çiftçilikle uğraşalım. Altay'ın toprağı altındır. Ekersen meyvası, kazarsan altını vardır. Çalışsan toprak verir, dua etsen Tanrı verir. Çalış Kırgız, belini bağlayıp başını kaldır.
Yurtsuz Kırgızlar, Akbalta'nın sözünü haklı bularak Kalmukların Hanına Ala Dağ'dan getirilen gümüşlerle süslenmiş tulpar (kırat)ı hediye ettiler. Altay'da yaz için yeşil yayla, kış için düzlükten yer seçtiler ve orada yerleştiler.
Günler geçti, yıllar geçti. Altay'daki Kırgızlar Kalmuk ile Mançuların arasında kalmasına rağmen tekrar canlandılar. Türk soydaşlarını bulup ilgi kurdular. Malları çoğalıp, kırk aile yetmiş aile oldu, ordu kurup hilâl işaretli bayrağını dalgalandırdılar ve düşmanı ürküttüler.
Cakıp Bay'ın yurdunda nesilden nesile geçen bir çift ak otak, tam ortaya, onun etrafında da kırk beyaz çadır kuruldu. Çocuklar oynamakta, ağılda mallar dolu, dağlarda yılkılar otluyorlar. Evlerin bacalarından sızarak çıkan duman yurdun huzur ve bereket içinde olduğunu gösteriyordu.
Cakıp tündükten giren güneş ışığı yüzüne geldiğinde, kalkarak siyah tulumdaki iyi karıştırılmış bal gibi kımızdan bir kase yudumlayıp, kır atına binerek yurttan ayrıldı. Atını kamçılamak maksadıyla ellerini sıvazlayarak gümüş saplı kamçısını şöyle kaldırır kaldırmaz kır atı uçar gibi yurttan uzaklaştı.
Kırk ocaklı Kırgız, Altay'a yorgun bir halde geldiğinde, Cakıp sanki halâ şımarıklığı bırakmayan bir çocuktu. Daha kimsenin dikkatini çekmemişti. Çocukluğunda Kalmuk, Moğol ve Çinlilerin insanlık dışı muamelesini gören bir köle idi. Dünyadan nasibi kesilmemiş olmalı ki o eziyetlere, açlıklara, âzâp ve ıztıraplara direnebilmişti. Çinlilerin ve Kalmukların dilini öğrenmeye mecbur oldu. Aklı erdi, bıyığı çıkmaya başladı. Boylu poslu yiğit oldu. Önceki şımarık Cakıp artık değişti, kibar oldu. Kalmukların içine girdi, kendini beğendirdi, onlarla alış veriş yaptı. Sonunda Çıyırdı adlı Hanımının üzerine Kalmuklardan Bakdöölöt isimli bir kızla da evlendi.
Cakıp, sekiz yıl sonra Altay'da kendi evini kurdu. Aşağı yukarı on aileyi bir araya getirip bir odaya yerleştirdi. Meyvalı ormanları olan geniş yerlerde, çiftçilikle uğraştılar. Ürettiği mahsûlü, yaptığı kırmızı, ceylanın ödünü, boynuzunu, yakaladığı kunduzun, su samurunun kürklerini, bulduğu altın ve gümüşleri, zırh gömleğini, hançerlerini, derilerini komşu ülkelerini ipek, porselen, çay ve parfümleriyle değiştirdi. İyi para kazanarak işi gittikçe büyüttüler.
Altay'da 30 yıl Çinliler ve Kalmuklardan eziyet gören Cakıp Bay artık onlara "Han" seçilmişti. Kışın su samurundan şapka, yazın altında süslenmiş ak kalpak giyebilecek, sırtına kürk giyip beline hançer asıp, altın eğerli bir kızıl cins ata binebilecek hale gelmişti. Beş yüz beyaz devesi, bir baş ala sığırı, hadsiz hesapsız koyunları vardı. Ağılı hayvanla, heybesi yemekle, hazinesi altınla dolmuş olmasına rağmen, Cakıp Bay'ın yüreğinde bir acı vardı.
Onun derdi şuydu: Hesapsız sığırı ve devleti vardı. Yalancı dünyada gözü doymuştu. Her gün yağla, etle besleniyordu. Ancak kara günlerde onu koruyacak, ocağını devam ettirecek, tahtına varis olacak bir çocuğu yoktu. Çocuğu olmayanın dünyası kururmuş. Cakıp Bay'la obada "ihtiyar", "çocuksuz ihtiyar" denilerek alay ediliyordu.
Cakıp, çocuğum yok diye gezmeye başladığı bir gün, kutsal dağdaki bir süt pınarına gelerek dua etti. Göz yaşlarını yağmur gibi döktü. Sonra, Azoo Bel'in kenarındaki Calgız Arça (Yalnız Ardıç)'ya varıp Tanrısı Ak Taylak'ı çağırıp, çocuğum yok diye ağlayarak, derdine derman istedi. Hanımı Çıyırdı'yı, kendini günahkar hisseden miskin eşini, beraberinde götürüp, atalarının mezarında konakladı, dua edip Tanrı'ya yalvardı.
Tanrı onu duymadı.
Cakıp Bay, hayvan saymayı bahane ederek her gün erken obadan uzaklaşırdı. Bir gün dağda çobana uğramadan dertle telaşla, cin çarpmış gibi, değişik kıyafetle dağlarda dolaşıyor, saçını başını yolarak "Tanrım benden bir çocuğu niçin esirgiyorsun?" diye sorarak şaşkın şaşkın yüzüyordu.
Cakıp, akşama doğru, Ulu Dağ'a gölge düştüğünde kendine gelip derhal atının başını yurda çevirdi. Tanrı böyle istemişse başka çare yoktur. Çocuksuz dünya kuşsuz yuvaya, kuşları yok çınara, bakımsız küçük göle, otsuz çöle benzer.
Yanında Cakıp Bay dağdan inerken dağderesindeki Kara Önkür (Mağara) yolunda, yaşı yetmiş civarında, sakalı göğsüne kadar uzayan bir dervişe rastladı. Derviş, Kara Önkür'e arasıra gelirdi. Kıpcak neslindendi. Dünyayı dolaşıp dururdu. Evi ocağı, çoluk çocuğu yoktu. Sık sık Kırgızların yurduna gelirdi, çoğu zaman Kalmuk, Çinli, Mançu ve Uygurdaki Türk soydaşlarını, Andican'a İran'a kadar giderdi, kuş gibi özgür yaşardı. Dünyaya zenginliğe doymuş bir adamdı. Bu dervişle konuşmak isteyen Cakıp, atından indi. Elindeki tulumdan kımız, heybesinden kurut alıp ona vererek:
"Derviş, malın canın esen mi?" dedi. Derviş;
"Ey Cakıp Bay, bana malımı sorma", dedi. "Benim malım yoktur. Dünyaya doymuş insanım. Göğün altındaki dünya benimdir. Senin dünyan da benimdir. Ben malı sizin gibi biriktirmem." Cakıp;
"A evliyam, bunu bilmemişim, kızmayın!" dedi.
"Tanrımın yarattığı insanlara kızmam" dedi. Derviş. "Ya sen neye küsüp duruyorsun Cakıp? Senin malın mülkün bol değil mi?"
"Yaşım kırk sekize ulaştı, gençliğimde mal biriktirdim. Gördüm ki mala mülke sahip çıkacak olan çocuk imiş, çocuğu olmayanın malı mülkü kurusun çocuğu olmayanın yuvası, yıkılmış şehre benziyormuş". Cakıp, Dervişe derdini anlattı.
Derviş düşündü.
"Bir yerden duymuştum. Tibet'e gidersem bir çeşit ottan yapılmış bir ilacı getireceğim. Geçmişte atalar, hanımı doğurmazsa onu küçümser, hakir görürlermiş. Eskiler böyle anlatırdı" dedi derviş.
"Evliyam, sözüne, aklına sağlık" Cakıp dervişin eline altın vererek yolcu etti. iren bir dağlar zinciri idi. Görülüyor ki bu karşılaştırmalar uzadıkça, yeni yeni meseleler çıkıyor ve bir bölgede kalamaz oluyoruz.
Ondan beri Cakıp Bay hanımını, yani ömür boyu gönlünü incitmeden saygı gösterdiği hanımını, nasıl utandırabileceğini düşünüyordu.
Çocuk arzusuyla yanan Cakıp Bay, hasret şiirleri söyleyerek Altay'ın dağ ve düzlüklerinde hüzünlü ağlıyordu.
Kırmızı saplı aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Darma dağın olan halkı
Kırmadan kim toplayabilir?
Sapasağlam aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Tutsak olan bu millete?
Kim adil han olabilir?
Zavallı Cakıp yurduna yaklaşığında boğuk sesini kesti. Önüne Akimbeğ'in Mendibay adlı şımarık çocuğu çıkıp selamladı.
"Babacığım, niye bunca ağlıyorsunuz?" dedi çırak oğlan, Cakıp Bay'a acıyarak.
Cakıp ancak o zaman kendine gelerek göz yaşlarını sildi. Çocuğun sorusuna cevap vermeden, Atı Tuuçunak; direğe bağlanmadan, sağa sola bakmadan evine girdi. Bu esnada dışarıya kaçtı, "Cakıp Bay'ın atını yakalayın" diye bir gürültü koptu. Cakıp buna aldırış etmedi.
Çıyırdı, ihtiyarın elbisesini çıkarmadan rastgele uzandığını görüp korkudan rengi uçtu, hemen ipek döşek serip etrafında pervane oldu. Hatun, Cakıp'ın son zamanlardaki derdini bildiği için nezaketsizlik etmedi. Kibar davrandı, arzusunu sormaya cesaret edemedi, bilmezlikten geldi. Çocuk doğurmadığı için yüzü safran gibi sarardı. Sonunda Çıyırdı:
"İhtiyar, ne oldu sana, ne derdin var?" diye bağırdı.
Cakıp yere, delercesine, bakarak suskun oturuyordu. Bir zaman sonra konuştu.
"Kocadığında mı bana çocuk doğurup neslimi devam ettireceksin. Bunu anlamıyor musun? Beni çocuksuz bırakıp çocuk gibi bağırıyorsun. Benim çocuksuz ihtiyar; senin, kısır kadın diye adımız çıktı. Çocuğumu koklayıp öpseydim hasretim kalmazdı.
Ne kardeşimin yüzünü gördüm, ne de çocuk yüzü gördüm. Çocuk doğurmayan senin gibi karıyı, çalılığa mı bıraksam, çöle mi bıraksam diye düşünüyorum. Çocuksuz kadından ve balı keçi yeğdir."
İpek elbise giyen Çıyırdı'nın yüreği tuz serpilmiş gibi sızladı, öleyim dedi. Yer kabul etmedi. Gönlü sökülüp, gözlerinden yaş dökülüp üzüntüden kıvrandı.
Akşama doğru yorgun bir halde gelen Cakıp, yattığı yerde horlayıp tanyeri ağarıncaya kadar kımıldamadan uyudu.
"Bayım, gece kaçan Tuuçunak'ın peşinden giden çocuktan haber yok. Annesi çok merak ediyor. Kalkıp onun çocuğunu bul, niye böyle hiçbir şey olmamış gibi uyuyorsun?" Ak maral gibi gerilen, rengi uçan zavallı Çıyırdı, Cakıp'ı uyandırdı.
"E, hanım, artık üzülme. Şu ana kadar ömrümüz hasret ile geçirdik. Bana bak, uğurlu bir rüya gördüm. Anka kuşu gibi heybetli bir kuşu yakalamışım. Yer yüzündeki hayvanlar bu kuşun heybetimden çekiniyordu. Ona uzun ipek bağ taktım. Bu talihe işarettir. Tanrım bize lütfedecek gibi" diye Cakıp, Tündüke bakarak Tanrıya sığındı. .
"Ağzına yağ vereyim ihtiyar, dediğin olsun! Tanrım versin! Başına talih kuşu konacakmış" dedi. Çıyırdı, sevinip "Ben de uğurlu bir rüya gördüm. Elma yemiştim, içinden altmış kulaç ejderha ıslık çalarak çıkıp ata dönüşerek, uzandı."
"Bunu başkalarına söyliyelim mi, ya da kimseye söylemeyelim mi" diye birbirine danışıp dururken, dışarıda yüksek sesle konuşan bir kadının sesi duyuldu.
Kapıdan Mengdibay adlı çocuğun annesi, Kanımcan, yüksek sesle hakarete başladı. Avulda bunun gibi şirret kadın yoktu.
"Yâ Cakıp! Dünden beri senin atının peşinden giden çocuğumdan haber yok, ya al senin kölen olsun. A... sen bu evde çocuk bakacağına dünyayı umursamadan karının yanında eğlenip oturursun ha. Çocuğu olmayan insan çocuğun kıymetini bilmez tabiî. Sizinki gibi Dünyanın bizim için anlamı yoktur, çocuk kıymetlidir, çocuğumu bul."
Cakkıp Bay terbiyesiz kadınla muhatap olmadı ama, bu alayda da yanmadık yeri kalmadı. Huzuru kaçıp kapıya çıktı ve her tarafa adam gönderdi. Kendisi koyun çobanının bindiği kumral al renkli atla, Tuuçunak'ın ardından giden Mengdibay'ı aramak için Kara su nehri boyunca at sürdü.
Cakıp, çaresiz büyük bir ümitsizlikle giderken bir adacıkta deminki kahrolası Mengdibay hiçbir şey olmamış gibi oturuyordu. Tuuçunak'ın üzerine Akparsın derisi örtülmüştü.
Hiçbir şeyden korkmayan Mengdibay, Cakıp Bay'a akla gelmedik hadiseleri anlattı: Mengdibay, Tuuçunak'ı takibederek gelirken, kırdan çıkan kırk çocuk atı yakalamış eğleniyorlarmış. Ormandan çıkıp saldıran parsı, gürzle öldürüp derisini Tuuçunak'ın üzerine örtmüşler ve biz Cakıp Bay'ın çocuklarıyız demişler.
Hayrete düşen Cakıp, avula gelip çocuktan duyduklarını sadece hanımına anlattı.



Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


Ertesi gün Cakıp, hanımları, avuldaki büyükleri ve yakınları ile danışarak gece gördüğü rüyası lâyıkıyle büyük bir ziyafet vermeye hazırlandı.
Cakıp ziyafete Altay'daki on iki kabile ile birlikte, Kırgız'ı, Kazak'ı, Noygut'u, Nogoy'u Türk soydaşlarını, bunlardan başka yine Kalmuk, ve Tırgoot Moğolları da alınmasınlar diye davet etti. Servete düşkün Cakıp bu kez cimrilik etmedi. Sevincinden, topladığını, biriktirdiğini tamamiyle harcadı. İki altın hazinesinin ağzını açtı. Sayısız atlarından dokuz kara kısrak, tulumluk altı malı ile doksan kara koyun, ak baş dişi deve, yedi inek kesti.
Cakıp'ın ziyafetine çağrılanlar, birilerinden haber alanlar koşarak geldiler. Ziyafeti Akbalta idare etti. Yetmiş Kırgız ailesi, iki gün misafir edildi. Cakıp Bay yağma gören Kırgız'a unuttuğu hayır duayı hatırlatmak için, at kestirdi. Aç halkı doyurdu, giydirip kuşattı. Eline para verdi, uzaktan gelenlere, çapan giydirdi, değerli misafirlere at hediye etti.




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]




Ziyafete gelenler Cakıp'ın bu cömertliği hakkında kendilerine göre yorum yaptılar. Bazıları ziyafetin Mengdibay sağ-salim bulunduğu için yapıldığını söylediler. Fakirler ve garipler ise "sahipsiz kalan malını Cakıp Bay koyacak yer bulamadığı için savuruyor" dediler. Kalmuklar, Moğollar basiretli halk olduğu için hemen şüphelendiler, kusur bularak "Kırgız'ın malı var ama devleti yok. Cakıp'ın bize yaltaklanması bize tabi olmasındandır" diye düşündüler. Cakıp Bay ise "Allah ü Teâlâ bize rüyayı boşuna göstermemiştir, bu bir hayırlı işarettir, rüyam gerçek olur mu, yüreğimdeki buzları eritir mi" diye dua edip iyi dilekler diledi.
Cakıp Bay ziyafetten sonra Kıpçak, Noygut, Nogay ve Türk kabilelerinin liderlerini ve yakınlarını rüyayı yorumlamak için alıkoydu. Onları ziyafet obasına davet etti, onlara birer elbise giydirdi.
Bilgiçlar, akıllılar, rehberler başlarını eğip, sarkmış uzun ak sakallarını sıvazlayıp, Cakıp'ın gördüğü rüyayı zevkle dinleyip oturdular.
O zaman Cakıp şöyle dedi:
"Halkım! Bir acayip rüya gördüm, rüyamda böyle bir iş gördüm. Ala dağ'da dolaşıyordum. Bir kuş yakaladım. Kuşun ötmesi çok değişikti. Kuyruğu ve başı parlıyordu, gagası çelik, ayağı hançer idi. Uçurduğum zaman göğün altını, kara yerin üstünü karıştırdı, gökteki kanatlılar, yerdeki ayaklılar ona karşı gelemediler, hiçbiri kurtulamadı. Halkın rüyamı yorunuz. Bunun tabiri nedir?
Oturanların hiçbirinden ses çıkmazken, aksakallı, görmüş geçirmiş Bay Cigit, Cakıp'ın rüyasını iyiliğe yordu:
"Ey Cakıpım, hanımının ve senin gördüğün rüya çok güzel rüyadır. Millete hayırlıdır. Başına talih kuşu konmuştur. Arzuladığın erkek çocuk dünyaya gelecektir. O arslan gibi heybetli bir yiğit olacaktır, dünyaya hakim olacaktır. Başına devlet kuşu konacaktır. Rüyalarınız gerçek olsun! Niyetiniz makbul olsun!
Tanrı yardımcınız olsun!" Dağılan halk Tanrıya sığınıp sevincinden hıçkıran Cakıp'a hayır dualar ettiler.
Ziyafet yapıldı ve geçti. Ertesi gün, Cakıp'ın avulundakiler gökte insan vücuduna benzeyen bir soğuk kara bulutun yer yüzünü kapladığını gördüler. Kadın Şaman, bahşı ve gözü açıkların tarifine göre, bu kötü haberin işareti idi. Nihayet söylenenler doğru çıktı, kötülük avula çabucak geldi.
Cakıp Bay'ın yaptığı ziyafetin haberi Kalmuk ve Hitay hanlarına çabuk ulaşmıştı. Bu haberi aldığında korkunç suratlı, ırmaklar dolusu kan akıtan Esen Han yerinde duramadı.
Hitayların ve Kalmukların, Kırgızlarda ezile öcü, bitmez tükenmez intikamı vardı. Esen Han "Kırgız hanları, bizim batı ve kuzey tarafa yaptığımız yağmaları hep engellediler. Birkaç defa ipek, kumaş, çay ve türlü eşyalarımızı, kervanlarımızı yağma ettiler. Bugün öldürsen, ertesi gün tekrar kalkan böyle inatçı halk görmedim." dedi.
Esen Han sarayına durumu önceden sezer, acayip sihirleri bilen gözü açıklara kürek kemiğiyle fal açan falcılara, İlim-i Biçik (kalmukların mukaddes kitabı) okumuş sihirbazları çağırttırarak:
"Kahrolası Kırgızlar nasıl bu kadar canlandılar? Bunların haberini, sırrını bana söyleyin" dedi.
Bilgiçler, uzmanlar, kâhinler üç gün evden çıkmadılar. Sonunda Esen han'a diz çökerek şöyle dediler:
"Esen Han Hazretleri, biz söylesek yanılırız, sizin gazabınıza uğrarız. Bunun doğru cevabı Çong-Beecin'deki Kara Han'ın sarayında açık asman (Gök) önündeki taş sandıkta özenle saklanan eski kutsal kitapta yazılıdır. Oraya adam gönderip öğrenelim!"
Esen han buna inandı. Kardeşi Kara Han'a mektup yazıp mühürünü bastı. Kırgızlardan, Türklerden, Kazaklardan yağmaladıkları kumaşı, pars kürkünü, bir kutu altını hediye koydu. Bunlara dört beş kâhin de gönderdi.
Esen Han'ın dayandığı akrabaları idi. O zamanlar Kırk Hanlı Hitay padişahlığının ordugâhı, Kara Han, Alevke, Esen Han, Aziz Han adlı dört kardeş tarafından yönetilirdi. Onlar eski atalarından kalan küçüğün büyüğe, çocuğun babaya saygı göstermek gibi adetlerini bozmadan yaşatan, yurtta ünü yayılmış cesur Hanlar idi. Kara Han kırk hanlığın sarayını yönetirdi. Aziz Han, Esen Han, Alevke, Pekin'in Orta ve Çet-Beecin Hanları olarak atanıp obaları yönettiler. On bin kişilik orduya komutan olup kuzey ile batı taraftaki Hanlıkları padişaha tabi olan yurtların hanlarıydılar.
Gönderilen kâhinler üç ayda geldiler.
Kutsal kitapta şöyle yazılmıştı:
"Kuzeydeki Kırgızlardan Manas adında bir alp doğacaktır. Onun arkasında kara mavi yelesi, omuzu üzerinde tahta gibi kızıl beni olacaktır. Manas, Kalmuk ve Hitay'ı karıştıracaktır. Gök ile yerin güzelliği olan ulu şehir Pekin'i harap edecektir. Altı ay Han olacaktır. Hitay kahramanları tutsak olup ölecektir."
Bunu öğrenen zalim Esen Han vurulmuş ayı gibi titredi. Kendini kaybetti, feryat etti ve kana susamış gibi bağırmaya başladı.
"Vahşi Kırgızların hamile kadınların tümünü cezalandırın! Çocuklarını Köle edin Manas'ı bulup getirmezseniz hiçbirinizi canlı bırakmayacağım."
Böyle müşkül durumda, altın karşılığında kiralanan casus Kalmuk rahibi, Cakıp Bay'a yedi gece yaya yürüyerek ulaştı. Bu haberi ona söyledi. Kırgızlar kaçamadılar. Ertesi sabah Kalmuk askerleri boynuzlar çalarak Cakıp'ın avlunu çembere aldılar.
Ne yapacağını şaşıran Cakıp Bay, Kalmuklara boyun eğerek, at kesip, kımızdan yaptığı içkileri ikram etti. Torbada biriktirdiği altınları hediye verdi. Çok göz yaşı döktü. İçlerindeki müzevir Hitay temsilcisinden korkan, Kalmuk askerleri, Cakıp Bay'ın sözünü dinlemeden Esen Han'ın emrini ilettiler.
"Hamile kadın kalmasın!" Askerler kamların, kırgızların evlerini arayıp taradılar.
Kalmuk askerleri yetmiş Kırgız ailesinin hamile kalan kadınlarını topladılar. Onlara hiç acımadan, kılıçlarıyla karınlarını yararak bebeklerini çekip çıkardılar, kemiklerini köpeklere verdiler.
"Kırgızların tohumunu kurtaracağız. Esen Han'ın emri böyledir!".
Askerler avuldaki sütten kesilmemiş bebeklerden, yaşı on yediye kadar olan çocukların hiçbirini bırakmadan at gibi dizip, adını sorarak saydılar. Manas adlı çocuğu bulamayınca kaçamayanları öldürüp kalanları dönüşü olmayan Pekin'e götürdüler. Han avlunu yağma ettiler.
Kırgızlarda doğan çocukların sayısını kontrol etmek için her beş aileye birer Kalmuk gözcü koydular. Kalmuk gözcüleri, çocuk buldukları ya da hamile kadın gördükleri evin üstüne siyah bağ bağlardı. Bu işaretlere dokunan adamın başı kesilirdi. Kırgızlar kara giyinip, kadınları kara sarık sardılar, köpekleri her yerde uludular. Ölmek isteyip de ölemeden, kendi canlarına kıyamadan acılar içinde kıvrandılar.
Halkın inleyişinden ürkmüş kuşlar uçmadılar, ağaçlarda bülbüller ötmediler. Köpekler her yerde havlayıp durdular.
Alevke'nin gönderdiği askerler, Kırgızlardan Manas adlı çocuğu bulamayınca her yeri cehenneme çevirerek onu başka Türklerde aradılar. Oralarda da bulamayınca Buhara'ya, Semerkant'a girdiler. Sonunda Semerkant'ta kamburu çıkmış, geniş omuzlu Car Manas adlı Çon Eşen'in çocuğunu bulup, gözlerini bağlayıp, ayaklarına demir bukağı takıp, sevinerek Pekin'e götürdüler. Kalmuk gözcülerin, kervanların ulaştırdığı habere göre Çon Eşen'in Manas adlı çocuğunu Hitay, kırk ip boyundaki büyük zindana koyup bir belâdan kurtulduklarını düşünerek huzura kavuştular.
Bu haberi öğrenen Cakıp, belini sıkıca bağladı.
O gün üzerinden çok geçmeden çocuk gülüşü ve ağlaması duyulmayan avulu bir araya toplayan Akbalta, halkın gönlünü avutup şöyle dedi.
"Sonunda görecek günlerimiz iyi olur. Tanrım dileklerimizi verir. Başınızı kaldırın! Kara başı yalnız kendimiz koruruz! Yatarak ölmektense savaşarak ölelim! Her erkek düşmanın silahına baksın. Gizlice silah yapalım!".
Taşa damga basan, demiri toprak gibi yoğuran Döğür Usta başta olmak üzere gözcülere sezdirmeden ormandan kömür hazırlayıp, dağdan demir kazdırıp, örtülü kara keçe evini ustahane (atölye) yaparak Davut ata mesleği diye pulat kılıç ve mızrak yaptılar. Her erkek için birer kılıç ve mızrak yapıldı.
Akbalta, bunların çoğunu deriye sararak kuru toprağa gömdürüp üzerine işaret koydu.
Bir yıl geçti. İki yıl geçti.
Yorgun düşen Cakıp Bay, Akbalta'nın sözünü dinleyerek Kalmuk'a Tirgot'a altın ve hayvan verip otlağını yeniledi.
Cakıp, sonraki zamanlarda evvelkinden daha kuvvetlendi, yüzüne renk geldi, gönlü açıldı, hayvanlarının hesabını tutup hayatını daha düzenli hale getirdi. Cakıp'ın bunu canlanmasında bir sebep vardı. Tatlı Hanımı Çıyırdı, hamile kalalı üç aya olmuştu. Cakıp, bunu Hanımının yemek yememesi ve bulantısının şiddetlenmesinden öğrendi. Çıyırdı, Kırgız'ın da, Kalmukların da, Hitayların da yemeklerini istemediği için sabahtan akşama kadar üzülüp ağlayarak, istediği şeyin arslan yüreği olduğunu söyledi.
Kırgızlarda arslan avlayacak avcı kalmamıştı. Akbalta'nın tavsiyesiyle Kalmuk, Tırgot, Kazak, Türk kabilelerine adam gönderip şehirlerini aradılar, taradılar. Sonunda Kangay'ın kara avcısı, arslan avlamış diye bir haber duydular. Çıyırdı at bakıcısına para ve altın vererek arslan yüreğini aldırıp getirtti.
Bıldırcın gibi büzüler Çıyırdı Hanım, arslanın yüreğiyle ciğerini birlikte kazanda hafifçe kaynatıp çorbasıyla beraber tamamen yedi.
"Bayım, şimdi bana can geldi!" dedi. Çıyırdı yedi gün yedi gece terleyerek hiçbir şey yemeden rahat uyudu.
Dokuz ay geçti. Çıyırdı'nın karnı büyüyüp doğum günü yaklaştı. "Kalmuk rahibi askerbaşıyla geliyor!" şeklindeki haber Kırgızlara ulaştı. Cakıp bay kendini kaybetti; sanki uyuşmuş gibi şuursuz dolanıp ne yapacağını şaşırdı.
Akıllı Akbalta ormanda bir kulübe yaptırıp yedi delikanlıyı korumakla görevlendirip Çıyırdı'yı her yanından örtüp gizledi:
Askerbaşı avulu toplayıp emiri okudu: "Yer yüzündeki güneş gören halkların hükümdarı olan Çin Maçin Hanı Esen Han'ın doğum günü için Kırgızlar değerli hediyeler hazırlasınlar!" Kırgızlar "Doymayan kafirlere ses çıkarmadan hediyesini verelim de bir an önce defolsunlar. Çocuk görmek üzereyiz. O çocuğa gelecek belâ askerlerle beraber gitsin" dediler.
Kırgızlar bu kez karşılık göstermeden güle oynaya altın ve gümüş toplayıp süsledikleri ata güzel kızı bindirdiler. Heybeyi altın mücevher ile doldurdular, hayvanları dokuzar dokuzar sürüp çıkardılar.
Askerbaşı sarayına döndü.
Kırgızlar, Çıyırdı'yı sakladıkları için çok sevindiler.
Beklenen gün de yaklaştı. Çıyırdı'nın doğum anı geldi. Hanımın sancısı başladı.
Sancı başladığında Cakıp'ın evine bahşılar ve kadın şamanlar toplandılar. Tünek'i dayamak için altın sırık diktiler. Kadınlar telaşlanıp beyaz evde (Akotağda) gürültü kopardılar.
Cakıp efsun okuyup, akbozdan kısrak, baykuş başlı koyun, ay boynuzlu inek, enenmiş deve kurban kesti.
Avulda Çıyırdı'nın şiddetle bağırmaları, çığlık atışları yedi gün sekiz gece kesilmedi.
"Şefkatli kayıp kuş (dağlı geviş getiren hayvanların hamisi), Umay Ana, kuş ana, şefkatini esirgeme, yardım et!" kadın şamanlar bahşılar sıçrayıp, davul çalıp Umay Ana'yı yardıma çağırdılar. Ateş Ana'ya sığınıp ateş yaktılar, süt ve yağ saçarak, ardıç ağacı yaktılar.
Yetmiş Kırgız ailesinin erkekleri Çıyırdı'nın doğum sancıları geçirmekte olduğunu öğrenince sevinip Cakıp Bay'ın evine gittiler, yavaşça gelip olup bitenleri dikkatlice seyrettiler. Tanrım bize ne verecek, görelim diye küçükten büyüğe herkes dağa taşa sığındı.
Dokuzuncu gece Çıyırdı'nın sancısı bitti diye kadınlar heyacanla bağırıştılar.
"Cakıp Bay, Hanımın şimdi doğuracak" sözünü işitince Cakıp yüksek sesle ağlayıp, çocuğun sesini duyduğumda kalbim parçalanmasın, gene alay etmesin, avulda duymayayım diye tepelere gitti.
Cakıp Bay, Hanımı erkek çocuk doğurursa muştuluk vermek için kerme (atları bağlamak için iki çadır arasına gerilen urgan) ye kırk kara boz at yavrusu (dört yaşına basan at) bağlattı.
Böylesini hiçbir insan görmemişti. İnsanlar sevinerek göğe baktılar, etraf sesiz ve sakindi, hayat adetâ durmuştu, kanatlı kuşlar uçmadılar, akan sular akmadılar. Avuldaki köpekler havlamadılar, otların başı sallanmadı.
Bu bir iyilik işaretiydi. Bu çocuktan, kimse ürkmedi, korkmadı. Hepsi merak ettikleri sırrın açıklanmasına beklediler. Hepsi kulaklarını kabarttılar.
Altay'ı sarstı "Baa" diye ağlayan çocuğun sesi, kara yer sallandı. Alemi sarsan bir gök gürültüsü duyuldu. Ak Otağ'a kut düştü. Gökkuşağı gibi, eğilen parlak bir ışık Cakıp'ın avulunun üzerini kapladı.
Şimdi dağ başında Kayberen (dağlı geviş getiren hayvanların hamisi) böğürdü, bahçedeki kuşlar öttü, yerdeki yılanlar ıslık çalıp, avuldaki köpekler havlamaya, atlar kişnemeye başladılar.
Bebek iki elinde kan pıhtısı olduğu halde doğdu, bebeğin on beş yaşındaki çocuk kadar ağırlığı vardı. Çırpınışları otuz yaşındaki insanın kuvveti kadardı. Bebeğin iki omuzunda kara yele görüldü. Ağzına yiyecek verildiğinde üç tulum yağı bir defeda yedi. Soylu kadın Çıyırdı bebeğe memesini verdiği zaman memesinden önce süt sonra kan çıktı, Hanım buna dayanamadı.
Yetmiş Kırgız ailesinin mutlu günleri gelmişti, nice aylardan, nice yıllardan beri çocuk ağlamasını işitmeyen Kırgızlar çok sevindiler.
Avulun erkekleri o anda çocuğun babası olan Cakıp'ı hatırladılar. Ona bu haberi ulaştırıp hediye almak için kermedeki kırk at yavrusuna binerek her tarafı aradılar. At bulamayanlar da çoktu, kimisi yaya, kimisi atlı gitti.
Avulda erkekler yalnız Akbalta tedirgin bir halde evinde kalmıştı. Sulayka bunu görüp saşırdı, "İhtiyar müjdeden boş kalma, koşan almaz, nasibi olan alır. Cakıp'ın sevincini paylaş" diye yalvardıktan sonra yola koyuldu.
Akbalta, Kökçolok atını döverek avdan kalan köpek gibi seğirtti. Cakıp Bay dağ eteğindeki gök çukurun yüzünde, ırmak kenarında, kanatlı at veya gök kır tay gibi, kara yeleli kula kısrağa yürümeyi öğretmek için tek başına uğraşıyordu.
O zavallı Cakıp'ın Akbalta'nın getirdiği sevinçli haber ile bütün vücudu titreyip bayıldı. Sonra ayılıp şükrederek avula geldiler.
Akbalta, Cakıp'a ulaştırdığı sevinçli haberin karşılığında dokuz hayvan aldı.
Cakıp Bay, hiç şaşırmadan boz evine Çıyırdı'yı kutlamaya sakinci girdi.
"Var ol Hanım! Evladının beşik bağı sıkı olsun! Beşik bağı kutlu olsun! Çocuğunu tanrı korusun!"
"Var ol bayım, dediğin olsun!" diyerek rahatlayan Çıyırdı, beyaz memelerini uzatıp, beyaz gerdanını çıkarıp ihtiyar kocasına çocuğunu uzattı.
Cakıp, bağırarak ağlayan bebeğin göbeğini kokladı. "İhtiyarlıkta sahip olduğum oğlan bu mudur" diye bebeği Tünek'e yaklaştırıp dikkatlice baktı. Tanrının verdiği bu çocuk ağırbaşlı, arslan boyunlu, gözü açık, kaşları çatık, sert, kaplan gibi heybetli, kuvvet fışkıran bir oğlan idi. Cakıp, çocuğun arkasında kara mavi yeleyi gördü. İki omuzunda koruyucu melek kükreyip duruyordu.
Mutsuz Çıyırdı "İşte sen, vücudumun bir parçası olan gözbebeğim, seni dokuz ay, dokuz gün karnımda taşıyıp, bin bir zorlukla doğurdum. Artık ak sütümün hakkını verirsin" diye içinden üzülerek Umay Ana'ya derdini anlattı. Çıyırdı, çocuğu doğururken gözüne görünen bir ikaz işareti hakkında Cakıp'a da, yakınlarına da bir şey söylemedi. Bu annenin kalbinde bir sır olarak kaldı.
Bir ak sakallı derviş, tünekten inerek "Oğlunun adı Evliya'dır. Büyüdükten sonra savaşçı bahadır olacaktır. Bir çelik ok tahsis ettim, onu çocuğuna emdir. Asıl lazım olanını yakasına tak. On ikiye girdiğinde bir ustaya yay yaptıracaksın. Olgunlaştığında altı yiğide verilmesi için gökten altı kılıç inecektir" dedi. İhtiyar evliya çocuğun alnını üç kez sıvazlayarak oku verdikten sonra gözden kayboldu. Çıyırdı dervişin söylediklerini kimseye anlatmadı. Çelik oku çocuğa emdirdi, gömleğinin yakasına ipek iple dikip taktı.
Cakıp: "Rüyada gördüğüm oldu. Allah'ım çocuğumun bahtını ver, ömrünü ziyade eyle, düşmandan intikamımı alsın, kaybettiklerimi bulsun" diye dilekte bulundu.
Kederli halk ise: "Zorluklarla pençeleşirken hepimiz bir çocuk istedik. Dileğimizi makbul gördün, şu çocuğumuz dünyaya kement atan oğul olsun, ızdıraplarımızı gidersin, başımızı kurtarsın! Ayaklar altında kalan bayrağımızı kaldırsın, kılıcımızı keskin eylesin! Kaybettiğimiz toprakları geri alsın! Yolu, kolu, gözü açık olsun," diye hep birlikte Tanrı'ya yalvardı.
Kırgızların ahı herhalde Tanrı'ya ulaşmıştır, ya da Tanrı bu zavallı halka acımıştır, yahut da Kırgızların bedduası tutmuştur, belki de Tanrı kahretmiştir ki , son zamanlarda Kalmuk ve Çinliler'in Kırgız, Kazak ve Türk kabilelerine yaptığı baskı hafifledi. Çon Beecin'deki Hanlar arasında iç çekişmeler, Kırk Han'ın hakimiyet ve dünyalık kapma kavgası sebebiyle, göçmen halka baskı yapacak ve zulüm edecek hali kalmamıştı. Halk arasındaki Kalmuk serdarları casus ve muhabirleri yer yer eriyen kar gibi gizlice kaybolmaya başladılar.
Bunun farkına varan Cakıp, avulun ileri gelenlerini, yakınlarını toplayıp danıştı. "İhtiyarlığımda oğul sahibi oldum, hayvanlarım yok olmadı. Otlar yetiştiğinde, hayvanlar doyduğunda, Uç-Aral'da bir ziyafet vereceğim" dedi.
Yurdun ileri gelenleri Cakıp'a katıldılar. Kalmuk, Tırgot, Çinliler'den sır saklayıp, Cakıp'ın, on iki direkli, ak şanlı üç kardeşini bulsa da onları çağırıp köşeye oturtsa, sevincini onlarla paylaşsa, ziyafetin tadını çıkarsa. Ama onlardan şu ana kadar hiç bir haber alamadı. Bunu düşündükçe yüreği sızlıyordu. Oruz'u Opal'da, Bay'ı Kaşgar'da, Usön'ü Tibet'te biliyordu.





