IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 28 Ocak 2016, 22:44   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Spinoza ve Duyguların Hesabı (Ulus Baker)




Spinoza'nın kozmolojisi onu tüm varlıkların sürekli bir salınım, hatta savruluş halinde
oldukları fikrine vardırıyor. Mekân tutan varlıklar olarak asla durmuyoruz, çünkü
bireyliğimizi belirleyen, karakterize eden bir formül uyarınca biz, bütün diğer varlıklar gibi,
belli bir hareket-durgunluk oranından ibaretiz. Bu bizim birey olarak varoluşumuzu dışlayan
bir durum değil --Spinoza tözden ve bireyleşmelerden başka hiçbir şeyin olmadığını ve bu
bireylerin, Tanrı ya da Töz içinde eriyip gitmek şöyle dursun, tam tamına belirlenmiş
olduklarını, üstelik de tam tamına bilinebileceklerini söylüyordu. Ancak insanların böyle bir
bireylikten haberdar olarak doğmadıkları ve bu bireylik bilgisine erişmenin bir dizi süreçten
geçmeyi gerektirdiği besbelliydi. Spinoza'nın bütün Etiği, bütün Ontolojisi, bütün Siyaset
Felsefesi, bütün Doğa Felsefesi işte bu yolu takip etmektedir.

Bireyliğin salınıp durması, bireylerin belli bir hareket-durgunluk oranı olarak
tanımlanmalarından geçiyor. Bu bedenin doğasıdır. Ancak her birey, her biri sonsuz sayıda
bireylerden, parçalardan oluşan --dolayısıyla sonsuzluğu içeren-- bir varlık olduğu için, bu
salınım içinde hasbelkader parçalarından birinin, ya da birkaçının etkilendiği, belki de yok
olduğu olur --ancak parçaların yerine başka parçalar aynı işlevi görmek üzere
gelebileceğinden bireyin karakteristik oranı korunabilir. Sorulması gereken soru, bireyliğin
varlığında devam etmesinin temel koşulunun ne olduğudur. Spinoza bu sorunun cevabını
Ethica'nın Üçüncü Kitabının altıncı önermesine kadar vermeyecektir: Unaquaeque res,
quantum in se est, in suo esse perseverare conatur ... Her şey kendince ne kadarsa varlığında
direnmeye çabalar.Conatus doktrini adıyla bilinen bu önermeyi Spinoza felsefesinin temel
postülası, belki de çıkış noktası haline getirmek kısmen doğrudur, ama bizi bir dizi sorunla
baş başa bırakır. Bu ilkeyi basitçe Newtoncu "eylemsizlik" (atalet) ilkesinin bir izdüşümü
olarak mı görmeliyiz? O zaman "boş uzam"ı ancak bir soyutlama olarak kabul eden
Spinoza'nınconatus ilkesini bir "çabayla" açıklaması tuhaf kaçardı. Spinoza bireyliği açıkça
hareketle ya da hareketsizlikle değil, çok daha göreli bir tema olan hareket-durgunluk oranıyla
tanımlıyor çünkü. Çıkagelen zorluklar bir bakıma Spinoza'nın böyle bir temel önerme için
neden Üçüncü Kitaba kadar beklediğini gösteriyor: Neden bir "çaba"? Neden bütün
bireyler, ...quantum in se est... yani kendilerince, kendilerinde ne kadarsa o kadar ... çaba
gösteriyorlar?

Spinoza ilk kitabında Tanrıyı, ikinci kitapta fikirlerin nesnel doğasını tartışır. Ancak üçüncü
kitapta insana, yani fikirlerin "öznel" diyebileceğimiz doğasına, dolayısıyla düşünme
biçimlerine, duygulara geçer. Conatus ilkesi tam da bu noktada ortaya atılmıştır. Bu ilkeyi
sunan birkaç önerme boyunca, şeylerin farklı gerçeklik derecelerine, dolayısıyla farklı kudret
derecelerine sahip olduklarından, bu yüzden varlıklarını sürdürme, varlıklarında direnme
çabalarının bu kudrete oranlı olduğundan haberdar ediliriz. Eğer bu ilke Spinoza'nın bütün
felsefesinin anahtarıysa neden insan tutkularının ve duygularının bölgesinde ortaya atıldığını
kendimize sormamız gerekiyor.

1. Birey ve Temel Duyguları

Salınımlar insan ruhunun dalgalanışlarıdırlar. Spinoza açısından zihin ile beden arasında bakış
açısı dışında hiçbir "gerçek" ayrım söz konusu değildir. Öyleyse hiçbir karşılıklı etki, neden
sonuç ilişkisi, etkileşim olmaksızın, ruhumuzdaki dalgalanışlar her zaman aynı zamanda
bedenlerin karşılaşmalarına tekabül ederler. Bedenlerin karşılaşmaları sırasında birinin öbürü
üzerinde yaptığı etkiye Spinoza "affectio" adını verir --yani bedenin duygulanışı. Buna
zihinde tekabül eden şey neyse ona "idea" (fikir) adını verir. Şeyin bıraktığı izin görüntüsüne
--ki çoğu zaman bölük pörçüktür-- "imaj" adını verir. Şeyin bireyin conatus'u üzerinde yaptığı
etkiye ise "affectus" (duygu) adını verir. Görülebiliyor ki fikirler, nesne kıldıkları şeyleri
temsil ederler, bütün ötekiler ise --duygulanışlar, imajlar, duygular-- kendileri bizzat etki
oldukları için hiçbir şeyi temsil etmezler. İşte Spinoza'nın duygulara ilişkin dev mimarisi bu
önermeler grubunun üzerinde yükselecektir.