Cakıp her şeyden evvel, Kazak'a Noygut'a, Katagan'a, Türk kabilelerine, Alçın'a, Uyşun'a, Nayman'a, Kıpçak'a, Abak'a, Tarak'a, Argın'a dört beş ay önce çocuğunun düğününe davet etmek için haber gönderdi.
Uzun zamandır ziyafeti özleyen kırgızlar yurdu yenilediler, evlerini düzeltip kurdular. Kadınlar süslenip, kara başörtüsü yerine beyaz sarık ve beyaz başörtüsü kullandılar. Kızlar saçlarını çeşitli şekilde örüp, baykuş tüyleriyle süslenen kalpaklarını giydiler. Erkekler kesmek için hayvan hazırladılar, ocak yaptılar, odun hazırladılar, yarış atı hazırladılar, misafirleri ağırlama işini görüştüler.
Cakıp Bay, bir gün Ala-Dağdaki Nogoyun evine benzeterek, Altay'da altı direkli bir otağ kurup süsledi. Ardıç dumanıyla evi tütsüledi, davul çaldırıp bahşıya evdeki belayı kovdurdu, kıllı mızrağa kızıl tuğ takıp tünekten çıkardı.
Akbalta, önce Cakıp'ın fikrini beğenmemişti, sonra halkın ziyafete hasret kaldığını görüp zavallıların "gönlü neşelensin, başları bir araya gelsin" diye kabul etti ve ziyafet işlerini üzerine aldı. O yüzden, o ne uyuyabildi, ne de rahat soluk alabildi. Hep koşturup durdu. Ziyafet yedi gün sürdü. "Cakıp'ın çocuğunun ziyafeti bizim de ziyafetimiz, şimdi hizmetini etmiyelim de ne zaman edelim" diyerek Argın'ı, Kalmuk'u, Nogoy'u, Kıpçak'ı hep beraber misafirleri ağırladılar. Oyun, güreş, mızrak müsabakası, at yarışı düzenlendi.
Cakıp'ın ziyafeti Altay'da çabuk duyuldu.
Kalmuk Tırgot, Çinliler ve Moğollar "Bu Kırgız Ak Otağ kurduğu için mi böyle şımarıyor? Onun bizim bilmediğimiz bir çocuğu var. Alevke'ye söyleyelim" diyerek kötü niyetle avullarına döndüler.
Cakıp, her kabilenin başta gelenlerini, yakınlarını, bilgili aksakalları, özellikle ziyafet sonrasında alıkoyup, her birine elbise giydirdi. Aksakalları özellikle ziyafet sonrasına alıkoyup her birine elbise giydirdi, çocuğunu sağ eteğine koyarak, Hanımını peşine takıp ortaya çıktı.
"Sevgili kardeşlerim! Tanrımın verdiği oğluma ad veriniz." Cakıp diz üzerine oturup dileği için dua etti.
Çocuktan çıkan ışığa bakıp ona layık bir ad bulamayan halk şaşırıp kaldı.
Ah, Tanrım! Tam bu sırada beyaz çadıra yırtık deri elbise giyen, elinde beyaz âsâ tutan, beline çakmak taşı bağlayan, ayağına çarık saran bembeyaz sakallı, ak külahlı derviş birden içeri girdi.
"Millet" dedi yüzü ışıldayan derviş, şaşkın oturanlara bakarak, "müsaade ederseniz nur yüzlü çocuğun adını ben vereyim."
Onlar da; "Olsun! Ağzından çıkan kutlu olsun, çocuğun adını sen ver ihtiyar" dediler.
"Söylemek benden, söz Tanrı'dan. Çocuğun adı Manas olsun! Ulu adına layık bahadır olsun! Belalârdan uzak dursun" dedi gözlerinde ateşi olan evliya derviş elindeki âsâsını çocuğun üzerine silkerek "Manas ok geçirmeyen kürklü ol ! Ok yetişemeyen atlı ol! Sana dokunanları kılıçtan geçir, karşına düşman çıkarsa belini büküp öcünü al! Seninle tutuşan yenemesin, sana dokunana aman verme! Yalnız başına bozkurt ol, kırk kişiye bedel ol! Adını şimdilik sakla." dedi.
Oradakiler "Dediğin olsun. Tanrım versin!" diye uğultuyla güney ışığının girdiği tüneke bakarak Gök Tanrı'yı sığındılar.
Çıyırdı Hanım, çocuğuna ad veren adama elindeki ipek kumaşla altını vereyim diye düşünürken beyaz sakallı derviş bir anda gözden kayboluverdi. Onu dışarda olanlar da görmemişlerdi.
Manas Manas olunca, adı sanı duyulunca, yurtta ona muhatap çıkmadı.
Küçücük Manas, bağırınca dağdaki kayberen ürkerdi, ormandaki kaplanlar kaçardı. Manas bebekliğinde ağlamayı bilmiyordu, yaramazlık yapardı, istese obanın ocağındaki ateşten yalın ayak geçerdi. İçinden geçilmez çam ormanında tek başına dolaşırdı. Ev kadar taşları dağdan yuvarlardı. Onbeş yaşındaki çocuğun elini sıkıp ağlatıyordu.
Çocukcağız üç yaşına geldiğinde Çong Cindi diye biliniyordu. Delikanlılarla eşit oldu, devenin kuyruk sokumu kemiğini tek eliyle birleştirir, Gök öküzün boynuzunu kırardı. Onunla görüşmeye kimse çıkamazdı.
Çong Cindi henüz dört yaşına geldiğinde sık sık dövüşmeye başladı. Kara ağacı yerden köküyle beraber kopardı. Canıyla yarışıp, gücüyle kapıştı, suya bassa dalmadı, ateşe bassa yanmadı. Arslan gibi heybetli oldu, belalı Cindi diye adlandırıldı.
Çong Cindi beş yaşına geldiği zaman, henüz küçükken marifetini millete gösterdi, öküz kadar taşları kaldırdı, yılanın başını ısırdı, bir tulum kımızı bir seferde içti.
Genç Manas altı yaşına geldiğinde uzun boylu delikanlı oldu, yiğitlerle denk oldu. Çong Cindi adını bıraktı, kendi adıyla çağrılmasını istedi.
Manas, yedi yaşında kırıp dökmeye başladı. Can dostları ondan bezerek kaçtılar. Deliliği arttı, bir kuzunun eti ile doymada, onunla güreşecek yiğit kalmadı.
Manas sekiz yaşına girip erkeklik çağına erince, her gün kırlarda dolaştı. Ev yüzünü görmedi, kervan yolunda gelip geçen tüccar ve kervancıları soyup malını mülkünü çocuklara dağıttı. Avuldakiler "Cakıp Bay'ın bir tanesi laf dinlemez şımarık" diye dedikodu yaptığı halde hiç kimse karşısına çıkamazdı.
Bir keresinde Manas, avuldan kırk çocuğu toplayıp, geniş Altay'ın tepeli alanlarında karargâh kurup eğlence düzenledi. Eğlence kıvamına geldiğinde yukarıdaki dağ tepesinde Kalmuk, Tırgot, Moğol'un kudurmuş seksen çocuğu sallana sallana gelip avulun çocuklarına büyüklük tasladı.
"Serseri Kırgızların çocukları eğlence düzenlemişler. Onlara eğlenmeyi gösterelim! Esen Han atamız bunların derisini yüzüp gözünü oyacak! Diye şımardılar. Onlar birine "Erkek isen yap" dedi. Manas. Kalmuk'un, Moğol'un , genç çocukları savaş parolasını söyleyip Kırgızları her yandan kuşattılar, bağırıp çağırarak, kavga çıkardılar. Kaçan Kırgız çocuklarını küçük büyük demeden ölesiye dövdüler, epeydir bir kenarda duran Manas artık "yeter" diye araya girdi.
"Bu hakeme bak, kötü Kırgız!" diye Kalmuk çocuklarının başı Manas'a değnekle vurdu.
Manas dayak yedikten sonra yerinde duramadı. Yerdeki değneği alıp Kalmuk'lara öyle bir hareket yaptı ki, değneğin dokunduğu on iki çocuk öldü. Manas'ın heybetini gören Kalmuk çocukları köşe bucak kaçmaya başladılar. Kırgız diye savaş parolasını söyleyen kırk çocuk Kalmukları kovaladılar.
Manas, Kalmuklara yetişip tam onların cezasını vermek üzereyken karşısında Cakıp Bay Peyda oldu.
"Hey yaramaz!" diye Cakıp, Manas'a bağırdı, "Kalmuklara bunu nasıl ödeyebilirim! Başımızı yiyeceksin bu hareketinle, dur!" dedi.
Manas kırk çocuğu peşine takarak hiçbir şey olmamış gibi avula geldi.
Ertesi gün Kalmuklara dokuzarlı gruplar halinde hayvan götüren Akbalta şöyle dedi:
"Avulumuzdaki Çong Cindi denen çocuk kavga çıkarmış, onu cezasını biz verelim, ayağına geldik, çocukların işi yüzünden birbirimize düşman olmayalım" diyerek Kalmukların ayağına kapandı.
Onun malını mülkünü alan, içkisini içen Kalmuklar şöyle dediler:
"Kırgızlar, sizin af dilemelerinize alıştık artık.Çong Cindi'nize sahip çıkın!"
"Tamam" dedi sırrı içinde saklayan Akbalta.
O olaydan beri Cakıp oğlundan kaygılanıyordu.
Cakıp sonunda Hanımına danışarak Manas'ı Oşpur'a bir an önce vermek istedi. "Çocuğu uşak mı yapacak, Hanzade mi yapacak, budala mı yapacak kendisi bilsin. Onun eline verelim, hem Kalmukların gözünden uzak dursun" diye atına binerek yola koyuldu.
Cakıp'ın bildiği kadarıyla Oşpur çobanların başı Tengir Bay'a tabi olan, töreleri iyi bilen, sözü bir özü bir insandı. Oşpur, gençliğinde dünyadan bıktığı için halkına geç katılmıştı. O dağın tepesinde düşüncelere dalmış bir halde akşama kadar otururdu. Gece boyu uyumasa bile gündüz yine halinden hiç bir şey eksilmiyordu. Kolay kolay sırrını söylemezdi. Birçok dili biliyordu, Kara kuş gibi ihtiyar gözükmesine rağmen tekmeyle taş yaran, eliyle herşeyi kırabilen kişiydi. Yedi gecede Kalmuk ve Çin'e yaya olarak gidip gelirdi. Oşpur, dağdan seyrek olarak inerdi. Ömrünün büyük bir bölümünü ak karlı, mavi buzlu yükseklerde kuzuların otladığı, kayberenlerin yayıldığı yerlerde, koyunlar arasında geçirirdi.
"Oşpur Bay nerdesin?" dedi Cakıp yüksek sesle, "Sana bir kul getirdim."
"Buradayım Cakıp Bay." Oşpur Ak çadırından çıktı, "A, oğulunuzu ağılıma alıp gelmişsiniz..."
Oşpur, Manas'a dikkatlice bakarak ona bir sarı keçi yavrusunu kurban kesti.
"Oşpurcuğum, sen çok şey bilirsin, söylemesem de bunu farkedebiliyorum.Bunu adam et. Seni Tanrı'ya, oğlumu sana emanet ediyorum."
Çoban başı, Bay'ın sözünü dinledikten sonra cesaret bularak:
"Bayım, peki. Avuldaki Çege Bay ile oynasın!"
"Oğlumun gözünün yaşına bakma!" Vur, döv! Yattığı yer kara kulübe olsun, önü taar (kaba yünlü kumaş), keçe olsun! Şımartma" diyerek Cakıp evine döndü.
Manas Oşpur'un yanında kaldı.
Ertesi günü kara kulübede horlayıp uyumakta olan Manas'ı Oşpur tan atmadan uyandırdı.
"Hey, Manas! Sen buraya uyumaya gelmedin. Çobansın. Dediğimi yapacaksın, kalk! Normalde öğlene kadar uyuyan uykusever Manas bugün hiç ses çıkarmadan gözünü açtı.
"Söyle bana, nasıl insan olmak istersin?" dedi Oşpur onu sorguya çekerek.
"Bahadır olmak istiyorum" dedi Manas rahatça.
"Peki. Bahadır olunca ne yapacaksın?
"Bahadır olursam düşmanlarımı param parça edeceğim."
"Öyle mi! Niçin düşmanlarını öldüreceksin?"
Manas buna cevap veremedi. "Halkımı yağmalayıp soyduğu, öldürdüğü için desene" dedi Oşpur
"Kan dökerek mi bahadır olacaksın?"
"Bilmiyorum". "Şimdi sözümü dinlersen bahadır olacaksın" dedi Oşpur.
Manas çobana "evet" işareti yaparak başını salladı.
Oşpur, Manas'ı büyük nehirin aktığı geniş dereye götürdü.
"Şimdi buradan öteki kıyıya geçeceğiz, yol bu" dedi Oşpur.
"At ile geçemez miyiz?" dedi Manas.
"Bahadırlar pek çok zorlukları yaşarlar. Bahadır olmak istersen yaya geç" dedi, Oşpur, Manas'a bakıp.
Gerçekten Manas nehire elbiseleriyle girdi. Beş adım gittikten sonra Manas bir taşa takılıp kayarak düştü. Suda sürüklenmeye başladı, suda boğulmak üzereydi, iki gözü Oşpur'da idi.
Oşpur, suda akıp gitmekte olan Manas'ı takibederek, şaşmadan nehir kıyısı boyunca gelmekte idi. Manas çaresizdi, nehir onu almış götürüyordu.
Nehirin kıvrımına geldiğinde, Manas'ın gücü kalmamıştı. Oşpur, kıyıdan elini uzatıp onu nehirden çıkardı.
"Bahadır olmak kolaymıymış" dedi Oşpur gülümseyerek.
"Bahadır savaşta dövüşür, düşmanla savaşır. Suda akmaz" dedi Manas kızgın halde. "Suda dövüşmek, yaya olarak nehir geçmek her an bahadırların başına gelebilir" dedi Oşpur. "Uykudan kalkıp, bir anda kara gücünle olman lazım."
Oşpur, Manas'ı öteki kıyıya geçirip taşlı dereyi gösterdi.
"Bu deredeki taşları iki günde bir yere toplayacaksın."
Manas daha da sinirlendi.
"Onunla sur mu yapacağız?" dedi Manas tersleyerek.





" Hayır. Senin gücünü deneyeceğiz" dedi Oşpur. "Bunları topladıktan sonra eve gidebilirsin."
Oşpur atına binip Manas'ı derede bırakarak gitti.
Manas, burada iki gece kaldı, bin bir zorlukla ev kadar taşları bir yere topladı. Üçüncü gün Oşpur geldi, toplanan taşları görüp Manas'ın omuzunu tuttu.
"Şimdi, senin gelecekte bahadır olacağın belli oldu, Manas".
Oşpur o zamandan beri Manas'ı rahat bırakmadı. Onu yayladaki Süt-köl denen suyu çok soğuk olan derin göle; etrafında Kamçatka ördeklerinin bulunduğu yere götürdü. Beline ip bağlayıp suya daldırdı. Böylece Manas yüzmeyi öğrendi.
Bu Oşpur'un eziyetlerinin başlangıcı idi. Ne olursa olsun, Oşpur'un eziyetleri, Manas'ın hoşuna gidiyordu. Dikkatlice canla başla Oşpur'un söylediklerini, itiraz etmeden hemen yerine getiriyordu. Bahadır olmanın kolay olmadığını artık anlamıştı Manas.
Bir ayda Manas yayın nasıl yapılacağını, nasıl çekileceğini öğrendi. İki ay sonra dayanıklı mızrak yapmanın sırrını öğrendi. Üç ayda kılıç yapmayı ve kullanmayı öğrendi. Dört ayda erkek yarışları (at üzerinde yapılan bir birini eyerden düşürme yarışı) na alıştı. Beş ayda Oşpur ile tutuştu, kara gücü geldiğinde Manas onu bir eliyle kaldırdı, bunu fırsat bilen Oşpur ayak çalmak suretiyle çocuğu yere serdi. Oşpurun bilmediği şey yoktu. Tibet ve Çin'den öğrenip geldiği sırrı, ineğin derisini asıp eliyle saplayarak delmeyi, bir değnekte otuz kişiyle tutuşmayı, tekme atmayı Manas'a öğretti.
Altı ay sonra o etine dolgun çocuk zayıflamıştı, boyu uzayıp yaramazlığı kalmamıştı. Vücudu kuvvetlenmiş boz bir oğlan olmuştu. Ondan sonra Oşpur, Manas'a güvenerek onu Çege Bay'la beraber koyun gütmeye gönderdi.
"Üzerine Kalmuk'un taşına tak!" dedi Oşpur, "Yoksa Kalmuklar senin ayaklarını ve kollarını keser."
"Oşpur Ağa! Kalmuk'un taşına takıp yaşamaktansa ölürüm daha iyi" Manas buna gücenerek beyaz kalpağını, üstüne kementay (keçeden üst giyim=çapan) giydi ve yanına kılıcını aldı.
Manas on yaşına geldiğinde tırmanmak için dağ, savaşmak için düşman bulamadı. O dağdaki çobanlardan kırk çocuk bulup almak istedi.
Bir sıcak yaz gününde, Manas ile Çege Bay dağa koyunları otlatmaya çıkmışlardı.
Tam karşıdaki kaya taşında bir kurt, koyunları arasında aksak beyaz kuzuyu yakalayıp güpegündüz parçaladı. Bunu gören Çege Bay'ın ödü koptu; bağırmak için sesi dahi çıkmadı, ardıç ağacına çıkarak saklandı.
"Hey, bu hangi köpek" dedi Manas.
"Köpek değil, kurt" dedi yaşça büyük olan Çege Bay. "Bizi de yiyecek. Saklan buraya."
"Kurtsa ne varmış. Bunun ciğerini söküp alacağım" diye on yaşındaki Manas kurda saldırdı. Kuyruğundan yakalayacaktı ama yetişemedi.
Kurt kaçıp gitmekte idi. Manas akan kanı izinden onu takibetti. Kurt kayanın önündeki kara mağaraya girip saklandı. Manas da onun izinde mağaraya girdi.
Manas mağaraya girince gördüklerine inanamadı, köşede iri yarı, şık elbise giyen kırk kişi sırayla oturmuştu. Kanatlı atları vardı; gönülleri açık, yüzleri nurluydu. Onların yanında Oşpur'un aksak kuzusu meleyip duruyordu.
Büyüklerden çekinen Manas onlara selam verdi:
"Ağalar, Kuzuyu kapan kurdu gördünüz mü?" dedi.
"Gördük" dediler. Oturanlar birbirlerine bakarak gülümsediler. "O kurt işte biziz. Biz kırklarız.
" Manas'ın onlara pek inanmadığını gören kırklardan biri bir anda kurt şekline girdi. Manas da böylece inandı.
"Biz kırklar senin yoldaşlarınız" dedi oturanların büyüğü, "Ne zaman zorda kalırsan biz hemen yardımına koşarız. Sana söz.
" Kırklar Manas ile göğüslerini birbirine değdirerek sözleştiler.
O esnada mağaraya Çeğe Bay girdi.
"Onun adı ne?" Kırkların büyüğü.
"Kadoo Bay'ın oğlu Çeğe Bay, çobanımız."
"Bu çocuk sonra sana can yoldaş olacaktır, adı Kütübi olsun" dediler ve kırklar gözden kayboldular.
Manas ile Çeğe Bay geri dönüp koyun kuzularını saydılar, eksik çıkmadı. Manas bu gördüklerini iyiliğe yordu. Deminki beyaz kuzuyu Çeğe Bay'la kesip kızartarak yediler. Gündüz dağdaki koyunlara saldıran kurtları gören çobanlar, akşam üstü deredeki koyunlarını sayıp kontrol ettiler. Ağıldaki koyunların ve otlaktaki atların hiçbiri eksilmemişti. Oşpur'un koyunlarına da bir şey olmamıştı. Ağılda deminki aksak ak kuzu da vardı.
Oşpur, koyunlarını güderek tepe boyunca gelirken deredeki çukurda Manas başta olmak üzere kırk çocuğun eğlenmekte olduğunu gördü. Çocukların eğlenmesini seyretmek için attan inerek bir söğüdün altında oturdu.
Çocuklar artık büyümüşlerdi. Onlar durmadan ordo (Hanı karargahını ele geçirmek için savaşı temsil eder) oyunu oynuyorlardı. Sonra kazandaki etleri alıp yediler. Çocukların arasında Manas Opol dağı gibi gözüküyordu, o bu görünüşüyle diğerlerinden farklı idi.
"Bahadıra itaat edelim!" Kırk çocuk Manas'ın etrafında dönerek ona saygı gösterdi. Manas bununla yetinmeyerek, adetlerde olduğu gibi somurtkan davrandı. Çocukların kendisine beğim demelerini sağladı.
Eti yedikten sonra Manas söğüdün gölgesinde uykuya daldı. Bir zaman sonra üst taraftan Kara Malmuk'un seyisi Kancarkol, yolundan şaşmış köpek gibi bastırıp geliyordu. Bu kafirin işini Oşpur biliyordu. Bu adam Kalmuk ve Çin'de, Sibirya parsı gibi emir dinleyen, insanın başını eliyle kesebilen, elini göğüse saplasa hançer gibi giren, bu yüzden Kancarkol diye adlandırılan belâlı biriydi. Oşpur, içinden fırsat bulsam da Kancarkol ile yerde teketek dövüşsem diye düşünüyordu.
Kancarkol, yol boyundaki çocukları görünce köpek gibi fırlayıp gelerek kamçısıyla onları kamçılamaya başladı. Çocuklar Tarançı gibi sağa sola dağıldılar, bazılar korktu. At üzerinde dövüşemeyen Kalmuk attan inip kuşattığı çocuklardan dördünü eliyle vurarak öldürdü. Sonra onları toplayıp üzerlerine oturdu.
Manas, çocukların gürültüsünden uyandı. O Kancarkol'a doğru heybetle, arslan gibi kükreyerek geldi. Onun gücünü farkeden Kancarkol da önceden tedbirini aldı. Oşpur;
"Ne yazık ki, Manas belki o tecrübeli kafire yenik düşebilir, keşke onun yerine ben olsam! Kancarkol, Manas'ı parçalarsa, Cakıp'a ne söyleyeceğim." diye düşündü.
Manas ile Kancarkol meydanda dönerek birbirini korkutmaya çalıştılar. Bir ara, Kancarkol eliyle Manas'a göz açıp kapayıncaya kadar vurmak istedi. Yiğit Manas, kendini bir yana attığından, Kalmuk'ın eli söğüde saplanmıştı. Bir anda Manas ayağıyla onun böbreğine vurup, kaldırdı ve kucaklayarak yere fırlattı. Kancarkol yere serildi.
Oşpur, Manas'tan emin olarak, çocuk, göreceğini görmüş, öğreneceğini öğrenmiş, olgunlaşmıştır, sağ salimken Cakıp'ın eline teslim edeyim diye yola koyuldu.
Oşpur'u gören Çıyırdı, sevincinden bağırdı. Heyacandan Oşpur'a verebilecek hediye, giydirebilecek elbise bulamadı.
"Sana kurban olayım Oşpurcuğum! Manas kuzum amam mı? İki yıldır onu görmedim. On çocuğu varmış gibi ihtiyar onu görmeye gitmedi. Manas adından Kalmukların, Çinlilerin haberi var mı? Almak istersen işte hayvan! Para istiyorsan onu da senden esirgemem. Beslediğim oğul adam olacak mı?"
Sözde hasis, derin düşünceli olan Oşpur şöyle dedi:
"Oğlumuz amandır, kimseye yenilmez, güreşte, kimseye boyun eğmez biri oldu, kıvamına geldi. Söyleyeceğimi söyledim, vereceğimi verdim. Artık Kalmuklardan, Çinlilerden korkmaz oldu. Çocuğa ihtiyacınız varsa alabilirsiniz."
Ertesi gün Cakıp Bay, Manas'ı alıp gelmek için Oşpur'la beraber gitti. Cakıp oğlunun olgunlaştığını görüp sevindi. "Ya kurban olayım kuzum, beri gel, konuşalım. İhtiyar Kalmuk'u dövmüşsün. Çakmağıyla bıçağını almışsın. Şimdi Kalmuklar bize felaket yağdırmaz mı? Başınıza belâ olmayacaklar mı? Diye Cakıp ağladı.
"Ben onu ganimet aldım. Ganimeti vermeyeceğim." dedi. Manas dudaklarını bükerek. "Ey baba! Ne zamana kadar böyle saklanıp yaşayacağız? Artık kaçmayacağım Kalmuk'tan, ölümde öte yok !" dedi.
"Ya, yavrum, arkadaşlarına hayvan kesip yedirip israf etmişsin." dedi Cakıp.
"Ey baba kızma. İnsana, dünya ile hayvan bulunur. Bunca sahipsiz hayvanı güdüp ne bulacaksınız. İnsana birazcık servet yetmiyor mu?"
Cakıp, çocuğunun söylediklerine karşılık bulamadı. Manas'ın akıl bulduğunu, büyüdüğünü gören Cakıp, içten memnun oldu.
Oşpur, elini Manas'ın omzuna koyup vedalaşırken sordu:
"Manas, olgunluk çağına geldin. Şimdi seni babana teslim ediyorum. Söyle bakayım, benden ne öğrendin?" dedi Oşpur.
"Nasıl bahadır olunacağını, nasıl savaşılacağını" dedi Manas.
"Hoşlanmadığın herkesle savaşır mısın?" dedi Manas.
"Saldırırsa, evet!"
"Manas sağ kulağınla da, sol kulağınla da dinle. Sadece halkına saldıran düşmanla savaşacaksın. Her zaman halkını düşüneceksin, sonra kendini. Bu, her yiğidin parolasıdır. Benim sana verecek vasiyetim budur."
Manas nasihatini bitiren Oşpur'un önünde diz çöktü.
Cakıp Bay'la Manas sabahın köründe yola koyuldular. Doğuda güneş ışınları bulutlara aksederken Batıda ay henüz kaybolmamıştı. Tepeleri beyaz karla örtülen dağlar, kül rengine bürünmüştü. Kuş sürüleri dizi halinde göç etmeye başlamış, yerde otlar sararmış, şafak süzülmüştü.
Cakıp Bay da gök yavrularını yetiştiren kuş gibi, boyu uzayan, at üzerinde mağrur oturan yiğit oğlunu, dikkatle süzüp, daha önce "Keşke yanımda bir oğlum olsaydı, hasretim kalmazdı." şeklindeki dileğinin sonunda gerçekleştiğine şükrederek, Hanımına çabuk ulaşmak için atın dizginini silkti.
Tör-Su nehrini geçip Ak-Ötek'e geldiğinde uzaktan buram buram yükselen toz duman içinde, ürkmüş at sürüsü göründü. Çakıp ürkmüş atların önünü kesip, damgalarına bakarak onları kendi atları olduğunu gördü.
Cakıp bu sıcakta temiz atları korkutarak süregelen yabancı Kalmuk'a sordu:
"Hey, atları nereye götürüyorsunuz?"
Yer kapan Kalmuk, Cakıp'ın sözünü anlamadan atları, sövüp sayarak sürüp gitti.
Atların ardından koşan Iyman adlı at çobanı, Cakıp'ı görüp acı acı ağladı.
"Kalmuklar bizi dövüp, yurdumuzu alarak, atları sürüp götürüyorlar, bayım."
O sırada Manas yetişip geldi, ağlayan at çobanını görüp babasına sordu:
"Bu at çobanın kim dövmüş, baba?"
Cakıp doğruyu söyledi.
"Deminki Kalmukların işi yavrum. Altı grup Kalmuk yer değiştirmiş. Kısa zaman önce otuz kısrakla, beş atı otlak ücreti olarak vermiştin. Bunu az görüp atları otlaktan kovmuşlar."
Atların ardındaki al donlu ata binen Kalmuk reisi Kortuk, Cakıp'ı tanıyıp kaba sesle bağırdı:
"Pis, vahşi Kırgız! Otlağın sahibini bilmiyor musun?" Hayvanlarına bir yer bulsaydın? Şimdi sana göstereceğim! Tohumunu göstereceğim." diye Kalmukça sövüp, Cakıp'ı atından indirip, kovaladı.
"Ya baba, bunlar ne diyorlar?" diyen Manas halâ hiçbir şey anlayamamıştı.
"Ey yavrum, çocuklar böyle sözleri anlamaz" dedi. Cakıp telaşlanarak.
Bu sırada kenarda duran Kalmuk, Cakıp'ı kamçıladı. Bayın sardava kalpağı yere düşüp çenesinden kan aktı. On Kalmuk Cakıp'a saldırdı onu fena dövdüler.
Bunu gören Manas tahammül edemedi. At çobanı Iyman'ın elindeki huş ağacından yapılmış sırığı (kement) kapıp kükreyen Kortuk'un üzerine fırlattı. Kalmuk'un başı parçalanarak beyni sırığa takılı kaldı. Bunu gören Kalmuklar atlarının dizginlerini çektiler, şaşırdılar. Atlarının üzerine yerleşerek Manas'ı yakalamaya yeltendiler. Mızrak ve kılıçla saldıran Kalmuklar, Manas'ı her taraftan kuşattılar. Manas atıyla bir yana kaçarak sırıkla onları birer birer yere düşürdü. Kalmukların yedisi yere düştü. Manas gök kır atının yorgun düşmesine rağmen ayaklarıyla onun böğürlerine vurarak kaçan Kalmukları inatla takibetti.
Cakıp Manas'ın arkasından bağırarak gök kır atın dizginini tutmaya çalışsa da ulaşamıyordu.
"Hey, yapma yavrum, dur!" diye ağlıyordu Cakıp, "Kendine gel! Arkana bak, vay-vay! Bu yaptığın nedir? Köklü kabilen mi ver senin? Keşke kırk yoldaşını bekleseydin? Tek başına Kalmukları öldürüp bitirebilir misin? Bırak yavrum dur!..."
Manas babasına acıyıp gök kır atının dizginin çekti.
"Kurban olayım sana yavrum. Bu Kalmuklar bundan sonra seni boş bırakmazlar. Bakarsın yarın Kortuk'u öldürdün diye, intikam almak isterler. Onlar "Kun" isterler. Manas atın dizginini sıkı tutup uslu duruyordu.
"Kun ne demek baba?"
"Oğlum birisini öldürdüğün zaman, zarar gören taraf kun ister. Kunga bakarak (at, koyun, deve, inek) altın ve benzeri dünya kıymetlerini alır. Onu ödemezsek baş alır veya ailemizden birisinin öldürülmesini isterler." "Kalmuklar Kortuğun Kun'u için bizi esir alıp malımızı yağma ederler mi?" Avula ulaşmaya az kaldığında, Manas düşünceye dalmıştı, sonra Cakıp'ın yanına yaklaşarak:
Ya baba sen beni çocuk mu sanıyorsun?
Büyüdün , akıllandın.
Daha nereye büyüyeceksin? Dev gibi boyun var.
Bana güveniyor musun?
Güveniyorum.
Ben senden bir şey soracağım, saklamadan doğruyu söyler misin?
O soracağın soruya bağlı, yavrum. Soru oğlunun babasına sorabileceği bir sorudur. Cevap ise akıllı bir babanın büyümüş oğluna vermesi gereken doğrulukta olmalıdır, baba.
O zaman sor oğlum. Bundan sonra sana gerçekleri söyleyeceğim, senden hiçbir şey gizlemeyeceğim.
Baba soyunu sopunu bilmeyen adam olmaz. Benim yedi göbek soyumu anlat. Ala-Too'dan Altay'a gelişimizden başlayarak hepsini anlat.
Oo, oğlum sen sormaz olsaydın; ben de söz vermiş olmasaydım. Babanın da çocuğuna söyleyebileceği söz var, söyleyemeyeceği söz var. Ama sen atalarının geçmişini bilmek zorundasın. Bunları sen biraz daha büyüğünce söylemeyi düşünüyordum. Sorman, büyüdüğünün işaretidir. Atalarımızın geçmişi nesilden nesile emanettir. Senin övünebileceğin, gurur duyabileceğin bir halkın var. Soyun Kırgız, sözünden dönmeyen, savaş denince durmayan, cesur, akıllı ve inatçıdır. Dostunu düşmanını bilen, namuslu, cesur, savaşçı ve kırk kabileli, cennetlik bir halkın vardı. Cakıp Bay, oğluna, yedi göbek atasını onların kahramanlıklarını masal gibi anlatarak büyük dedesi Nogoy Han'ın tarihine geldi.
Büyük deden Nogoy'un yedi göbek atası hep handı. Onların hepsi arslan gibi güçlüydüler. Nogoy Han da onlardan eksik değildi. Rızkını hiç kimse paylaşmadı. Tacını kimseye giydirmedi. Komşularıyla iyi geçindi. Düşmana hakkını yedirmedi. Nogoy, Han, ilkbaharda babalarının eskiden izlediği büyük yolu takip ederek Ala-Too'dan göç etti. Otlak arayıp Enesay, Altay, Ming-Suu (nehir) ya kadar giderek serinledi. Oraya eskiden yerleşmiş bulunan kırk Kırgız kabilesiyle, oniki Türk soylu kabilelerle yaylayı paylaştılar, hayvan alış verişinde bulundular, dünürleştiler, adetleri beraber muhafaza ettiler, düşmana karşı beraber savaştılar, güz gelince yüklerini, hayvanlarını alıp göç ettiler. Ancak altı ay sonra Ala Too (Aladağ), Andican, Alay gibi ılık yerlere gelip kışladılar. Dürüst deden Nogoy, Esen Han'la yapılan savaşta yüreğine mızrak saplandığı için can çekişirken, oğullarına, halkına acı acı ağlayarak şöyle vasiyette bulunmuştu: "İyi niyetli yiğitlerim, köklü halkım, bizim düşmana yenik düşmemizin sebebini şimdi anladınız mı? Düşmana askerimiz az olduğu için boyun eğmedik. Halk birleşmedi. İçimizden çürüdük. Birlik ve beraberliğimiz bozuldu. Töreden uzaklaştık. Arzu ve hevesimiz kalmadı, bilgelerin sözünü ciddiye almadık. Töreleri bıraktık, kötülere kandık, küçükler büyüklere hürmet etmediler, çocuklar atalarını bilmediler, kadınlar kocalarını düşünmediler. Tanrıyı tanımadık. Böylece yurdumuzdan gayret, iman, haysiyet kuvvet gitti. Akıllı önderlerinize ve memleketinize gerçekte karşı olan sizsiniz, Düşmana kucak açan sizsiniz. Bundan ibret alınız! Bunu sonraki nesillere, çocuklarınıza anlatınız..."
Oğlum, Nogoy deden vefat ettiği zaman hansız kalan halk şaşırdı, han hazinesi tüketildi, sayısız hayvanları talan edildi, yiğit erkekler köle oldular, nârin belli, nazlı gelinler, küçük kızlar, cariye oldular. Böyle zilleti Tanrım kimseye göstermesin, zamanında güçlü olan göçmen halkın başına felaket ve dert geldi. Ay batmış gibi ocağı söndü, başı derde girdi. Pis Esen Han "Bu Kırgızlara yardım edenin kim olduğunu anlayamadım. Pek çok kez onları soyup soğana çevirdiysem de yine başını kaldırıyor. Başları bir araya gelirse tekrar dirilip kavga çıkaracak" diye danışmanın sözünü dinleyerek, yok edemediklerini dağ derelerine, kuru yataklara kum gibi dağıttı. Kırgız çocuklarını Çinlilerin, Kalmukların atlarına bakıcı yaptı. Karşılık gösteren Kırgızların dilini kestiler, eline çivi çaktılar. Usta okçuların gözlerini oydular, söz dinlemeyenin kulağına kurşun döktüler. Ata binip kuş gibi dolaşan halk şimdi güneşin doğuşunu batışını görememekte. Onlar tutsak oldular, dertlerini kimseye söyleyemediler, kuma akan su gibi tutunacak yer bulamadan, şaşırdılar. Çin Hanı Esen Han eline geçirdiği göçmen Türk ve Kırgız yiğitleriyle "vahşiler" diye alay etti. Kalmuk, Moğol ve Tırgotlardan muhafız koyup dağa ve ata alışmış halkı, gasbettikleri hayvanlara bakıcı yaptılar, onları huduta yakın yerleştirip, Çin Seddi'nin önünde saldıran düşmanına karşı mızrak kalkanı olarak kullandılar. Zavallı halk bir deri bir kemik kalmıştı. Kabahat halkımızdaydı. Onlar, yıllar sonra Altay'da ancak birleşebildiler. İşte şimdi sen doğdun. Demin de söylediğim gibi aklını buldun, kuvvetle doldun. Yavrum, ataların, halkı gözbebeği gibi koruyup, onlara tünek olup, muska gibi saklayıp korudular. Atalığın gereğini yerine getirdiler. Ben onlar kadar olamadın. Ahvalim iyi gitmedi. Aklım, kuvvetim kafi gelmedi. Şimdi senin zamanın, senin yerine getirmen gereken şeyler var. Umudum sendedir. Halkın senden beklediklerini gerçekleştir. Şerefini koru.
Korktuğum şey şudur; artık sırtını dayayabileceğin ataların, o kuvvetli Kırgızlar yok. Etrafında toplanın arkadaşların yok. Yalnızsın, yavru..." Gönlündekini söylediği için rahatlayan Cakıp, derin bir iç çekti. Manas düşündü.
Manas aklına sözleştiği kırklar geldi. O anda karşısında hoş bir ata binen, kara bir elbise giyen, görünüşü muazzam, gök bayraklı, gaza için var olan Kırklar peyda oldu. Onlar Manas'tan başka kimseye görünmeden, sözleri duyulmadan değişik bir kılıkla çıkageldiler. Manas onlarla şakalaşarak onlara Kortuk'u öldürdüğünü söyledi.
Cakıp Bay, oğlu sapasağlam iken birdenbire hiçbir şey yokken onun ileri geri konuştuğunu, boşuboşuna kahkaha atıp çırpındığını görünce, çok korktu. Oğluma cin çarptı diye ne yapacağını şaşırdı. O bu korkulu anda Hanımı Çıyırdı'yı hatırladı. "Hanıma çabuk ulaşayım, ıssız yerlerde dolaştığı için Manas'ın delirdiğini anlatayım. Baksın, yüreği sızlasın." diye atını kamçıladı.
Cakıp Bay, atını bağlamadan, kimseye bakmadan, kamçısını sallayarak yürüdü. Gözlerinden yaş dökülüyordu. Başını eğdi. Dalgın dalgın yürüyordu. Çıyırdı'nın çadırına felaket haberi getirdi.
"Ey Hanım, bunu kimse bilmesin, tamam mı? Bizim ışığımız söndü. Gözümüz oyuldu. Hayatımızı karanlık bastı. Felâket geldi." Diye Cakıp dizlerine vurdu.
"Ne diyorsun, dilin yansın senin ihtiyar! Ağzındaki sözlerini köpeğe söyle. Yavrumun hâlini çabuk anlat! Ölüyorum, çabuk söyle..."
Cakıp Manas'ın sararmış sahrada dolaşıp delirdiğini anlattı.
"Gözbebeğim, bir tanemi sahrada niye yalnız bıraktın? Hey deli ihtiyar, ben Baykuş Ana oldum, çocuğa doyan sen oldun. Senin Manas'tan başka kimin var? Atalarınla beraber soyun kurusun, onları niye böyle esirgiyorsun? Bana yavrumu göster. Yavrum, kuzum ne olursa olsun, atını yedekleyerek onu eve getir, hadi! Oğlum sahraya bırakılır mı, baş belası, ihtiyar!" diye bağırdı Çıyırdı gözlerinde yaş dökerek.
Çıyırdı'nın dünyası karardı, o sanki ateşe düşen sinek gibi kıvranıyordu. Bu âciz kullar arasında Çıyırdı gibi yaşlandığında sahip olduğu biricik oğlundan kötü haber alıp da üzülmeyen kadın var mıdır? Bu kadınlar dünyasında, yavrusuna yardım elini uzatmadan yuvasını yılan basan turgay gibi kıvranan bir başka zavallı var mıdır?
Cakıp, avuluna gelirken bir kötü haber daha ulaşmıştı. Kalmuklar Kortuk'un kan bedeli olarak yarın Cakıp'ın avulunu herkesin gözü önünde yok etmek istiyormuş. Herşey üstüste gelip Cakıp'ı sıkıştırdı. O, Akbalta'yı çağırıp onu dinledikten sonra kendine geldi. Cesaret bulup, sırdaş ve komşu Kazak, Nayman, Konguratlardan yardım istemeye adam gönderdi.
Zavallı Çıyırdı, Kalmuklar gelmeden önce Manas'ı görmek istiyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı.
Çıyırdı başındaki büyük beyaz sarığını alıp, yerine kara başörtüsünü örttü. Belini sıkı bağladı, ışık saçan yüzü sarardı. Her zaman nazik idi, bu kez kocasının hiç binmediği Boztaylak'ına binip, kocasının engellemesine rağmen "ölmüşse ben de öleyim, yaşıyorsa beraber geliriz" diye çöle doğru yola koyuldu.
Biricik oğlum Manas'la birlikte ben de ıssız çölde delireyim, terk-i dünya edip dolaşayım. Biricik oğlumdan ayrılıp yaşamanın bir anlamı yoktur diye ağlıyordu Çıyırdı.
Issız çölde Çıyırdı'nın eteği rüzgarla savruluyor, atının kuyruğu ve yelesi dalgalanıyordu. O bir tepenin eteğinde Manas'ı arıyordu.
Atları otlatmakta olan Manas, annesi Çıyırdı'yı görünce karşısına çıktı.
"Anne, sana ne oldu?"
Çıyırdı bir söz söylemeden atın üzerinde Manas'a sarılarak gözlerini boşalttı, yalvardı, ağladı.
"Kurban olayım bir tanem! Gökteki güneşim! Sağ mısın? Var Mısın? "Başın sağ mı?"
Çıyırdı oğlunun sağ salim olduğunu görünce, kalbi rahatladı, esenlik buldu, ağlaması kesildi, dünyaya yeniden gelmiş gibi sevinerek yola çıkmak için hazırlandı. Babasının söylediklerini öğrenen Manas "Allah iyiliğini versin senin baba" diye kahkaha ile güldü, ona itibar etmedi.
Manas ile Çıyırdı'nın önüne birden bire atlarını yedeğe alan yedi Kalmuk çıkıverdi. Onların birisi Manas'ı tanımıştı, "Kortuk'u öldüren işte o" diye bağırmaya başladı. Biri atlarına baktı, altısı Manas'a vurmak için ellerini kaldırarak yaklaştılar.
"Ne olur, biricik oğluma dokunmayın! Beni üzmeyin!" diye Manas'ın önüne geçerek bağırdı, Çıyırdı.
"Anneciğim, ne yapıyorsun?" dedi Manas önüne çıkarak. "Ee, bunlar altı kişi değil mi. Altmışı gelse de bir şey yapamaz, anneciğim."
Bu sırada Kalmuklar Çıyırdı'nın atını dizginden tutarak götürdüler.
"Hey çek elini dizginden! Gebereceksin!" dedi Manas hiddetlenerek.
Kalmuklar söz dinlemeden atı yedeğe aldılar.
Manas iki Kalmuk'u omuzlarından tutup birbirine öyle bir çarptı ki, onlar o anda can verdiler. Buna gören Kalmuklar atlarını bırakıp kaçtılar.
Manas ile Çıyırdı avula geldiğinde Cakıp'ın bıyığı diken diken olmuş neredeyse korkudan ödü patlamıştı. Oğlunun sağ salim olduğunu görünce kalbi rahatladı, şükrederek beyaz tekeyi kesti, keyfi yerine geldi.
"Tanrının yazdığını görelim. Artık Kırgızlar epey güçlendiler. Kalmuklar mahvolsun. Oğlum Manas varken bir savaşıp görelim!..."
Manas, Kalmukların saldıracağı gün hiçbir şeye aldırmadan, güneş doğuncaya kadar uyudu.
"Kırgızlar yiğitlerimizi öldürdü, kardeşimiz iseniz yardıma gelin, Kırgızları keselim." Diye haber gönderdi Mançular, Altay Kalmuklarına.
Mançular ile Altay Kalmukları kardeş gözüktüğü halde birbirlerini çekemiyor, kıskanıyorlardı. Davet üzerine ancak dört yüz asker toplandı. Altay ve Mançu Kalmuklarından oluşan yedi yüz asker Kırgızlara saldırıp intikam almak için ellerine bayrak alarak yola çıkmıştı.
Aç gözlü Altaylı Kalmuklar Cakıp'ın yolda otlamakta olan sekiz bin atını görünce "suç işleyenin, kan güdenin" diye sevinerek hiçbir şeyi umursamadan atları alıp götürdüler.
Yolun yarısında Mançu askerleriyle Kalmuk askerleri atları paylaşmak için dövüşmeye başladılar. Sayıca üstün olan Altaylılar "Mançuları keseceğiz, kadın ve kızlarını ganimet alacağız" diye onların avullarına saldırdılar. Mançular kanımızın son damlasına kadar dövüşeceğiz diye çoluk çocuk, kadın kız ellerine hançer alıp üç yüz askere yardım ettiler, evlerini kale yaparak onların canını kurtardılar. Mançuların içinden genç olsa da akıllı olan, Manas'ın öldürdüğü kortuk'un oğlu kurnaz Şakul bir çare buldu:
"Kendi horluğumu görmektense düşmanın horluğunu göreyim, boşuboşuna ölmektense bir şeyler yaparak öleyim" diye Kırgızların üzerine yürüdü.
Kalmukların atlarını götürdüğünü öğrenip sabırsızlanan Cakıp altmış kişiyle birlikte yola çıkmıştı. Karşısına Şakum çıkıp ağladı ve derdini anlatıp Cakıp'ın ayağına kapandı.
"Kurban olayım Bahadır Cakıp, Altaylılar avlumu yağmalıyor. Otlaktaki hayvanlarını almasına engel olmuştu, Kırgızlara acıdın diye benim avulumu yok etmek istiyorlar. Bizi kurtarın. Ağılından kalayım, komşun, akraban olayım, ölen babamın kan bedelinden vazgeçtim!"
Bu sırada arkasından Kırgızların yardımına gelen Kızık, Nayman, Uyşun, Alçın, Argın ve Türklerden oluşan askerler:
"Babası ölen oğlanın avulunu yağmalatmayalım!; kurtaralım! Diye savaşa giriştiler. Birinci kez her kabileden oluşan yedi yüz seksen asker göğü sarsarcasına "Manas"şeklindeki savaş parolasını haykırarak hücumu geçtiler.
Olgunlaşan Manas gök mızrağını eline alıp gök kır atına binip, mızrak vurup bağırıp düşmanın canını okudu, kırkların koruduğu Manas yolundakileri temizleyip ilerliyordu. Altaylı Kalmuklar Manas'ın heybetine dayanamadılar. Altaylıların reisi ok ile gebertildikten sonra, atlarına kamçı vurarak kaçtılar.
Cakıp'ın iki gözü hep Manas'ta idi. Manas gazaba gelmiş nara atarak Kalmukların peşinden alana çıkmıştı. Cakıp, elindeki gök bayrağı Akbalta'ya verdi. Manas'ın arkasından yetişerek atının dizginini tuttu.
"Kurban olayım kuzum, yeter dur! Kalmukların bayrağı indirildi."
Zaferden sonra Cakıp ve Akbalta, baş belası Mançuların dediğini yapıp istediğimizi versinler diyerek avula geldiler.
Mançulu Kalmukların reisi Dögön isimli aksakal, itaatini bildirerek Cakıp ile Akbalta'nın önünde diz çöktü:
Mançulu Kalmukların reisi Dögön isimli aksakal, itaatini bildirerek Cakıp ile Akbalta'nın önünde diz çöktü:
"Kırgız kardeşler, önce birbirimize düşman olmuştuk. Şimdi huyunuzu, savaşçı olduğunuzu, kahramanlığınızı gördük. Sizinle bir millet olalım. Bizi akrabalığa kabul ettiniz."
"İyi ise, uzaktaki akrabadan yakındaki komşu iyidir. Artık kimin kim olduğunu öğrendik." Dedi Cakıp. Akbalta:
"Aksakal haklıdır." Diyerek kabile reislerini, ileri gelenleri ak otağa davet ederek "Şimdi Mançular ve Kalmuklarla akraba olduk. Yurdumuz bir, ocağımız bir, yaylamız bir, törelerimiz bir, takdirimiz bir oldu." dedi.
Savaşta ölen yüz kadar kişinin çoğu Mançulardan ve Kalmuklardan idi.
Dögön reis:
"Bu ölenleri nasıl gömelim?" diye Akbalta'nın getirdiği yaşlılara sordu.
Kimseden ses çıkmayınca Manas aklı verdi.
"Eğer uygun görürseniz, dediklerimi yaparsanız, şöyle bilin kardeşlerim. Altaylı Kalmuklarla olan savaşta her halktan yiğitler öldüler. Onların hepsini, yeni âdetlere göre, birlikte gömelim."
"Akıl yaşta değil, baştatır, Manas doğru söyledi." dedi ihtiyarlar.
Alanda büyük bir çukur kazıp yiğitleri atı ve eyerleriyle birlikte gömdüler. Uzaktan büyük taşları öküze çektirerek getirdiler, bunları kaldırarak diktiler. Kara taşın yüzüne: "Altay'ın şahinleri, uçup gelip, bu ışıklı alana beraber kondular." Diye yazdırdılar.
Kırgız, Kazak, Noygut, Kıpçak,Türk, Argın, Mançu ve Kalmuk reisleri toplandılar. Cakıp'ın kambarbozlarından ak boz kısrağını getirip kurban kestiler, sonra yaşayacaksak bir tepede yaşayalım, öleceksek bir çukura gömülelim diyerek and içtiler.
Akbalta'nın rehberlik ettiği kabile reisleri, bilgiçler cenazenin çıktığı evlere girip taziyelerini bildirip çıktılar.
Cakıp Bay cömert davrandı. Para vererek kurtardığı atlarından dört yüzünü Mançulardan babası ölen yetimlere ve cenaze çıkan elere bölüştürüp verdi.
O yerde babası ölen Macik, Mançu Kalmuklarının beyi seçilerek babasının yerini aldı.
Düşmana karşı beraber savaşan, bayrağı beraber tutan halkları Cakıp, avuluna getirip ağırladı, bir gece misafir ettikten sonra ertesi gün, âdete göre at hediye etti, üzerlerine güzel elbise giydirdi, "Yeni akraba bulduk, yetmiş aile idik, yedi yüz aile olduk, gerisini Tanrıdan dileyeyim." Dedi.
Cakıp'ın avulu kısa sürede şehire dönüştü. Mançu Kalmukları toprakla uğraşırdı. Çadırlara alışamadılar, toprağı hamur gibi yoğurup ker--- yaptılar. Taş topladılar, otları kurutup duvar yaptılar ve oraya kara şehir diye ad verdiler. Dört bir yandan gelen kervanlar, bu şehirden eksilmiyordu. Yavaş yavaş halk ticarete alıştı.
Manas, henüz hayattayken kara toprağın altına girmeyeyim, babalarım gibi özgür yaşayayım diye kara şehirden bir parça uzakta dağa çıkarak Kırgızlarla çadırda yaşadı.
On bir yaşını doldurduğu zaman Manas, artık çocuklarla oynamayı bıraktı; bozkurt oyunu da oynamadı, önceki yaramazlığını bırakıp büyüklerle ordo atışarak dokuz korgol oyununa (bir çeşit oyundur) başladı. Ondan beri dokuz korgol oyunu Manas'tan kalmıştır denilmektedir.
Çinlilerin, Kalmukların, Tırgotların arasına gözcü gönderip onların sırrını öğrenmeyi, orduyu nasıl kurmak gerektiğini, saklanmayı, avul içine bekçi koyup düşmana karşı silah yapmayı, silahları gizleyip saklamayı, Manas'a akıllı Akbalta öğretti.
Bir defasında Manas, canı sıkıldığı için yatıyordu; atların doğum zamanı gelmişti. Manas atlara bir bakayım diye Aymanboz atına binerek dağ yolunu tuttu. Dev gibi muhteşem Aymanboz, daha sekizinci yaşında olmasına rağmen Manas bindiğinde dimdik duruyordu. Dağda, taşkınlık etmekte olan çobanlara gidip doğurmamış kısrağı kesdi. Azemil suyunun kenarına, dokuz yolun kavşağına karargâh kurup can sıkıntılarını gidermek istedi.
Manas, karargahta aşık oynuyordu; o sırada kalabalık bir kervan geldi. Kervanın mahiyetinde Çinli, Kalmuk, Tırgot ve Sart vardı. Kervanbaşı olan Çinli ile Kalmuk, Sart ile Tırgot Manas'ı hiç umursamadan karargaha girdiler.
"Hey, çek deveni" dediler kenarda duranlar, bağırarak. Eğlenmekte olanlar da bağırdılar.
Altı Çin muhafızı, boynuna ipek sarılı, altın takılı devesini yedeğe almışlardı. Hanın devesini sadece Kalmuk ve Çinliler değil herkes biliyordu. Onun olduğu yerde kimse ona çıt diyemezdi. Han'ın adamı ile Han'ın devesine karşı gelenler ölümle cezalandırılırdı.
Arada Hanın adamları yoktu, onlar develerinin dizginini tutup, söz dinlemeden Çince birşeyler söyleyerek karargâhı geçtiler.
Bu esnada arslan Manas elindeki aşıkla bir kenardaki aşığa vurdu. Aşık sıçrayıp uçarak, önündeki devenin ayağına ok gibi isabet etti, deve olduğu yerde düştü. İkinci aşık öndeki eşeğin ayağına saplandı ve o da yıkıldı.
"Hanın devesini yıktı. Bu Kırgızı yakalayın." Diye bağırdı kervanbaşı. Altı kişi Manas'a yapıştı.
Onlara Manas'ın yiğitleri engel oldular. İki taraf dövüşmeye başladı.
Er Manas, Çinlilerin küstah kervanbaşını altın kemerinden tutarak kaldırıp yere attı; göğsüne basarak başını kopardı. Efendisinin öldüğünü gören Çinli, Kalmuk ve Sartlar uslu bakıp durdular.
"Bize dokunan bu muhafızların cezası ölüm olsun, öldürün!" dedi Manas. Bunu duyan otuz çocuk, Çinli Kalmukları öldürdüler. Kervandan on Sart sağ kaldı.
"Bize kıymayın!" Biz Türk soyundan, üçümüz Uygurdan. Malımızı alın! Bizde kabahat yok. Canımızı bağışlayın..." dediler. Sartlar yalvararak ağızlarından bal akıttılar.
"Eğer Türk soyundan iseniz, sırrınızı söyleyin. Yoksa Çinli ve Kalmuklar gibi başınızı koparırım." Dedi manas kılıcını kınından çıkarıp.
Deveciye hizmet eden Sartlar ellerini kavuşturarak sırlarını söylediler. Çinliler ticaret yapmak için Türk illerinin dilini bilen pekçok Uyguru Kaşgâr'dan Terez'e mahsus getirmişlerdi. Onlara yıllardır Türk, Kırgız, Kazak ve Nogoy ülkesine giden kervanların develerini güttürmüşler, tercümana ihtiyaçları olduğu zaman tercüman olarak kullanmışlardı.
Altı ay önce Kalmuk Hanı Alevke "Altay'daki Kırgızlardan Manas adında bir belâ çıktı. Altı ayda dört yüz Kalmuk askerinin başını yedi. İhmal edersek, Çin Hakanlığına saldırıp bizi ejder gibi yutabilir. Asker toplayıp onu küçükken yok edelim. Asker ver." Diyerek Çin Hanından talepte bulundu.
Esen Han, Alevke'ye: "Bu kurnaz Kalmuk'un, komşusu olan bir avuç Kırgız'a gücü yetmiyor, yahut bize durumu tam olarak anlatmıyor, Kırgızların malına, altınına kondu herhalde. Alevke'ye güven olmaz." diyerek kızdı.
"Pis Kırgızlardan manas diye başka bir oğlanı getirdiniz. Beni kandırdınız." Diyen Esen Han titreyerek, Çong Eşen'in Car Manas denen oğlunu yakalayıp getiren açık gözleri, sihirbazları ve komutanları öldürdü. Bağırmasından gök inledi. Alevke, mahsus bir kervan kurup dünyayı gezen tüccarlar gibi giyinen muhafızlarını Kırgızların durumunu, gücünü öğrenmeye gönderdi. Onlara eğer gücünüz yeterse Manas'ı öldürün diye emretti. Kervan, yol bilen Sartların kılavuzluğunda hiç durmadan beş ay yürüyüp Altay'a varınca, tam da Manas'ın kendisine rastladı.
Manas, ölen Çinli ve Kalmukların silahlarını ganimet alıp yiğitlerine verdi. "Kırk beş deveye yüklenen malı babam Cakıp, bilgiç Akbalta gelip hemen kırgızlara katılan Mançu Kalmuklarına eşit derecede paylaştırıp versin." Diye her tarafa sekiz haberci gönderdi. Ertesi sabah halk gelmeye başladı. Öğlenden hemen sonra Cakıp ve Akbalta geldi.
Bu olup bitenler Cakıp'ı korkutmuştu.
"Eyvah, Manas yine mi kötü bir iş yaptı. Bu çocuk beni yaşatmayacak!, Çocuğun sesini duyduktan sonra ölseydim keşke. Dertli başım gene dertten kurtulamadı. Şimdi başımı yedin, Çin Hakanının hazinesini gasbeden sağ kalmayacaktır. Han'a dokunan iyilik görmez. Başımız derde girdi. Otuz yıl önce Esen Han'ın kılıcıyla Altay'a sürüldüğümüzü nasıl böyle çabuk unuttuk. Beni dinlersen oğlum, Sartları yükleriyle birlikte yoluna bırak."
Bunu işiten Akbalta şöyle dedi:
"Oğul olsa er olsun! Er olmasa yok olsun! Olan oldu. Öleni hayata döndüremezsin, Cakıp. Pekin denen beş aylık yol. Çinliler gelinceye kadar bir çaresini görürüz. Öfkelenme, Cakıp'ın ganimeti yoksul halka paylaştır." İhtiyar Akbalta cesaret verdikten sonra, Manas babasına ilk defa karşı geldi.
"Yazıklar olsun babacığım, aklınız nerede kaldı! Seni ecelden servet kurtarmaz. Servetin kurusun senin. Üzülme. Boşuna korkma! Korktuğun için hor olmuşsun. Esen Han sıkıştırırsa beni tutup ver. Çinli ile Kalmuk'tan korkup titreyerek yaşamaktansa at üzerinde ölürüm daha iyi."
Manas'ın sözünü işiten Cakıp, kan çekilmiş gibi birdenbire durdu.
"Akbalta ağa, develeri herkese eşit paylaştırıver" dedi Manas.
Akbalta kırk beş deveyi kırk baba oğullu Kırgız'a Türklere, yeni akraba olmuş iki yüz doksan haneli Mançu Kalmuğuna eşit olarak paylaştırdı. En sonra kemiği kırılan deve Cakıp'a düştü. Cakıp deveyi kesti, yüklerini çözdü, gördü ki, içinde zümrüt, mücevher, beyaz inci ve ipek var. Diğer kırk devede çelik kılıç, lamba, buulum kumaşı, ipek, Çin ipeği, patiska vardı, bunları paylaşan halk evlerine uyumaya gittiler.
Manas kimsenin üzerine gitmedi, bir kuruş bile almadı.
" Bize katılmak isterseniz, biz yadırgamayız. Suçunuzu affettik" dedi. Akbalta on tüccara ev yaptırdı, binmesi için at verdi, onları evlendirip yerleştirdiler.
Ay dolmadan tüccarlardan hastalıkla olan biri gece bir at çalarak Kalmuklara kaçtı.
Çin Hanı esen Han tarafında öldürülen Nogoy han'ın Orozdu ve Bay adlı iki oğlu, opal dağına yerleşip günlerini gün ettiler.
Orozdu'nun on çocuğu arasında birlik yoktu. Birbirlerine düşman kesilmiş, birbirleriyle çekişiyorlardı. Hayvanları yağmalama kavgası bitmemişti. Yeni acılı araları bozuktu. Seksen yaşındaki Orozdu çocuklarının kavgasından dolayı çok üzgündü.
Bay'ın Bakay ve Taylak adında iki çocuğu vardı. İki kardeş birbirleriyle iyi geçindikleri akıllı davrandıkları için servete gark olmuşlardı. Orozdu'nun oğlu onların hayvanlarını ellerinden aldı. Onlara hakaret etti, fakat geri vermediğinden dolayı, Bay çocuklarıyla beraber Kaşgârdan kaçıp, Yarkend'in ortasındaki şehire geldi.
Bir gün Bay, Bakay adındaki akıllı oğluna danıştı:
"Oğlum dinle. Akrabalarının hali budur. Atlanıp baltayı belime takıp Altay'ı aramaya çıkacağım. Cakıp adlı akrabamızdan, o tarafa sürülen Kırgızların yaşayıp yaşamadığını öğreneceğim, kendisi ulaşmasa, sözü ulaşır, ya öyle ya böyle haberi gelir. Kırgızlar haysiyetli halktır. Tanrı yardım etmişse bir araya gelmişlerdir, yurt kurmuşlardır diye düşünüyorum. Gidip dolaşayım, yalnız olsam da gideceğim."
On sekiz yaşında olmasına rağmen akılda olgunlaşan Bakay, babasının sözünü doğru buldu.
"Yakında bir rüya gördüm, baba. Aksakallı derviş koşarak gelip bana: Sana yoldaş olacak Manas arslanım var. Arkadaşını bul, senin dayanacağın adam odur" diye gözden kayboldu."
"Rüya düzelmeden, işler yürümez. Rüyan rüya olarak kalmasın, gerçekleşsin" diye Bakay Tanrıya sığındı.
"Altaydan birini bulursan, haber gönderirsin baba. Ölmezsem arkandan gelirim!" Bakay, babasının sözünü doğru buldu, yetmiş yaşına dayanan Bay, hanımı vefat ettikten sonra evlenmişti. Gençliğim geride kaldı, artık beni ölüm bekliyor, sinek kadar kalan canın neyini esirgeyeyim ki, kara başım eğerin terkisindedir diye belini bağlayıp yola koyundu. Üç günde vahşi çölde ark kazıp, köprü yapmakta olan, kanınca gibi kaynaşan altın bir kişiye rastladı: yağmaya çıkan askerler gibiydiler. Nehiri başka yöne çevirip, ark, köprü yaparak yolu ele geçirmişlerdi. Neskara adlı dev onların reisi idi.
Zavallı Bay, arkın yapımını yöneten Basankul adlı adamın yanına gitti. Basankul onun atını kesti, eline kazma verip ark kazdırdı. İki gün hiçbir şey yemeden çalıştığı için bayılıp düştü. Adamlar ihtiyarı öldü sanarak onu arkın kenarındaki söğütün altına çekip toprakla üzerini gelişi güzel örttüler. Bay'ın şansı varmış, çukurda yarım gün kaldıktan sonra kendine geldi, etrafına bakıp küçücük delikten dışarıdakileri gördü.
Müthiş yayını kuşanan Neskara dev, kimseye gözükmeden, kimseye kuşkulandırmadan ark kenarına Bay'ın yattığı yere gelip Çabdar atıyla konuştu. Çabdar atın insan gibi konuşan, sahibine akıl öğreten sihirli hayvan olduğunu gördü.
Bu konuşmadan Çabdarın insanın bilmediği bir hileden de bahsettiğini Bay duydu:
"Bu yarı yolda padişahın köprüsünü boş boşuna ele geçirdin. Şimdi Esen Han'ın emrini yerine getirmeye bak. Senin yakalayıp geleceğin Manas adlı çocuk gün geçtikçe güçlenmektedir. Seni yok edecek olan odur. Onu küçükken yakalayıp yok et. Arkı kazmakta olan altı bin kişiyi doyurup, onları altı bin ata bindir. Ellerine silah ver. Senin altı bin atlı, güçlü askerin olur. Sana kimse karşı koyamaz. Oraya gecikmeden var!" Neskara dev altı bin kişiyi sürüp Altay'daki Cakıp Bay'ın atlarını ele geçirmek, oğlunu yakalamak için harekete geçti. Çölde tozu dumana katarak yola koyuldu.
Bay topraktan sıyrılıp çıktı. Örtüdeki katırı yakalayıp binerek gidenleri peşlerinden takip etti.
Bay altı gün yol gitti, insan yüzü görür müyüm, ya da açlıktan ıssız dağ geçidinde, ıssız dağlarda ölür müyüm diye yürürken Uludağın kenarına geldiğinde beklenmedik bir yerden kıratını çekerek bir kişi çıka geldi. Yaşlı Bay atlının selamına Kalmukça cevap verdi.
Aksakallıyı gören Cakıp, atını çekerek bu yabancıya tek gözüyle baktı.
"Var ol bahadır" dedi aksakal katırını çekerek.
"Var olan aksakal" dedi. Cakıp sakalını sıvazlayarak.
"Oğlum! Adın sanın kimdir?" dedi ihtiyar.
"Adımı sanımı sordunuz:İlk atam Buygur, devlet yöneten kişidir. İkincisi Babir Han, üçüncüsü Tüböy, dördüncüsü Kögöy. Kögöy'den Nogoy, Nogoy'dan ben oldum... Otuz yıldan bire Altay'ın dağlarında yaşadım. Adım Cakıp...
"Ah, aman Tanrım! Cakıp'ım sen misin? Ciğerim sağ mısın?" diye Bay çığlık attı. "Ben Bay, ağabeyinim."
"Cakap attan kendini atarak katır üzerindeki ihtiyarı kucaklayıp indirdi, gözlerinden yaş döktü, ağladı, ağladı. Yıllardır birbirinden ayrı olan iki kardeş çölde ağlayıp dertleştiler. Birbirine kavuştuklarına sevinen zavallılar gözlerinden yaş akıtıp bir süre oturdular.
"Cakıpım, seni araya araya atım kuş kirazı gibi, bitim Torgay gibi oldu" dedi Bay.
"Ah tövbe" diye Cakıp Tanrı'ya sığında "O günleri Tanrı haber verdiği ya da ruhlardan işaret geldiği zaman uykum kaçıp, oturacak yer bulamadım, kalbim yerinden oynadı, perişan oldum, ağabey hep seni düşündüm, rüyama girdin. Beklediğime değdi, şimdi işte rüyam gerçekleşti.
Güngörmüş iki ihtiyar birbirine sarılıp başlarından geçenleri anlattılar. Sevindiler, bezdiğimizde dağılsak da, ölmediğimiz sürece görüşecekmişiz diye Tanrının takdirine şaşırıp, söylemeye söz bulamadılar.
"Kaç çocuğun var Cakıbım?" diye sordu Bay.
"Bir tane."
"Çocuğunun adı nedir?" dedi Bay.
"Adı Manas. On üç yaşında".
"Ad veren bilerek vermiş, adı kutsal bir addır. Atalarımızın ruhu yardımcısı olsun!" diye Bay Tanrıya sığındı. "Şimdi aklımdayken söyliyeyim. Manas'ı yakalayıp getirin diye Esen Han'ın gönderdiği Neskara adlı dev altı bin askerle geliyor. Bunu gözümle gördüm, kulağımla duydum."
"O zaman yola çıkalım, Bay ağabey." Cakıp'ın kalbi sızlayıp kayası titredi, çabuk avul yolunu tuttu.
Cakıp avula haber verdi. Neskara'nın askerlerinin binlerce olduğundan korkmaya başladı.
MANAS'IN ÇOCUKLUĞU (II. Bölüm)
"Bu Çinli ve Kalmukların askeri çokmuş. Bunlar bize saldıracaklarmış. Neskara gördüğünü diri yutan dev imiş. Bunlara at, kız hediye edelim, hayvan ve altın hazırlayalım" dedi Cakıp.
"Ey baba, düşmanı gördüğüm zaman böyle korkup duruyorsun. Yüreğin sökülüp alınmış gibi. Artık korkma! Canını sıkma. Yaşadığım halde halkımı nasıl onlara tutup vereyim. Kaderimde varsa oktan öleyim. Kara canı esirgemeden mücadele edeyim. Bu kudurmuş Kalmukların yiğitliğini deneyeyim. Cezasını vereyim" dedi manas.
Manas'ın fikrini Akbalta destekledi, komşu Türk kabilelerine, altı günlük mesafedeki Kazaklara haber gönderdi.
Neskara'nın aç kalan altı bin askeri yolunu şaşırıp Cakıp'ın kışlağı olan Keng-Aral'a geçerek yoldaki Moğolların yurdunu basıp, on bin at ele geçirmişlerdi. Sayıları beş yüze varmayan Moğollar "nereden çıktı bu haydutlar, ya savaşmanın yolunu bilmiyorlar, ya da küstahlık ediyorlar" diye onların peşine düştüler.
"Hey, siz kimsiniz? Düşmanınız olan kim?" diyerek hayvanlarını çaldıran Moğol beyi Caysangbay at üzerinden bağırdı.
Dil bilen Sart Basangkul seslendi:
"Hey, Cakıp Bay'ın avulu nerede? Onu arıyoruz"
"Hey, o Kulan yaylasında. Onlar için mi bizim hayvanlarımızı soyup götürüyorsunuz? Onlar çöpünü yedirtmeyen kötü insanlardır. Öç alacaksanız onlardan alınız, hayvanlarımızı geri verin."
Atları çok olan kurnaz ihtiyar Cakıp, oğlunu saklayıp, yolumuzu sapıttı, hile yaptı, bunun atlarını geri verip, Cakıp'ı yakalayalım diye Neskara bir çare düşündü.
"Hey, hayvanlarına dokunmayacağız. Buraya gel. Bize Cakıp'ın oğlu Manas'ı bul," diye Basangkul, Caysang'ı çağırdı.
"Bunca insan arasında yol bilen biri yok muydu? Yol bilmeden orda yönetilir mi? Hey, at ve avulumu yağmalamasan bile Manas bahadıra dokunmam."
Basangkul, Caysang'ı yakalamak için onu kovalamıştı. Moğol'un okçusu yay ile Sart'ı düşürdü. Sanagkul'un öldüğünü gören Neskara, Moğollara saldırdı. Çinlilerin askeri kalabalık olduğu için Caysang dayanamadan avuldan çıkıp kaçtı.
Neskara Moğolların avulunu yağmaladı. Erkeklerin başlarını kesti, on beş yaşındaki kızlardan yüz otuzunu, kara kaşlı güzel gelinlerden iki yüzünü seçip, ganimet olarak alıp develerini bağırtarak, eşeklerini anırtarak yola koyuldular.
Cakıp haber verdikten sonra, davul çalındı, Kırgızlar toplu olarak ayağa kalktı. Cakıp'ın avuluna sığınan Altaylı Türklerden, katılan her kabileden ordu kuruldu, Akbalta askerbaşı oldu.
Manas'ın yönettiği altı yüz kişilik ordu dağ geçidinin ağzında Neskara'nın önünü kesti. Birden bire çıkan toplu haldeki ordu, Neskara'nın altı bin dörtyüz askerini şaşkına çevirdi, onlar arkalarına bile dönemeden kuşatıldı.
Manas'ın ordusu Kalmuk için Çin'in arasındaki hudutta Neskara'yı yarım gün tuttu, sonra Altaylı Türkler, Kazak, Nayman, Moğol, Uyşunlardan oluşan büyük bir ordu ile Manas'a yardım etmek için geldiler. "Ya ölürüm, ya görürüm... Manas'ın başını Esen Han'a ulaştırayım" diyen Neskara sinirlendi.
"Ey, Neskara dev! Kanlı gazanın laneti, andı vardır. Oyunu kuralına göre oynayalım. Teke tek çıkalım!" dedi. Kök Çologunu mahmuzlayıp ortaya çıkan beyaz sakallı Akbalta.
Çinlilerden Dang-Dang adlı pehlivan Ularboz atını oynatıp, ucu pulat mızrağını uzatıp, kazan kadar olan gürzünü eline alıp ortaya çıktı.
Kırgız tarafından Moğol'un yaman bahadırı olan Künös pehlivan gürzünü sürükleyip böğürerek ortaya çıktı. İki bahadır mızrak oynatıp birbirlerine uçaktan saldırdılar. Taraflar birbirlerine üstün gelemeden dayanıştılar, mızraklardan kendilerini çekemediler. Gürzlerini düzeltip kükreşek vuruştular. Gürzleri ellerinden çıktıktan sonra onu almak için eğildiler. Dang-Dang pehlivan atının ayağı yere saplanan zavallı Künös'ü kuşatıp yere vurup düşürdü. Künös öldü. "Kuvvetli devinizi öldürdüm. Şimdi eceli gelen çıksın" diye Dang-Dang ensesindeki saçları düğümleyip atını ortada oynattı.
Bunu gören yiğit oğlan Kökçö Bahadır bağırarak meydana doğru fırladı:
"Hay, hay, oğlum bir dakika, dur!" diye Aydar Han oğlunun atının dizginini tuttu, "sen daha küçüksün, pehlivan gücüne ermedin, on altı yaşındasın vazgeç oğlum bu işten! Onu bana bırak, kafire ben saldırayım."
Kökçö babasının sözünü kıramadı, atının başını çevirip üzüntülü halde yerine döndü.
Soylu Aydarhan, Altay Kazak halkının hakiki bahadırı idi. Eline mızrağını alıp atını kamçılayarak Dang-Dang'a bütün gücüyle saldırdı. Aydarhan, Dang-Dang'ın uzattığı mızrağına vurarak bu Çinli deve mızrağını sapladı.
Bu esnada Çinlilerden Küdöng adlı pehlivan Aydar Han'a saldırdı. Baktı ki, o canını avucuna almış, hırsa kapılmış, Aydarhan, Küdöng pehlivandan kaçtı.
Bunu gören Manas, tahammül edemedi, elindeki bayrağı Akbalta'ya verip Akkula atını dolu dizgin koşturarak Küdöng'e yöneldi. Yetiştiği yerde Küdöng'ü kalpak gibi uçurup ezerek geçti.
Onların Irangsoo adlı pehlivanı Manas'a doğru mızrak fırlattı. Manas onu bir vuruşa devirdi. Yere düşen, uçuruma başı saplanan Irangsoo'ya mızrağıyla vurduğunda, onun kanları fışkırdı. Çinlilerin attığının vuran nişancısı Manas'a ok attı. Bunu gören Er Manas ikinci yayı çekinceye kadar kılıçla Şangmusar'ın kellesini uçurdu. Yaralanan atını bir kenara çekerek amcası Bay'a verdi. Bay dua etti.
Manas Manas olduktan, Manas adını aldıktan beri yaşı on üçe gelinceye kadar bunca düşmanı yenmemişti. Bu kadar kan dökmemişti, bu kadar öfkelenmemişti, bu kadar düşmanın hakkından gelmemişti.
Geleceğim yere geldim, beklemediğim şeylere ulaştım diyerek şimdi Er manas gelmesini arz ettiği Neskara'yı bekledi.
O zaman karşısına çıkanı sağ bırakmayan, yaşı on dokuzda olan Neskara, Türk oğluna düşman idi. Saçları dağınık, çakır gözlü, yassı burunluydu, burnun her deliği on iki Şibe, Kırk Moğol girip oba kurabilecek kadar büyüktü. Dev Neskara, Çabdar'ı kamçıladı.
"Sen Kırgız oğlu isen, bende Çinli oğluyum, benim neyim eksikmiş, canına okurum, kanını içerim" diye Neskara dağ geçidini sarsacak şekilde bağırıp hakaret yağdırarak hücum etti "sen önce Maceslerle savaşıp şımarmışsın. Şimdi Neskara'nın yiğitliğini bir gör."
"--- kafir. Seni cehenneme göndereceğim, Kırgızları yok etmek mi istiyorsun yok edecek bahadır sen misin! Oyacağım gözünü, sökeceğim ödünü", diye Er manas Ak-kulasını kamçıladı. Manas'ı gizli kötülüklerden koruyan gökte bulutları açarak uçan Alp Kara Kuş idi. Ejder gibi, büyüyen, arslan gibi heybetli Er Manas dövüşmeyi öğrenmişti, gittikçe kuvvetleniyordu. Manas'ın heybetinden korkan elli dev kaçıp çıkarken, Neskara sinek kadar canından umudunu kesip, atını kamçılayarak askerlerinin etrafında dolaştıktan sonra kaçtı.
Gökyeleli Manas "kaçanı kadınlar bile yener, halin bu muydu Neskara, sana dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim" diyerek beyaz mızrağını sıkıca tutup ardından fırlattı.
Çabdar şeytan gibi uçan hayvan idi, altı bir askerli altı defa dolaştıktan sonra kaçtı.
Manas, Ak-kula'yı seke seke koşturup kaçan Neskara'yı yakalamak için peşinden gitti.
Kaçan Neskara, kendi kendine söylüyordu:
"Dünya kurusun. Esen Han'ın beni kandırıp ölüme gönderdiğini niye anlamadım? Çinlilerin kutsal kitabındaki "Manas hiçbir düşmana yenilmez" sözüne niye inanmadım? Muhatabımla dövüşmedim, yediğim aş oldu mu?"
Neskara askerlerinden uzaklaşarak kara yola girdi, o Pekin'e doğru kaçarken gözleri ateş gibi kızardı, tüyleri ördek gibi uzadı. Ak-kula ile koşmakta olan Manas adıl er yiğit arkasından yetişip altın kemerin kenarına, omuzuna sırlı mızrağını vurdu. Sırlı mızrak devin omuzuna saplanmış olduğu halde sallana gidiyordu.
Neskara atını yukarı çekti, yorgun düşen ak-kula yokuşta Manas'ı üzerinde uçuyordu.
Çok değişik olan yürük Çabdar ak bulutlu göğün altında biten otların üzerinde uçuyordu.
Yeri dibine girsen de sonunda sana ulaşacağım diye Manas inatla kovalayarak gidiyordu. Manas dağ sırtına geldiğinde, babası Cakıp Tuuçunak'ı koşturup, uçan kuş gibi hızla ona yetişti.
Dur oğlum, dur! - diye Cakıp yalvararak arkasından koştu. Çin askeri Neskara kaçtıktan sonra, önderleri öldükten sonra yenildiklerini kabul ettiler. Boşuna çabalama, Manas nefes aldı ve ordusunun yanına döndü Neskara'nın ordusu, Manasın hükmü altına girdi, bayrakları indirildi. Moğolların Neskara'nın askerinin içindeki 400 civarındaki Sart'ın malını mülkünü zaptettiklerini duyan Manas çok kızdı.
Ey Moğollar! Sizi teke mi çarptı? Ya da aklınızı mı kaybettiniz? Para göz mü oldunuz? Esirlerin malını alarak durumunuzun düzeleceğini mi sanıyorsunuz? Bunu görenler ne diyecekler? Mallarını mülklerini geri veriniz.
Biz almıştık! - diye suçlanarak utandı yiğit Umöt.
Kinin varsa, mertçe, yiğitçe savaşarak yenin, mala mülke aldanmayın, dünya perest olmayın. Mal toplamak er işi değil! Kızgınlığı yatışmamış manas bağırdı. Mal lazımsa benden alın. İstediğiniz kadar alabilirsiniz.
Moğol önderleri görüştükten sonra Cakıp'ın yanına geldiler.
Manas, mertlik edip, bizi ölümden kurtardı. Ona tabi oluyoruz ve bizi aklıyla yendi. Doğru söz söyledi ve hatamızı yüzümüze vurdu. Moğol yiğitleri ak gönüllüdür. Düşmanlardan çok çektik. Dost kim, düşman kim, akraba kimmiş öğrendik, gözümüz açıldı. Siz atalarında töresi, geleneği olan milletsiniz. Altay'da yolunu şaşıran bir avuç Moğolu, kanatlarınızın altına alınız. Elinizin altında, hizmetinizde olalım.
"Kendiniz iyi niyetle isteyerek gelirseniz sizi yadırgamayız. Akraba olmaktan kaçmayız" dedi Manas liyakatıyla, "yediğimiz tuğ aynı, içtiğimiz su aynı olacaktır. Göğün altındaki toprakları dağıtmayalım, genişletelim. Bir halk olalım."
Cakıp, Tanrı'ya sığınıp, ak bozkısrağı kestirdi. .
Neskarad'dan kalan ganimeti Manas ne yapacak diye kalabalık halk akşama kadar merakla beklediler.
Manas, Neskara'nın askerleri arasındaki kızlara, kadınlara, ihtiyar ve koca karılara, çoluk çocuğu dokunan, mal mülkü yağmalayanları kalabalık halkın önünde idam ettirdi. Onların atlarını, eşyalarının yağma edilen halka eşit olarak bölüştürüp verdi. Altı bin üç yüz Çinli askerin silahlarını, atlarını ganimet olarak alıp onları serbest bıraktı.
"Hanınız başını alıp kaçtı. Sizin canınıza zarar gelmeyecektir, gideceğim derseniz işte yol, kalacağım derseniz işte yurt. Sizi dövmeyiz, size sövmeyiz. Bize katılıp tebaamız olursunuz."
Askerlerin yarısı "kendi yerimize döneceğiz" dediler.
Manas onlara şöyle dedi:
"Esen Han'a söyleyin. Göğün altında yaşıyorsak bir gün görüşürüz. O zaman bahadırlar gibi konuşuruz."
Üç bin altı yüz Çinli asker diz çökerek yalvardı:
"Manas bahadır, sen Alevke ile Esen Han'ın korktuğu kadar bir yiğitmişsin. Biz seni takdir ettik. Bizi kabilene al, kabilene girelim."
Avul reisi Akbalta Kırgızlara katılan Çinlilere başını sokabileceği yer, binebileceği at, yiyebileceği yemek verdi.
Moğollar başlarından pek çok kötülük geçmiş görmüş geçirmiş ama ruhunu kaybetmemiş, çileli bir halk idi. Onların Kuldur adlı reisi Manas'ın önüne geldi.
"Bundan sonra kökümüz bir parolamız aynı oldu Manas. Genç olsan da kahramanlığına diyeceğimiz yok, yetişmişsin. Sen yalnız Cakıp'a ya da Kırgızlara değil, Altay'daki bizim gibi ufak, dağınık halklara da gereklisin. Erkeğin yanında disiplinli bir ordunun bulunması lazım. Yalnız ağaç, göze çarpmaz. Uygun görürsen her kabile reisi kırk aileden kırk oğulu çıkarıp sana can yoldaşı olarak verelim. Sen kendine yakışan uşakları hizmetine al. Onlar her işte senin yanında olsun, ölümde beraber iman bir olsun, onlar senin kölelerindir. Onlar kuvvetli olursa sen çınar gibi olursun! Ağabeyim Künös pehlivanın intikamını Neskara'dan aldın. Sadece Çegambay adında bir şımarık oğlum var. O senin yoldaşlarından, uşaklarından biri olsun. Yanına al!"
Cakıp avuluna katılan Altay Türkleri, Kangaylıklar, Moğol, Alçın, Uyşun Argın, Kazark Noygut kabilelerinin reisleri Kuldur'un sözünü haklı bulup, Manas'a can yoldaşı vermek istediler. Büyük küçük bir araya gelip antlaştılar.
Manas olgunlaşıp yaşı on dörde ulaştığında, köpeğini koyuverdi, kuşunu salıverdi, sabahtan akşama kadar Altay'ı dolaştı, öte tarafta Opol dağı, Kangay'a kadar tepeleri aşıp, nehirlerden geçip, ormanları dolaştı, avcılığa kendini verip yoldaşlarıyla on onbeş gün kaybolurdu.
Bir keresinde Manas'ın yedi yoldaşıyla beraber kayboluşunun üzerinden onbir gün geçmişken Cakıp'ın gönlü dayanamayarak "onların haberini duyan kimse yok, bu oğula ne oldu, yaramazlık edip Kalmuklarla tutuşup başı derde mi girdi acaba? Niye böyle gecikti?" diye yollara baktı.
Kuru geçide geldiğinde karşısına gökdemirden zırh giyinmiş elinde mızrak tutan, beline kılıç kuşanmış, omuzuna tüfek asmış bir sürü asker çıkıp Cakıp'ı ortaya aldılar.
"Babasının adı Cakıp, onun oğlu Manas'ı biliyormusun? Bize kılavuzluk edip onun avlunu götür" dediler.
Bunların dost olmadığını sezen Cakıp şaşalamadan onlara sordu:
"Adetimize göre büyüklere selam verilir, adı, sanı söylenir. Bu adeti bilmiyorsunuz, nerelisiniz?"
"Konuşma, ihtiyar. Önce sen kendini anlat?" diye askerler onu kuşattılar "
Adım Berdike. Babam Türktür. Atalarımızdan beri Altaylıyız. Cakıp'la düşmanız. O Manas'ı yakalayıp götürseniz bizim için de iyi olurdu. O bize gün göstermiyor," dedi Cakıp "kendiniz hangi tebaadansınız?"
Anladık ki, Esen Han on bir askeri seçerek göndermişti. Kalmuklar, Çinliler bu Kırgızlarla dövüşsek dağa, bir de çöle kaçıp gidiyorlar, bir şey yapamıyoruz, başka çare bulalım demişler. Hakan Çin'in, Çin-Maçin'in her yerinden becerikli pehlivanlardan on bir yiğidi deneyip seçmişler. Esen Han şöyle demiş:
Manas'ı bile bile zehirleyip öldürün! Ya da bağlayarak canlı getirin! Aksi halde geri gelmeyin!".
Askerler efendimizin gönderdiği adamlarız, elçiyiz diye yola çıkmışlardı.
Cakıp, askerleri başka bir yola gönderip, kendi avuluna koştu. Cakıp gördüklerini anlattı, danışmanı Berdike, avul reisi Akbalta, kardeşi Bay ve ileri gelenlere akıl danıştı.
"Bu Çinli, Kalmuklar onu sağ bırakmayacak, Manas'a kin besliyorlar. Bir çare düşündüm. Şu anda Türk oğulları ile Kırgızların kabilesi büyüdü. Düşmanlar yıprandılar. Avuldaki birisine para ve hayvan verelim. Kan bedelini ödeyelim, kabul ederse, Manas işte budur diye Çinli ve Kalmuk elçilerini yakalatalım. Böylece huzura kavuşalım!"
Bu sözü işiten bay, Cakıp'a derhal karşı çıktı.
"Sözlerine dikkat et, ciğerim! Babalarımız hayvan satsa da can satmamıştır. Bin insan nasıl olur da oğlunu pul paraya satar. Bugün Kırgız'ın başına kıyamet koparıp felaket yağdıran düşman yok. Şaşırma. Altı bir düşmana karşı koyan Manas'a bu on bir asker ne imiş?
Cakıp'ın aklı karışıp dururken, kırmızı perçemli on bir asker Manas'ı ortalarına almış olarak geldiler. Manas ise onlara hiç aldırmadan mağrur duruyordu.
Bunu gören Cakıp bayıldı, canı manı kalmadı. Konuşamadı.
"Babamı sorarsanız işte bu kişi" diye, Manas, askerlere Cakıp'ı gösterdi.
"Hey, biraz önce bizi yoldan saptıran odur, yakalayın! Diyen askerler Cakıp'ı gösterdiler "---in başına deri giydirin"
dört asker vakit kaybetmeden Cakıp'ı yakaladılar.
Cakıp'ın sözünü dinlemeyen askerler, onun ellerini bağladılar.
"Ey askerler, ne yapıyorsunuz? Yeter! Hanın adamı iseniz terbiyeli olun! Söz dinlemeden ona ne yapıyorsunuz? Beni kızdırmayın!" diye Manas babasını kurtarmak istedi, askerler bağırıp çağırdılar.
"Onun kendisini bağlayın" diyen askerler Manas'a hücum ettiler.
Manas öyle hiddetlendi ki, gözlerinden ateş çıkararak dördünü birden yakalayıp gömlek gibi salladı, kaldırıp yere vurdu, kendine asılan altısını yere yıktı, ikisini bir eliyle birleştirerek tuttu.
"Söz dinlemediniz, bunu hakettiniz. Hanınız erkekse gelsin, gücünü göstersin, ondan korkacak kimse yok. Gidip bunu söyleyin."
Manas yarı canlı kalan askerlerden kırmızı perçemlerini koparıp kendilerini salıverdi. Manas'ın yanında duran delikanlılar onlarla alay ederek askerlerin atlarının kuyruklarını, yelelerini kestiler.
Cakıp Bay ocağını yeniledi. İkinci Hanımı Bakdöölöt bir oğlan doğurdu, "Manas"ımın dayansa dağı, eğilse direği olsun" diye adını Abike koydu.
Cakıp Bay ocağını yeniledi. İkinci Hanımı Bakdöölöt bir oğlan doğurdu, "Manas"ımın dayansa dağı, eğilse direği olsun" diye adını Abike koydu.
Cakıp Bay'ın sadece hayvanları değil, soyu da çoğaldı, avulu genişledi, otlağı uzadı. Komşusu Kalmuk, Tırgot, Moğollar ile yerleri paylaştı, hudutları sağlamlaştırdı, taş koyup üzerine yazı yazdırdı, kağıda mühür bastırdı, herkes kendi yerine sahip oldu.





Altaydaki yüksek dağların etekleri çok güzel yerler idi. Kuzeyinde Altın Köl güneyinde Barköl olup buralarda kayberen kuşu çok bulunurdu. Bahadır Manas avlanmaya çıktı. Yanında kırk boz oğlan vardı. Bir o kadar da yoldaş buldu. Av kuşunu beraberinde götürdü, canı sıkılırsa ceylan avlamak için yay da aldı, karakuşları da vurup, gönlünce eğlenmek istedi.
Manas ve arkadaşları Çarkastan'ın çukuruna çadır dikip keçe evi kurdular, boz oğlanlar atlarını oynatıp yarış düzenlediler. Köpeklerini bıraktılar, yay çektiler, kuşlarını salıverdiler, sungur kuşu oyunu oynadılar, kurt, tilki, mavi tilki avladılar. Güreş düzenlediler, ip çekme oyunu düzenleyip yarıştılar.
Laf lafı açtı, çocukların birisi büyük adam gibi konuşmaya başladı.
"Biz de elimize mızrak alıp, kılıç tutup dövüştük. Yiğitliğimiz kalmamışsa gençliğimiz de bitmiş demektir. Arkadaşlar artık kendimizden bir bey veya Han seçip kendimize baş yapmaya ne dersiniz? Ona itaat edip, dediğini yerine getirelim, böyle birlik olmazsak olmaz!" dedi Çegebay. "Hanginiz bunu desteklersiniz?"
"Hey, Çegebay'ın dediği doğru" diye boz oğlanlar bu teklifi birden kabul ettiler. "Han seçelim. Onu süsleyelim, töreler göre muamele edelim, fırsat gelmiştir. Geciktirmeyelim."
"Öyleyse kimi seçelim? Şartı nasıl olsun?" dedi Aydarkan oğlu Er-Kökçö.
İyi düşünceli, sözü geçen Salamat oğlu Aynakul Han seçimini yönetti.
"Bana kalırsa, bir şart koymak lazım. Hepinize şöyle bir şart koyuyorum: Kim Han olmak istiyorsa onun bindiği atı derhal kurban keselim. Tamam mı? Hadi cesur olan çıksın?"
Biraz önce yaygara eden çocukların hiçbirisi ben atımı kurban keseyim diyerek öne çıkmadı.
"Hepiniz zengin çocuklarısınız. Şu kadarcık bir işe de yaramazsınız. Han olacak kimse için bir atın lafı mı olur? Babanızın oğlu değilmisiniz!" diye Aynakul taşı gediğine koydu. "Hani, erkek olan kim?"
Çocuklar suskun dururken Aynakul "Han olup atını kesebilir misin?" diye Mançu'dan Şakundu'ya, Oşpur'un oğlu Nazarbek'e Askar'ın oğlu Cabakı'ya, Aydarkan'ın oğlu Kökçö'ye, Karakoco oğlu Kaldar'a Anzar'ın oğlu Koyon'a sordu, hiçbiri atını vermeye yanaşmadı.
Sonunda Aynakul, çocukların en küçüğü olan on beş yaşındaki Manas'a sordu.
"Cakıp Bay'ın oğlu Manas beğ sen ne dersin" "Atını kesip Han olmak, halkımızın adeti değildir.
Eğer canınız et yemek istiyorsa Ak-Kulan'ı keseyim. Bunu sizden esirgemeyeceğim, atı buraya getirin."
Bunu duyan Çegebay yaygara etti.
"Ak-kula zayıflamış, kemiği kalmış. Bir lokma et çıkmaz, onu kurtlar da yemez. Cakıp Bay'ın semiz kısrağını ben kullanıyordum. Manas verirse onu keselim."
"O zaman kısrağı kurban keselim " dedi Manas.
Çocuklar Manas'ın önünde boz kısrağı kurban kestiler. Etini büyük kazana koydular. Manas'ı teğeltinin üzerine çıkardılar, on eyeri bir araya toplayıp, altın tahtın diye onu oturttular, yanına gök bayrak diktiler.
"Hanımız Manas" diye bağırdılar.
"Hanımızı Tanrı korusun!"
"Var ol Manas!"
"Geniş bozkırın kurdu ol, Manas." Çocuklar bağırıp Çarkastan'ı sarstılar.
"Han'a destek olalım! Manas'a uşak olalım! Sözünü dinlemeyenler Altay'dan gitsin, Kalmuklara gitsin!" diye sıraya geçip başlarını eğip duran çocukları gören Manas kahkahayı bastı. O Han kaidesini yerine getirdi.
"Kendiniz beni, kaçsam da Han yaptınız. Şimdi söylediğim söz söz olsun, hepinize kolay gelsin! Yarın Altaydan öteye geçeceğiz. Kalmuklara kadar yolları yoklayalım. İyi yerleri bulalım. Büyükleri rahatsız etmeyelim. Yolun durumunu görelim."
Ondan beri Manas'ın bir dediği iki olmadı. Ertesi gün seksen delikanlı Altay'ı aşarak yol yürüdü. Güzel yerleri gördüler.
Manas iki çocuğu Kalmuk ve Çin taraflarına bakıp gelsinler diye bir günlük yola gönderdi, tepelere nöbetçi koydu.
Gürleyerek akan Urkul nehri boyunca üç yol kavşağında, katmer katmer ormanda, üzerinde bir yuva bulunan bir çınarın dibinde altı gün vaziyeti yokladılar. Yedinci gün Manas'ın gönderdiği çocuklar geri dönüp malumat verdiler. Esen Han'ın yük yükleyen kırk beş deveden oluşan kervanı, altı şive, on Uygur, on Kalmuk mahiyetinde gelmekteydi. Dokuz yüz asker Nuuker adlı bir bahadırın yönetiminde arkasında geliyordu.
Nuuker, bir gruba rastladığında asker olsa öldürün, çocuklar ise sürüp gelin diye denenmiş yüz askeri gönderdi. Alana sığmadan coşarak akan Urkul nehrinin kıyısına geldiler. Nehirden geçemeyen askerler kıyıda şaşırıp çocukların alayına maruz kaldılar.
"Göreceksiniz, nehirden geçersek gözünüzü çıkaracağız" diye bağırdılar.
Sonunda bir haberci, Nuuker'e gelip "Nehir kabarmıştır, insan geçebilecek gibi değil" dedi. Askerbaşı emir verdi: "Ölen suda temizlenir, diri kalan o kıyıya çıksın."
Suya giren yüz kişinin yirmisi boğulup gitti, geri kalan sekseni sürüklenerek ıslak halde Manas'a ulaştılar.
Askerlerin, büzülmüş, üşümekten titreyen halini gören çocuklar at üzerinde kıs kıs gülmeye başladılar.
"Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Kılıcı niye taşıyorsunuz?" dedi asker başı patlayarak.
"Görmüyor musunuz? Elimizde kuş, tazı, belimizde kılıç kuşanarak avlanan çocuklarız. Ya siz kimsiniz?" dedi Manas.
"Çin Hakanının halkıyız. Askerbaşı Nuuker sizi sürüp getirmeye gönderdi."
"Ee, Nuuker'in bahadırları açık söyleyin. Kiminle dövüşmeye geldiniz. Kiminle dost olmaya gidiyorsunuz?"
"Öff, bizim dosttan çok düşmanımız vardır. Düşmanın kim olduğunu Nuuker anlatır."
"O zaman söz ve töre bilmeyen imişsiniz" dedi Manas kamçısıyla yere vurarak.
"Hey, bu şımaran Kırgızın sözü zehir imiş" diye askerbaşı Manas'a atılarak "önce onu götürün."
"Ey, beni sürüp götürecek olan sen misin?" Manas keskin kılıcıyla hiç tereddüt etmeden askerin başını kesti.
Seksen asker birden Manas'a saldırdı. Manas kıpırdamadan kenarda durdu. Askerleri, çocuklar imha ettiler.
Manas sanki hiçbir şey olmamış, hiçbirşey görmemiş gibi seksen çocukla beraber kaldığı yere gelip rahat bir şekilde geceledi.
Yüz askerden bir haber alamayan Nuuker ordusunu sürerken kara nehire rastladı. Manas ve arkadaşları nehirin öteki kıyısında durup Nuuker'in askerlerini saydılar.
"Ormanın her yerine ateş yakalım. Askerlerimizi çok gösterelim." Manas her tarafta alev alev ateş yaktırdı.
Ertesi gün Nuuker, kavak ve söğüt kestirip sal yaptırdı, adamlarını suya sürdü. Dört salla suya girenler birbirlerine çarpıp pek çoğu suda boğuldu.
Nuuker'in askerleri Manas'ı kuşattılar.
"Siz hangi halkın çocuklarısınız?"
"Hey, ecdadımız Türktür. Atamız Tüböy Han'dır. Dedem Nogoy, babam Cakıp'tır. Adım Manas" dedi. Manas rahat bir şekilde.
"Elinin körü, Kırgızlar, bizim aradığımız sizsiniz!". Kımkar adlı pehlivan kılıcını çıkarıp bağırarak geldi.
"Bu düşmanla dövüşmek kolay değil, onlara dokunmadan sağ salimken eve dönmeyelim mi" dedi Kökçö.
"Hey, akılsız, Kökçö ciğerim. Eceli gelmeyen ölmez. Han taht üzerinde ölmez. Askerin çokluğundan korkma. Saçma sapan konuşma! Atlanalım Manas hazırlanıp tek başına çıkmak üzereyken Aynakul önünü kesti.
"Manas! Ey sen Hansın! Han rahat durur!"
Bu esnada Manastan küfür işiten Kökçö, Kımkar denen askerle dövüşüyordu. Kökçö mızrağıyla Kımkar'ı Kök katırdan devirdi.
Bolcong adlı bahadır beklenmedik bir anda Kökçö'ye vurmak üzereyken bahadır Manas onu yayla gebertti.
Bunu gören Nuuker, tahammül edemedi, atını kamçılayarak Manas'a doğru geldi. Manas da korkmadan atına vurarak Nuuker'e doğru geldi.
"Hey, sana söylemedim mi Han Manas, sen seviyeni korumadan niye düşmanla dövüşeceksin ki. Dur! Onu bize bırak" dedi Kökçe şaşırarak.
Bu sırada Kökçö'ye doğrudan saldıran Nuuker, nârâ atarak onu attan tutup indirdi. Elindeki Kökçö'yü taşa vurmak üzereyken, Manas Ak-kulasını kamçılayarak yetişip geldi ve Nuuker'i omuzundan tutup yukarıya dimdik kaldırdı. Kökçö, Nuuker'in elinde, Nuuker Manas'ın elinde dimdik dikilerek gidiyordu. Nuuker'i atın yelesine koyup baktı ki, Kökçö'nün eli Nuuker'in böğürüne yapışıp kalmıştı.
Manas Nuuker'in başını kopardığında çocuklar Manas diye haykırarak gevşeyip kalan askerlere saldırdılar.
Dağlar da Manas, Manas diye haykırdı.
Ormanlar da Manas, Manas diye seslendi.
Aydıng köl'ün kenarı. Göl, mavi buz gibi parlıyordu, bulutlara değen muhteşem sivri dağların göçü geliyordu.
Ak Otağdan çıkınca göklere doğru yükselen Ulu dağın, güneş ışığında kırmızı renk alan çarpık tepeleri, ateş gibi kızarmış bulutlar, mavimsi dağlar gözüküyordu. Gökyüzünde ufak parçalara ayrılan, köpük gibi köpüren, şekilden şekile giren bulutlar vardı.
Bu yaşamın ulu gününde, güneş dağ arkasından çıktığında, Altaydaki Kırgız Cakıp'ın avulunda zurna ve davul çalındı. Tek davul çalınırsa, kötü haberin işareti diye halk teleşlanır, korkudan ödü kopardı. Zurnanın çalınması, iyiliğin işareti idi. Sabah erkenden çalının yulaflı zurna sesi dağı neşelendiriyordu.
Bugün Cakıp'ın avulunda büyük işler vardı. Obadaki tepeye Kâşgar halısı konmuş Noygut, Totu ve Sartlardan haber geldi. Öğlene doğru yurt reisleri gelecektir" dedi. Akbalta'nın yardımcıları "Türk kardeşlerimizin hepsi gelecek."
Güneş tünekten köşedeki keçe yüzüne düştüğünde, haberdar edilen salabetli avu reisleri, beyzadeleri Cakıp'ın beyaz evine gelip toplandılar.
"Ey milletim, hepimizin çektiği sıkıntıyı anlatmak istiyorum. Tanrı yardım ettiği için beli bükülen halkımız yeniden belini düzeltip kuvvetlendi. Köklerimiz yayıldı, dallarımız tomurcuk bağladı. Az da olsa askerimiz var. Bize sataşanlara gücümüzü gösterdik. Şimdi etrafımızda düşman var. Bakıp durmayalım. Uyanık olalım. Kendimizi muhafaza edelim. Babamız Nogoy gibi bir gün felakete kalmayalım. Eskiden babalarımızın sarayı, Hanı, bayrağı vardı. Halkın kuvveti, Hanı olması gerekir. Eğer uygun görürseniz halka sahip çıkacak, ülküsü olan birini Han yaptım" dedi Akbalta.
"Aferin size. Çok haklısınız."
"Bilge gibi konuştun. Han soyundansın, Akbalta".







"Yaşa Akbalta" diye bağırdı millet.
Gürültü kesildikten sonra aksakallar sohbete başladılar.
"Kalan sözü aksakalımız Berdike söylesin" dedi Akbalta halka hitaben.
Avulun en akıllısı olan Berdike aksakalını sıvazlayarak gelenlere baktı.
"Altay'ın kabile reislerinin tamamı ve Türkler bir araya geldik. Altı şehir halkı hep bir aradayız. Hangi erkeğin erkeği, bahadırın bahadırı, yiğidin yiğidi, aklıyla yol bulan, sözüyle sır çözen, kılıcıyla düşman kesen ben han olacağım diye meydana çıkacak"? Kalabalık karşısına "Han olacak işte benim" demeye cesaret eden, bileklerini sıvazlayıp göğüs geren kimse çıkmadı.
Halk bekledi, aksakallar yere baktılar, yiğitler suskun suskun durdular.
"Bugünkü ufak dallarımız yarın çınar olacaktır. Bu yavrular arasından Han olacak kimse yok mu?" dedi Berdike çukurlarda oynayan, dağlarda dolaşan çocuklara bakarak.
Çocukların içinde Salamat'ın oğlu Aynakul söz söylemede usta idi; kalabalık halka doğru çevrildi:
"Millet, atalar, geçende seksen çocuk avlanmaya çıktığımıza, boz kısrağı kesip Manas'ı kendimize Han yapmıştık. Bizim seçiğimiz han size yarayacak mı, bunu bilmediğimiz için suskun duruyorduk."
"Bu yaramazın söylediğini duydunuz mu millet?" dedi Berdike neşeli bir şekilde "Gençlerin gözü iyi, niyetleri sabah güneşi kadar temiz. Tanrım çocukların dilediğini ver, halkın dilediğini ver, Kırgızın dileğini ver!"
Akbalta deve gibi çırpınıp, hanımı doğurmuş gibi sevinip açıldı: "Hey millet, gencinizle yaşlınızla burdasınız, söyleyeceğinizi şimdi söyleyin!
Gönlünüzde bir şey kalmasın.
"Derken arslan Manas, Opol dağı gibi heybetli şekilde yere basa basa ortaya geldi.
"Kısrak kesip Han seçmek çocukların işidir. Bütün halka Han olmak başkadır. Türk evlatları her milletin önderleri ve akıllıları işte buradasınız, benden başkasını han seçiniz."
Manas iki yanına bağırıp çağırırken daha kuvvetli daha muhteşem görünüyordu. Etrafına bakınıp aksakal Berdike'nin karşısına geldi.
Berdike altı kulaç beyaz keçeyi yere yayarak koydu.
"Bizim dediğimiz uygun ise, emrettiğimiz yerine getirilirse, Hanı böyle seçelim." Akbalta ile Berdike Cakıp Bay'ı beyaz keçeye oturttular."
Şimde bulduk Hanımız Cakıp olsun" diye beyaz keçenin üzerindeki Cakıp'ı kaldırmaya kalktılar.
"Hey, durun bir dakika, millet! Bırakın!" Cakıp beyaz keçeyi kaldıranları durdurdu "Millet, hürmetinize sevindim. Benim gibi bir ihtiyarı bırakıp, şu tek oğlum Manas'ı Han yapınız!"





Cakıp gözlerinden yaş döküp, ağlayarak durdu. "Bizi Altay'da halk yapan Cakıp'tır, bizi Altay'da arslan yapan Manas'tır!" Halk bağıra çağıra Manas'ı da beyaz keçeye getirdi "Baba oğul Han olsun!"
Çırpınıp duran kalabalık içinden ayrılıp çıkan aksakallar, bilgiçler vay vay demelerine bakmadan Cakıp ile Manas'ı beyaz keçeye koyup kaldırdılar.
"Hey millet, sözümü dinleyin!" yedi adım atıldığında Cakıp halkı durdurdu, "Gökte bir ay, bir güneş olur, bu Tanrının kudretidir. Halkın başında bir han, bir bayrak olur. Bu ataların âdetidir. Hanınız işte Manas! Onu tutunuz!".
Cakıp beyaz keçeden indi, Hanlığa Manas'ı aday göstermesine halk da razı oldu.
"Manas!"
"Manas! Biz seni Tanrıdan dileyerek aldık!"
"Yaşa Manas!" Beyaz keçeyi Manas'la beraber kaldırıp taşıyanlara kalabalık halk yarılarak yol açtılar, kalabalığı dokuz kez dönünceye kadar diz çöktürüp durdular.
Kambar Boz'un hayırlı kurban içinde seçilen atlarından kırmızı kısrak Manas'ın önünde kesildiğinde halk sükunet içindeydi.
Manas başına kenarları altınla süslenen, tepesi büyük Halk kalpağını giyip Toruçaar'a bindiğinde halk uğulduyordu.
"Maksadımıza erdik. Sonuna kadar han ol Manas!"
"Han Manas'ı Tanrı korusun! Bin yıl yaşasın!"
"Başkalara perçem, karşı çıkana ok olsun!" Bu hayırla dilekler göğü sarstı.
Nogoy Han'dan miras kalan mavi bayrağı Cakıp otuz yıl derilere sararak yüklerinin arasında saklamıştı. Şimdi onu alıp çıkıp direğe çekti.
Cakıp Bay, oğlum Manas han oldu diye doksan kısrak kesip dokuz gün düğün düzenledi.
Manas, Bay ile danışıp, delikanlıları göndererek Kâşgar tarafından Bakay'ı getirtti. Kaplan Bakay dağ gibi kocaman biriydi, kaplan gibi bakışları vardı, boynu boğanın boynu gibi, butları buğra butu gibi idi. Gök tulpar (kanatlı at) a benzeyen bir ata binmişti, mavi elbise giymişti. Sağ omuzunda her şeyi altı ay önceden haber veren, bilmediği şeyleri bildiren, duymadığı şeyleri duyuran melek vardı, açık gözlü, tecrübeli, şirin sözlü, hiçbir şeyden çekinmeyen akıllı bir adamdı.
Manas Kalmuk ve Çin'i dolaşarak dilini, sırrını, âdetlerini öğrenen, sözü kesen bilge Bakay'ı han danışmanı yaptı.
"Uğurum Manas, seni görmek arzusuyla on yıl aradım. Şimdi seni buldum, başka arzum yoktur. Manas kardeşim, sana hediye olarak candost Acıbay'ı buldum, dostluğunuz takdir ediyorum" dedi Bakay.





Argın'ın Hanı Acıbay babasına darılarak sarayını terketmişti. Kendisi gibi arslan yürekli birini arıyordu, Manas'ın yiğitliğini işitmişti. Bahadırı rüyasında görüp, arslana arkadaş olacağım diyerek at boroyun kazarak, kulağı duyduğu, gözü gördüğü yerleri aralayıp sonunda Bakay'a rastlanmıştı. Akıllı Bakay erkeğin kanatı erkekle çıkar diye siyah elbise giyen, koyu al renkli ata binen Acıbay'ı han Manas'a can arkadaşı olmaya layık görüp peşine alıp getirmişti. Acıbay çatal sakallı, kırmızı yüzlü, uzun boylu, geniş omuzlu, yiğit görünüşlü, geniş göğüslü, yassı dilli, yenilmez söz ustası, yetmiş dil bilen, kara dilin kayrağan, Han karşısında susmayan azizlerden biri idi.
Bakay Manas'a şöyle dedi:
"Etrafımıza bak. Geçmiş babalarının yolunu öğren. Hanlığı keskin kılıçla, mızrakla muhafaza et. Yerini göğsünle genişlet. Halkını akılla yiğitliğinle yönet."
Sükunetle, oturanları seyreden heybetli Bakay yine konuşmaya başladı:
"Manas! Sana bir akıl vereyim. Senin dokuz atan Han olmuştur. Dokuzunun da yanında kırk arkadaşı vardı. O adeti muhafaza et. Ormana bakan kırk boz oğlan ve diğerleri içerisinden deneyerek kırk arkadaş seç!".
Han manas, böylece akıllılara ve bilgelere danışarak iyilerin iyisinden, bahadırın bahadırından kırk yiğit seçti. Kırk yiğide başka kabilelerden Moğol Caysang'ı, Kuldurdan Çalıbay'ı Mançudan Macik'ı , Kangaylı Keldikey'i, Danggıt'tan gelen Kayıp Han'ı, Dağalıktan Munar'ı, yine Altaylıların hepsinden; Alçın, Uyşun Nayman, Abak, Kırgız, Kıpçak, Noygut, Nogoy, Özbek, Totu, Nabat, Andıcanlı, Kazak, Karakalpak, Döölös topladı. Kırk yiğide baş olarak kaplan tabiatlı, kurt gözlü, kalın kemikli, geniş göğüslü, ağırbaşlı, tatlı sözlü Kırgıl tayin edildi.
Kırk yiğit, Han Manas'ın etrafında dolaşıp durdu. Manas gökten inen, düşmana korku veren altı kılıcı arkadaşlarına hediye etti. Dayanıklı olan zülfikarı kendisi aldı. Hayırlı dilek için kambarboz'un atlarından kısrak aldırıp kırk yiğidin şerefine kurban kestirdi.
Han Manas dedesi Nogoy'dan kalan keskin bulat kılıcını aldırdı. Ota değdiği zaman yakan, onu sallayanı ansızın öldüren dağa vurulduğu zaman taşları kesen, bele doğru vurulduğu zaman baş kesen, gecede kınından çıkarıldığı zaman ateş gibi kızaran, düşmana doğru sallandığı zaman kırk yedi arşın uzayan kılıcı; Açalbars'ı Bakay'ın eline verdi, kırk yiğit diz üstünde oturarak ant içtiler.
"Hanımız Manas!" Han ile canımız beraberdir. Eğer Hana karşı suç işlesek, niyetimiz bozulsa üzerimizden yüce Tanrı cezamızı versin! Canımızı işte bu kılıç alsın!"
Her bir yiğit albars kılıcı öperek kanını değdirdi.
Manas'ın salabatlı kırk yiğidinin hepsi bahadır diye adlandırıldı. Her birine at otağ tahsis edildi, uşak verildi. Kırk yiğidin atlarını alnına muska takıldı.
Er Manas iki dizgin bir yuları elinde tutup, talihsiz kırgızın ocağını düzeltti, birbirinden kopanları birleştirdi, çevresini genişletti, Kalmuk ve Moğol'u eşit seviyeye getirdi. Evvelki zavallı millet artık dertlerinden kurtulup, beyaz kalpağını giyip, sıkıntılarını çözüp, "Tanrım, Han Manas'ı koru" diye canı huzur içinde üzüntüsüz yaşamaya başladı.





Manas, dokuz yıl benzeri bulunmayan han oldu. Manas tahta oturduktan sonra halkı muhtaçlıktan kurtuldu, bahadırı çoğaldı. Altay, Kazak, Türk, Uygur, Moğol ve komşu kabileler arasında itibar sahibi oldu. Kırgızlar onlardan kız aldılar, onlara kızlarını verdiler, onları ata bindirdiler, onlarla mal mülk değiştirdiler, kervan kurup ticaret yaptılar. Manas'ın tarlası (toprağı) Altay'dan Kaşgar'a, Kaşgar'dan Tibet'e, Tibet'ten Samarkand'a ulaştı.
Manas'ın saltanatını, Kalmuk Hanı olan yalancı Alevke, Çin Hanı olan kurnaz Esen Han, Mançu Hanı Neskara çekemediler. Çok eski kinini, üç kez gönderdiği ordusundan ayrılıp kaldığını hatırladılar. Savaş açmaya gücü yetmediği için "Bekleyin de görün Kırgızlar" diyerek uygun bir haberin gelmesini beklediler. Kendi aralarında anlaşıp "Türkleri iple boğmaktansa, onları birbirine düşürmek lazım" diyerek çare aradılar. Kalmuk ve Çin'in rahip, sofi kalender ve dervişleri casusluk yaparak avulları dolaştılar. Kaşgar, Moğol, Samarkand'a giden kervan Kırgız elinden geçerdi, bunların çoğu Alevke ile Esen Han'ın mahsus gönderdiği adamlar idi.
Kurnaz Esen Han, birbirine yakın bulunan Türkleri, Uygur ve Kalmukları Kırgızlara karşı kışkırttı. Manas'ın gücünü, gazabını bilen komşuları başkaldırdılar, düşman olmaktan vazgeçebildi. Çukura düşen ayı gibi çırpındı.
Altay'daki düşmanların durumunu iyi bilen Manas, Çin ve Kalmukların hareketini sezerek Kalmuk ile Kırgız sınırına gece gündüz nöbetçi koyup ordusunu hazır durumda tuttu.
Bahadır Manas sefere çıkarken çok daha heybetli gözükürdü, cebe giyerdi. Kurulup otururda, kulağı kalkan gibiydi, gözleri ateşli idi, kapaklı ve büyük idi, öfkeli hali vardı. Görünüşüne gelince bir bakarsın kaplana, bir bakarsın arslana benzerdi. Aklının ve gücünün mükemmel olduğu bir yaşta idi.





HAN MANAS'IN ZAFERLERİ
Kalmuk hanı Alevke Dangu şehrinin hükümdarı Kayıp Dangı'ı saraya çağırdı.
"Kayıp Dang, Kara Şehir'in hanı Manas'ın sonu geldi. Şehiri Tırgot, Mangullar yapmıştır. İçtiği suyunu üç gün kesip ondan sonra zehir koydur. Halkını öldür, kapısını gece açtır. Ardından ordu girecek." Diye emretti Alevke.
Kayıp Dang, bunu kabul etti, şehir yöneticilerini çağırıp ertesi gün Karaşehir'in suyunu kestirmek için gizlice adam gönderdi. Alevke'nin emrini duyan Kayıp Dang'ın rahipleri akşamleyin bu haberi Manas'a ulaştırıp karşılığında altın aldılar.
Manas gün geçmeden Karaşehir'in suyuna zehir koyacak olan Kalmuk ve hain Moğol' u öldürdü. O gün Dangu şehrine süratle akın yaptılar, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar şehirden kaçtılar. Kayıp Dang'ın kızı Karaberk, kırk kız arkadaşıyla halk arasında kalıp düşmana direndi ve pek çok yiğitleri atlarından devirdi. Karaberk, Makay'ı da yaralamıştı.
Manas, nişancı kızın yaptıklarını duyup onu canlı yakalatıp getirtti. Manas han kızının güzelliğini gördükten sonra, onu öldürmeden, onunla evlenmek istedi.
Kız babasının öldüğünü öğrendikten sonra "Manas'a varmak değil, babamın intikamını almak istiyorum." Diye tehdit etti: "Kız nazı ile sevilir." Diyen Manas, Karaberk'in karşı koyuşundan, kahramanlığından memnun oldu.
Ele geçen Kayıp Dang'ı kızının yanına getirdiler, Kayıp Dang ile Manas barıştı.
Üç kahraman dost oldu. Buğday ekmeğini çiğnediler, el tutuştular, çubuk kırdılar, ellerinden, kan çıkardılar.
"Ekmek kutsaldır. Buğday gibi temiz niyetle yaşayalım! Birbirimize kötü niyette bulunursak çubuk gibi kırılalım! Düşmanımıza beraber saldıralım. Düşmanlaşsak kanımız aksın!" diye bahadırlar Tanrının huzurunda anlaştılar.
Kayıp Dang büyük bir düğün düzenledi. Bay, Akbalta, Berdike, Bakay başta olmak üzere Dangu şehrinde âdetler gereğince baş dünür olarak geldiler. Han Manas şanına yakışır bir şekilde Karaberk ile evlendi. Kayıp Dang, âdetlere göre Türk ustalarına kızı Karaberk için on iki katlı ev yaptırıp, içerisini türlü türlü eşyalarla süsledi. Bu evin güzelliğini ozan Caysang yarım gün methederek bitirememiştir.
Tanrının ulu gününde Cakıp avuldan altmış akıllıyı bir araya topladı, aksakallılarla kurultay düzenledi. Bu yine ne diyecek acaba diye Bay'ın sözünü dinlediler. İhtiyarlar kısrak kesip, tören olan eve yerleştiler.
Ağzında sözü var, dilinde balı var Cakıp şöyle dedi:
"Görmüş geçirmiş ihtiyarlar, size söyleyecek derdim var. Görmediğimizi gördük içmediğimizi içtik. Dolaştık. Gördük ki Altay kutsal yer imiş. Başıboş dolaşmıştık, şimdi canlandık; kurumuştuk, şimdi yeşerdik. Ama dünyalarımız çoğalıyor. Kalmık ve Çinliler bize gün göstermeyecektir. Halimi iyi iken yer arayalım. Uygun görürseniz, hepimiz Altay'dan Ala Dağ ve Andıcan taraflarına göç edelim.
Avulun büyüğü Berdike bu sözü beğenmedi.
"Hayvanlarına yer dar geldiği için böyle söylüyorsun herhalde, Düşmanlar artık yıpranıp bizden korkmaya başladılar. Şimdi nereye kaçacağız? Kazandığımız malı mülkü niye savuralım?"
İhtiyarların sükûnetini Bay yiğit bozdu:
"Cakıp'ın dediği doğrudur. Korumak isteyeni korurum", buyurmuş Tanrım, ıssız bucaksız sınırı olan Çin'in askerlerinin hesabı yok. Altay'daki Kırgız'ın ordusu kuvvetli değildir. Bir gün gelip bizi yok etmesin! Doğuda Sarı Arka, Kuzey tarafta İdil, Nura Su (nehir)yu, Opol dağı var. Oralar annemizin babamızın büyüdüğü yerdir. Bu taraflara bir bakalım."
Bu sırada Kambar'ın oğlu Aydarkan şöyle dedi:
"Başımıza bir şey geldiği yok, niye göç edelim diye söyleniyorsunuz? Yoksa Çinliler mi geliyor? Veya Kangay mı geliyor? Doğmak var, ölmek var. Nereye gidersek gidelim ecelimiz gelmişse öleceğiz. Alnımıza yazılanı görelim."
"Vay dünya! göbek kanımız damlayan topraktan iyi ne var!" dedi Bay.
Manas şöyle dedi:
"Milletim, düşmanın gölgesinden korkup kızışmayalım. Beni han yaptınız, hanın sözünü dinleyiniz! Babalarımız düşmana kanını verse de topraklarını vermiş değildir. Çinliler topraklarımızı elimizden aldılar. Topraklarımızı geri alalım. Bunu yapamazsak Kırgız olmayalım. Şerefimizi koruyarak, intikamımızı, topraklarımızı aldıktan sonra Ala Dağ'a göç edelim."
Manas'ın sözünü herkes beğendi.
Beş gün sonra Manas'ın karşısına muhtelif boylardan kurulmuş sekiz yüz bin kişilik ordu geldi, bayrakları dalgalanıyor, zırhları parlıyordu.
Manas ilk seferini Altay'daki büyük hana karşı, yani Kırgızlarla defalarca saldırıp topraklarını zapteden Tekes Han'a yaptı.
Han Manas, Tekes Han'a mektup gönderdi:
"Tekes Han, Kırgızdan aldığın toprakları geri ver, yiğitlerinin kan bedelini öde, otuz yıldan beri aldığın vergileri geri ver, aksi halde, yüzyüze gel!"
Mektubu alan Tekes Han öfkelendi:
"Sürgündeki bir avuç Kırgızdan çıkan nasıl bahadır imiş, Manas?"
Tekes Han, Kuyas adındaki kurnaz adamına Doğudaki Kırgızları gözleyiniz, düşmanı görürseniz haber veriniz diye onu casusluğa gönderdi.
Tekes, düşmana karşı tedbir almaya çalışırken yedi gün sonra casuslar gelerek:
"Kırgızlar bizden önce harekete geçmiş." dediler.
Şaşkına dönen Tekes:
"Kuyascığım bir çare bul!" diye yalvardı.
"Ele geçiremediğimiz Kırgız kendisi geliyormuş. Eceli gelmiş demek, gelsin bakalım!" dedi Kuyas aldırış etmeden.
Kuyas gece yola koyulup Kırgızların saldıracağı tarafa varıp sihir yaptı, geniş dağ deresindeki otlar, çiğ (bir çeşit bitki), kuray (bitki), söğüt ve kavakların hepsini insan şekline getirip gayet çok asker varmış gibi gösterdi.
Ertesi gün Kuyaz gelip Tekes'in gönlünü avuttu.
"Gayet çok asker hazırladım. Huduta yerleştirdim. Git gör?" .
Tekes huduta gelip baktı ki düşmana karşı topuzlarını eline alan, kılıçlarını hazır tutan tamamı pehlivanlardan oluşan sayısız asker var.
Tekes Kuyas'ın hünerinden memnun olup, bununla karşılaşan Kırgızlar ölecektir diye komşu hanlara haber vermeden, yardım talep etmeden rahat yattı.
Dördüncü gün Manas büyük ordusuyla Tekes'in topraklarına geldi.
Ordubaşı Aydarkul Tekes'in sayısız askerleriyle karşılaştığına şaşırıp, Bahadır Manas'a geldi.
"Buca Kalmuk askerine gücümüz yetmez. Felaket olur. Çekilelim." Dedi bazı korkak binbaşılar.
"Kaçarak ensemize ak yemektense karşılaşıp ölelim." Diye sinirlenen Manas gidip bakmak için tek başına yürüdü. Bahadır'ı yalnız bırakmamak için Bakay da yürüdü. Yolda Bakay şöyle dedi:
Manas, onların karşısına ben varayım, ben gidip bakayım. Kalmuklar yakalasa beni yakalasın, sen kurtulursun. Onlara göründükten sonra kaçalım, sırrını bilelim."
Bakay, düşmana gözükerek yürüdü. Sıraya dizilen Kalmuk askerleri kımıldamadılar. Bakay buna şaşırdı. Bakay mızrağını uzatsa onlar da hepsi birden mızraklarını uzattılar. Bakay eline kılıç alsan, kalabalık asker de aynı hareketi yaptı. Bağırsa bağırdılar.





Bunun hile olduğunu öğrenen Bakay, rahat bir şekilde gelip durumu Manas'a bildirdi.
"Manas benim bildiğimi bildin mi, duyduğumu duydun mu, bu bir hileymiş. Kalmuk'un sihirbazı sihir yapıp yerdeki otları, çiğ, kavak ve söğütleri asker yapmış" dedi Bakay gülüp "bunları dövüşerek yenemeyiz. Bu Çinlilerin bilmediği hile yok."
Kırgızlar büyülü askerlerle dövüşmeden askerlerin ayağına alabildiğince barut koyup ateşledi. Barut, alandaki kalabalık askerleri, kamış, çiğ ile beraber yaktı.
Manas'ın askerlerinin sarayını kuşattığına sinirlenen Tekes Han yanındaki sihirbaz kuyas'ı öldürüp, kendisi de canlı ele geçmek istemiyerek kalbine hançer saplayıp intihar etti.
Manas, Tekes han'ın halkını, binlerce askerini saraya toplayıp şöyle emretti:
"Gök bayraklı yiğitler! Gök Tanrının çocukları! Tekes Han'ın askerlerine dokunmayınız! Kalmuk askerleri halkımıza isteyerek hücum etmiş değildir. Bunların halkını, malını mülkünü talan etmeyiniz! Eğer kim Kalmuk'un Tekes'in halkına kötülük ederse cezası ölümdür!"
Manas Aydarkan'ı yanına alarak askerlerini kontrol etti.
"Bu Kalmukların nesine acıyalım? Bize acımayanın günahı yok mu? Diyerek askerlerin içerisinde Manas'a küsenler oldu.
Han Manas, Tekes Han'ın halkını tamamını Tötön'ün geçidine çağırttı.
Toplanan Kalmuklara Manas şöyle dedi:
"Ey, millet! Başınıza dert geldi. Bizi küstüren, tahkir eden hanınız ile onun mahiyetleri öldü. Hanlığa alışmış halk idiniz. Hansız, başsız gününüz karanlıktır, huzurunuz olmayacaktır. Şimdi kendi isteğinizle kendinize han seçiniz, bayrağınızı kendiniz taşıyınız."
Manas'ın sözünü halk beğendi. Beyaz saçlı, gözlerinden ateş saçan aksakal Manas'a döndü."
Genç olsan da erkek imişsin, kılavuz imişsin! Senin gibi evladı olan halk ölmez" diye, Kalmuk putlarına yalvardı dua okudu. Kalmuklar aksakalasığındılar.
Han adayı için birkaç beğ, bahadır ve Dang'ın adı okundu. Ama kimse ben han olacağım diye çıkmadı.
"Bir halktan bir han çıkmazsa, o halkı Tanrı lanetmiş demektir" dedi Bakay "İhtiyar olsa da han yapınız."
Karaça isimli yaşı seksene gelen ihtiyarı halk sıkıştırdı.
"Ben yaşlandım, yoruldum. Gençlerden yapınız!" dedi Karaça diz çöküp.
"Yaşlı olsan da akıl senden çıkar. Kalmuklar yaşlılarına saygılıdır."
Karaça tereddüt etti yanına Saykal isimli kızı işve yaparak yetişip geldi.
Kız çubuk gibi ince belli, erkeksi giyinen, kızıl kaş, düğme baş, süt gibi beyaz vücutlu, horoz gibi boynu olan, yuttuğu boğazından gözüken güzel biriydi.
Saykal Kız, babasına şöyle dedi:
"Baba, nasılsınız? Ölen Tekes'in elbisesini nasıl alırsınız? Hükümdarlığa hevesinizi mi vardı? Bu davranışınız olmadı."
Karaça "çocuğum da tasvip etmedi" diyerek durdu.
"Ey, millet!" Dedi Karaça "Ben size han buldum. Temir Han'ın oğlu Teyiş, han olmaya layık, on sekiz yaşında bir oğlan Teyiş'i han yapınız!"
Karaça, bağırırken toplanan kalabalık "Teyiş Han!" diye putlarına sığındılar.
Han Manas bundan memnun olmadı. Teyiş'i beyaz keçeye oturtup han adetince her taraftan tutup kaldırttı. Tekes'in, nakışları altından olan kızıl sancağı çekildi ve hanlığı ilan edildi.
Temir han'ın en küçük oğlu Teyiş Han, babasının ıssız yerdeki bembeyaz inci gibi güzel olan şehrinin idaresini ele aldıktan sonra yedi atasından beri görülmeyen büyük bir şölen düzenledi. Kalmuklar, bu defa Altaylara, Kagayara ve Mançurya'daki Türk kabilelerine Kırgızlara, Moğolllara ve pek çok halka cidden kendilerini göstermek istediler. "Tür kabilelerinden neyimiz eksikmiş? Kırgızlar çok şölen düzenlediler. Biz de doğuda bir gürültü koparalım" dediler Kalmukların gençleri ve ihtiyarları.
Teyiş Han, Kırgızlar için at yarışı tertip etti. Yarışan kırk ata ödül olarak deve verdiler kısrak kestiler, kımız yaptılar. Halk iki tarafa bölünüp güreş yaptı; dövüş düzenledi. En güçlü, en dayanıklı olanlar ödül aldılar.
Şölen kıvamına geldiğinde, kalabalık çoştuğunda sarı beyaz ata binen, düğme saçlı, on yedi yaşındaki Kalmuk kızı Saykal, meydana çıktı.
"Saykal, Saykal!" diyerek Kalmuklar bağırışıp putlarına sığındılar "Gök Tanrı sana denk gelecek insanoğlunu yaratmamıştır." diye bağırdılar.
Kız olmasına rağmen, dokuz kulaç mızrak tutup, savaş silahlarını kuşanıp, yürük atına binip, bayraklı mızrak alan Saykal, bahadırlara yakışan heybeti ile duruyordu.
Kuşluk vakti oldu, öğlen oldu, öğlenden sonra oldu, erkekler çevirilmiş olarak durdular. Saykal ile tutuşmaya kimse çıkmadı. Bu işi eceli gelen denemezse, başka insan deneyecek gibi değildi. Kırgızlar Tekes'in yanında pehlivanlığıyla bahadırlığı bir arada olan Saykal'a karşı koyan insanın olmadığını duymuşlardı.
"Bunca erkek arasında bir şerefli erkek yok mu? Erkek kadından kaçar mı? Diye haykırdı Saykal, "Şerefimi kazandım! Ödülümü veriniz!"
Kadının sözünü duyduğunda han olduğunu unutup, gururuna yediremedi er Manas, kadınla dövüştürdünüz. Erkek değilsiniz! ".
Manas yağmurunu dökecek bulut gibi kükreyerek, heybetle savaş silahlarını kuşanıp, sırlı mızrağını uzatıp, Aksargıl'a kamçıyı vurarak Saykal kızın önünü kesti. Er manas güzel, geniş alınlı, yayık göğüslü, uzunca, oyuk burunlu, cadı gözlü Saykal'ı görünce aklı dağılıp ateşli kalbi oynamaya başladı, "Öldürmeyim, değerli bende imiş, benim alacağım kız imiş" diye düşünüp omuzuna mızrağı ihtiyatla uzattı.
Haddini bilmeyen kız dövüşmeye devam etti. Bahadırın mızrağına vurup, altın eyerin hakkı diye kalbine nişan eyleyip göğsüne mızrak vurdu.
Sendeleyen Manas'ın gözlerinden ateş sıçradı, bindiği atı da bir yana eğerek kendini düzeltti. İkinci karşılaşmada kız, Saykal bağırarak, gelip yiğide doğru mızrak vurdu. Mızrağın ucu Manas'ın sağ koltuğunda girip arkasından çıktı. İki dev mızraklarını bırakıp böğür böğüre tutuşup erkek güreşine geçtiler. Saplanan mızrağın arkasından sallanıp durmasına bakmayan Er Manas utanarak Saykal ile dövüşmeye devam etti. Sağ tarafına gelen Saykal kuvvetli Manas'ı göğsünden aldığında arslan çoktan gevşemişti.
"Kadını yenemeyip de alaya mı alınayım?" diye öfkelenen ER Mana baltasını eline alıp Saykal'ın üzerine vurdu. Kız kalkanlarıyla karşı koyup Manas'ı şaşırttı.
Kız Saykal, kaplan Manas'ın sağ omuzuna vurdu, kamçıyla vurup onu at üzerinden devirmek istedi.
Bu kadarla da yetinmedi, Akbalta'nın arslanlarından biri olan Çubak atını, ok gibi hızlı koşturarak ortaya geldi, "Hey bu engiş (birbiri at üzerinde çekmek ve eyerden düşürmeye çalışmak) değil, dövüştür" diye Saykal'ın bindiği atın başına vurdu. Saykal'ın atı ürküp bir yana saptığında Çubak, Manas'ın sol omuzundan doğrulttu.
Akbalta ok gibi hızlı bir şekilde ortaya geldi.
"Kavga çıkacak, bahadırlar durun!"
Bu esnada Kalmuk'un Dogo adlı bahadırı çıkıp Akbalta'ya saldırdı.
"Pis Kırgızlar, bir kıza bahadırınız Manas rezil oldu. Bur kişiye karşı nasıl ikiniz girersiniz!"
"İki yiğit mücadeleye çıkmıştır. Yenip yenilme başkadır. Oyunu bozma!" Çubak, Dogo'ya elini kaldırıp, atını itti.
Kazaklardan Aydarkan, Kırgızlardan Bakay çıkıp beklenmedik olaylar meydana gelmesin diye araya hakem soktular.
Teyiş hakem oldu. Hakem oyunu durdurdu, direnenlere sert davrandı.
Bahadır Manas üzerine saplanan mızrağın ucundaki kılları temizleyip etinden çekip çıkardı. Yiğidin yan kısmında açılan yaradan kan akıyordu. Bu Manas'ın gücüne gitmişti. Bin çeşit otun başı birleştirilerek yapılan Orcemin adlı ilacını yara üzerine örttü, akan kan durdu, gözleri açıldı.
Öfkelendiğinde önüne çıkanı yıkıp kıran Manas, ateşlenip Aksargıl atını oynatıp arkasından toz duman bırakıp tekrar meydana çıktı. Bunu gören kız Saykal da hiçbir şeyden korkmayan erkek gibi, dişi arslan gibi haykırdı.
Niye güzelliğine kapılıp kurtardım ki kadını. Düşmana acıyan kendisi yaralanır, diye kendini kızarak mızrak uzattı Manas.
İki dev, ardı ardına tutuştu. Üçüncü kez tutuşmada Saykal atın sağrısına gitti. Manas, atının sendelendiğine bakmadan Saykal'a mızrak savurdu. Saykal şaşırdı.
Bir yana çevirilerek kendi adamlarının arasına kaçtı.
Manas, Aksargıl atını koşturup peşine düştü.
Manas babasının himayesine sığınan Saykal'a ulaşamadı. Askerleri yarıp giremedi, atını oynatıp "Bahadırınızı çıkarınız!" diye Kalmukların karşısına gelip bağırdı.
Teyiş, Aydarkan ellerini kavuşturarak öfkeli Manas'a geldiler.
"Bahadır Manas, ödül senindir! Manas Karargahâ gel!"
Manas, onlara çok sinirlendi:
"Ödülün bana hiç gereği yok. Kadını yenmeden milletin yüzüne nasıl bakarım"
Bahadır Manas, Bakay'ı Teyiş'i ve Aydarkan'ı alarak Karaça'ya geldi. Gördü ki, Saykal Kız, savaş elbisesini çıkarıp, saçlarının çözüp, yarasına ilaç sürüyordu kuvvetten düşmüştü.
"Bahadır, sonunda şeref senindir!" diye kabile reisleri, şöleni yönetenler Manas'ın önüne çıktılar.
Ölümden kaçan kurnaz Manas, kimseye yol vermedi, inadından vazgeçmedi, kimseyi dinlemedi, gök bayrağı elinde idi.
"Saykal'a yenilmeden ya da onu yenmeden, dönmeyeceğim! Onu çıkarın! Şerefinizi kurtarın!"
Karaça Bay çok zeki, hazır cevap sağlam bir kişi idi:
Bahadırınız uygun görürse, benim demek istediğim, Saykal'ın atını Er Manas'a verelim. Han Manas'ı teskin edelim."
Saykal'ın sarı atını getiren ihtiyar şöyle dedi: "Er Manas! Erkeksen bağışlayıcı ol! Atımız sana hediye, başımız takdimdir! Bizi affet! Ödül senindir! Şeref senindir! Kızmamanı diliyoruz, Bahadır!"
Bu münasip sözü dinleyen Manas, keyfi yerine gelip kamçısını bıraktı ve şöyle dedi:
"Söylediğinize uydum. Hediyenizi gördüm. Hediye büyüklere yakışır. Onu ihtiyar Karaça Bay'a verdim."
"Oh, sevgili Manas konuştu" dedi halk bağırarak.
"Yerin genişlesin, kabilen çoğalsın" dedi ihtiyar Karaça, Sarı atın dizginini tutup.
Ondan sonra Kız Saykal, Manas'ın gözüne gözükmedi, arslan Manas, iyi niyetle geçenki tutuşmayı unutup, kızın kahramanlığından memnun olup içinde "Tanrı kısmet eylese alınacak kadın imiş" diyerek Karaça'nın evine sık sık bakıp, Kız Saykal'ı kalabalık içinde izledi.
Şölen bitmek üzereyken koşan atlar geldi. Yarışı Manas'ın Akkulası kazındı. Manas Akkula'nın kazandığı ödülü dört kabile halkına bölüştürüp verdi.
Altı günlük şölen bittikten sonra Manas kalabalık askeriyle atlanıp Aral'a geldi, yorulan askerler mola verip dinlendiler.
Kara-Köl denen bu harikulade yeri, Orgo Han yönetiyordu. Orgo Han Türk kabileleriyle pek fazla savaşmış biri değildi. Bu defa haberci kötü haberle gelir. "Altaylı hırsız Kırgızlar şimdi baş kaldırıp boyun eğen kabileleri kendilerine katarak ordu kurdular, Turgout, Moğol, Uygur ve Kalmular'ı sel gibi kaplayıp Pekin'e yürüyorlar, Gafil yatan Kalmuklar'a "Kırgızların yolunu kesiniz. Tedbir alınız" diye haber geldi.
Orgo Han sur üzerinde davul çaldırdı. Adamlarından civardaki yöneticilere, valilere ve komutanlara mektup gönderdi, onları haberdar edip asker topladı. Zaten kalabalık olan Kalmukların askerlerinin sayısı yedi yüz bine ulaştı.
"Kırgızların bizimki kadar askeri yoktur. Onları artık durdurunuz" dedi binbaşıları.
Orgo Han'ın ordusu saraydan bir parça uzakta, gelecek olan Kırgız ordusunun önünü kesip karşılaşmayı beklediler.
Sel gibi gelmekte olan Manas'ın ordusu gözüktü. Nihayet iki tarafın askerleri birbirleriyle burun buruna gelerek durdular.
Orgo Han, tarafından Atan denen pehlivan çıktı. O iki gözü ensesinde, başı keçe evi gibi, iki kaşı hırslı kara köpek gibi, boyu üç kulaç, hergün bir ineği midesine indiren, canı sıkıldığında iki yüz pehlivanı bir araya bağlayıp kaldıran dev idi.
"Pehlivan Atanım, kırgızların Manas denen pehlivanıyla ancak sen karşılaşabilirsin. Sadece sana güveniyorum! Onun hakkından gel."
"Kırgız da kim oluyormuş? Güneşim değdiği yeryüzünde benden başka pehlivan var mı acaba? Parça parça ederim Manas'ı diyerek, pehlivan Atan yanına kalkan aldı. O masmavi demirden doğru geldi.
Orgo Han'ın askerleri iki tarafa bölünüp Atan'a hürmeti için tezahürat yaparak yol açtılar. Bu esnada Orgo Han'ın askerlerinin içinden kamburlaşan küçücük bir ihtiyar sıyrılıp çıkarak pehlivan Atan'ın önünü kesti.
"Hey, bu karınca mı, insan mı? Yoksa ayağa takılıp ölecek bir şey mi? Dur yolunda!" diye atının dizgininden tutan ihtiyara pehlivan Atan sevindi.
İhtiyar nazlanıp inat ederek Atan'a yol vermedi. Bu esnada hırslanan Atan benim gücümü halk görsün diye eğilerek ihtiyarı almak istedi.
Atan'ın bindiği Dankara adlı at, tıksırıp ürkerek ihtiyara hiç yaklaşmadı. Pehlivan Atan, atını tepip kamçılayarak ihtiyara ulaştı ve onu omuzundan tutup aldı.




Bu sırada deminki ihtiyar kıyamet kopardı. Pehlivan Atan'ın belinden tutup, attan yolup alarak kaldırıp yere attı. Göğsünden bastı. Atan'ın başını otu yolmuş gibi kopardı. İhtiyar sakin halde maral sıfatlı Dankara'ya binip Kırgızlara doğru gitti.
Kalmuklar, deminki ihtiyar insan mıdır, cin midir diye şaşırıp kaldılar.
"Yaşa be pehlivan Pöyüş! Kalmuklara göreceğini gösterdin!" dediler Manas'ın askerleri, ona yol vererek.
Baktılar ki deminki ihtiyar, Kırgızların Köyüş isimli sihirbaz yiğidi imiş. O sabah erkenden kılık değiştirerek Kalmukların arasına girip casusluk yapıyordu. Sonunda bir çareyle Altan'ı yenerek dönmüştü.
Kendine gelen Kalmuklar, Orgo Han'ın yanına gelerek konuştuktan sonra davul çaldırıp askerlerini Kırgızların üzerine sevkettiler.
Kıyasıya dövüş başladı. Kalkanlar parçalanır kanlar döküldü, oklar vızlayıp, yer sarsıldı, büyük bir gürültü koptu.
Er Manas, Orgo Han'a vurup onu yarı canlı halde bıraktı. Bayrağı devrildi, Han öldü. Hansız savaşmaya cesaret edemeyen Kalmuk askerleri kaçtılar. Er manas, Orgo Han'ın kaçan askerlerini takip etmedi. Manas'ın gönlünde acı vardı, çünkü onun da pekçok askeri ölmüştü. O, dövüşten sonra kanların döküldüğü bu yerleri görmek istemedi. Bu kez Manas Bakay'ın peşinden dışarıya çıktı.
Dişediş savaşan iki tarafın kaybı eşit sayıda idi. Savaş alanı yağmur gibi akmış olan insan kanıyla toprak kırmızı çamur haline gelmiş, ark olup akıyordu. Yerden çıkan toz dumandan, gökteki güneş gözükmüyordu. Cesetler dağ gibi olmuştu. Eceli gelen yiğitler ölmüştü, dişleri çıkık olan atlar uzanıp yatıyordu. Toprakta eyer, kırılmış mızrak, sapsız balta, kınsız kılıç, Kalmuk Kırgız karışık çamur gibi yoğurulup yatıyorlardı.
Manas bu manzarayı gözden geçirirken nice nice gençler gözüne ilişti. O hemen buradan uzaklaşmak istedi. Onu öldürmeyi bahadırlık diye düşünmüyordu.
Manas yedekte götürdüğü atını salıverip Bakay'ın yanına geldi, hiç ağlamayan zavallı yiğit, gözleri yaşla dolarak başını ağabeyinin omuzuna koyup kemikleri sızlayarak acı acı ağladı.
"Ağabey, bu katliamdan, bu dövüşten ne zaman kurtuluruz?" diye sendeledi manas'ın gözleri keder doluydu.
Görmüş geçirmiş, ata bindiği zaman yolcu, dövüştüğü zaman asker olan Bakay, böyle manzarayı binlerce defa görmüş olacak ki, hiç şaşmadan Bahadır Manas'a şöyle dedi:
"Er Manas, halkının başını kurtardığın zaman, halkın özgür yaşadığı zaman savaştan kurtulursun."
Bahadır Manas, yüzüne soğuk su serpilmiş gibi kıvrıldı. Bilgiç Bakay konuşmaya devam etti:
"Yenmek, düşmanı öldürmek demek değildir. Yenmek halkın kurtulması demektir. Halkı kurtarmak erkeğin işidir. Tanrı bunu herkesin alnına yazmış değildir. Nadiren birilerine yazar. Senin alnına işte bu yazılmıştır. Ne zaman halkını muradına erdirirsen, o zaman görevini yerine getirmiş olursun. Seni bunun için Tanrıdan istedi halk. Ağlama! Sen erkeksin, bahadırsın! Erkekler milletinin ocağını mızrak ve kılıcın ucuyla genişletir. Halk bahadırlığı, kılavuzluğu ile altın sırık olup destekler."
Ertesi sabah Han Manas savaşta ölen yiğitlerini, silahlarıyla birlikte bir çukura gömdürdü. Her birinin başına bir taş koymuştu, taşlar Opol dağı gibi birikti.
Cırgalang'ın boyunda, Cıluu-Su'yun suyunda Han Manas yiğitler kuvvetine dolsun, atlar dinlensin, yaralılar iyileşsin diye üç gün üç gece mola verdi.
Gökte yarım ay kalıp çoban yıldızı parlarken, tan yeri ağarırken, Manas Han'ın karagahına Orgo Han'ın hatunu Samankul hamın önce hiç giymediği Kırgız sarığını giyip, iki çocuğunu yanına alıp, saraydan birbirine benzeyen on boz atı seçip, danışmanı Iraman'ı tercümanı yaparak araba dolusu kızıl ipek kumaş ve değerli hediyelerle geldi.
Kırgızların adetince, oğlu Karatay'ı öne çıkarıp Iraman'ın oğluna şarkı söyletti ve böylece debdebeyle kaideyi yerine getirdi.
Samankul Hanım, Han Manas'ın önünde şöyle söyledi:
"Bu hayatta siyah ile beyaz, gündüz ile gece, kötülük ile iyilik hep beraberdir, Hanım! Kocam ölüp, dul kalmış olsam da oğlum dün Han tahtına oturdu. Eksik olamayın, kaide bilen Hansınız. Ben bahtsızı öldürmek istersen işte buradayım. Başım karşılığında bu küçücük iki oğlumun canını bağışlamanı dilemeye geldim, Manas."
Han Manas, iyi niyetli, itinalı konuşan kadından memnun kaldı.
"Bir kadın Han önüne saygıyla gelirse, onu bağışlamak vardır, hatun. İki oğlunuz yanınızda yardımcı olsun! Şehriniz huzur içinde, yönetim sizin elinizde olsun."
Iraman'ın oğlu Bahadır, Manas'ın yiğitliğini, mertliğini, Samankul Hatun'a söylediklerini överek şarkı söyledi. Manas şarkıcıyı beğendi.
"Hatun, eğer uygun görürseniz, bu oğul bizi sabah akşam eğlendirsin" dedi Manas ekleyerek.
"Tamam, olur, bahadır!" dedi Samankul gönlü rahatlayarak. O şehrine dönüp, oğlu, Karatay'ı beğ yaparak ona taç giydirdi.
Iraman'ın oğlu ise Bahadır Manas'ın kırk yiğidinden biri oldu. Karatay adı unutulup yerine Irçı oğlan diye adlandırıldı.
Opol dağının içinde, otuz nehrin kıyısında, ıssız bir yerde bulunan surlu şehri Akun, kırk beş sene han olarak yönetmişti. Dokuz yolun kavşağındaki bu şehre her halktan gelen kervanlar eksilmezdi. Ticaret gelişip halk zenginleşmişti. Şehir refah içindeydi. Akunbeşim'in Kalmuk ve Çin'de saygınlığı vardı. Tekes Han ile Orgon Han, kardeş gibiydiler. Yedikleri içtikleri bir, Askerleri bir idi. Birbirlerine destek ve yardımcı olarak yaşıyorlardı.
Bunu bilen Manas, Tekes Han'dan sonra Orol Han, rahat durmayacak, bir felaket başlatacak diye Akun Han tarafına dil bilen adamlarının gönderip yol ahvalını ve düşmanın hareketini öğrendi. Akun beş altı gün önce yola nöbetçi koyup, asker toplayıp, aşağıdaki Kalmuk ve Çinlilere mektup yazıp mühürleyerek habercisiyle göndermişti.
Kurnaz ihtiyar, bundan dört ay önce Tekes Han'a şöyle demişti:
"Kırgızlardan kötülük gelecektir. Esen Han'dan asker alıp savaşa erken davranalım." Ama, "kendi ordumuz Kırgızları durduracak, onlara dersini verecektir" diye inat etmiş Tekes Han.
Akun Han, oğulları, kadın ve kızları, kocakarı ve ihtiyarları şehirden çıkarıp, aşağıya gönderdi. Surdan belli bir mesafedeki müsait bir yerde kırgız ordusunu bekledi. Baltanın sapına benzeyen bıyıkları, doru aygırın yelesi gibi örgüsü, göğsünde zırh, başına miğfer, saçında takı, elinde topuz, yanında kalkan, koynunda yelek olan sert belli bahadırları, pehlivanları topladı.
Manas aksakallıları, akıllıları, kırk yiğidini ve komutanlarını bir araya getirip danıştı.
"Tekes Han ve Orgo Han'ı daima bize karşı kışkırtan Akun Han'dır. Keng Çüy'den Altaylıları kovup, topraklarına sahiplenmişti. O toprakları geri alalım."
Manas, altı yiğidi ile yollara bakıp geldikten sonra şöyle dedi:
"Binbaşı, bölüklere ayrılıp ayrı yarı yürüyelim.
Boşuna kırılmayalım." Bölüklerin başına Kökçö, Urbu ve Kırgıl seçildi.
Manas, idaresi altındaki ordusunu çukur ya da düzlüklere yaklaştırmadan, dağ geçidinden değil, dağ sırtından geçerek, kimsenin yürümediği yollardan gününden evvel Akun Han'ın şehrine ulaştı.
Akun Han'ın büyük ordusu düşmanın önünü kesmek için çoktan tedbir almıştı.
Savaş, erkek dövüşüyle başladı. Nice erkeklerin kanı aktı, nice yiğitlerin kellesi uçtu.
Er Manas, Kalmuk bahadırı Tulus ile karşılaştı. Tulus yaygara eden gürültücü biriydi:
"Arslanın değil, Tanrı olanın gelsin Kırgız!" Dersini verip kökünü kurutacağım, göğe baktırıp inleteceğim! Son sözünü söyleyiver, Tulus'un kahramanlığını anlat halkına" diye bağırdı.
"Başa bela Tulus'un mızrak kullanmada usta olduğunu duymuştum. Ona Manas'tan başkası mukavemet edemez" dedi Bakay, Akbalta'ya danışarak.
"Bahadır, ona kendin git" dedi Akbalta. Kız Saykal ile yapılan karşılaşmadan sonra Manas'ı dövüşlerde pişsin, Han oldum diye bahadırlığı unutmasın" diye düşünüyordu Akbalta. Tulus gök demirden zırh giyinmişti, değişik bir kalkanı vardı, eline gök mızrağını, öküzün beli gibi yayını aldı. Kaplan gibi heybetle atını mahmuzladı.
Manas, Akkula atını binip, butuna ayakkabısını geçirdi, belinde kılıcı sallanıp, baltası parlıyordu. O ak sungur kuşu gibi bağırarak alana girdi.
"Manas denen sen misin? Başını koparacağım! Ecelini ben getireceğim! Ezerim seni!" diye haykırarak Tulus gürzü Manas'a vurdu.
Çevik er Manas Tulus'un vurduğu gürze, kalkanıyla karşı koydu. Öfkelenen Manas yaygaracı bahadır Tulus'un, Açalbars ile sağ elini kesti, kaçmak isterken de baltasıyla vurdu.
Kalmuk ve Çinlilerin on iki pehlivanı sinirlenip haykırarak Manas'ı kuşattılar.
Her iki tarafın askerleri alana girdiler.
Kıyasıya dövüş ve öldürüş iki gün iki gece sürdü. Kırgızlar Akun Han'ın askerlerini toz dumana katarak sonunda yok ettiler.
Yenildiğin anlayan Akun Han, askerlerini, karargâhına bırakıp kaçtı. Manas, Akkula atına kamçı vurup Akun Han'ın peşinden gitti. Beyaz alınlı, sivri kulaklı, kasırga gibi hızlı koşan Akkula, Akun Han'ın atına yetişti. Bahadır Manas, yetişir yetişmez mızrak savurdu. Arkasından yetişen kırk yiğidin biri olan Aynakul, Akun Han'ın başını kılıçla uçurup sırlı mızrağının ucuna geçirdi ve han'ın merakla bekleyen ordusunun karşısına gelip fırlattı.
"Kırgızlarla dövüşmek isteyen düşmanın sonu işte budur" diye haykırdı Aynakul. Askerler tamamen teslim oldu.
"Bizim düşmanımız Akun Han idi! Zafer ve şeref bizimdir! Yeter! İhtiyarlara dokunmayınız. Manas askerlerini Akun Han'ın şehrine sokmadı, malına mülküne dokundurmadı"
Bahadır Manas'ın hedefi Alevke idi.
"Elinin körü, Alevke! Bir an gelir, Tanrım ele verir. Atalarımın intikamını alırım. Andıcan'ı kurtarırım. Dünyayı başına yıkarım" diye kin besliyordu.
Altay'a, mavi bayraklı kalabalık ordu girdi. Çalınan zurna dağları sarsıyordu. Bu bahadır Manas'ın avuluna zaferle döndüğünün ihtişamı, işareti idi.
Er Manas Altay'da güneş ışıldarken, beyaz çadırın arkasındaki tepeye oturup danışmanı Akbalta'ya danıştı.
"Gözbebeğim, üstadım Akbalta amca, Ala-Dağ'a göç edelim deyip duruyorsun. Sen görmüşsün, ama ben görmedim babalarımın topraklarını. Ala Dağ'da Kalmuk var, durumu bilmeden nasıl göç ederiz? Bunca halkın sorumluluğunu kim taşıyacak..."
"Oğlum, Manas! " Söylediğin doğru, haklısın. Altay'a geldikten beri Ala-Dağ'daki Kırgızların yaşayıp yaşamadığı hakkında bir haber alamadık, ya da gidip aramadık" dedi. Akbalta, beyaz sakalının sıvazlayıp kaz yavrusu gibi öterek "Bana müsaade et, ben Ala-dağ'a gidip dolaşıp yolun sağını solunu öğrenip geleyim."
"Yol uzak, aşılması zor, amca, yorulacaksınız. Genç olsaydınız, diyeceğim bir şey yoktu. Oraya ben varayım. Yerin durumunu göreyim. Göç edeceğimiz yolu bileyim. Kalabalık halkımı aramadan hep Kalmuklarla savaşarak mı yaşayacağım? Atalarımın topraklarını göreyim, diğer Kırgızları bulayım. Görmesem de Ala-Dağ'a hasretim var."
Akbalta Manas'ın söylediklerini doğru buldu. "Ala-Dağ'a gidersen, alimlerden öğrendik, bilgiçlere sorduk; Katagan'ın hanı amcan danışmend Koşoy'a git. Kırgızların aziz aslanı budur. Alevkeye başını vermeyen Ala-Dağ'daki Kırgızları birleştiren, kimseye bağımlı kalmayan, sur yapıp yiğitleriyle birlikte düşmanın canına okuyan Er Koşoy'a git, ona akıl danış! Tek güvenebilecek insan odur, sana yoldaş olacak erkek odur! Biz Altay'dan gidelim. Bu Altay bize uygun değil, Çinliler bize düşmandır."
"Yanıma fazla yiğit alırsam Kalmuklar bunu farkeder ve ben yokken halk arasından kargaşa yaratırlar. Ava çıkmış gibi gözükeyim. Kutubiy komutan olarak kalsın!" diye belini bağladı Manas, "Oralar sakin ise, yer varsa, ben döndükten sonra Ala Dağ'a göç edelim."
Altay'da şafak henüz sökmüşken uçan kuşlarla birlikte ak bulutlar da sanki Manas'ı yolcu ediyordu. Er Manas, Ala-Dağ yolunu tutup gökteki yıldızları seyrederek düz yol ile gidiyordu.
Gök yeleli bozkurt Manas yanına erzak almıştı, iyi yerlere dikkat ediyordu, kabileleri, ormanları, küçük tepeleri dolaşıp, sıra halinde uzanan dağları, geçitleri aştı, taşlara bastı, yorulan Argımak atının üzerinde oturup çeşit çeşit otlar arasından geçerek ince yapraklı, bilek kadar otlu, maralı koyun kadar olan bereketli Karkıra'ya rastladı. Karkıra'yı geçtikten sonra, yüksek dağların ortasındaki gözyaşı gibi temiz, bin pınar akan Isık-Köl'ü gördü.
Bahadır Manas attan inip mağrur duran Ala-dağ'a, mübarek Isık-Köl'e doya doya baktı, dizlenip toprağı öptü, toprağa ağzını değdirerek Tanrıya sığındı.
"Kutsal Tanrı, vatanı görmeyi nasibettiğin için sana şükürler olsun! Ala Dağım bana güç ver! Isık-Kölüm hasiyetli güç ve temizlik ver. Atalarımın kusurunu gidereyim, düşmanları kovup çıkarayım, halkımı kendi topraklarına toplayayım. Huzurunda yemin ederim..."
Bahadır Manas gölde yüzünü yıkadı, oynayıp yüzen balıkları seyretti, sevincinden gözleri doldu:
"Ah, canım Isık-Köl aradığım yer sen değil misin! Buraya insan yerleşmez mi böyle hoş yer, böyle hoş göl nerede bulunur ki?" Manas'ın vücudu gevşeyip, kendini gökte uçan kuşlar gibi, süzülen beyaz bulutlar gibi özgür ve keyifli hissetti.
Eyvah, eğer buralar dar olmasaydı, tam Kırgızların kısmetine yazılan yer imiş diye, bu yerlere sahiplenen atalarına şükretti. Ama bu toprakların şimdiye kadar Kalmukların elinde kaldığına eseflendi. Akbalta'nın gösterdiği akılı hatırlayıp, onun tarif ettiği yol ile aziz Koşoy amcamla görüşeyim diye tepeleri çukurları aşıp, rüzgarlar yarışarak gidiyordu.
Akıllı Koşoy yaşlılığa boyun eğmedi. O kadar dayanıklı idi ki, halâ delikanlı gibi gözüküyordu. Önceki karakterinden, yiğitliğinden, dürüstlüğünden hiçbir şey kaybetmemişti. Gayretinden taviz vermemişti. Onunla yarı yaştaki dostları ise gözlerinde çapak oluşup, kuvvetten düşmüş, yerinden kalkamaz, ata binemez hale gelmişlerdi. Evlerinin dibinde oturup havlayan köpeklere, böğüren öküzlere, dolaşan atlara bakıyorlardı, hiç konuşmadan! Akşama kadar bükülüp otururlardı. Akşamleyin gelinlerinin yemeğini beklerlerdi, bunamışlardı.
O Koşoş Han'ın, sallanan beyaz sakalı altın kemerine ulaşmıştı, gözleri keskin, karakuş gibi uyanıktı, hikmetli sözleri kaideye uygun şekilde söylerdi, yemeğini nezaketli yerdi, zihni açıktı. Onun adını duyanlar ona "Koşoy Han", "Koşay Ata", "Han Ata" diye diz çöküp saygı gösterirdi.
Han Koşoy epeydir ocaktaki ateşe bakıyordu. Bir anda yan cebindeki kurt aşığını eline alıp ayı derisine attı. Aşığın pozisyonu iyiliğini gösteriyordu.
Bahadır Koşoy, Manas'ın geleceğini evliya gibi bildi.
At-Başını, Geç-Töbösünü yerli yerine yerleştiren büyük kalesini taştan yaptıran, şehir kuran, yedi bölgedeki Kırgızları düzeltip halk yapan, eşsiz yiğit, akıllı, kulağı delik, keskin bakışlı Er Koşoy, hanımına gece gördüğü rüyayı yorumlattı. Koşoy han'ın hanımı beyinin kiminle karşılaşacağını önceden söyleyebilen kadın idi.
Han Koşoy'un söylediği böyle idi:
"Gece bir rüya gördüm. Rüyamda hançer kılıcımı doğuya doğru sallamıştım, o taraftaki kara dağ ikiye ayrıldı. Bu nasıl rüyadır? Elinde altın bağı var bir kara kuş almışım. Onu dünyanın dört bucağına bırakmışım. Ona yardım eden kimse yoktu. O bir arslanı avladı. Bütün canlı varlıkları öldürüyordu. Pekçok Kırgız onun gölgesine sığınmıştı. Bu nedir? Bu rüyamı yor, hanım!"
Hanımı rüyayı şöyle yordu:
"Bayım, kınından çektiğin kılıcın Doğuyu yakması, Altay'a sürülen Cakıp'ın yalnız oğlu Manas'ın gelmekte olduğun işarettir. Cesaretine cesaret katacak, sana el, yaka olacak, Bahadır Koşoy amcam diye aleme han olacakmış! Bıraktığın karakuş kahraman Manas değil mi? Açılan eteğin kapanacak, kopan bağların ulanacak, sönen ateşin yanacak, ölen ruhun dirilecekmiş!"
Hanımın sözü bitmek üzereyken, dışarıdan Kutunay denen nöbetçi telaş içinde Koşoy'a haber getirdi.
"Sevgili Han Koşoy, insandan daha değişik alp gördüm, böyle insan olur mu, karşısına çıkan yaşar mı? Benzeri görülmemiş bir adam geliyor. Boyu dağ kadar var! Böyle bir yiğit görmedim. Kara benekli kaplan gibi atılıyor. Kuyruksuz gök yeleli arslan gibi saldırıyor."
Bu haberi duyan han Koşoy, sanki hanımı oğlan doğurmuş gibi sevindi.
"Tanrım gönderdi! Hızırın yardım ettiği halk imişiz. Atalarımızın nesli Ala Dağ'a geliyor, onu görecek günler de varmış!" kahraman Koşoy, acele atına binip misafiri karşılamaya çıktı.
Koşoy amca el ayasını alnına yaklaştırıp aşağıdaki yola baktı, ki doru benekli tulpar (at) a binen, ok geçirmeyen elbise giyen, dağın yarısı kadar kocaman bir arslan geliyordu. O, arslan Manas'ın ta kendisiydi.
"Tanrım kaybettiklerimiz bulundu, bir avuç kadar Kırgızın şerefi böylece korunmuş oldu!" diye ağladı Koşoy, gözlerinden yaş akıtarak.
Arslan Manas, görünen askerlere doğru hiç sallanmadan hızlı bir halde geldi.
Er Koşoy ok geçirmeyen elbise giyip koyu doru atına binmişti. Uzun bıyığı sarkmış, patlak gözü çoban yıldızı gibi parlıyordu. Kulakları kalkan gibiydi. Savaş silahlarını kuşanıp bileğine altın çerçeveli baltasını takarak Opal dağı gibi kurulmuş duruyordu. O Manas'ın karşısına çıkıp selam verdi.
"Cakıp Bay'ın biriciği, oğlum Manas sağ mısın? Çınardan kalan ufak dalım, atadan kalan evladım Manas var mısın?"
Er Koşoy kucağını açarak yavrusuna sarılan kuş gibi Manas'ı bağrına bastı. Ağlayan Koşoy'un gözyaşları kara yağmur gibi akıyordu.
Bahadır Manas, şöyle dedi:
"Aksakallım Koşoy amca, tedbirli üstad, evliya, yukarı çekersen desteğimsin aşağı çekersen dayangacımsın, yürürsem aydın yolumsun arkamda şanlı ordumsun! Er amcam Koşoy, sağ mısın?"
Er Manas, Koşoy'un karargahına geldiğinde koşa koşa halk ona selam vererek bağırdılar, sevindiler: "Manas" diye çığlıklar attılar.
Bahadır Koşoy, dua ederek kurban olarak kısrak, ay boynuzlu inek kesti. Koşoy'un kalesinde büyük şölen oldu.
Er Koşoy ile Bahadır Manas gece boyunca uyumadılar, birbirlerine başlarından geçenleri anlattılar. Hiçbir şey saklamadan yüreklerindeki sıkıntıları çıkarıp boşaldılar.
Han Koşoy, Altay'a giden Kırgızların haberini aldıktan sonra, ne yapacağını şaşırdı. Gülse mi, ağlasa mı, bunu bilemedi, zavallı Koşoy!
Er Koşoy amca, Manas'a şöyle dedi:
"Oğlum Manas benim yerimi sorarsan, Mediyan'ın çölünde, Evliyanın geçtiği yerde, Baabedin denen anneden doğdum. Deden Nogoy Han öldüğünde, Kalmuk ve Çinliler, Kırgızları kamçıya göre taksim ettiğinde, canımı terkilere bağlayıp, kuşağımı kuşandım. Çevik kırk yiğidi yanıma alıp kalabalık Kalmuk ile tekbaşıma savaştım. Nice erkekler, öldüler, kırk yiğidim de öldü. Ben yetmiş yerden yaralandım. Akrabalarımın hayaleti bile gözükmedi. Bitkin halde dolaştım. Sonunda kimsenin bulunmadığı bir dağa çıkıp kurtuldum. Çeç-Töbö'de beslendim, yer edindim. Başıboş dolaşanları toplayıp bir yere yerleştirdim! Çaylağı eğiterek onu alıcı kuş yaptım, muhtelif kabilelere mensup kimseleri toplayıp canlandırdım! Akrabalarım az olsa da çevrem sağlamdı.
Peygambere benzeyen Kataganlı, ak sakallı Han Koşoy oğlu Manas diye söylüyordu, evliya gibi konuşuyordu:
"Terk-i dünya olup dolaşırken, Kırgızlar fedakâr, canlı, ileri görüşlü bir millettir, bu milletten bir yiğit çıkacaktır diye umutlanıp seni bekledim..."
Kahraman, akıllı Koşoy amca, oğlum Manas diye söylüyordu, anlamlı konuşuyordu.
"Oğlum, ne zaman Altay'dan göç edip kendi yerine geleceksin? Azıcık halkına ne zaman direk olacaksın? Tek başına kalan, sahipsiz kalan milletine ne zaman sahip çıkacaksın? Gel Isık-Kölü'nü bul, kulun (tay)lar seni bekliyor, kırk kabile Kırgızın ayağa kaldır."
Manas şöyle dedi:
"Özlediğim yiğit amca, evliya sıfatlı imişsiniz. Sizi görünce canıma can katıldı. Atalarımın Karkırasını, Isık-Köl'ü, Ala-Dağ'ı gördüm. Hasret giderip rahatladım. Ala-dağ'ı yer edinen, yalnız kılıç kuşanan, Kalmuk Çinlilerle savaşıp yer kapışıp yaşayan gayretli Kırgızları gördüm. Etkilendim, Cesaretim arttı, hasretim bitti. Şimdi Koşoy baba, Altay'da bir grup Kırgız kaldı. Çinliler çok, Kırgız az. Kalabalık Çinlilere tek başıma saldırdım. Çinlilerin öcü kaldı, ben onlara varayım."
Bunu işiten Koşoy amca üzüldü, gözlerinden yaş döküldü:
"Arslanım Manas, sözümü dinle! Koynu geniş Ala-Dağ'ı babalarının toprağı Tekes, Alay, Andican, Yedi-Su'yu zamanı geldiğinde görürsün. Çinliler asker gönderip Altay'daki halkına zulmetmesin! Neslimizi kurutmasın! Oğlum bir an önce geri dön! Kırgızları toplayıp Ala-Dağ'a göç! Ölmezsem, fazla geç kalmadan ardından gelirim, seni ararım, yer yeşil otla kaplandığında, halk yerleştiğinde, yaz geldiğinde karşına çıkıveririm. Nöbetçilerden haber geldi, Çinli Esen Han, Kırgızları keseceğim diye hazırlanıyormuş... Acele et, oğlum acele et!"
"Koşoy amca, dileğin cana kuvvet olsun! Sözlerin düşmana ok olsun!" diye Tanrıya sığındı Manas.
İnsanları iyi anlayan Han Koşoy adı ulu Manas'a dikkatle bakıp onu denedi :
Altın ile gümüşün,
Tozundan yaratılmış gibi.
Gök ile yerin,
Direğinden yaratılmış gibi.
Ay ile güneşin,
Işığından yaratılmış gibi.
Altı kalın kara yerin,
Dayandığı direkten,
Ay ışığı altındaki ırmağın,
Dalgasından, yaratılmış gibi.
Havadaki bulutun,
Gölgesinden yaratılmış gibi.
Gökteki ay ve güneşin,
Işığından yaratılmış gibi.
"Er Manasla kimsenin başa çıkamayacağı belli. Hasetçiden nazar, kötü niyetten dil değmesin." Dedi tecrübeli Koşoy memnun olarak.
"Karşına kimse çıkmasın, peşine düşman düşmesin! Karşına çıkan düşman mert olsun!" dedi. Adet üzerine Han Koşoy iyi yolculuk dileyerek. O, yere ve suya sığınarak, Tanrıya Manas için hayır dua etti.
"Geldiğin yoldan gitme! Geçtiğin suyu tekrar geçme! Uyuyan ulu dağların üzerinde uçarak yuvana ulaş!" dediler bahşılar davul çalıp sıçrayarak.
Er Manas Altay'daki Kırgızlar koklayarak kuvvet bulsun diye atalarının yerinden bir avuç toprak alıp mamır otuyla birlikte beline bağladı ve Koşoy ile vedalaşıp Altay'a doğru hareket etti.
Sırt üstü yatan büyük bahadırlar gibi uzanan Ala-dağ sanki Manas'ı uğurluyordu.
Çin hanı Esen Han'ın altın sarayının kulübelerinde ateş yakılıp, davullar çalındığında tüm şehir yankılandı, bir günlük mesafede bulunan yerlere kadar haber gitti. Han vezirleri, danışmanları, komutanları, büyükleri, ileri görüşleri Esen Han'ın sarayına telaşla toplandılar.
Esen Han kahrolarak şöyle yarlığ verdi:
"Bu --- kaçak Kırgızlara devleri, büyücüleri kaç kere gönderdik. Ne sağ dönen oldu, ne ganimet ile döner oldu. Yakında rahipler Kırgızların tek bahadırı olan Manas'ın Ala-dağa göç etmek için yer görmeyi gittiğini haber verdiler. Fırsat gelmiştir. Kırgızları soyup soğana çevirmenizi emrediyorum. Halkı yok olunca, Manas'ın kökü kesilecektir. Yalnız ağaç çınar olmaz. Binbaşı Coloy bahadıra ok işlemez zırh giydireceğim. Ordubaşı yine Mançu Neskara olacak. Danışmanınız büyücü Karacay olacak. Öcümü alacak bahadırlarım, öleceksiniz Kırgızlarla çarpışarak ölün! Onları yenemezseniz Çin seddini geri döneyim demeyin!"
Alemi altüst eden Coloy adlı bahadır, hanının önünde eğilip diz çöktü. O bir oturuşta yirmi okkadan fazla buğday yiyip hiçbir şey yememiş gibi kalkan ev kadar kocaman biri idi.
"Ulu gökyüzü altında eşsiz olan merhametli Esen Han! Huzurunuza Kırgızları yok etmeden gelmeyeceğiz. Manas'ın başını alıp geleceğiz!" dedi. Coloy, askerleriyle yemin ederek.
Ok işlemez, yumruk kadar düğmesi olan zırh giyen, kuzgun gibi uçan ata binen, çelik baş Kalmukların han Coloy'u ağzından duman gözlerinden alev çıkararak ordusunu harekete geçirdi. Bu biçimsiz kafirin boyu posu şöyleydi: saçları dağınık, hemen yutacak gibi hırslı, kudurmuş domuz gibi, kaşları yanmış orman gibi, hergele çobanın giydiği deri çizmelerine benzeyen kalın dudaklı, geniş kısa boylu, kalın yanaklı geniş omuzlu bir boğanın etine doymayan acayip pehlivan biri idi.
Coloy'un peşinde at oyuncusu, yürük atlı kavgacı pehlivan, iri yarı Neskara, onun peşinde papağan kuyruklarıyla süslenmiş koyu doru katırına binen Döödür Alp, onun peşinde kırmızı kolsuz kürk giyen, sancağın altında duran okumuş, nişancı Karacoy, Kırgızların kökünü kurutmaya geliyordu.
Sayısız ordunun içinde ateşten çekinmeyen devler, pehlivanlar vardı, bir bölümü süvari, bir bölümü yaya olan, kargı ile silahlanmış askerler, mızrakçılar, kurnaz yaycılar, baltacılar, kementçiler, çok sayıda nişancı, büyücü, yakarışçı olup, yeri sallandırarak geliyorlardı.
Çin hanı Esen Han'ın askerlerinin gelmekte olduğunu Altay'daki Kırgızlar iki gün evvel öğrendiler. Ala-Dağ'a, Koşoy'a giden Manas'tan haber gelmediği için telaşa kapılan Akbalta, iki Kutubiy birbirine danışarak gündüz dinlenmeden gece uyumadan avulu Bin Su'dan geçirdiler. Çam ormanlarını dolaştılar. Ulu dağ'a göç ettirdiler. Kuvvetli yiğitler ise düşmanın önünü engellediler. Kutibiy Oralma dağının burnunda durup düşmanları gözetliyordu.
Aman Allahım, kara kurt gibi çok sayıda asker tozu dumana katıp, yeri göğü sarsarak sel gibi taşıp ak sancakla akın akın geliyordu.
Kutubiy yeşil sahradan bulduğu Telkızıl atını sağdan soldan kamçılayarak Kırgızlara geldi ve vahim haberi ulaştırdı. Bu arada :
"Size ejderhanın ayağına basmayın, Çinlilere dokunmayın diye söylemiştim. Şimdi beni derde soktunuz.. sonunda bunu göreceksiniz. Akbalta, sürekli Manas'ı şımartıp yapacağın bu muydu! Hani senin bizi Çinlilerden kurtaracak Manas'ın? O başıboşun nerede olduğu belli değil! Kahrolası hayırsız Akbalta!" dedi Cakıp hiddetlenerek.
Akbalta yerinden fırlayıp şöyle dedi:
"Olsa olsa ölürüz, Cakıp. Ölmeyen kim var? Döşekte yatarak ölmektense, savaşarak ölmek daha iyi değil mi? Ölümden korkan onurlu mudur? Dertli başımız yere girinceye kadar, Kara Hitay Mançu ile çarpışmayalım mı yani! Manas bizi Kalmuklara ezdirecek biri değil. O ya bunu bilmiyordur, ya da buraya ulaşamıyordur. Kalmuklara boyun eğeceğimize çarpışarak ölelim! Gayrete gelin millet!"
"Düşmanın önünü keselim!" dedi Bozkurt Kutubiy haykırıp, Kırgızı düşmana bırakıp arslana nasıl cevap vereceğim diye gülümsedi, aç arslan gibi gerilip, demir mızrağını eline aldı." "Manas" parolasını haykırarak tek başına düşmanlara saldırdı. Sağa sola bakmadan, canını dişine takarak düşmanla burunburuna geldi, mızrağını iki sıra yiğide sapladı, kılıcı kırılsa yayını çekerek dişediş dövüştü.
Yetmiş aile kırgız içerisinde düşmandan kaçan sadece Cakıp oldu.
Akbalta gelen düşmanı görüp azıcık Kırgız askerlerini idare etti.
Aç buudan atı gibi kabaran Coloy, ellerinde bayrak tutan askerlerini Kutubiy'e doğru harekete geçirip akını başlattı. Oklar dolu gibi yağdı. Yay okları ateş olup yanıp değdiği yeri yakıyordu. Yiğitlerin topuzu ve sırhları parçalanıyordu.
Kutubiy'in Telkızıl atı ermiş bir tulpar idi, yiğidin atı yiğitle eş idi. Gerektiği yere kalabalığa kendisi girerdi, bazen dört ayağıyla sıçrayıp, yiğitler gibi dövüşürdü. Gerektiği yerde kendini bir yana atıp düşmana fırsat vermezdi. Bunca düşmanla tek başına savaşan Kutubiy'i gören kuvvetli, cesaretli Akbalta "Canımız bir, kader ahbabım, ecel gelmişse ölürüm, ölmezsem seni kurtarırım" diye Kulager atını kamçıladı ve bağırarak kalabalık arasına girdi.
Ay gibi sarı çölde savaş yedi gün sürdü. Er Balta amca, yedi yerinden yaralandı, iki gözü hasar gördü. Cesaretli Kutubiy, doksan yerinden yaralanıp kanlar içinde kaldı. Askerler kuvvetten düşüp halsizlendiğinde Çinliler demir iple kuşatıp belini bükmek üzereyken Akbalta miskin bir halde vasiyetini söyledi:
"Sevgili Kutubiy, baktım Manas görünmüyor, gebereceğiz. Arzu ettiğim Ala Dağ'a ulaşmadan öleceğiz, kafirin elinde öleceğiz."
Akbalta'nın sözünü işiten Kutubiy sanki vücuduna bir şey batmış gibi fırladı.
"Amcacığım, Akbalta bereketim! Bahadır senin gibi olur mu? Kalmuklarla çarpışsak Balta amcam yardım edecek, düşmanın heybetini kıralım diyecek, derdim. Yiğidin eceli yiğitten gelir. Amca ne dersin? Kuvvetten düşmüş isen altın var, vur kaç savaş yaparız! Dayan amca!" dedi Kutubiy Telkızıl, atına rastgele tepinip, gözlerinde ateş çıkıp Balta'nın bindiği Kulager atın dizginini elinden alıp ileri atıldı. Tulpar gibi ince kuyruklu yürük at olan Telkızıl, deh der demez acayip heybetli göründü, dağ sırtını, tepelerini aşıp iki yiğidi kurtardı.





İki yiğit arkasına baktı ki, Kara kalmuk ve Çin akerleri artık gözükmüyor.
Bu esnada Akbalta, Kutubiy'e çocuğu gibi yalvardı.
"Kurbanın olayım Kutubiy sönen ateşimi tutuşturdun, ölen canımı dirilttin. Canım sana kurban olsun. Ölmezsem halkıma bunu anlatacağım, eski Noygut halkına seni han yapacağım!" dedi Akbalta yere dirsekleriyle dayanarak.
Yiğitler, şafak sökünce atların kişnemeleriyle uyandılar. Buna sevinen, sadece Kutubiy ile Akbalta değildi, onların iki atı da kişneyip ön ayaklarıyla yere vuruyordu.
Tümsekli dağları yankılandırarak kişneyen Manas'ın atı Teltoru idi.
Göz kırpıp açıncaya kadar boz tepe ile burundan Gök yeleli Bozkurt manas birdenbire güneş gibi parladı. Onu gören Akbalta ile Kutubiy'in sönen ateşi yeniden tutuştu. Tekrar ggayrete gelip cesaretlenen iki yiğit Çin ve Kalmukların kalabalık askerinin önünü kesip atılıp gelenleri saf dışı ettiler.
"Ey, arslanım Manas var mısın? Ey yalan dünya daha göreceğimiz güneş, içeceğimiz su varmış!..." Akbalta'nın gözlerinden yaşlar akıyordu.
"Balta amca sağ mısın?" dedi Manas, bağırıp "Göç edenleri gördüm, halk sağ salim! Sadece ikinizi bulamadım. Çok merak ettim."
Bu esnada Cakıp, Toruçar atıyla sallana sallana çıkageldi. Manas'a iki yiğidin Çinlilere gösterdiği kahramanlığı anlattı.
Cakıp Bay'ın sözünü işiten Er Manas düşmana arslan gibi atıldı.
Gök yeleli Bozkurt Manas, sır mızrağını eline alıp öfkeyle bağırarak Çinli ve Kalmuklara saldırdı.
Manas, Cakıp geldiğinde zavallı Balta zırhını giyip beyaz kartal gibi bağırdı:
"Hey, arslanım sağlıklı geldin mi?" Kendisi kaşınan Çinlilerle dövüşüp eğlenelim! Halk uzaklaşıncaya kadar savaşı yapalım, oğlum Manas sözümü dinle!"
"Ne diyorsun, Balta Ağa?" dedi Manas, silkinerek. Manas silkinirken dağlar sallandı. "Seni Kırgızların okumuşu biliyorduk, bu söz de nereden çıktı? Vur kaç savaşı yaparsak Kırgız'ın Manas'ı kaçtı demezler mi? Bundan düşmün cesaretlenmez mi! Arkamızdan kovalıyan birer birer yakalamaz mı! Balta amca, seni dinlemem! Ecelim gelmişse öleyim!"
Akbalta utancından ölecek gibi oldu.
"Yapma, Akbalta kuvvetten düşmüssün! Evine dön! Ecelim gelmişse ölürüm! Ben bunlara saldıracağım! Bunlardan öcümü almadan nasıl yaşayacağım!" Manas dişlerini gıcırdatıp hiddetlenerek Toruçar atının başını çevirdi, silkinerek iki yanına bakındı.
Kan kaybından halsizlenen Akbalta çok üzüldü, alındı, telaşlandı, gözü doldu. O ellerini kaldırıp Tanrıya yalvardı:
"Ah Tanrım! Bu Manas binlerce askere tek başına girdi. Yalnız at yokuştan geçmez. Manasın yalnız başına başa çıkamaz. Gökte ay olmazsa gece nasıl olacak?
Çinlilere yenik düşerse azıcık Kırgızın hali ne olacak? Kuvvetli Çinlilere yenilirsek adımız kötüyü çıkar, dünyada kötü adımız kalacak, Tanrım güç ver! Biricik Bozkurtu koru!"
Akbalta'yı Manas'ın çorosu evine götürdü.
Manas, kınsız kılıcını kuşanıp yağmurunu dökecek bulut gibi heybetiyle kırklar ve Kutubiy ile beraber Toruçar atının yönünü çevirip gelmekte olan kalabalık düşmana doğru yöneldi.
Çinlilerin cesur yiğidi, tecrübeli, açık göz Neskara arslan Manas'ı gördüğünde, az kalsın kendini kaybedip atından düşecekti.
"Ah, babam Coloy, şuna bak! Benim gördüğüm şu belayı gördün mü? İşte tepedeki benekli ata binen adama bak, suratı değişik, acaip güçlü, heybetli biriymiş. Siyah benekli kaplan gibi saldıran, çolak gök yeleli arslan gibi ağzını açan, görünüşünü gördün mü? Onunla çarpışan sağ kalmaz! İşte o Manas'ın ta kendisidir! Başa çıkılacak arslan değil. Bu korkunç Kırgız hayatta kaldığı sürece, göreceksin, Pekin'in altüst edecektir. Coloycuğum, akılla iş görelim, onunla çarpışmadan at hediye etsek mi acaba? Şimdilik barışıp sonra daha fazla asker toplayıp yakalasak?
Coloy şöyle dedi :
"Büyüğümüz Esen Han gönderdikten sonra, savaşmadan nasıl gidelim"
Dönersek Manas'tan korkup kaçmışsınız diye başımızı almaz mı? Bize kalsa bu kan içenle, dövüşür müydük. En iyisi hep beraber harekete geçelim! Askerleri sürelim. Onlar yorulup kuvvetten düştüğü zaman yakalarız!
Coloy ile Neskara kurulup duran Manas'a önce askerlerini sürüp kargalar gibi atıldılar.
Pehlivan Karacoy'un komuta ettiği bin yürük atlı, gergedan binen Döödür Alp'ın komuta ettiği bin savaşçı, Boroonçu'nun komuta ettiği bin yaycı, kılıç kullanan bin askeri idare eden Neskara ve Coloy askerlerin arkasından bağırıyordu "İleri! Pis Kırgızları yakalayın!..
"Manas'ı boş bırakırsanız, yandınız pehlivanlar, hepinizi geberteceğim! Saldırın!"
Pehlivanlar bunları işittikçe meşhur gök yeleli Bozkurt Manas'a kudurmuşcasına saldırıyordu.
Oşpur'un oğlu Kutubiy küçüklüğünden beri Manas'a sadık candan dost idi. Manas'a yiğitçe şöyle dedi:
"Baktım, can dostum Manas! Hayatta kaldığım sürece yanında olacağım! Ecel gelmişse beraber ölürüm! Bu kafirler ile kuvvetimiz tükenene kadar, ölünceye kadar savaşalım, Manas!".
Bunu işiten Bahadır Manas daha cesaretlendi, kendini yenilmez arslan gibi hissetti.
"Karınca gibi Çinlileri kurutalım, sürelim! Çinli, Kalmuk, Mançu savaşmadığımız, çarpışmadığımız halk değil ki! Yenmediğimiz halk değil ki!.."
Er Manas, Kırmızı Toruçar atını okun delemediği zırhla örterek Çinlilere karşı nefretle savaşa girdi.
Düşman yeryüzünü duman gibi kaplamıştı, gökteki yıldızlar kadar çoktu. Çinlilerin çokluğundan kara toprak görünmüyordu, gök ve güneş görünmüyordu.
Bahadır Manas, Toruçar atıyla saldırıya geçip dağ gibi pehlivanları safdışı etti, kılıcıyla kesti, dalgalar gibi gelen Çinlileri tarumar etti. Her yer toz duman oldu, dağ deresinde pınar gibi kanlar aktı.
Kahraman Manas, Hızır'ın duası okunan gök yelesiyle kalabalığa girdi. Çinlilerin kırk pehlivanını ortaya alarak yağmur gibi ok yağdırdığını görmedi.
Kırk oğlanın öldüğünü Manas sonra öğrendi. Çocukluğundan beri beraber büyüyen, beraber oynayıp, beraber yatıp kalkan, beraber at koşturan çorası kırk oğlandan ayrıldığı için, onları kurtaramadığı için Gök yeleli Bozkurtun gözünden yaş döküldü, kemikleri sızlayıp üzüntüye boğuldu.
Kahraman Manas'ı işte şimdi görmelisin ki, o sağa sola bakmadan, ölümü hiç düşünmeden, kırk arkadaşının intikamı için dalga dalga gelmekte olan Çinlilerin yiğitlerini sırasıyla gebertiyordu.
Çevik, tatlı dilli, dövüşmeden geri kalmayan müthiş bahadır Kutubiy ok gibi hızla Kalmukların Borunçu denen bahadırına taşa, çamura girmiş gibi giren sırlı mızrağını sapladı.
Gözde bahadırının öldüğüne öfkelenen Neskara ve Coloy "Esenhan'ın karşısına canlı gitmeyelim" diye kalabalık Çinlilere bağırıp Kutubiy'i kuşattılar. Kutubiy sadakçı, yaycı, mızrakçı pehlivanların kuşatmasında kalınca hayattan umudunu kesti.
Arslan Manas çaresiz kalan Kutubiy'i görüp, onu kurtarmak için kalabalık askerin arasına girdi. Şöhreti alp erleri atından devirdi, kan akıttı, gittikçe hırslanıp kükredi.
Manas'ın ejderha gibi heybetinden, binlerce Manas olup görünen gök yeleli Bozkurttan korkan Çinlilerin bahadırları rastgele kaçtılar.
Manas'ın haykırışı taşları parçalıyordu, çok sayıda Çinli ve Kalmuk'u safdışı ederek bahadır Kutubiy'i azaptan kurtardı.
İki eren, kaçan düşmana göreceğini gösterdi. Biri mızrak savurdu, biri kesti, biri ortaya girse, biri yana çıkıp kaçan düşmana soluk aldırmadı.
Ölen atların leşi dağ gibi oldu. Bir o kadar da yiğit ölmüştü. Ovalar toz duman oldu. Çukurlarda kızıl kanlar akıyordu.
Ölümden kurtulan Çinliler ise ne yapacaklarını şaşırıp, kaçtılar.
Düşman Altay'daki Kara Dağ'a dayandığında Çinli ve Kalmukların bahadırı Neskara, Manas'ın önüne geçti.
"Bahadır Manas sözümü dinle! Kırgızlarda söz uludur. Ululuğunu bileyim, töre bilirliğini göreyim. Arslanlığını gördük. Canımıza okudun, öcünü aldın. Ey bahadır biz sana itaat ettik. Sana atımız, başımız hediye olsun! Başımızı keseceksin işte buradayım! Öldüreceğim dersen işte ordu! Gerçek arslan isen söze gel. Üç gün ara verelim! Cesetleri gömelim! Başımızı toparlayalım! Beyimiz, hanımızla danışalım! Askerler kaçmaz. Üç gün sonra Çinli ve Kalmukların hanı diye seni han yapalım! Halka haber verelim! Sinirlenmeden söze gel, bahadır!




Neskara böyle dediğinde arslan hiçbir şey düşünmeden üç gün ara verdi. Er Manas çarpışmayı durdurdu.
Şeytanı bile kandırabilen Neskara mavi çiçekli elbisesini giyerek askerlerinin yanına gitti ve yelek giyen Kalmuk ve Mançuların kuvvetlerini, Çinlilerin ünlü devlerini topladı.
"Bahadırlar onu üç gün süre ver diye kandırdım. Ona seni han yapacağız dedim. Kırgızlar hayal görüp hazırlıksız yatadursun. Biz Esen Han'dan asker isteyelim. Asker toplayıp kendimize gelelim, onlar saldırana kadar hazırladığımızı görelim. Kırgızları gafil avlayalım!"
Neskara'nın sözünü işiten büyükleri, yiğitleri yelek giyen kuvvetlileri, onun sözünü uygun buldular.
Neskara nişancı karacoy'u yanına çağırdı. Devlet memuru olan Karacoy güzel ata binmişti, altından perçem takmıştı kırmızı yeşil giyinmişti, ay gibi sararmış düzlüğün yarısı düşmanla örtülmüştü. Düşmanı tilki gibi avlayan, bir ok atımındaki iğnenin deliğine vuran, yürük at gibi koşan, çevik Karacoy geldi.
"Bahadır Karacoy artık Çin tarihine damganı vuracağın zaman geldi. Sana at başı kadar altın hediye verilecek! Adın taşa yazılıp ulu saray'a konulacaktır. Bu Manas'ın canı bindiği atında imiş. Atından ayrılırsa işi kolay. Bunu yapmazsan Esen Han bizi köpek gibi cezalandırır."
Karacoy söz verdi. Çinli ve Kalmuklar taştan barikat kurup düşmana karşı üç gün hazırlandılar.
Çinlilerin kandırdığını Manas, geç anladı.
Verilen süre dolduğunda, üç gün üç gece geçtiğinde, tanyeri ağardığında Çinli ve Kalmukların kalabalık ordusunda davul çalınıp, kaynaşan askerler Kırgızları kuşattılar.
Dev Manas kemerini bağlayıp kalabalık düşmana tek başına saldırıp mızrağıyla devirdi, baltasıyla parçaladı, kalabalığı bozup böldü, onları karıştırıp şaşkına çevirdi. Kahraman Manas Kalmuk beylerini nehire döktü, Kutubiy onların çoğunu yok etti.
Nehirden geçemeyen Coloy suyun akışını takibederek sersem gibi kaçtı. Arkasından beyaz ata binen Karacoy üç bin askeriyle kurtuldu. Nehrin öteki kıyısında duran Coloy geçidi engelleyip, örgü saçlı askerlerini geri çevrip çarpışmaya sevketti, kaçanları olduğu yerde öldürdü.
İki tarafın askerleri nehrin iki kıyısına ayrılıp birbirlerine yay çekiştiler, hakaret ettiler, top yekün savaştılar, zırhlar parçalandı, çarpışma çok şiddetli sürdü.
Kara duman gibi görünen kalabalık düşmanın karşısına, Manas yalnız başına dağ gibi dikildi. Toruçar atını oynatıp düşmanı alt üst etti. Canavar gibi atı yiğit Manas ile aynı gün doğmuştu. O arslan Manas'a layık, yorulmaz, büyük tuynaklı, geniş sağrılı, yürük at idi. At boynunu bükerek kanatlı tulpar (at) gibi uçarcasına koşuyordu.
Toruçarı gören Karacoy gözü dönüp Manas'ı bekledi, ama fırsat bulamadı.
Kalmukların Coloy'u Manas'ın karşısına çıkıp onu Karacoy'a yaklaştırmak için çare düşünerek atını çevirip şöyle dedi:
"Suya konulan tulum gibi kabaran Alp Manas. Atlarını paramparça edip kökünü kazan Coloy benim. Şimdi seni kurutacağım, buraya çık!".
Bunu işiten Er Manas, atını kamçılayarak Coloy'a bağırdı:
"Kadın değil erkeksen, sözünü tutacaksın, arslansan durduğun yere dur, söylediğinden kaçmadan dur!".
Er Manas, Toruçarını mahmuzlayıp ejder gibi gazaba gelip, pars gibi gözü dönmüş olarak tereddüt etmeden gürleyerek Coloy'a mızrak fırlattı. Kızan Manas at koştururken Çinlilerin nişancısı Karacoy'a rastladığını farkedemedi. Bu fırsatı yakalayan Karacoy büyük bir taşın arkasına saklanıp Manas'ın Toruçarına ok attı.
Yürük at olan Toruçar dağ koçu gibi gözünü kızartıp yere düştü. Er Manas onun üzerinden sıçrayarak atının başını kaldırdı. Yüreğine saplanan oku çekip aldığında kan fışkırıp akmaya başladı. Gök yeleli Bozkurt, etrafını kuşatan düşmana bakmadan küçüklüğünden beri birlikte olduğu sırdaş ve candostu olan Toruçar atından ayrıldığına çok üzüldü.
Davullar çalındı. Coloy bağırdığında, arslan Manas ancak iki tarafına bakınıp kendine gelerek savaş silahını eline aldı. Onun cesareti hiç kimseye zerre kadar aldırış etmeden, Kalmuk, Çinli ve Mançu'ya on paralık kıymet vermeyerek, gözlerinden ateş saçmasıdır. Cesareti olan Çinliler, ona saldırdıkları zaman büyük yangına tutulmuş gibi kaçtılar. Manas'ın silahına hedef olanlar, can verdiler.
Çinli ve Kalmuk askerleri ölesiye haykırıp onu canlı yakalayacağız diye taş üzerindeki duran Manas'ı kuşattılar, ama ona dokunmaya cesaret edemediler.
Bu sırada kaplan Manas'ın aklına can dostu Çeç-Töbüsü'ndeki Han Koşoy geldi. "Han Koşoy amca, peşinden geleceğim demişti. Gelme zamanı geldi. Şimdi gelse ne iyi olurdu, unutmuş olmasın, amcacığım" dedi Manas.
Manas kendi kendine söylenirken daha ağzını kapatmadan dağ sırtındaki yüksek yayvandan toz duman yükseldi. Yükselen toz dumana bakınca gördü ki, insandan farklı bir ermiş, elinde gök bayrak tutan beyaz sakallı ihtiyar Koşoy çıkagelmez mi! Sarı kaplan yürük atını kamçılayıp, ecelim gelmişse öleyim, Altay'daki Manas'a destek olayım, Cakıp'ı sağ salim Ala Dağ'a getireyim diye Aymanboz atını Manas'a hediye etmek için onu yedeğe alarak on iki bin askeriyle acele gelmekte idi.
Koşoy silahlı askerleriyle tam zamanında yetişip geldi. Koşoy amca, Çinli askerleri görünce haykırarak yay çekip çarpışmaya başladı.
Han Koşoy taş üzerine sıkışıp kalan Manas'a doğru geldi, Aymanboz'u yedeğe alıp haykırarak girdi.
"Ey Kaplan Manas, yurduna vardım, kimse yoktu. Kırgızlar yok olmuş diye çok korktum. Böyle kötü bir rüya görünce hemen sana ulaşayım diye acele etmiştim. Askerlerin izini takip ederek sana geldim, kırk oğlanın öldüğünü gördüm. Seni sağ salim göreyim diye iki gözüm dört oldu. Demek başın sağmış, şimdi ölsem de gam yemem. Atın ölmüş. Bu Aymanboz'a bin, göreceksin ki, sana layık hayvandır. Terkide savaşta giyilecek giysi var, sana hediyedir."
Gözlerinden ateş saçan Manas gökte aradığını yerde buldu. Boz cepken (giysi) i giydiğinde kayalı dağ gibi göründü. Ön tarafı beyaz altınla arka tarafı baştan başa gümüşle süslenen Moğol eğerini Aymanboz'a yerleştirdi. Üzengisine basmadan sıçrayarak binip yetmiş bin Çinliye karşı tek başına saldırdı.
Kahraman Manas "Manas" nârasını atarken, hayatta kalan Kırgız ve Kazaklar da Çinli ve Kalmuklara saldırdılar.
Manas, Koşay ve Kutubiy düşmanın canına okudular. Çinlilere nefretle haykırdılar. Çinlilerin yelek giyen kuvvetlileri ve beylerin cesetleri alanı doldurdu.
Er Manas, Çinlileri sürüp geniş Altaydaki dokuz dağın birleştiği dokuz yol kavşağına kuşun uçup geçemediği dar yola geldiğinde Koşoy Han, Manas'a bağırdı.
"Oğlum Manas, beni dinle! Atının başını geri çevir!"
Bahadır Manas, kahrından çırpınıp ihtiyarın sözünü dinlemedi.
"Bırak beni amca! Yolumu kesme! Kuvvetimi gör. Çinli Kalmuk ve Mançuları yağma edeyim. Onları yok edeyim. Öcümü alayım. Hanına kadar kovalayıp tümünü geberteyim! Kendisi kaşınan kafire göreceğini göstereyim!"
İhtiyar Koşoy, at koşturup gelip Manas'ın atının geminden tuttu.
"Gök yeleli Bozkurt Manas, beni dinle! Çinliler böcekler kadar çok, kan içmekten çekinmeyen, ölüm nedir bilmeyen intikamcı bir millet. Akılsızca yalnız başına çarpışacak millet değil. Pekin ile çarpışmak istersen sana el ayak olacak Kırgızın yok. Boşbuşuna tehlikeye atılma! Bir sene hazırlık yapıp adam toplayıp kalabalık ordu oluşturalım. Hazırlandıktan sonra gazaya çıkalım, oğlum! Kendine gel!"
Manas, Hızır gibi yetişen ihtiyar Koşoy'un askerleri nehir kenarında gecelemek için durdular.
Kutubiy, adamlarını saydı ki nice yiğitler ölmüştü. Kırgızlar Tal-Mazardan, Kara-Kırçından taş bulup taşın üzerine şiir yazdırıp diktiler, şehit olan yiğitleri altın gümüşten yapılmış kemerleri, eyerleriyle beraber gömüp, yer suya tapındılar.
Altay'da, Orhon'da mezarların başına dikilen endamlı yüsek taşın üzerine elinde kılıç tutan alp erenlere ithaf edilerek şöyle yazılmıştı:
"Tanrım güç verdiği için Han babamın ordusu kurt gibi, düşmanı koyun gibi oldu. Tanrı buyurduğu için illiyi ilsizleştirdik, hanlıyı hansızlaştırdık. Düşmanı tutsak kıldık, dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Bütün Türk halkı için kutsal, altın kurt başlı bayrağı yükselttik!"
Er Manas'tan, Kırgız erenlerinden canlı kurtulan Çinliler Pekin'e doğru kaçtılar. Kaçanların başında arabaya binen, yetmiş yerinden yaralanan Neskara, altı yerinden yara alan büyük Coloy, Karacoy ve Döödür denen pehlivanlar vardı. Onlar ordusuna bakmadan yolda ah vah çekip, halsizlenip altmış gün yol yürüyüp dördü birlikte Esen Han'ın huzuruna şaşkın bir halde girdiler.
Gözün ulaşamadığı kule ışıklandırıldı, çanlar çalındı.
Manas'ı gebertip kökünü kurutup gelin diye güvenip gönderdiği bahadırların bu halini gören Esen Han'ın ense saçları diken diken oldu. Esenhan elbiselerini fırlatıp onlara gök kaplan gibi atıldı ve pehlivanlarının göğsündeki belgeleri, başlarındaki perçemlerini yolup alıp onları han sarayından kovdu.
Her türlü çareyi düşünen Esen Han kahin danışmanı ile üç gün danışıp sonunda padişaha bağlı komutanların tümünü değiştirdi.





ATALARIN YURDUNDA (I. Bölüm)
Kış oldu. Yaz geldi. Aradan bir yıl geçmesine rağmen Manas'a Kırgızlara ne Kalmuk askeri geldi, ne de Çin askeri geldi. Bahadır Manas halkını Kalmuklardan ve Çinlilerden yiğitçe kurtarıp birleştirdi.
Yer yeşerip otlar bittiğinde otuz iki yaşına giren Manas gözüne ilişen kimselere heybetini gösterir, çöldeki kamış gibi bıyıklarıyla buz gibi soğuk görünürdü. Evinde üç gün üç gece yalın kılıcına yaslanıp kaldı, hiç uyumadı kimseyi de kabul etmedi. Kalmukların elçisi, İranlı tüccarbaşı ve Arap'ın kervanbaşısıyla da görüşmedi. Onun sırrını bilen kırk çorası: "Bahadır boşboşuna sinirlenmez, bir şey olmuştur, ya Çin'den haber almıştır ya da birliği olmayan, birbirleriyle çekişen soydaş Türklerden bir şey geçmiştir? Ne olursa olsun bahadırı rahatsız eden bir şey var. Bu bir felaket de olabilir." Diye korktular Manas sakinleşmeden kimse ona soru sormaya cesaret edemedi, doğru sözlü Bakay da sormaya çekindi.
Dördüncü gün, Han Manas kalabalık Kırgızı, Türk kabilelerin reislerine, iyi düşünceli mümtaz kişilere, komutanlara yedi gün sonra gelsin diye haber gönderdi. Haberi alan akıllılar, yurdun ileri gelenleri, ben Kırgızım diyenler söylenen günde Manas'ın avuluna toplandılar.
Manas'ın beyaz çadırı bir baştan öbür başa kırk kanatlı çift akotağ idi. Beyaz çadırın önünde gümüşten yapılan iki arslan vardı. Arslanların önünde de mızrak tutan, kılıç kuşanan öncü yiğitler vardı. Kırk yiğidin başı Kırgız avuluna gelen misafirleri sayıp yerleştirdi. Kurultayı Altay'daki altmış kabile reisi, altı yüz akıllı ihtiyar gelmişti.
Bütün millet toplandığında bahadır Manas şöyle dedi:
"Halkım, milletim! Andican'dan haber aldım. Atalarımızdan kalan, göbek kan damlayan yere, Andican, Ala-Dağ, Yedisu, Alay'a göç edeceğiz. Allevke'ye Kalmuklara yenilip yaşadığım günler zehir olsun. Zamanım geldi. Alevke'nin boyunduruğundan halkımı ve toprağımı kurtaramazsam yaşamayayım, doğmamış olayım! Ben Ala-Dağ'a atlanacağım. Gönlünden isteyen bana katılsın! Kalacağız derseniz mukaddes Altay ata toprağıdır, kimse sizi zorlamayacaktır, kendiniz bilirsiniz.
" Kıpçakların akıllısı Taz sözü kesti: .
"Ey millet! Babanın gönlü oğlunda, oğlunun gönlü dışarıda denir ya! Beni oğlum buraya deveyi yedelemiş gibi yedeleyip getirdi. Altay'dan gitmeyeceğim dersem de oğlum Ürbü Manas'ın arkadaşıdır, hem nişanlıdır. O tarafları özlüyor. Oğlum beni yedeğe almıştır. Kırgızlar göçmese de ben göçeceğim."
Halkın gülmesi üzerine Ürbü yere baktı. Taz'ın sözünü Aydarkan'ın oğlu Er Kökçö destekledi.
"Ey, millet! Ürbü'ye gülmeyin. Yedisu verimli yerdir. Altay'dan eksik değil. Siz kalsanız da ben gideceğim." Dedi Kökçö.
"Kökçö yakında, Yedisu'dan nişanlanmıştı."
"Belâlı kadın ise peşinden gitmeyen erkeği gör!"
"Kadın hanı bile peşinden götürür."
"Bu erkekler gazaya değil, kadına gidecek değil mi?" diye ihtiyarlar ve gençler Ürbü ve Kökçö'yle eğlendiler.
"Millet, eğlencenizi bırakın, bir karara vardım." dedi. Akbalta heybesinin iki ağzını açarak: "Ala-Dağ'a gideceğim diyenler heybenin sağ ağzına, kalacağım diyenler sol ağzına taş atsınlar."
Toplanan halkın tümü heybeyi tezek gibi taşlarla doldurdu. Neticede Altay'daki Kırgızlar Ala-Dağ'a hep birlikte göç etmeye karar verdiler. Manas Altay'da kalacak Kırgızlara "Sizden ayrılıyoruz, yine buluşuruz" diye Türk soydaşlarının reislerine, akıllılarına, beylerine, bahadırlarına, her baba-oğula elbise giydirdi. Avulbaşı, yurt ağası ve aksakallılarını birden ata bindirdi.
Kırgızların beklediği gün geldi. Manas'ın beyaz çadırında borazan öttürüldü, altın davul çalındı. Altay'ın acayip kızaran dağları muhteşem bir şekil aldı. Yurtta insanlar kara karga gibi kaynadı.
"Atlanalım, millet! Altay'ın hasiyeti, yardımcı olsun! Ataların kemikleri, ruhları razı olsun! Tanrım bizi sağ salim ataların toprağına, Ala-Dağ'a ulaştırsın, yolumuzu açık kılsın." dedi Koşoy sungur kuş gibi yüksek sesiyle.
Altay'daki Kırgızlar atalarından kalan âdetlerin gereğini ustalıkla yerine getirip kaidesiyle göçmeye başladılar. Göç edenlerin sayısı toplam altmış bin aileye ulaşmıştır.
Büyük obadan yola çıkan göç kafilesi yürüye yürüye doğrulup sıra haline geldi. Kafilenin başında Han Manas, ondan sonra bayrak tutan Kutubiy, ondan sonra Han Koşoy idaresindeki aksakallılar, erkekçe giyinen kırk yiğit vardı.
Ondan sonra yavaş yürüyen ata binen Çıyırdı hamın ve kadınlar grubu vardı. Deve yedekleyen süslenmiş kızlar, hayallere dalan gelinler vardı. Ondan sonra halı örtülüp beyaz çadırın eşyaları yüklenen altı yüz deve vardı. Develerin önünde zil takılmış siyah deve vardı. Cakıp Bay hayvanlarımdan olmayayım diye ay şeklinde damgalanan atlarının peşinden gidiyordu.
Bakay yolun ilerisini kontrol edip mola verilecek bir yer buldu.
Büyük kafileyi dört taraftan koruyan Er Koşoy'un askerleri idi. Manas'ı Ala-Dağ'a, ata yurduna getireceğim diyen patlak gözü çoban yıldızı gibi parlayan, kulakları kalkan gibi olan Han Koşoy değil miydi?
"Kuzum, Manas! Düşmana beraber karşı koyalım, berabe yaşayalım. Andıcan, Altay, Yedisu'daki kırgızları Kalmuklardan ve Çinlilerden kurtaralım. Ölünceye kadar bayrak altında duralım! Hanlığa bak! Kaynaşan Kırgızlara han yapalım! Darmadağın olan halkını bir araya topla!" diyen Koşoy değil miydi? Kırgızların hayırlı gücünü yolda öğrenen Kazak ve Türk kabileleri grup grup avulun kenarına çıkıp ekmek, su verdiler, "dinleniniz, yoruldunuz" diye pişirdikleri etleri verdiler.
"Ala-Dağ'a sağlıklı ulaşınız. Uzak yolunuz kısa olsun. Tanrı yolunuzu açsın! Kötü niyetliler yoldan kaçsın!" diye hayır dualarda bulunup göçü yolcu ettiler.
Altay'dan yazda yola çıkan Kırgız kafilesi at ayağı değmemiş yollarla, derecelerle, otların çiçeğini seçip, suyun temizini içip, mola verip konaklayıp, kaç gün kaç gece yol yürüyüp hedeflediği yeni yurduna güzün son aylarında ulaştı.





İki ay boyunca yolda Akbalta suratını asıp dalgın ve suskun yürüdü. Manas bunun farkında idiyse de bilmemezlikten geldi. Bir gün kuşluk vaktinde Akbalta Manas'a kendisi geldi.
"Oğlum Manas, Ala-Dağ'ın ucu göründü, göçücü kuşları göremeye başladım. Ala Dağ'a kadar yolumuz açık, iyi gitti. Şimdi oğlum, senden istediğim bir şey var." dedi Akbalta yere bakarak.
"Söyleyin, amca" dedi Manas.
"Ben Tanrı'nın huzurunda sadece kendi başım için değil, Noygut halkı için de hesap vereceğim. Halkını Çinli ve Kalmuklar'dan kurtardın, özgürlüğüne kavuşturdun. Senden istediğimiz şey buydu. Bugünleri de gördüm. Oğlum, ben yaşlandım, kuvvetten güçten düştüm. Birçok kez evlenmiş idiysem de çocuğum olmadı. Ala-Dağ'ın havasını aldığımda, kuşlarını gördüğümde bitkin bir hale düştüm. Yurdum Sarı-Köl'ü özledim, halkım Noygut'u özledim. Halksız kalan topraklarım var, başıboş dolaşan talihsiz halkım var. Onları bulayım. Halkımı toplayayım. Muradıma ereyim. İsteğim şu, Kutubiy'i ver. Bu lütufta bulunsan Sarı-Köl'e sağ salim ulaşsam, onu han yapacağım! Sana kanat olsun. Manas'a layık oğlum vardiye onu evlat edineyim!".
Bunu işiten Cakıp Bay'ın kalbi yanıp tutuştu.
"Yarı ekmek bulsak eşit paylaştık, iyi dileği beraber diledik, Baltacığım.
Acıları beraber paylaştık, düşmanla beraber savaştık, Baltacığım. Topraklarımızı beraber koruduk, ölüme ortak olduk. Sizin gibi cana yakın adamı bulabilir miyim? Şimdi ayrılırsak, tekrar görüşebilir miyiz?" dedi Cakıp'a ağlayarak.
Manas gevşedi.
Akbalta ile Cakıp Bay birbirene sarılarak ağlaştılar.
Manas şöyle dedi:
"Kurbah olayım Akbalta, babam olmaya layık evliya! Halk içinde kut oldun! Düşmanla çarpışmada baş oldu! Elime alsam bayrak idin, atımı bağlasam altın direğim idin! İsteğince olsun! İzin vereyim!".
Geniş havzaya geldiğinde, iki gün ara verip üçüncü gün bahadırlar Akbalta ile Kutubiy, Koşoy Han, Cakıp ile Er Manas buğday unundan yapılan ekmeği yiyerek kelâmi-şerif getirdiler.
Yolda olsun izimiz,
Düşmanla olsun işimiz,
Gökte olsun canımız,
Kapta olsun kanımız.
Diye antlaştılar. Üç hanın halkı üç tarafa: Er Koşoy At-Başı'na, Akbalta Sarı-Köl'e, Manas Kakşal ve Andican'a bölündüler.
Manas birkaç ay yol yürüyüp yorulan kafileye "Halk zorluk çekiyor, atlar dinlensin, yiğitler soluk alsınlar, silahlarını hazırlasınlar." Diye Kakşal'ın dağında sekiz ay mola verdi. Süre dolduğunda "Şimdi Kalmuklarla tutuşayım." diye niyet etti. Andican'daki Alevke'nin halkına heybetini gösterip, Otuz-Adır'a basıp girip konakladı.
Otuz-Adır'da dokuz gün mola verdi .
"Yiğitler, eğlenin! Kılıçlar paslandı! Oklar körleşti. Kaplan, pars, geyik, kuş atıp, yay çekip at üzerinde oynayıp savaş için alıştırma yapın!" Manas Bakay'ın idaresindeki ünlü nişancı olan altmış yiğidi alıp yol görmeye ve yer ahvalini öğrenmeye atlandılar.
Manas eğlenceden erken döndü. Avlanmayı seven Manas'ın bu hareketine arkadaşları hayret ettiler. Bahadır eskisi gibi tepeye beyaz çadır diktirip, kısrak kestirip, kımızdan şarap içip çılgınca eğlenmiyordu. Bakay'ı çağırıp akıl danıştı. Ertesi gün Bakay avuldaki Döögör'ün idaresindeki ustalara çoraların süslerini yaptırdı, atları nallattı, askerleri disipline alıştırıp savaşa hazırlık yaptırdı.
Bahadır Manas Alevke gibi düşmanından intikam almak istiyordu, bir an evvel saldırıya geçmek için sabırsızlanıyordu.
Altın dolu hazinesi olan Alevke Ala-Dağ, Andican, Yedisu, Kan-Dağ'da zalimliği ve vahşiliğiyle tanınıyordu. Onun adını duyduğunda ağlayan çocuk da susuyordu. Altı şehirin hanı Alevke'nin yeryüzündekileri görebilen açık gözlüleri, yedi kat yer altındakileri duyabilen yer dinleyicileri vardı. Nogoy Han'ın yenip, Kırgızları'ı Andican, Alay, Ala-Dağ'dan sürdüğünden beri bu toprakların köpekleri Alevke diye havlayıp, kuşları Alevke diye öttü. Her yerde kadın alan Alevke'nin altmış oğlu vardı. Alevke bu yerdekileri sömürüp, vergi için hayvanlarını elinden aldı.
Alevke'ye Manas'ın göçüp geldiğini, savaşa hazırlık yapmakta olduğunu büyücü ve casusları çoktan haber vermişlerdi. O önceden ordu kurup, barikata nöbetçi koydu, eyeri atının üzerinden almadı, bahadırları giyimlerini çıkarmadılar. Beş yüz bin kişilik ordu kurup hazırlığını çoktan bitirdi. Manas ne der acaba diye, ona gözdağı vermek için Alevke kendi bahadırlarıyla birlikte yine elli bahadırı gönderdi.
Alevke'nin gönderdiği Tizelik adlı zevzek bahadır Manas'ın avuluna gelip tehdit etti:
"Alevke'nin emri: Kırgızlar buraya izinsiz yaklaşmasınlar! Andican, Alay ezelden bizimdir. Manas Çin Hanı Esenhan'dan kaçıp bize dokunursa yok edeceğim bir karış toprak vermeyeceğim. Başka tarafa gideceğim derse Manas'a yol vereceğim! Savaşacağım derse, kendisi bilsin! Can gerek ise şimdiden itaat etsin!"
Alevke'nin buyruğunu okuyan elçinin sözünü kesmeyelim, eski adetleri bozmayalım, kötü haber olsa da Han adamına saygı gösterelim diyen Kırgızlar Tizelik'e misafir kaidesince saygı gösterdiler.
Kırgızlar "Cevabını Manas'tan al, onu bekle" diye Tizeklik'i ürküttüler.
Manas iki güne kadar gelmedi. Üçüncü gün Cakıp, Manas'ı bulun diye altı kişiyi sağa sola gönderdi.
Manas'ı buldular ama Manas "Avula düşman geldi, Alevke'nin ordusu geliyor." Sözlerine hiç aldırmadı, bahadır geniş kır ve dağlara doyamamıştı, av tutkusuna tutulup, kayadan çıkan geyiğin peşinden gitti.
Kırgızlara gelen bahadır Tizelik: "Kırgızlar, dağ haydutları, Alevke'nin sözünü dinlemediniz, öcümü alacağım, sizi keseceğim." Diye öfkelenip atlandı.
Bu esnada Andican'dan alaca çapan (kaftan) giyen Aykoco hediyeler alıp Cakıp'ın önüne geldi.
"Andican'daki Kırgız ve Türk kökenli halkları Alevke'den kurtarınız! Ordunuza katılalım. Size arka olalım. Alevke Manas'a saldırmaya hazırlanıyor." diye haber verdi Aykoco.
Av peşinde koşup, halkını avlatmak mı istiyor bu? Avın başına batsın." Diye dertlenen Cakıp, Manas'ı kendim bulacağım diye dağa doğru yola çıktı.
Cakıp, dağa geldiğinde Manas hiçbir şey umurunda değilmiş gibi dağlara ve derelere bağırıp çağırarak yiğitleriyle av avlıyordu.
Cakıp bağırıp kendini ava veren Manas'ı ancak durdurdu.
Cakıp'ın şikayetini işiten Manas babasını fazla kızdırmadan onun gönlünü alıp avuluna getirdi.
Manas, ordusunu üç günde topladı. Dört yüz bin yiğit toplandı. Manas, ordusunu dörde bölüp dört komutan tayin etti. Mavi kumaştan elbise giyip, kısa kuyruklu gök tulpar atına binip, nakışları altından olan sancağı tutan Bakay'ı önüne alıp Alevke'ye doğru atlandı.
Ölümden başka her şeyi bilen kurnaz Alevke, Çinli ve Kalmukların hilelerini biliyordu. O çevik alpleri seçip nehirde Manas'ın yolunu kestirdi.
Er Manas Alevke'den daha iyi bir çare buldu. Savaşmaya geliyor gibi gözüktü, ama biriken Çinli ve Kalmuk askerlerine taarruz etmedi. Manas askerlerini bizzat kendisi yönetti, en kuvvetli yiğitler bayraklarını alıp atlarını oynattılar, düşmanı umursamadılar, onları görmezlikten, ses sedalarını duymamazlıktan geldiler. Böcek gibi kaynıyan Çinli ve Kalmukların komutanları Manas'ın yaygara etmeyen askerlerinden ürküp dokunmayana dokunmadan yol verip Alevke'nin muhafızlarını bıraktılar.
Manas, ordusunu meyvaları dökülmüş bahçeye bırakıp, birkaç yiğidiyle atını yedekleyerek, bahçeyi ata çiğneterek eğlenmekte olan Alevke'ye doğru geldi. Saray muhafızları Manas'ı çıkarmadan geçirdiler. Manas'ın önünde yedi yiğit, çevresinde kırk yiğit vardı.
O gün Alevke han bahçesindeki altın destekli sayebanlı çadırda hana ait seksen cariyenin şarkısını dinleyip, dansını seyrediyordu, şarap içip, akan suyun öten bülbüllerini sesini dinleyip eğleniyordu.
Alevke'nin veziri ile büyücüleri Manas'ın, kırgızların han sarayına geldiğini haber verdiler. Alevke bunu beklemiyordu.
Alevke insanın göremediğini gören bir insandı. Manas'ı uzaktan tanıyıp heybetine hayran kaldı. Attığı her adımdan ateş çıkan, ejder gibi süzülen, kara benekli kaplan gibi atılan Manas, bir yanına gök kır kaplan, arkasına bozkurtu alıp gelmekteydi. Onun heybetini gören Alevke'nin sarayındaki kudurmuş köpekler de karşısına çıkamadı.
Alevke han'ın dili tutuldu. O tahtından inip telaşlıca, karşısına dikilen Manas'a elini uzattı. Saygıyla diz çöküp kendisi yol gösterdi.
Gösterirken de kendi tahtını gösterdi. Alevke han, bir çok kez işittiği, kutsal kitapta okuduğu, Altay'ı altüst eden Manas'ın heybetini ilk defa bizzat gördü. Yeryüzündeki insanları korkutup onları adam yerine koymayan mal canlı Alevke, bahadırı görüp hayran kaldı.
Manas'ın kirpiği alev, gözü ateş gibiydi, tek başına bin pehlivanın kuvveti vardı, alnı kaplanınki gibiydi, taş yürekli, kürek kemiği kalın idi, bileği filinki gibiydi, sert sakallı, dik bıyıklı, korkunç görünüşlü, akıllı biriydi. Gazaba geldiğinde onun kahrına hiçbir adam, hiçbir halk dayanamazdı.
"Hanlığınız kendinize kalsın! Tahta hevesli değiliz, bahadır" dedi Manas Alevke'nin tahtına oturmadan "Bizim kırgızlarda, Türklerde Han tahtına değeriyle, liyakatıyla oturulur, Alevke Han".
"Baş üstüne, Manas Hanım" dedi alevke çekinerek "Emir buyurunuz".
"Gücün güce yetmediği yerde, söz aklın gücü yeter, bahadır, Andican, Alay, Kan-Dağ, Ala-Dağ atalarımızın yeri idi. Mezarlarını kimse kazamaz. Yurduma geldim, topraklarımı geri ver. Kendi ağzından cevap alayım diye geldim" dedi Manas.
Tedbiri Alevke "Manas ile tutuşsam gücüm yetecek gibi değil, hileyle üstesinden geleyim, içeceğine zehir koyup hayvanat bahçesindeki arslanlara yem edeyim." Diye bir kötülük düşündü.
"Söylediğinizde haklısınız, hanım. Öfke düşman, akıl dosttur. Alevke'nin misafirseverliğini gör, bahadır. İstirahat et, konuşalım. Meseleyi dostça halledelim. Alevke han hizmetkârlarına "Bahadır Manas'ı ağırlayınız! Han sarayını açınız!" diye emretti.
Alevke'nin ihtişamlı çadırı rengarenk idi, bahçesinde bülbüller ve kuşlar ötüyordu, pınarı akıyordu, her türlü çiçek açmıştı, papağan, insan gibi konuşuyordu, kızlar dansederek girdiler.
Avlanmaya meraklı Manas, Alevke'nin meşhur hayvanat bahçesini görmek istedi. Alevke buna karşılık vermedi. Han sarayının önünde, dayanıklı kalenin içinde pek çok kuşun ve hayvanın bulunduğu bir hayvanat bahçesi vardı. Alevke elinin ulaşabildiği yerlerden pars, kaplan, fil maymun, gergedan, ayı, Sibirya parsı, kızılkurt, ejderha, yılan, yabani eşek, köpekbalığı gibi insanın görmediği canlıları getirip hiçbir hanlığa nasip olmayan saltanatı sürüyordu. Düşmanlarını yırtıcılarıyla korkuturdu Alevke. O, hastalanan köleleri, ele geçirdiği bahadırları hayvanat bahçesindeki yırtıcılarına bırakırdı, insan etine alışmış yırtıcılar hayvanat bahçesine gelen ganimeti kapmaya hazır idiler.
Bahadır Manas, Alevke'yi de, adamlarını da, arkasındaki seksen yiğidin de demir kapının dışında bırakıp, hayvanat bahçesine silahsız olarak tek başına girdi.
Alevke'nin gökten dilediği makbul oldu. O, "Kaplanların Manas'ı parçalayıp yediğini minareden göreceğim." diye çok sevindi.
Bahadır Manas bir sürü kaplanın yattığı kafesin kapısı açtı. Demiri ısırıp dışarıdaki insanlara atılan kaplanlar bahadıra dokunmadı, kuyruklarını kısıp sığınacak yer bulamadan kaçtılar. Manas kaplanların birinin kuyruğundan tutup çevirdi, kaplanlar bahadıra başlarını eğip, ayaklarını uzatıp dolaşıp işaretle saygı gösterdiler.
Kaplanlara bakan Agalak denen adam, cesaret taslayıp onu kızdırmış olsa gerek, acıkmış kaplanlar onu bir anda parçalayıp midelerine indirdiler.
Bunu gören Alevke'nin dünyası yıkıldı, hazine dolusu altınları aklından uçtu, saltanatı elinden gidip geniş âlemi daraldı, sinek gibi canından umudunu kesip aklını oynattı.
Hayvanat bahçesindeki ejderler, ayılar, yılanlar, kurtlar Manas'ı gördüklerinde eğilip, kulaklarını kısıp, gözlerini kapatıp, uluyarak kafeslerine başlarını soktular.
Bir sürü asker ile Manas'ı tutuklamak isteyen Alevke: "Onunla tutuşmak işime gelmez, tutuşsam da gücüm yetmez, bu Kırgızla başa çıkılmaz, iyisi ona dokunmayalım. Onu zehirleyelim. Eğer bu da tutmazsa canımı alıp Kakşal taraflarına döneyim." diye düşündü.
Manas hayvanat bahçesinden çıkarken Alevke, bahadırın önünü kesti.
"Bahadır, Han sarayına buyurunuz" dedi Alevke.
İlerisini, gerisini düşünmeyen, saf, mert Er Manas, bu teklifi kabul etti.
Akıllı Bakay Manas'a başkan bir han çadırını diktirip, seksen yiğidi nöbetçi koydu. Kendisine göre hayvan getirtti ve kestirdi. Ayrı kazanlarda pişirdi. Alevke'nin mezelerini, yemeklerini kimseye fark ettirmeden döktürdü, bunları yiyen kuşlar köpekler kırıldı.
Ertesi gün Alevke dalkavuğunu peşine alıp Manas'ın önüne yalnız geldi. Elini boynuna koyup itaat gösterdi.
"Bahadır Manas! Yiğitliğinde hiç kusur yokmuş. Sana itaat ettim. Alacağım dersen işte başım, içeceğim dersen işte kanım. Çıkaracağım dersen işte gözüm. Canım kurban olsun. Şimdi Andican'dan toprak vereyim dersen uygun görürsen halkım ile kalayım! Hayır dersen çekip gideyim! Buradan çıkmayacağım diye kavga edecek hâlim yok. Tacımdan, tahtımdan ayrıldım. Taht senindir, bahadır! Küçücük canım benimdir, bahadır!".
Bahadır Manas, Alevke'nin yaptığı zulmü hatırladı. Canını kurtarmak için yalvaran bu Alevke, Kırgızlara karşı elinden geleni arkasına koymamıştı. Altay'a sürülen Cakıp'ın çilelerini, yıllarca horlanan halkını düşündü.
"Ey Alevke! Karşıma çıksan başın mızrağın ucunda olacaktı. Han ellerini kavuşturup yalvarırken ben canını bağışlarım" dedi bahadır. Böğürerek "servetini dağıtmayacağım, ordunu dağıtmayacağım. Toprak yeterlidir. Niyetini bozmadan yaşa. Ben Altay'dan sonra göçüp geleceğim. Bir şartım var, büyük oğlun Booke'yi ak otağa alacağım, bana çora olsun! Kasabış adlı kardeşin yardımcıları katılsın! Cevabını derhal ver. Bunu kabul etmezsen başını kıyamete gönderceğim."
Alevke'nin kemikleri sızladı. Yaş akan gözlerinden kan akmaya başladı aklı durdu. Çaresiz şartı kabul etti.
Manas Andıcan'daki Kalmuk ve Kırgızların hanı diye ilan edildi. Han Manas, Alevke'den acı çeken altı şehirin eski han ve beylerini çağırıp, onları kendi mevkilerine tayin etti; Alevke'nin biriktirdiği ganimetlerini, servetini herkese saçtı.
Er Manas Alevke'den hiçbir şey almadan sadece iki çorayı alıp yoluna koyuldu.
Manas Altay'dan geldiğinde Altay'ın güneyinde, sıra dağları eteğindeki ovada bulunan kalça denen meşhur halkı Kezek'in oğlu Şooruk han idare ediyordu. Gözkapağı yüksek, göz çanakları çukur, siyah sakallı, dik bıyıklı, elli sekiz yaşındaki Şooruk'un iki yiğit oğlu, iki kızı vardı. Akılay denen kızı on altı yaşında olup insanlar arasından çıkan dünya güzeli idi. Kalçalar at yerine kızıl kuyruk deveye binerlerdi. Kızları güzel olduğu için her halkla dünürleşmişti. Şehirine her yerden tüccarlar gelip gittiği için çok zengindi. Mala, dünyaya düşkün, şımarık Şooruk bir gün Manas'ı ele geçireceğim diye inat ediyordu.
"Kara Kırgızlar Altay'da altınla zenginleşip Esen Han'dan kaçıp geldiler. Ölümlüler bizi hiçe sayıp toprak kapmak istiyorlar, cesaret taslıyorlar. Güçten kuvvetten düştüğü halde bahadırlık taslayan Kırgızlara efedisi kimmiş tanıtalım. Atlanın!" Kendini beğenmiş Şooruk askerlerini toplayıp Han Manas'a hücuma geçti.
Yollarda yürüyüp, ticaret ile geçinen Kalçalar savaşmayı bilmeyen, deveye binerek mızrak vuruşan halk olmalarına rağmen iki yüz doksan bin asker topladılar. Bu yüzden iç içine sığmayan Şooruk cesaret taslayıp altın zihniyetli davul, korna çaldırıp debdebeyle kızıl sancaklı askerlerini toplayıp yola koyulmak istedi.
Ertesi gün şafak sökerken Şooruk Han'ın yanına şımarık kızı Akılay nazlanarak geldi.
"Babacığım, bir kere olsun şımarık kızının sözünü dinle. Gece rüyamda fırtına koparan sel gelip, her yeri kara çamur akıntısı bastı. Altın yapraklı çınara tutundum, bu sırada yanıma sen geldin. Halk selle beraber aktı. Babacığım, bu basit bir şey değil. Ne olur Altay'dan gelen Kırgızlara dokunma? Beni dinle babacığım, beni dinle...Savaşma baba" dedi kız gözlerinden yaş akıtıp ağlayarak.
Akılay genç olmasına rağmen anneannesinden büyü öğrendiğini bilen Şooruk, bu kez kızın davranışına güldü, halkı heyecana getiren han sözünden dönmedi.
"Kızlar yorgan, yastığın yanında oturup nakış işler, babasının işlerine karışmaz!" dedi. Şooruk. Kızını susturarak "kızım rüyanda çınara tutunmamız zafere işarettir. İyilik göreceğiz."
Kızını dinlemeyen Şooruk han Alay'daki Kırgızlara güpegündüz saldırdı. Kara Tegin tarafındaki Noygutlara saldırdı. Noygut hana Akbalta hiçbir şeyden habersiz kimseye dokunmadan rahat bir şekilde yatıyordu. Zavallı Akbalta Alay'a, halkının arasına göçüp Noygutları toplayıp halk kıldı, halkına Kutubiy'i han yaptı. Kendisi mükemmel bir kişi idi. Zenginliği halkınca biliniyordu, atları yetmiş bine, Çin mandası bine ulaştı. Altmış yaşındaki Akbalta'nın kırık hanımı çocuk doğurmadı, çocuksuzdu, bir keresinde Salbuurun'a varıp çölde gezen Oysul ata heybesinden gayipten çocuk sahibi oldu. Sönen ateşi tutuşup, çocuk sahibi oldu, Hızır derviş, çocuğa Çubak adını verdi.
Şooruk hanın askerleri beyaz obaya giden Noygutlara soluk aldırmadılar, yedi bin atını sürüp gitti. Bu sefer Manas'ı yağma edeceğim diye kafasına taktı. Noygutlar himaye aradılar, savaşlarda erenleri ölüp, halkı tutsak olup, kız gelinleri dağlara kaçıp kurtuldu. Noygutların hanı Akbalta başını alarak kaçıp sağ kalan yiğitleriyle beraber avlanmaya çıkan Manas'a yöneldi.
Ah yalan dünya, bugün gördüğün yarın yok, önceki sağlam Akbalta, Alevke Kırgızları yağmaladığında Altay'da çektiği horluklara da direnmişti. Bugün akboz atının boynunu çevrip, beyaz sakalını tutup gözlerinden yaş akıtıp, dertli dertli kaçıp gelmekte idi.
Onlara av avlamakta olan Manas rastladı.
"Göreceğimizi gördük Manas. Derdime dert kattın Manas. Altay'dan ayırıp asaba koydu. Tepeleri otlak, yeri verimli, geniş Altay'da niye ölmedim! Atalarımdan kalan toprağım diye getirip Kırgızın baş ayağı kum gibi dağıldı. Yabancılar Noygut'u kırıp gittiler. Bizi bu günlere mi koyacaktın! Biz bu günleri mi görecektik!"
Akbalta'nın söylediklerine Manas söz bulamadı, öfkeden gözlerinden ateş sıçradı, acısı artıp her taraftaki Kırgızlara askerler çabuk gelsin diye altı kişi ile haber gönderdi.
Bahadır Manas Şooruk'un askerlerine avulun içinde saldırmayayım, kadına kıza, çoluk çocuğa deymeyeyim diye onların önünü dağda kesti.
Şafak sökmüştü. Ala-Dağ sanki Altay'ı hatırlatıyordu. Tan ateş gibi kızarıp attı. Beyaz karla kaplanan sıradağlar sanki uyumakta olan yiğitlere benziyordu. Bulutların sardığı dağlar sanki uyuyordu. Alay davulun acılı çalınışıyla uyandı.
Bahadır Manas beyaz elbisesini giyinip, uzağı yakını tanımaz öldürücü ok sadağını astı, demiri sekiz kenarlı, on iki çeşit boyanmış ucu zehire batırılmış, rüzgar değse vızlayan sırlı mızrağını omuzuna koydu. Karanlıkta çektiği zaman ateş gibi kızaran, savaşta vurduğu zaman uzayan, ot üzerine koyduğu zaman yakan, değdiği zaman öldüren kılıcını eline aldı. Altınla süslü, kestiği düşmanı geberten kapı kadar baltasını beline kıstırdı. Başı çelikle kaplanan sapı demirden olan gürzüsünü eyerin yanına takıp meşhur ala kula, siyah yeleli Akkulasına binerek er meydanına hazırlanıp durdu.
Savaş silahlarını kuşanan iki ordu noktası noktasına geldi. Kalçalar, ezelden savaş kurallarını bilmiyorlardı. Çapraşık konulan askerlerin önünde tutuşmayı bırakıp, halkının önüne bahadırlarını çıkarıp, deve üzerinde mızraklarını uzatıp bağırıp çağırdılar.
Dögöşö adlı pehlivan dört bin bahadırı ile kıyasıya bağırıp Manas'a doğru yöneldi. Kaplan Manas'ın kahramanlığı, insanlar arasında benzerinin bulunmadığı anlaşıldı. Beğ Manas, yağmur gibi yağan oklar arasında tek başına dolaşıyordu. Mızrağıyla devirip, baltasıyla gebertip dört bir kafirin kanını döküp, öğlen olmadan safdışı etti, kanlarını su gibi akıttı, üç binini imha etti, kalabalık askeri karıştırıp şaşkına çevirdi.
Savaş iki gün sürdü. İkinci gündeki savaşta sağ kalan altmış bin askeri ile korkak Şooruk han süslü kolltuğuna kıyamadan arkadaşlarını bırakıp başını alarak atlı kaçıp kurtuldu.
Şooruk han kan yutup, gözlerinden yaş akıtıp ağlayarak kızı Akılay'ın ayağına kapandığı zaman kızı:"Han baba! Bundan da ağı azaplara dayanmıştın! Düşmana yenilip halkından tamamen ayrılmıştın. Gayretine gel! Başkaları görmesin!" dedi. Akıllı kız Akılay ölmeye yer bulamayan, yatmaya mezar bulamayan babasını teselli etti.
Şooruk, başını kaldırıp aklını kullanarak kızına danıştı.
"Akılay, yavrum. Seni dinlemediğim için başım derde girdi. Şimdi canımızı kurtaralım," dedi Şooruk. "Kızım, at için utanç, satılmaktadır, kız için utanç, hediye edilmektedir" der halk. Şimdi beni dinle, Seni Manas'a hediye etmek istiyorum. Sözümü dinle, iyilik yap! Babanı, halkı ölümden kurtar!.
"Babanın sözü kız için kanundur. Hayatım işine gelirse ben razıyım, babacığım! Benden endişe etmeyin. Çare altı, akıl yedidir, baba. Bir dediğini iki etmiyeceğim" dedi Akılay.
Zavallı Şooruk altın tacını giyip, altmış muhafızını aldı, kırk bir kızıl deve ve kırk kutu altınla yağmadan kurtulan altı yüz atı sürüp, otuz bir güzel kızı götürüp, ekmek tuz alıp Manas'a doğru geldi, ellerini boynuna koyup diz üzerinde durdu.
Şooruk şöyle dedi:
"Han Manas, kanatlı olacağım derken kanadımdan ayrıldım. Deve sahibi olacağım derken develerimden ayrıldım. Mal-mülk sahibi olacağım derken evim yandı.
Manas, bahadır soyundan imişsin, savaşmak için doğan arslan imişsin. Dev ile boy ölçüşmüşüm, büyüğümle tutuşmuşum. Ata yolu uludur. Kızım sana hediye olsun. Başım sana hediye olsun. Halkım sıkışıp kaldı. Bize acı! Öç alacağım dersen kendin bilirsin Canım kurban bahadır!..."
Kimseye bakıp gülmeyen Er Manas dişlerini gösterip gülerek amcası Bakay'a baktı.
"Amca, bu söze ne dersiniz?" dedi Manas sevinerek gülüp.
Bakay ne diyeceğini bilmeden Manas'a bakıp durakaldı.
"Şooruk han ayağına gelip sana sığınıyor. Han fermanını ver, Bahadır Manas" dedi Bakay sonunda.
"İtaat eden halka kılıcımızı tığını göstermiyelim! Yağma etmekle sevinmeyelim. Erenler, aklınız başınıza gelsin. Onlar bize açgöz, yırtıcılar demesin. Bayrağı inip, dalı kırılan halka teşkilatlanmış halk olarak yiğitliğmiz ile iyiliğimizi de, akıllı olduğumuzu da gösterelim!" dedi Manas.
"Aferin, yaşa! Doğru söz!" dedi halk memnun olup.
Bahadır Manas sıkışan Şooruk'a hürmet gösterdi.
"Şooruk han, karargahınızı yapmaya başlayın" dedi Manas yol göstererek. Şooruk Han'ın telaşı giderildikten sonra, gönlü açılıp hediye edilen kızları ne yapacağı hakkında Manas'a sordu.
"Ben hanlığı yağmalamadım diye hediye edilen kızı zorla zevceliğe almam, kendisi isterse kabul ederim. Otuz kıza hediyelik kızlar demiyelim. Kızlara hediyelik gibi muamele etmiyelim. Onlara şımarık kızlar diyelim. Kızları kendi iradelerine bırakalım. Kendileri seçsinler! İstedikleri erkeğe gitsinler!"
Çoğunluk bu teklife yaşa Manas diye katıldı.
Bugün kızların hediyelik olarak getirildiği unutup büyük bir dost edinme, kız seçme şöleni oldu.
Iraman'ın Irçı oğlu ortaya çıkıp kızları överek şarkı söyledi.
Iraman'ın Irçı oğlu övmezse de, Şooruk Han'ın şımarık kızı güzeller güzeli idi.
Uzun siyah saçları dizlerine kadar sarkmıştı. Söğüt çubuğu gibi ince belli, görenin yüreğini hoplatan hana layık bir tuti kuşu idi. Sarayda yetişen otuz kız da birbirinden güzel idi. Güler yüzlü, şiri sözlü, kaide bilen, kapağını açıp gözlerini oynatıp erkeklerin aklını başından alan mülâyim, neşeli kızlar idi.
Iraman Irçı oğlu şöyle söyledi:
İster yaşlı ister genç,
Mutsuz kızlar gözünü aç
Sizi arzu ededuran,
Kara Kırgız halkıdır.
Hangisini istersen,
Tuttuğunuz erkektir.
Yaşlı, genç demeden, aklı olan herkes sakal ve bıyıklarını sıvazlayıp, şakalaştılar, kalpaklarını kurup giyip, kendilerine çeki düzen verdiler, çolakları değnekleri gizlediler, dilsizleri sustular, körleri gözlerini örttüler, "Eyvah, Kalça'nın kızı beni tutar mı acaba" diye umutlanıp birbirlerini itip merakla bakıp durdular. Bahadır Manas da onun kırk yiğidi de diğer yiğitler ile birlikte sıraya girip ortadaki kızları birbirisinden kıskandılar.
"Bahtsız kızlar gözlerini açıp erkeklerinizi deneyin!"
"Kötüsüne düşmeyin! İyisini kapın!"
"Güzel kıza güçlü erkek yakışır. Sonra pişman olmayın!"
Kızların büyüğü, boy derse boyu var, akılderse aklı var, yay gibi kaşı var Ayadıl adlı kız söze başladı:
"Konuşmak bize düşerse, önce seçecek olan Akılaydır"
Şooruk'un şımarık kızı Akılay, ay gibi parlıyordu. Horoz boynu gibi boynu, top gibi memeleri vardı, nârin boylu, beyaz vücutlu, siyah gözlü idi. O ipek gibi saçlarını sarkıtarak şöyle dedi:
"Bize varsa kerim, Manas olsun erim." Akılay güzel esmer kızların arasından ayrılıp çıktı. Sülün kuşu gibi boynunu kıvırıp, yana bakıp süzülerek yürüyüp, yaş çubuk gibi eğilip Manasa doğru yönelip fırtına gibi hızla bahadırın yanına geldi.
"Yaşa! Akılay eşini buldu!"
"Han soyundan olduğu anlaşıldı" dedi kalabalık gürültü kopararak.
Diğer otuz kız da Kırgız'ın otuz yiğidini kaptı.
Zurna, kopuz çalındı, gümbürtüyle şölen başladı. Düğün bir hafta sürdü. Debdebeli, geleneklere uygun bir şekilde geçti. At yarışı yapıldı, pehlivanlar güreştiler, bozkurtlar bütün yeteneklerini gösterdiler. Başları bağlanan Kırgızlar düğünü yedi gün değil, otuz gün uzattılar.
Bahadır Manas Şooruk'u yenip, kızı Akılay'ı alıp, zaferle gelmekte olduğu, takviye kuvvete çoktan ulaştırılmıştı.
Kırgızların avulu Manas'ın nişanlısını debdebe ve kaideyle karşıladı. Erenlerin eşleri de hediyelik kızlara karşı yapılan muameleyle değil, ailesine katılan yeni üyesine saygı ve selamla karşıladılar. Çıyırdı hanım gelinini kimseye hediyelik gelin dedirtmedi, oğlak çekişme yaptırıp, önü arkasına bavursak saçarak karşıladı. Töreleri derhal öğrenip büyüklere diz çöküp, küçüklere şefkat gösteren geline özel olarak beyaz çadır diktirdi.
Manas Kıpçak'a akraba olup, Kara-Ötök'ten arâzi aldı.
Manas Şooruk han ile savaşmaya gittiğinde Alevke gizlice ulu padişahından izin almıştı. O avulu ile muhteşem han sarayını bırakıp Pekin'e doğru Tırgotlarla beraber hep birlikte kaçmıştı. Bunu Kırgızlara casuslar olduğu gibi anlattılar.
Arabalarını sürüp, kervan gibi yavaş ilerleyen Alevke'nin göç kafilesinin karşısına Kalmuk eşinden doğan, on sekiz yaşına giren, kara güçle dolan, beş yıl görmediği, harp ilmi öğrenen Kongurbay adlı çok sevdiği küçük oğlu can dostuyla beraber çıkageldi.
Kongurbay babasını görüp ağladı.
"Babacığım bu hareketini anlat? Düşmandan kaçmış gibi bir halin var? Kökünü kim kazdı? Şaşırıyorum, babacığım. Önceki yiğitliğin nerede?"
"Oğlum, onlar öyle kolay öldürülecek Kırgızlar değil, dövüşeni sağ koymayan o Manas, kolay başa çıkılacak biri değil. Onun yiğitliğini sorma. Atalarının toprağını geri verdim."
Alevke "Manas'ı öldüreceğim, dövüşeceğim" diye tutturan oğlunu zor teskin etti...
Bu Manas, o topraklarla yetinmeyecektir. O, Pekin'e de varacak gibi, kaçanı da boş bırakmayacak gibi. Manas doğmadan önce ona yiğitlik yazılmıştır. Mukaddes kitapta Manas'ın adı vardı. Kitapta "Manas pekin'e gazaya vardığında yiğit elinde arslan değildir. Manas'ı, Esen Han ile danışıp asker topladıktan sonra öldürelim! Şimdi oğlum beni dinle! Olgunlaşman gerekiyor. Şimdi gençsin, ona yenik düşersin, kuvvetine dolduğun zaman, O, Pekin'e geldiği zaman tutuş" dedi Alevke oğluna.
Bahadır Kongurbay babasının teklifini kabul etti.
Alevke'nin oğlu Pekin'e gitmeden Çin seddini takibederek Sarı Nehir boyunca göçüp şehir kurdu. Pekin Hanı Esen Han'a hediyeler gönderdi.
Kırk hanın Hanı Esen Han, Ala-Dağ, Kaşgar, Andıcan'ı, Yedisu'yu idare ederken Manas'tan kaçıp Çin Seddi'nin civarı, Sarı Nehir'in kenarına yerleşen Alevke'ye altı ay sonra mektup gönderdi. Esen Han, Alevke'nin darıldığını bildiği için ona hoş bir tarzda mektup yazdı.
Bir zamandan sonra Alevke, oğlu Kongurbay ile Çin hanı Esen Han'ın bulunduğu kırk kapılı Pekin'deki mis kokan kızıl ağaçtan yapılmış altın süslü kapısı var, sadece kuşun uçup girebildiği han sarayına ihtişamla girdi. Akrabalar saygıyla selamla görüştüler.
Alevke ile Kongurbay'ın gelecekleri nöbetçileri ve han sarayına malumdu.
Alevke'nin altmış yiğidinin küçüğü olan Kongurbay'ın ünü herkesçe biliniyordu. On iki yaşında kızıl korlu Çin beylerini döven bu genç, Pekin halkını bezdirmişti, pek çok katır kestirmişti. On üç yaşında akıllanıp beş yıl eğitim gördü, okudu, yiğitliği diğerlerinden farklıydı, güreşte becerikli idi, çok tedbirli, savaş hilesini gerçekten iyi bilen kibirli bir kişi olduğu söyleniyordu.
Han sarayına, Esen Han'ın yanına altın direkli çadır kurdular.
Çin padişahı Esen Han, Er Kongurbay'ı Çet-Beecin'e ihtiram ile han tayin etti, Beylik elbisesini, altın tacını giydirdi.
Eser Han, Korgurbay'ı boşuboşuna han tayin etmemişti. Alevke, Çin hanının hudutlarında hanlık yaptığı için "vahşilerle" kırgızlarla savaşmış, onların sırrını, âdetlerini, savaştaki durumlarını biliyordu. Alevke'nin oğlu Kongurbay da diğer halkların âdetlerini, dillerini, savaş yeteneklerini bilen bilgili, kurnaz bir bahadır idi.
Manas'a karşı koyabilecek kişi Kongurbay idi. Eninde sonunda Kırgızların gözdesi Manas, Pekin'e gelecektir. Kırgızların yolunu sadece Kongurbay'ın engelleyebileceğini, Esen Han önceden düşünmüştü.
Han sarayında, Kongurbay Han'ın şerefine büyük ziyafet ve eğlence düzenlendi. Esen han, Alevke han ve Kongurbay han rahipleri içeri almadan üç gün başbaşa konuştular.
Akıllı, tedbirli ve sihirbaz Kongurbay dizginleri eline alıp Çet-Beecin'e geldikten sonra Çin'in bazı bölgelerinde yeni güvenlik tedbirleri aldı. Taştan destek koydurup üzerine yazı yazdırda. Manas'ın geleceği yönlere adam koyup devriye tayin etmenin yanısıra başka bir tedbir de düşündü. Kanatlı kuğu, ördekli gölün bulunduğu yerlere nöbetçi koydu. Yüksek dağlı yerlere kulca (dağ koçu) yı haberci olarak koydu. Düzlüklere, tepelere Esen Han'ın bahçesinde yetişen, insan dilini öğrenen kırk (kulaç) kızıl tilkiyi bekçi olarak yerleştirdi. Manas'ın gelebileceği ihtimali bulunan yola erkek domuzun etine doymayan obur, tanoosu sarpun gibi tek gözlü kör dev Makel'i kırk rahiple birlikte nöbetçi koydu.
Alevke'nin oğlu Kongurbay, kanatlı siyah atına bindi, ona karşılık veren kimse çıkmadı, yeryüzündeki büyük ülke Hakan Çin ile Çin-Maçin'in yarısını yönetti.
Alçak ama dayanıklı duvarı olan, karışık sokaklı Tangşa denen şehirin tam ortasında bütün Çin'in komutanı Sooranduk'un kırmızı tuğlalarla kuşatılmış muhteşem bir sarayı vardı. Pekin'e seyrek gidip gelen Sooronduk, elli dört yıllık ömrünü bu şehirde geçirmişti. Asîl sarayda birkaç hizmetçi rahip, vezir ve tutsak kız yaşıyordu. Sooronduk'un üç eşinden dört kızı dünyaya gelmişti. Buna Sooronduk sevinmemişti. Kızlar çaydanlıktan akan su gibidir, erkek çocuk evin direğidir diyordu komutan. Askerlikten anlayan, kendine destek olacak bir oğlan arzu ediyordu Sooronduk. O, yeryüzündeki diğer ülkelerden falcılar, hekimler ve büyücüler getirdi. Tibet'e kadar adam gönderip çeşitli şifalı bitkiler toplattırdı. Dağ bağrındaki tapınağa gidip mum yakıp altından yapılmış puta diz çöküp arzusunu dile getirip çocuk talebinde bulundu. Hangisinin şifa bulduğunu kim bilir, bir yıl sonra ince bulutlu ortanca eşi Ekzer, hamile kalıp dokuz ay sonra doğurdu. Çocuk doğarken Pekin'de güneş tutuldu, yer sallanıp yarıldı.
Bahadır Sooronduk'un gökten dileyip aldığı erkek çocuk idi. Sevinçten uçan Sooranduk, Pekin'den misafir çağırıp büyük bir ziyafet düzenledi. Akrabaları, dostları pahalı hediyelerle geldiler.
Sooronduk, ziyafete gelen misafirlerden oğluna ad vermelerini rica etti.
Onlar, ordu komutanın oğluna verdiğimiz ad, belki yakışmayabilir diye suskun durdular.
Bir derviş gelip: "Oğlunun adını Almambet koy" dedikten sonra gözden kayboldu.
Almambet küçüklüğünden kabiliyetli çıktı. O, yıl değil gün geçtikçe büyüdü. Çocukluktan beri büyüklerin bilmediği şeyleri öğrenmeye, babalarının geleneklerini devam ettirmeye, esrarlı dünyayı tanımaya, mutluluk ile üzüntüyü anlamaya, zayıfken güçlüleri nüfuzu altına almaya, kötülükten iyiliği bulmaya, çirkinden güzelliği bulmaya yeltendi.
Sooronduk, oğlu sekiz yaşına girdiğinde, onu ileri gelenlerin çocuklarıyla beraber dört yıl hocaya verdi. Almambet iki yıl Köyıkap'ın civarında bulunan Celpinis'teki doksan pınarın gözündeki yetmiş katlı mağarada yatan ejderhadan yay kullanmayı, taktiği, harp ilmini okudu. Ejderde okumak için altı bin çocuk gelmişti, iki yılda sadece altı çocuk eğitimini tamamlayabildi. Alimlerden gök ile yeri aptallık ile akıllılığı, karanlık ile aydınlığı, ruh ile vücudu, akıl ile kabiliyeti, ölüm ile hayatı kavrayıp yaşam ile korkunç dünyanın değerini öğrendi. Bilimiyle kibirlenmedi, bilimde derinleştikçe çınar ağacı gibi yayıldı, alçak, ama sağlam oldu.
Sooronduk, oğluna akıl danıştı:
"Oğlum, on altı yaşına girdin. Gök sana akıl, güç ve hayat verdi. Ben yaşlandım, sen yolumu devam ettir. Alevke, Esen Han ve ben üçümüz anlaştık. Gözüm açıkken nasihatımı söyleyim. Ordu komutanlığını eline al!"
Saygılı Almambet babasının sözünü iki etmeden beyliğe oturdu. Almambet'i tebrik etmek için dünyanın dört bir ucundan hanlar, elçiler bahadırlar hediyelerle geldiler.
Almambet, genç olmasına rağmen söz ile gelen misafirlerin gönlünü alıp, akıllıca tarafsız olduğunu gösterip, onları ustalıkla yolcu etti. Onun ünü uzaklara yayıldı. Diğer hanlıklardan kaçanlar tarafsız Almambet'in himayesine sığındılar, Almambet'in halk arasında sevilmesi bazı hanları sevindirmedi. Çekemeyenler onu Esenhan'a şikayet ettiler.
Adetlere göre, diğer padişahlar, komutanlar da Almambet'i davet ederek teşrifat kurup, saygı gösterip şerefine ziyafet verdiler. Almambet Çin'in ordu komutanı sıfatıyla muhtelif yerlerdeki askeri birlikleri, onların koşul ve ahvallerini kontrol etti. Bir gün Çin padişahı Esen Han, Almambet'i Pekin'e çağırdı. Han sarayının kapısına gelirken Esen Han'ın yiğitleri Almambet'i attan indirip altınla kaplanmış, altın tutucusu olan altın sandalyeye alıp götürdüler. Almambet, han olduğundan beri Esen Han'ın beyaz sarayına ilk kez girişi idi.
Han sarayının tavanı, içi, etrafı, göze çarpan her yeri altınla süslenmişti, yüzünden gülücüğü eksik etmeyen rahip, altın kapıyı açtı.
"Akıllıların akıllısı, yüce Göğün oğlu, bütün Hakan Çin'in komutanı kutsal Almambet müsaade istiyor. Bin yaş yaşayın" rahip kayboldu.
Esen Han'ın yanındaki geniş yenli ipek kaftan giyen beyler, rahipler yere kadar eğilip diz çökerek komutana saygı gösterdiler.
Ejderha işlenmiş sarı kaftan giyen, altın tahttaki Göğün oğlunun yanına Almambet'i çağırdılar.
"Ben göğün oğlu, Çin padişahı! Emrediyorim: Güneş ile ay ışığının ulaştığı bütün bölgelerin askeri birlikleri senin idarendedir. Orduyu ejder gibi helbetli, arslan gibi güçlü olan senin gibi bahadır yönettiği için artık gönlüm huzur buldu. Yüreğin kurt yüreği gibi, gözlerin yılan gözleri gibi olsun" dedi esen Han.
"On bin yıl yaşa Göğün oğlu!" dedi hanın etrafındaki beyler diz çökerek.
Ondan sonra hanın fermanı okundu. Almambet'e altınla süslenmiş ferman kağıdı verildi. Ona ejder sureti işlenmeş altın düğmeli kaftan giydirilip, gümüşten işlenmiş kuşak kuşatıldı.
Çin'in kırk padişahının biri olan meşhur Azizhan, Sooronduk'un kayınbiraderi idi. Almambet Azizhan'ın karargâhında ilim okuyup, hüner öğrendi. İki hanın arasında şımarıklı yapan Almambet'i Çin'in ileri gelenleri, Azizhan'ın oğlu zannediyorlardı.
"Göğün oğlu komutan Almambet'in şerefine insan kurban edilirse kutsal kitaba göre Ğöğe karşı günaha gireceğim. Uğursuzluk gelecektir. İyisi mi bu köleleri elime verin" dedi Almambet Esen Han'a.
"O zaman kanun bozulur" dedi Esen Han.
"Göğün oğlu kanundan büyüktür!" dedi Almambet. "İnsan yerine hayvan kurban etmeye izin verin."
Esen Han Almambet'in sözünü beğenip kurban edilecek olan köleleri ona verdi. Kölelerin yerine domuz yavrusu kestiler. Han sarayındaki tutuk beyleri, askeri komutanlar, şehirin büyükleri, ulema ve rahipler Almambet'in davranışını beğenmediler.
Esen Han, Almambet'e han sarayından yer tahsis edip dinlenmesi ve askerini sayması için altı gün izin verdi.
Esen Han'ın danışmanları ona bir ağızdan şöyle dediler:
"Yüce Göğün oğlu, yeni komutanınız biraz farklı, iyi niyetli görünmüyor."
Tecrübeli Esen Han farkettirmeden Almambet'e gözünün ucuyla dikkatlice baktı. Almambet kargaşa ve karışıklıklara dayanabilecek karakterde, tuttuğunu koparan, tuttuğu yerden kan çıkaran, baktığı insandan canını alan alp idi.
Han sarayının rahip başı Almambet'e şöyle buyurdu:
"Yüce Göğün oğlu, on bin yıl yaşasın! Onu yaşatmak bütün Çin'in görevidir, komutan bunun da gamını yer. Bu görevi sen yerine getireceksin." dedi rahip başı.
"Nasıl?" dedi Almambet.
"Göğün oğlunu güzel yemekler ve ilaçlar ile emin edeceksin." Dedi rahip kurnazca gülümseyerek.
"Ben olmadan da geniş Pekin'de yemeğin her türlüsü bulunur, üstadım. Şifalı bitkiler Tibetten çıkar." dedi Almambet.
Rahipbaşı, Almambet'e sırıtarak şöyle dedi:
"Yemek ve bitkiden başka ilaçlar da var" dedi rahipbaşı Almambet'in omuzuna elini koyup "O ilaç, binden biridir, hanı gençleştiren genç adamın ciğeridir."
Almambet, rahibe şaşkın şaşkın baktı.
"Evet" dedi rahipbaşı sözünü devam ettirerek "Göğün oğluna genç erkek ve genç kızın ciğerini ezip yılda dört defa ilaç olarak veriyoruz. Genellikle ciğerleri Çin sınırındaki "vahşi" kölelerden, tutsaklardan alıyoruz."
"Bunu Esen Han biliyor mu?" dedi Almambet.
"Göğün oğlunun on bin yıl yaşaması lazım" dedi rahip uzun uzun düşünerek, "Sizin şerefinize kurban edilecek altmış kişinin ciğerini alacaktık. Onları siz azat ettiniz."
"Göğün oğlu insan ciğeri yerse, halkın hanı olmaya hakkı var mı?"
"Var" dedi rahip "Çünkü Göğün oğludur o, ciğer bulmak sizin göreviniz".
"Ben Göğün oğluna saygılıyım! On bin yıl yaşasın! Ama onun insan ciğeri yemesine karşıyım. Ben bunu kendisine söyleyeceğim" dedi Almambet.
Altı gün içinde Almambet'i çekemeyen beyler, vezirleri kışkırtıp onu Esen Han'a şikayet ettiler.
Genç komutan dik kafalı biriymiş, âdetlerimizi bozuyor. Göğün oğluna diğerleri gibi iyi dileklerle yere eğilip diz çökmüyor. Niyeti bozuğun ta kendisidir. Bu gözünden de okunuyor. Ona zehir verip biran önce ortadan kaldıralım" dedi basiretli kişiler.
"Çocuk, han soyundandır. Komutan Sooranduk'un oğludur. Ona ne diyeceğiz. Solobo köklü halktır. Yarın, öbür gün kan davasıyla düşmanlaşmayalım! Bırakın kuşkulanmayın ondan".
"Söylemek bizden, icraat sizden. Sonra kötülük görmeyin" dedi basiretli kimseler nazlanıp susarak.
Almambet bütün Çin'in ordu komutanı olup altmış günde yorgun, bitkin, suratı asık bir halde Tangşa şehrine, kendi sarayına ulaştı.
Bir kere daha Sooranduk oğlu Almambet'e yakındı :
"Kocadığında mızmızın arzusu bitmek bilmiyor deme. Çet Beecin hanı Alevke'nin oğlu, Kongur babanın yaylası olan Kan-Caylak'ın eline geçirmiş. İkiniz bir yerde, bir alimde okumuştunuz. Birbirinizin sırrını biliyorsunuz. Kendini bilmeyen Kalcadan yaylayı geri al, ya da cezasını ver".
Almambet kılceyren atına binip Kongurbay'a gitti. Kangay'a tanılan Kongurbay altı bin askerle bin beyi idare ediyor, pamuk belbağı kuşanmış geniş çizme giymiş gururla yürüyordu.
"Kongurbay, sözümü dinle. Babacığım Kan-Caylak'ını kendine geri ver. Büyüklük edeyim deme" dedi Almambet.
"Soorunduk'un ---i saçmalama! Orası babam batıya gitmeden önce bizim yer idi, geri aldık" dedi Kongurbay.
"Geri ver yeri. Yer Sooronduk'undur. Esen Han'a şikayet edeceğiz!"
"Hey, sen nereden çıkan hakemsin? Bunun ciğerini çıkarıp Esen Han'a hediye götüreyim!" dedi Kongurbay fırlayıp.
Bunu işiten Almambet sabrı taşarak sırlı mızrağını uzatıp haykırarak Kongurbay'a hücum etti. Onun ejder gibi heybetinden korkan Kongurbay, şaşalayarak Algara atını kamçılayıp kaçtı.
Almambet peşinden yetişip Kongurbay'a vurdu. Kongurbay'ın Algarası tuynağı dayanıklı, tulpar gibi hızlı koşan bir at idi. Almambet ona ulaşamadı.
Kongurbay kaçıp dosdoğru Esen Han'a gitti, diz çökerek şöyle şikayet etti:
"Ey, Göğün oğlu, on bin yıl yaşayın! Sooronduk'un oğlu Almambet bana mızrak vurup kanımı akıttı. Ocağımızdan çıkan düşman oldu. Esen Han'la ikimizin kökünü kazıyacağım! Bahçenizi çiğneyip, tahtınızı mahvedeceğim" diyor. Onun niyeti kötüymüş Kırgızlara kaçmayı düşünüyormuş" dedi. Böylece Kongurbay başkalarından önce Almambet'i şikayet etmiş oldu.
Hanın danışmanları ve rahipleriyle Kongurbay'ın söylediklerinin bir yerden çıktığını anlayan Esen Han, Almambet'e öfkelendi.





"Bu nankörün başına kötü adımız çıkmasın, kendi babası askerleriyle gebertsin" dedi Esen Han karargahında hüküm çıkarıp.
Esen Han hükümü imzalayıp, mühürleyip adamlarıyla Sooronduk'a gönderdi.
Han sarayına Almambet iki gün geç geldi. Şikayeti vardı. Esen Han Almambet'i kabul etmedi. Bu hanın gazabına uğrayanlar için uygulanan kaide idi. Han Esen Han kabul eder umuduyla Almambet karargahın kapısında yedi gün bekledi.
Yedinci gün karargahın içindeki Almambet'e gönlü yakın Burulça denen kız, Almambet'e gizlice sır verdi.
"Almambet, benim sende başka yakın adamım yok. Esen Han buyruk çıkarıp seni Tangşa'da öldürmek istiyor. Eline kelepçe vurup hendeğe koyacaklar, ya da kaçak diye bir bahaneyle darağacına asacaklar! Gidecek yerini, sığınacak halkı şimdiden düşün. Annem Türk kızı idi, ben sana yar olacağım, yedi yıl bekleyeceğim. Gelmezsen canıma kıyarım." Burulça ağlayarak Almambet'le vedalaştı.
Almambet Tangşa'ya, babasının karagahına döndü.
Öfkelenen Almambet Sooronduk'e şöyle dedi:
"Babacığım, Esen Han'a güveneni Tanrı vurur. Esen Han ile Kongurbay'a ne yapacağımı bilirim".
Sooranduk şimdi Tanrı'ya karşı değişmişti. Oğlunu gördüğünde ayı gibi bağırıp Almambet'e atıldı.
"Öyle kötü konuşma! Ulu Göğün oğlunan karşısında beni utandırdın".
Almambet babasının fenalığını görüp bir gün bir gece uyumadan düşündü, çubuk gibi kıvrandı, sonunda bir karar vardı. Burada kalıp ne yapayım? Çin bana göre değil, Kırgızlara gideyim". Düşüncesini sadece annesi Ekzer'e söylemek istedi.
Günlerin birinde canı sıkılan, ama içindeki acıyı kimseye söylemeden ızdırap çeken Almambet ava çıkarsam rahatlarım diye yiğitleriyle Aral denen yere vardı. Etekleri ormanlık olan Aral dağına yerleşip av avlayıp eğlence düzenledi.
Almambet, ormanın kenarı boyunca kaçan karacayı canlı yakalayacağım diye takibeder. Karaca ormana girip açık alana çıkar. Almambet karşısında atlı adamları görür. Demin kaçan karaca atlı kırk adamın yanına doğru gelip silkinerek adam kılığına girer.
Almambet ejderden iki yıl büyücülük okumuş idiyse de böyle kerameti ne işitmiş ne görmüştü. Almambet'in ağzı açık kaldı. "Siz kimlersiniz, yiğitler? Nereden çıkan ruhlarsınız?" dedi Almambet.
"Hoş geldin. Biz kırklarız. Türkün, Kırgızın hakiki bahadırlarının koruyucu pirleriz. Tanrının emriyle sana hayırlı birliği iletmek için geldik! Senin barınacak yerin Altay'dır. Sağ olasın!" kırk atlı böyle dedikten sonra göz kapayıp açıncaya kadar kayboldular.
Almambet geri dönerken etrafı deminkinden daha güzel göründü. Doğanın bu güzelliğini önce farketmediği için eseflendi.





Doğanın hayret verici bu güzelliği karşısında Almambet'in kalbi çarpıp, vücudu gevşedi, gözün ulaşamadığı ufuklara kadar ulaşabilecek derecede yüksek sesle şarkı söylemek istedi. Göklere yükselen dağlar üzerinden, akan sular üzerinden kuş gibi uçmak, bulutlar gibi yayılmak istedi.
Almambet doğayı merakla, hayranlıkla seyrederken gözüken dağın kenarında insan karaltısı farketti.
Almambet avcılara yol sorayım diye onlara doğru hareket etti. O evvel atlı, elinde iyi kapan kuş tutan, silahlı, geniş göğüslü, kabusundan ata binen adama vardı
Almambet görse de görmemezlikten gelip kımıldamayan, kıl takkeli kızıl perçemli adama öfkesini basarak "kaoma" diye selam verdi. Adamdan ses çıkmadı. Almambet atlıya tekrar selam verdi. Adam in mi, cin mi olduğunu söylemedi. Almambet sinirlenerek bulut gibi bozulup, arslan gibi atılarak adamın üzerine yürüdü.
"Hey sen nereden çıktın terbiyesiz şey? Adet bilmeyeni yer yutsun! Selam verilince kabul edilmediği nerede görülmüş?"
Atlı cevap verdi:
"Bu geniş dünyada aç kalmış gibi domuz avlayıp terkilerine bağlamışsın! Senin iyi âdetin bu muydu? Canlıları öldüren, domuz eti yiyenlere selam verilmez adetimizde..."
"Niçin domuz eti yeme diyorsun? Gördüğünü göster, bildiğini anlat bakayım. Yoksa ben kendi bildiğimi yapacağım" dedi Almambet patlayarak.
"Er Almambet, sinirine hakim ol, buraya gel!" Adam alandaki yüksekçe bir yere basıp atından indi ve elini salladı.
Almambet de atından indi:
"Bahadır biz ilk kez görüşüyoruz, beni nasıl tanıyorsun?" dedi Almambet.
"Bahadır, yiğidin yüzü gözü kendindedir, ama sözü, ünü yiğitliği uzaklardadır, halk arasındadır. Senin hakkında duydum. Seni göz önüne getirmeye çalıştım" dedi Kökçö.
"Sen basit bir asker değilsin" dedi Almambet.
"Köküm Türk, neslim Kazaktır. Aydarkan'ın Kökçösü benim, bahadır. Avlanıyordum. Heybetini, çehreni görüp, elbisene bakıp, söz ve hareketlerine bakılırsa Çin yiğidi Almambet'e benziyorsun."
"Doğru bildin" dedi Almambet.
Onlar acayip derecede geniş yayılan dağların üzerinde, tepenin zirvesinde oturup terkideki kuş etini yiyip, kaptaki kımızdan yapılmış şarabı içip uzun uzun konuştular.
Bahadır Almambet Esen Han ve Kongurbay'la olan ihtilafını, memnuniyetsizliğini Er Kökçö'den saklamadan anlattı.
"Ben bütün ahaliden değil. Gözü dönmüş hanın davranışından, yaltakçı beylerden, iftiracı rahiplerden, kurnazlardan, gene beni anlamayan babamdan memnun değilim. Onlar putlara tapındıktın sonra pâk insan olmaları gerekirdi. Her halde bu putlarının elinden bir şey gelmiyor.
Ben ona tapınmıyacağım, vazgeçtim ondan. Babam gibi, Esen Han gibi, beyler gibi olmak istemiyorum. Türklerin, Kırgızların âdetleri dilleri, ruhu dürüst halk imiş, bana yakın geliyor. Beni Türk oğlu, Kırgız yapın. Ben buna zorla değil, Tanrıyı yüreğimde hissederek, hayır dileğimle gireyim. Bunu babama, anneme anlatacağım, hakikati söyleyeceğim" dedi Almambet.
"Söyle bakayım, baban Soorunduk anlar mı seni? Kendine zorluk çıkarıyorsun. Burada kararını verip bizimle gitseydin" dedi Kökçö.
"Günahkar gibi saklanarak kaçmayacağım! Halka, baba anneme söyleyeceğim! İzin verirse benimle gelecekleri can yoldaş edinip götüreceğim! Tesadüfen söylediğim ayda gelemezsem, bizim dine girdi diye, bizden biri diye gereğini yap" dedi Almambet.
Almambet'in sözüne Kökçö inandı.
"Bahadır, Allah teala yardımcın olsun, uzun yolun açık olsun! Çabuk dön!" dedi Kökçö.
"Doksan güne kadar bekle" dedi Almambet.
İki yiğit bulat kılıçlarıyla ellerinden kan çıkarıp, kılıcın tığına kan sürüp göğüslerini değdirerek vedalaştı.
Almambet yedi gün sonda Tangşa'ya geldi. Sooronduk'un sarayı karışmıştı. Sooronduk, Almambet'i koruyan askerleri Almambet'i kaybettiniz diye suçlayıp zindana atmıştı.
Almambet gelir gelmez Kökçö'ye rastladığını, Türklere gönül verdiğini, onlara gideceğini annesi Ekzer'e anlattı.
"Canım anne dinle. Gülistanım kurudu. İnsanlar birbirine girdi. Gülistanlı halkım horlandı. Esen Han'dan gönlüm soğudu. Dört erdem tükendi. Kalırsam sadece kendi başımı değil, seni de derde sokacağım. Aksütünü helal et, sağ olursam dolaşıp gelirim. Ölmezsem haber veririm. Batıya, Türklere, Kırgızlara gideceğim. Sağlıcakla kal anneciğim!"
Ekzer, oğlunun sözü üzerine çığlıklar atıp kendini ateşe atan kelebekler gibi dövündü...
"Sözünü benden başka insan duymasın! Bunu babana da söyleme, Kırgızlara da gitme. Sözünden dön. Baban ile beni kendi elinle gömdükten sanra git" dedi Ekzer gözyaşını yağmur gibi dökerek.
Almambet annem beni bırakmayacak herhalde, babam anlayış gösterip yiğitçe davranabilir diye Sooronduk'a vardı. Babasının etrafında büyükler ve danışmanlar oturuyorlardı.
Toplananlar Almambet'e saygı gösterip ayağa kalkıp sonra diz çöktüler. "On gündür Çin sınırındaki bütün hanlara haber gönderip seni bulamadık."
Gök korumuş, neyse başın sağ imiş.
"Baba ben Türklere, Kırgızlara uğrayıp, dost edinip geldim!"
"Bu ne saçmalıyor? Cin çarpmış bunu. Bu benim oğlumun sözü değil." Dedi Sooronduk. "Ezeli düşmanımız Kırgızlardır. Onlarla mızrağın ucu, kılıcın tığı ile konuşmak gerek."
"Beni dinle baba! Ben Türklerin ve Kırgızların dinine girdim, baba. Onlar dürüst sözlü, temiz kalpli, edepli, ahlaklı, yiğitleri namuslu, dindar, ilim ve irfan sahibi halk imiş."
"Kapa çeneni! Oğlum tamamen değişmiş! Esen Han boşuboşuna bunu komutanlıktan alıp zindana atın dememiş. Ben bunu Esen Han'a ulaştıracağım, kendi elimle geberteceğim. Cinini çıkaracağım! Kimse engel olmasın!" dedi Sooronduk yanındakilere. Sooronduk kılıcını çıkartıp oğlunu kesmeye yeltendi, Almambet babasının bileğinden tutup elini silkti. Kılıç yere düştü.
Almambet hemen kılıcı alıp, üzerine gelenleri gebertip karargahtan çıkarak direğe bağlanan alına bindi.
Öfkelenen babası sarayı sarsacak kadar bağırıp çağırdı. "Yakalayın! Öldürün! Gebertin!" diye bağıran Sooronduk'un sesi şehirde yankılandı.
Almambet sabaha karşı yedi geri nişan edinip sağa sola bakmadan yola koyuldu.
Sooronduk oğlunun peşinden, onu takibettirmek için asker gönderdi. Esen Han ve Batıdaki hanlara mektup yazıp, güvercinlerle gönderdi.
Erkesi gün han sarayına bir güvercin mektup bıraktı diye Esen Han'a küçücük bir kağıdı verdiler. Kağıtta şöyle yazılıydı: Bugün sabaha karşı Sooronduk'un oğlu Almambet Kırgızlara kaçtı. Batı yönüne doğru gidiyor.
Bunu okuyan Esen Han öfkelenip saçlarını yolarak vahşi haykırışlarla bağırdı.
"Kaçak Almambet'i elime canlı ulaştırın! Ya da başını kesip getirin!" diye bütün Çin'e buyruk çıkardı.
"Biz önceden söylemedik mi, çocuğun niyeti kötü, başa bela olacak diye, ulu Göğün oğlu!" dedi rahipler sevinerek.
Yakasız zırh gömleği, nalsız çizme giyen, ince bıyıklı geniş yüzlü, kızıl gözlü memur Kongurbay başta olmak üzere Bahadır Neskara'yı ve Büyük Yoloy'u kalabalık askerle takibe gönderdi Esen Han.
Kongurbay'ın askerleri Almambet'e beş günde ulaştılar.
Karınca gibi kalabalık asker Almambet'i uzaktan kuşattılar. Kuvvetten düşen Almambet sıra sıra gelen askerlere tek başına karşı koydu.
Bahadır kapının önünde bekleyen Kongurbay'a oktan önce ulaşıp böbreğini yumruklayarak geçti. Kongurbay atından düşmek üzereyken arkadaşları onu kurtardılar.
Almambet gerçek bahadırlığını şöyle gösterdi ki, sağa sola bakmadan kalabalık içine girip kılıcıyla mızrağıyla nice yiğidin canına okudu, bazılarını attan devirip kellelerini elma koparır gibi kopardı, askerleri kuşlara saldıran atmaca gibi kovaladı.
Almambet hiç uyumadan yedi gün yedi gece savaştı. O karşısına çıkan Çin hanı Neskara, Kalmuk hanı Coloy ve onların yanındaki pehlivanlar ile tekbaşına dövüşüp pek çoğunu safdışı ederek kalabalık orduyu alt üst etti.





Bir anda atı kılceyren tulpar halsizlenip sendeleyerek bir çukura düştü. Almambet bu sırada eyerinden bir yana sarktı, üzengiden ayağı kaydı. Bunu farkeden Alevke'nin oğlu Kongurbay atını kamçılayıp kükreyerek kuş gibi saldırıya geçti. Almambet yardıma yetişecek kimse olmadığı için hayatından umudunu kesmişti. Göz kapayıp açıncaya kadar Almambet'e Gök yardım etti. Kızıl perçemli mızrağı olan biri doğruca Kongurbay'a saldırıp, onun atına mızrağını sapladı. Kongurbay'ın tulparı kuvvetten düştü, Kongurbay hayatından umudunu kesip telaşla aşağıya doğru kaçtı.
Almambet "Bana yardım eden hangi yiğit acaba?" diye dikkatle baktı ki annesi Ekzer'i gördü. Zavallı anne doru kısrağa binip, erkek kıyafeti giyinmişti, yumaklanan siyah saçları tepesine düşmüştü. Biricik oğluna yardım etmek için, onsuz nasıl yaşarım diye düşünüp, eline mızrak alarak oğlunun peşinden gelmişti. Yerinden kımıldamayan arslan kah annesini dağa benzeterek, sevincinden kabına sığmıyordu, kah miskin annesine acıyordu. Almambet annesini gördükten sonra daha da cesaretlendi. Soğuksuyu geçip, dinlenen atına binerek Kongurbay'ı takibetti. Kongurbay'ın dört ayaklı kuş gibi uçarcasına koşan kara atına Almambet yetişemedi. Kaçanların arkasından kovalayan Almambet yakaladığını sağ bırakmadı.
Almambet kaçanların arasında kuşluk vaktindeki gölge gibi hareketsiz duran askeri görünce, önce onu gebertmek için arkasına mızrak vurdu. Üzengiden butu kayan asker başını çevirdi. O, Almambet'in babası Sooronduk idi. Onu gören Almambet'in vücudu deprem olmuş gibi sarsıldı.
"Sen miydin baba, sağ kal!" diye mızrağını çekip, kılıcını kınına soktu. Utandı mı ya da sinidlendi mi bilinmez atının boynuna asılıp, ocağına su basmış gibi elinden kuşunu uçurmuş gibi ezilip büzülerek üzüntü içerisinde atını geri çekti.
Almambet sinirlenerek yürürken çukurda annesinin bindiği doru kısrağın boş olduğunu gördü. Almambet'in kalbi çarpıp, dağ gibi atı sallandı. O uçarcasına koşup kısrağı yedeğe alarak "Asil Ekzer anneciğim." diye geniş sahrada yankılanan sesiyle bağırmaya başladı.
Annesinden ses çıkmadı, nerede olduğu bilinmiyordu.
Davul çalan kalabalık Çinli'nin Ekzer'in cesedini katıra yükleyip, Pekin'e doğru götürmekte olduklarını gördü Almambet. Tozu dumana katarak onlara yetişip annesinin cesedini kurtardı.
Sahrada, Almambet sırlı mızrağını yere vurup, gözlerinden yaş dökerek, kemikleri sızlayıp üzüntüden halsizlendi.
Bu sırada düşman, Almambet'i dört tarafından kuşatmış sel gibi geliyordu. Almambet atını gerip çekip Çinlilerle savaşsam, zavallının etlerini akbabalar yiyecek, gözlerini oyacaklar diye eğilerek annesinin cesedini belinden tutarak doğru kısrağa yükledi. Takibedenleri atlatıp ormana girdi. Annesinin cesedini yüreği sızlayarak büyük bir acı içinde toprağa verdi, üzerine büyük bir taşla işaret koydu.
Şafak söküp yeryüzü aydınlandı. Almambet gitmek istedi ama, güneşi orman, düzlüğü düşman örtmüştü.
Almambet, dindar biri idi, bir fırsatını bulup bu sıcakta dağ deresine dolu yağdırdı, ormana sel bastırdı, düzlüğü kara dumanla örttürdü.
Kılceyren'e binen Almambet güpegündüz yağmurdan kaçan askerler arasında dolaşıp atlarını beraberinde sürerek ormandan çıkıp Altay'ın yolunu tuttu. Tam on bir gün yol yürüdü.
Kökçö ile vaatleştiği günün üzerinden altmış gün geçmişken yoldaşlarıyla atlanan Kökçö "Almambet verdiği sözü tutacak, dost için ateşe girecek, namus için canını verecek bahadır sözünden dönmez, vaatleştiğimiz yere gelmişti" diye gök nehirin kıyısını takibetti. Öğlen olduğunda kenardaki dağ yolunda toz duman çıktı. Kökçö dikkatle bakınca kanlı atları sürerek gelenin Almambet olduğunu gördü.
Güz aylarının sonunda Er Kökçö Almambet'i babası Aydarkan'ın avuluna götürdü. Aydarkan, mal ve servete düşkün biri idi, o altı yüz atı arasında küçük bir kısrağı bulup kesti.
Almambet Kökçö'nun karargahındaki birinin evinde barınıp, dokuz yıl bekar yaşadı. O halkın sefil yaşamına acıyıp, bir yararım dokunsun diye, Moğolların, Tırgotların, Kalmukların atlarını, sığırlarını ve develerini getirerek yoksullara paylaştırdı. Yılda üç dört kez at getirip fakirin karnını doyurdu, yoksulu zengin kıldı.
Almambet âdiliği, dürüstlüğü, samimiliği ile obacakta değer kazanmaya başladı. Zavallılar, fakirler, şikayetçiler, kocasından boşananlar önceki gibi baylara ileri gelenlere, efendilere, beylere değil, bu belalı gaddar Çinli Almambet'e gelmeye başladılar. Almambet herkesin şikayetini, derdini dinliyordu. Kimsenin servetine, zenginliğine, şöhretine bakmıyordu. Herkesle yüzyüze konuşup, davanın köküne iniyor, kavgayı yatıştırıp meseleyi adil bir şekilde çözüyordu.
Kazakların, daha önceleri adillik taslayan bilgiçleri, hakimleri maslahattan, hakimlikten, ganimetten mahrum kaldılar. Bir defasında ileri gelenlerden altmış kişi bir araya gelip anlaştılar. Hile düşünüp, kendilerinin Almambet'e denk gelemeyeceğine kanaat getirdiler. Kardeş gibi birbirine yakın olan Kökçö ile Almambet'in arasını açtılar.
"Nazlanan güzel Ak-Erkeç namussuzluk edip yanına erkek aldı. Kadın erkeğe düşmandır. Babasını, askerlerini öldüren bu Çinli sana acır mı, Almambet seni öldürüp tahtına oturup Ak-Erkeç'' almak istiyor, onu ortadan kaldır" diye hep birlikte bir masal uydurup Kökçö'yü sarhoş ederek Almambet'e karşı çıktılar.
Kadınlara düşkün, safdil ve kaba olan Kökçö, mümtaz beylerin necis dedikodusuna inanarak Almambet'i kalabalığa öldürtmek isterken bahadır kılıcını çıkarıp kendini korudu, bir kaçını yıkıp ölümden kurtuldu.
Öfkelenen Almambet'e beyaz sarıklıların akıllısı, ipek elbise giyen güzel Ak-Erkeç ağlayarak şöyle akıl verdi: "Yolda Kırgızların bahadırı Manas'a uğra, senin kıymetini bilse bilse o bilir, sözümü unutma."
Karargahtan giden Almambet epey yürüdükten sonra "Kökçö sarhoşluğundan bana bunu yaptı, kendine gelip gerçeği öğrenirse peşimden adam gönderir" diye pek uzağa gitmeden savaş atı olan Kılceyren'i otlağa bıraktı, yollara bakıp bir gün yattı, iki gün yattı, üç gün yattı. "Kökçö değişmiş, niyeti bozulmuş" diye dertlenip ondan umudunu kesen bahadır Almambet atının başını sahraya çevirdi.
Hazret dağında. Ahşap dairesi ardıç ağacıyla tutturulmuş, sırıklarının ucuna kırmızı çuha geçirilmiş, kenarları deyilde kumaşından yapılmış, beyaz çuha ile kaplanmış, işlenmiş ipekle örtülmüş, sırıkları ve duvarları otuz çeşit boya ile boyanmış Karabörk'ün, adetlere göre yapılan on iki kanatlı beyaz çadırında uyumakta olan Er Manas rüya görüyordu.
Manas uyanıp "gece gördüğüm rüya iyi değil. Bunu halka anlatıp yordurayım" diye Kırgızlara haber gönderdi. Kırk gün sonra haber ulaşan yerlerin hepsinden halk geldi. Ya düşmanını yenememiş, ya da hanımı erkek doğuramamış, durup dururken ziyafet vermesinin anlamı nedir? Diye Manas'ın davranışına şaşıranlar oldu.
Manas at kestirip eğlence düzenleyerek ziyafet verdi. İnsanlar dağıldaktan sonra karargahına aksakallıları, bilgiçleri, ileri gelenleri, halkı yöneten beyleri, kırk çorasını çağırıp onlara karın yağı, yele altı yağı yedirip, şarap içirdikten sonra rüyasını anlattı.
"Sevgili halkım, size söyleyeceklerim var, yormanızı istediğim bir rüya var. Gece bir rüya gördüm, rüyamda Ak-kula'ya binip, cebe giyip yol yürüyüp sükunetle geliyordu, karşıma tığı altın, sapı bakırdan olan kırmızımtırak bir kılıç rastladı. Ganimeti elime alıp havaya salladığım zaman vızıldayan bir ses çıktı, keskin olup olmadığını denemek için ev kadar bir taşa vursam, taş et gibi kesilip ikiye ayrıldı, kılıç yere saplandı, kılıcı kuşanıp geliyordum, sağ tarafımı ağır hissettim, baktım ki, deminki kılıç arslana dönüşmüş. Tepeye çıktım, arslanın heybetinden hayvanların hepsi boyunlarını uzatıp eğildiler. Yine yürürken, arslan bir anda atmacaya dönüşüverdi. Beyaz atmaca gökte öterken, bütün kantatlılar yerde korkudan titriyordu. Kuyruk ve başı parlayan beyaz kuğudan beyaz tüyü var, alp kara kuşunun heybeti var; kuşu elime kondurup geliyorken uyandım. Millet, bunun anlamı nedir? Rüyamı yorunuz..." Manas, kıymeti pahalı kaftanı askıya iliştirip kapı söğesine dayanıp başını oturanlara çevirdi.
Böyle zor anda halkı kurtarıp, ihtiyacı karşılayan akıllı ve yenilmez Acabay oldu.
"Bahadır işlerin düzelecekmiş, hayırlı rüya görmüşsün. Tanrı sana eşdeğerini verecek, Çin'e şerefini lekeletmeyen Er Almambet sana gelecekmiş. İşittim ki, Sooronduk'un oğlu Kazaklara gelip, birkaç yıl kalmış, ama pehlivanlarıyla anlaşamamış. Kökçö'ye darılmış. Çelik tığlı, arslanların arslanı, bahadırların bahadırı olan Almambet sana gelip katılacakmış. Sana destek olacakmış. Rüyadaki işaret Tanrının sevdiği kişilere verilir."
"Kimse seninle boy ölçüşemez, talihine kimse konamaz Acıbay ağa! Beylik kaftanı sizindir!" Bahadır Manas düşündüklerini iyiye yoran Acıbay'a memnuniyetini ifade ederek altı bin aileye bey olduğunun işareti olan kıymette pahalı kaftanı giydirdi.
"Rüyan gerçek olsun!" dedi oturanlar Tanrıya sığınarak.
Halk memnun olup ziyafetin keyfini çıkardıktan sonra evlerine döndü.
Ondan sonra yaz geçti, güz geçti.
Manas'ın karargahında altı yıldan beri kötülükten haber veren davul çalınmamıştı. Bugün davul çalındı.
"Altı yıldan beri Manas tırmanacak dağ, savaşacak düşman bulamadığı için canı sıkıldı galiba, toplanalım, ziyafet yapmak için Manas'tan izin istiyelim" diye durdu halk.
"Bahadır Manas, bizim yapacak işimiz nedir?" dedi kırk çoranın başı kırgıl gelerek.
O zaman Manas şöyle dedi:
"Bahadırlar beş aydan beri yer altı yağı, karın yağı, sucuk yiyip, şarap ve kımız için eğlenip yattınız. Kılıcınız paslandı! Tazınızı yağ bastı. At semirip doldu, atlanacak zaman oldu. İyisi ava çıkalım! Tadını çıkaralım!".
Bugün Manas'ın yiğitleri yağma için hazır bulunan seçkin tulpar (at) larını esirgeyip, ziyafetlerde bindikleri toburçak koşu atlarına bindiler, bazıları kazan aşı özledik diye atlanıp düşman yerine av, gece yerine tan arayıp çıktılar.
Manas iki gün ara vererek doyasıya eğlendi, pek çok geyik avlattı. Bu yetmiyormuş gibi doğuya doğru yürüye yürüye on beş gün yol gittiler.
Bahadır Manas yüksek dağlarla çevrili, sarı deredeki ufak tepelere, ördek ve kazlara, at ayağı değmemiş otlara, akaduran pınarlara, hayvanları bol olan Talas'a merak salıp, buraları tam karargah kurulacak yer imiş diye çok beğendi. Ceylanı koyun sürüsü gibi fazla olan geniş havzaya karargah kurup satranç, toguz korgol (bir oyun), toptaş, aşık oynatıp altı gün eğlendi.
Yiğitlerin hepsi çılgınca eğlenirken Er Manas rahat uyuyamadı, gönlü eminlik bulmadı, bir gök çadıra giriyor, bir dağa çıkıyordu, kalbi çarpıp, yer bakmaya giden yiğitlerini gözetliyordu.
Dağ eteğine çıkan kurt gibi yolda bir karaltı gözüktü. Bindiği at, boynu bir kulaç olan değişik bir tulpar idi, kendisi geniş göğüslü, geniş omuzlu, yay kuşanan, sadağı öküz beli gibi dağa benzer bir alp idi. Yaklaştığında gördü ki, o endamıl, başına hanlarınki gibi altın işlemeli kalpak giyen, başında kıymetli taş bulunan, insandan farklı heybeti olan, tuttuğunu koparan ölümden çekinmeyen, bahadırlık boynuzuna sahip bir yiğit idi.
Manas onu gördüğünde rüyamda görünen "Sevgili Er Almambet işte odur" diye tahmin etti. Dosta susamış gibi aceleyle yanına gitmekten çekindi. Onun gerçek yiğitliğini deneyeyim, kurallara göre iş göreyim, halkın adetini göstereyim diye Almambet'e gözükmeden dereye girdi.
Manas gök yayvandaki eğlencenin keyfini çıkaran arkadaşlarını yerinde bırakıp su kıyısındaki altın sadaklı beş bahadırına Almambet'i gördüğünü söyledi.
"Belindeki bağ gibi beş bahadır, sözümü dinleyin. Aşağıdan gelmekte olan kimse Almambet'e benziyor. Onu kuşatıp farkettirmeden yaygara edip ona saldırın, gerçek bahadırlığı o zaman bilinir. Yiğidin yüreğini deneyelim" dedi Manas.
"Hey, onu öyle şımartmayalım, Kazaktan kaçan Çinli'yi beşimiz bağlayıp gelemezmiyiz" dedi Sırgak.
"Bırak şimdi, kendini dev mi sanıyorsun Sırgakcığım. Akıllı iş yapalım. Benim gördüğüm Almambet, eğer gerçekten o ise tabiatı, heybeti arslan gibidir. Ona kötü muamele edip utandırmayalım? O çocukluğundan beri Çin'in köklü âdetlerine alışmış başı dertte olan, barınacak, yeri, sığınacak halkı, dayanacak dağı olmayan yalnız arslan gibi dolaşan garip, şaşkın bir bahadır. Ona ele konan kuş gibi iyi davranıp cana dost, direk edinelim. Ona adetlerimizi, liyakatımızı gösterelim. Değerini bilelim. Askerlerin birliğini, davranışını, yiğitliğni cesaretini görsün! Görüp memnun olsun! Alaya almıyalım! Disiplinsizlik etmeyin, sır vermeyin, askerlerimizin birliğini, çevikliğini, bahadırlığnı gösterin. Emrimi yerine getirmeyenin kanını dökeceğim."




Beş bahadır dağ deresini takibederek yola koyuldular.
Bu sırada beş bahadır birden bire tüfek atıp, davul çalarak, dereden çıkıp Almambet'e saldırdı. Almambet bunlar haykırışına çil yavrusu kadar bile değer vermedi, gerçekten kurşun yürekli, fil bilekli bahadır idi; kımıldanıp arkasına bakmadı bile. Yöneldiği taraftan sapmadan aç arslan gibi ulayıp, mızrağı belinde sallanıp, sağa sola bakmadan bastırıp gelmesin mi! Az önce bağırıp çağıran, hep birlikte saldıran, yiğitlik taslayan beş delikanlı Almambet'in heybetinden çekindiler, dilleri tutulup, kurda rastlayan köpek gibi sustular. Silahlarını yavaşça indirdiler, alaya kaldılar, sadece selam verdikten sonra sıraya girip durdular.
Bahadırlık taslayan Sırgak şimdi Almambet'e yol başlıyordu.
Almambet dört tepeli gök çadıra yaklaşırken karşısına birçok dil bilen akıllı Acıbay çıkıp atının dizginini tutarak konuşmaya başladı.
"Büyük olsan da alçak gönüllü ol bahadır, sözüme kulak ver. Tanrının emriyle Kırgızların mukaddes topraklarına, hanın kapısına rastladın. Böyle gaddarlık etme, halkımızın adetlerine göre davran. Hanımız nehirde kan akıtan sert tabiatlı bahadır, bizi cezalandırmasın, canımız sağ kalsın. Attan inde hürmetle hana selam er..."
Hakan Çin'de hanın huzurundaki âdetleri öğrenmiş, ayrıca Türk hanlarının köşkünde bulunmuş Almambet atından inip, han çadırana gelip, hürmetle selam verdi Manas'ın amcası Bakay'la el sıkıştı.
Kırgızlar, âdetlerine göre sarı altın ruhlu kaseyle kımız alıp geldiler. Almambet fincanı veren yiğide "evvel amcama, büyüklere sun" diye Bakay'ı gösterdi. Bizim adetlerimizi biliyormuş diye oturanlar şaşırdılar.
Bakay kaseye dudağını bandırıp büyüklük işaretini yaptı. Ondan sonra Almambet fincanı eline aldı. Nice günler aç kalıp dudakları kuruyan Almambet açlığını bildirmemek için, azıcık içmişti, kımız midesini yakmış olmalıdır ki, kamburlaşıp ter içinde kaldı, sonra başını kaldırdı.
O zaman Manas konuşmaya başladı:
"Bahadır, Ala-Dağ denen yere geldin. Kırgız denen halka geldin. Hoş geldin Bahadır! Keyfine bakıyoruz da, yolcu gibi bir halin var, bahadırlık heybetin var. Hangi ilden, ne zaman geldiğini anlat, Bahadır" dedi Er Manas kulağını verip.
Er Almambet kederlenerek şöyle dedi:
Adını sanımı sorma bahadır,
Halkından vazgeçen bir yalnızım.
Gözüme alıp ölümü,
Cevap verecek halim yok?
Şaşkın dolaşan insan gibi,
Yol sorsam ne fayda eder?
Böbürlenecek halim yok?
Budala dolaşır her yerde,
Yalnız gezen bir kimseye
Halkını sormak ne fayda eder?
Gideceğim bir yer yok,
Şöyle dolaşan biriyim.
Sığınacak halkım yok,
Şaşkın gezen biriyim.
Hayalde yok iş arayıp,
Şaşalayan biriyim.
At ulaşmaz yol arayıp,
Yol şaşıran biriyim.
Bahadır Manas halkına şöyle duyurdu:
"Göğlere yükselen Ala-Dağ'ı ve onun geniş kırlarını, uzun yollarını kim aşmamış ki halkım! Davet edip getiremiyeceğim Çin hanını Tanrı göndermiştir. Evime kut inmiştir! Belalı kırk bahadır, buraya gelin! Hana selam verin! Binmesine yürük, giymesine kürk elbise verin, esirgemeyin! Ak kulayımı çekin!"
Manas'ın ordusundaki yiğitler oraya buraya koşuşup, hakim beyler telaştan ne yapacaklarını şaşırdılar. Manas sözünü bitirir bitirmez, yiğitler Ak-kula'yı yedeğe alarak, dokuz ünlü koşu atını getirdiler. Atların hepsi eyerlenmişti. Ak-Kula'daki altın eyerin başına sırlı mızrak, yanına Akkelte kılıç, terkisine balta bağlanmıştı.
Kırgızlar Almambet hanın şerefine sarı oğlağı kurban kestiler. Manas hazineci kurnaz yiğide büyük heybeyi açtırdı. Almambet'in başına kızıl altın sikke (para) serpti. Yuvarlak başlı insanların talihi için kırk bin altın sikkeyi yiğitlerine talan ettirdi, kova kova yağları Almambet'in başından çevirip dört ayaklıların talihi için köpeklere yalattı. Üç canlının etini Almambet'in başında çevirip, bu kantlıların talihi için diye kuşlara yedirdi. Almambet'in eski giysilerini zavallı, gariplere pay etti.
Kırk çoranın içinde zor anlardı faydası değen, sıkıştığı yerde çare bulan, temiz sözlü Serek adında bilgiç biri vardı. O Manas'a şöyle dedi:
"Bahadır, Kırgızların adetine göre han geldiğinde şerefine at kesilirdi..." dedi Serek.
Manas bacaklarına vurup kahkaha atıp güldü.
"Evet Serekciğim doğru söylüyor. At kesmeden han karşılamak bizim adetimizde yoktur. Millet han geldikten sonra at kurban keselim, hazırlayın!"
Manas, bahadır Almambet'e cebe giydirdi. Ak-kulasının başladığı iki tulparı yedeğe alıp gelerek onlara hediye verdi ve şöyle dedi:
"Almambet hanım karargahıma gelmişsin, yola koyulacaksan Akkula atıma binip bu atları sürüp git. Mızrağım, tüfeğim sana emanet. Sana verecek hediyem bunlar, kabul et, kalacağım dersen işte halk, gideceğim dersen işte yolun."
Almambet ses çıkarmadı.
Atların sırasında Ak-kula da vardı. "At benimki" diye Almambet Ak-kula'yı aldı, onun yerine Sarala'yı bıraktı.
Mükafatı haketmeden at kesildi. Bunu halkın çoğu bildi, bilse de kimse Manas'a bunu sormadı.
Bu esnada söz ustası Serek işe yaradı.
"Bahadır, at kesilirken onun bir bedeli olmalıydı".
Manas etrafına bakındı. Bunu anlayan kırk çoro bir akıl buldu.
"Bahadır, at yarışının mükafatı için insan konulurmuş diye düşünsün Almambet. Biz çoralar mükafat olarak duralım" dedi kırk çoradan yedisi önüne çıkıp.
O zaman hiç gülmeyen Er Manas kahkahayla dişlerini göstererek gülmeye başladı.
Bu sırada yürük atların önü finişe geldi. Birinci yarışı tuynaklarının değdiği yerleri yer ocağı gibi oyan, toz çıkarıp, dağlar üzerindeki bulutlar gibi yayılan duman bırakan Almambet'in Sarala atı kazındı birinci yarışın mükafatı olan yedi yiğit Almambet'e verildi, onlar sevine sevine gelerek sahiplerinin hizmetine girdiler. Bundan itibaren bahadır evinde olduğu zaman kamçısını alıp, atından indiği zaman dizginini tutup oturduğu zaman döşek hazırlayan yedi yiğit Almambet'in emrine geçti.
Almambet'in kalacağına kesin gözle bakan Er Manas yeni dostuna değer verip onu iki gün kırda dinlendirdi.
Tepede yıldızlara yakın kahramana yandaş yatan, kuşlar ile bir arada uyuyan Almambet ile Manas; iki yiğit can sıkıntısını gderip, rahatladılar, iki gün iki gece yattıktan sonra kalbindeki sözleri birbirlerine anlatıp canciğer dost oldular.
Manas atalarının adetince Almambet'e şöyle dedi:
"Şimdi bahadır, Kırgızlara akraba oldun. Yatacağım dersen işte köşk, gezeceğim dersen işte ilim. Gitsen de sana güveniyoruz, kalsan da! Ama kalırsan başımızın üzerinde yerin var."
"Bahadır Manas, ben hayatımda hiçbir şey görmemiş çocuk gibi biriyim. Çok değişik şeyler yaşadım. Böyle bir zamanda Kırgızlarla geçinebilir miyim, geçinemez miyim diye tereddüt ediyorum. Halkın hakkında, bahadırların hakkında bir şeyler anlat, öğreneyim" dedi Almambet.
Manas şöyle dedi:
"Bahadır Almambet. Tüneğimden inen kutum oldun. Elime konan atmacam oldun! Can ciğer dostum oldun. İşlerim yolundadır. Şimdi sana halkımını durumunu anlatayım. Ecdadımız Türktür. Tanrıya, Yersu'ya Umay Ana'ya tapınıyor. Dağlara çıkıp, güzel yerleri mesken edinir. Sözüne çok özen gösterir. Kanunu ve nizamı ağzında, sırrı yüreğinde, erzağı terkisindedir. Bayrağını, göğün yüzünden ve yanan ateşin renginden almıştır. Damgasını ay ile gökten, canlılardan almıştır.
Yiğitler yastıkta değil, şerefleri için savaşta ölürler. Yağmaya çıktığı zaman yoldaşı tulpar avı ile savaş silahı, sırlı mızrağıdır. Özgür kuşlar gibi kışın Batıda, yazın Doğuda dolaşan kaplan gibi kuvvetli halktır" dedi Manas.
Almambet sıra dağlara merakla bakarak şöyle dedi:
"Kendimizden başka halkları 'vahşiler', 'dağ haydutları', 'vadi haydutları' diye kimseyi muhatap saymadan kibirlendik. İnsanın kötüsü vardır, ama halkın kötüsü yok. Her halkta arsalanı da vardır, hayvanı da."
Manas şöyle dedi:
"Bahadır, Han karargahında babam Cakıp, danışmanı Baka, bütün Kırgızlar var, oraya gidelim?"
Keçe evinin önündeki seçkin yiğitlerden üçü 'Almambet oğlun geldi' diye Cakıp Bay'a hanımına müjde vermek için koştular.
Cakıp Bay Semerkand'ın dışındaki Bel-saz denen yaylada kısraklarını sağıp tay etini yiyip kımızdan çekilen şarabı içip yatıyordu. Üç yiğit birbirleriyle yarışarak müjdeyi ulaştırdılar.
"Bay ata, oğlunun bu dünyada yoldaşı, öbür dünyada arkadaşı, savaşta arslanı olacak biri bulundu."
"Bay ata, oğlunun dövüşte mızrağı, savaşta kılıcı, yağmada yürük atı olacak biri geldi."
"Bay ata, kaplan gibi saldıran, çelik kılıç gibi parçalayan, çekişen düşmanı sağ bırakmayan Almambet oğlun geliyor. Muştuluğunu söyle, bayım."
Cakıp Bay'ın cimriliği tuttu.
Muştuluk verecek mertliği gösteremeyip yiğitleri hanımına gönderdi. Sevgili Çıyırdı hanım müjdeyi aldığında karargahından çıkıp hayır dualar okuyarak Tanrıya şöyle seslendi:
"Ah, Tanrım, bundan on altı yıl önce rüyamda Manas'ın yanında Almambet'in bulunduğunu görmüştüm. Ondan beri ne zaman gelir diye bekliyordum, rüyam doğru çıktı. Müjdeye gelen yiğitler develerden dokuzunu üçünüz paylaşın."
Çıyırdı kuş tüylü teğelti konulan boz yorga (at) sına binip oğlumu karşılayayım diye on iki kadını beraberinde alıp yola koyuldu. Cakıp Bay altmış sakallı ihtiyarı peşine takıp acele hareket etti.
Cakıp Bay Manas ile Almambet'e herkesten önce ulaştı.
"Ah, kurban olayım oğlum Almambet! Sağ salim geldin mi? Seni bize Tanrı gönderdi" dedi Cakıp ağlayıp sakallarını ıslatarak.
Almambet, babasını hatırlamış veya Cakıp Bay'dan memnun olmuş gibi Cakıp'ın göğsünü öptü ve ağladı.
Bu sırada, arkadan saçları beyazlamış Çıyırdı hanımın sesi geldi.
Hanım boz yorgasının dizginini bırakıp altmış ihtiyarın arasından geçerek geldi. "Tanrım bana verdi. Biriciğim çifti geldi." Çıyırdı deve gibi bozlayıp Almambet'e sarılmıştı. Hanımın memelerinden yeni doğum yapan gelininki gibi süt fışkırıp aktı.
"Sevgili Anneciğim" dedi. Almambet memeleri emerek.
Şöhretli hanım Çıyırdı iki memesini çıkarıp sağ yanına Manas'ı, sol yanına Almambet'i alarak ikizleri emzirir gibi emzirdi.
Otuz yaşındaki oğlu iştahla meme emdiğinde memesini sıkıp, sütünü fışkırtan ve bununla zevk duyan gülyüzlü Çıyırdı'nın gevşeyip durduğunu görenlerin hepsi çok sevindiler.
"Halkım, anadan iki, atadan dört tane oldum" Er Manas.
Cakıp Almambet'in gelmesi münasebetiyle kırk bir hayvanı gariplere ve fakirlere sadaka verdi.
Bahadır Manas Almambet'i kutlamak için sekiz kabile halkını çağırıp ziyafet verdi. Çıyırdı hanımın beyaz evinde meyva konulan geniş sofrayı çevreleyip oturanlar arasındaki Almambet şöyle dedi:
"Bahadır Manas, halkını gördüm, Tanrı bahtını vermiş. Talihin varmış. Ak-kula atını mertlik edip bana verdiğin için memnunum. Babamın evindeyken söyleyeyim, Ak-kula'yı sana verdim. Bana Sarala yeter."
Almambet'in akıllılığını gören Kırgızlar çok sevindiler.
Dizilmiş olarak bekleyen kalabalık halkın ortasında Manas, yanında Almambet ve kabile reisleri yer almıştı.
İki yiğit beyaz söğüt çubuğunun uçlarından tutup durdular. Cakıp çelik bıçakla çubuğu tam ortasından kesti.



Kaynak: Alıntılar



 
Alıntı ile Cevapla

 

Etiketler
destanı, destanıdır, kırgız, manas, milli, türklerinin


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
UNESCO, Manas Destanı'nın ilk el yazmasını insanlığın ortak mirası ilan etti Zeytin Kültür ve Sanat 1 09 Haziran 2023 19:28
Gökçe Kırgız – Eylül CORDON BLEU D, E, F, G 0 26 Kasım 2022 17:26
Kırgız Atasözleri SimHa Atasözleri ve Deyimler 0 11 Mart 2018 15:51
Oğuz Kağan Destanı (İslami) Türk Destanı oneofgirl Tarih 0 25 Temmuz 2013 23:08
Bostan: "Çanakkale Zaferi Milletimizin Yeniden Diriliş Destanıdır" Sevda Haber Arşivi 1 18 Mart 2011 13:31