Bu salınımlar dünyasında ya hep ya hiç ilkesine bağlı olarak yaşayan varlıklar vardır. Onlarda
en küçük bir salınım yokoluş anlamına gelebilir --basit varlıkların, mesela mikropların ömür
kısalığı, en ufak bir etkide kitleler halinde yokolup gidişleri, onların "varoluş aralığının"
(böyle diyebiliriz sanıyorum) daha kısıtlı olduğunu açıklar. Bu varlıklar temel gereksinimleri
hakkında hiçbir bilince sahip değildirler ve zaten de yaşama tarzları, yani "özleri" açısından
buna ihtiyaç duymazlar. Özleri daha zengin, varoluş aralıkları daha geniş varlıklar ise, en
azından yıkıcı olmayan salınımlara katlanabilirler. Onlarda bir tür öznelliğin geliştiğine
hükmedebiliriz --en azından bu salınımlar boyunca varlıklarında direnme çabalarına yeni bir
ad vermek gerekir --Spinoza buna "appetitus", yani iştah demektedir. Bu noktada demiş
oluyoruz ki yaşayan varlık çok zayıf duygulanışlara (affectio) dayanabilir, bu uyaranlar
karşısında sürekli bitkinlik halinden biraz sıyrılabilir, dolayısıyla bilincin en alt biçimini
geliştirmiş olabilir. Bu varolmanın en basit bilincinin düzeyidir --belirlenmemiş "herhangi bir
şeyin" peşine düşmek için yeterince geniş bir algılama alanı... Geleceğin hesaplanmasına
kadar varamayan temel birtakım tutkuların geliştiği bir hayvani düzlemdir bu. Bu hayvanlar
Stoacıların bir zamanlar söyledikleri gibi sadece kendi dünyalarıyla barışıktırlar, onun
garantisi altında yaşamlarını sürdürürler --öyle ki bu "conciliatio" hali onları daha karmaşık
yaratıkların bir bakıma daha kolay yapabilecekleri hatalardan korumaktadır --içgüdü...
Ancak bu sınır aşılır aşılmaz bilincin ve algı alanının içeriği genleşir ve zenginleşir, iştah
birbirine karşıt iki tarz halinde farklılaşır --neşe ve keder... Spinoza iştaha ancak bu noktadan
sonra "arzu" demeye başlayacağını arada belirtiyor. Çünkü arzu, bilinçli olunan bir iştahtan
başka bir şey değildir, ama bilinçli olmak iştaha hiçbir şey eklemez, ondan hiçbir şey
azaltmaz. İştah iştah olarak kalır.

Canlı varlığın organizması ayırdedilebilir pasif salınımlara katlanabilecek halde olduğunda
zihin ayırdettiği iki hal arasındaki farkı algılayacaktır. Spinoza'nın bizi şiddetle uyardığı
nokta, zihnin bu algılamasının asla bu iki hali karşılaştırdığı anlamına gelmediğidir (Eth., III,
Duyguların Genel Tanımı).

Peki nedir bu salınımlar, variyasyonlar? Spinoza üç tür salınımı ayırdediyor: birinciler
tarafsız, nötr salınımlardır ve yapıda herhangi bir bozulmaya, biçim değişikliğine varıyorlarsa,
başka bir biçim değişikliğiyle giderilirler. Ortalama halimizi güçlendirmeseler bile hiç değilse
bozmazlar. Bilinç bunlar karşısında yalnızca "temsili" olan fikirleri algılar, gerisi, hiçbir
duygu algılamaz.

İkinciler olumsuz karakterdedirler: başına gelen olaylar karşısında bireyin varlığını sürdürme
çabasını tümüyle yoketmeden, dış ortam yararına kısıtlarlar. Bu kısıtlanabilen, dolayısıyla
genişleyebilen, artabilen azalabilen şey nedir peki? Buna da bir ad vermek gerektiği zaman
Spinoza bedenin "eyleme kudreti" (potentia agendi) diyecektir. Birey bu negatif salınımlardan
mağdur olmadan önce de kendi duygularının tek nedeni değildi --ama bu salınımlar durumu
daha da kötüye götürmektedirler --öyle ki sonuçta bedeni karakterize eden hareket-durgunluk oranı, yani bedenin teorik formülü o bedene tekabül etmeyi bırakabilir... Buna Spinoza ölüm diyor. Ölüme kadarki bütün bu "kısıtlanma" derecelerine dair zihinde bulunan fikirler de aynı ölçüde azalırlar, zenginliklerini kaybederler ve zihnin "düşünme kudretini" azaltırlar. Kederin, üzüntünün kaynağı işte budur.
Üçüncüler ise olumludur: önceki bir bozulmayı, kötüleşmeyi telafi ederler ve bireyi ortalama
halinin yakınlarında tutarlar. Onlar sayesinde bedenin karakteristik formülü yine tam
kudretine erişmez, ama her şey eskisine oranla daha iyidir. Spinoza diyecektir ki o zaman
bedenin "eyleme kudreti" desteklenir ve artar. Artar, çünkü bedeni eğip büken
deformasyonların azalmasıyla birlikte bedenin başına özünden gelen şeylerin oranı, dışarıdan
gelenlere oranla artar. Desteklenir, çünkü en kısa yoldan varlığını sürdürmesi için
beklemediği bir yardım görmüştür. Ve bütün bunlara tekabül eden zihinsel haller de artarlar
ve zihnin "düşünme kudretini" desteklerler. Zihin artık kendi düşüncelerine biraz daha sahip
çıkabilecektir. En uç noktada düşündüğü her şey özbeöz kendi fikirleri olacaktır. O zaman
tutku, yani edilgenlik bizzat açık ve seçik bir bilgiye dönüşerek eyleme, etkinliğe
dönüşecektir. İşte neşenin, sevincin kaynağı da budur. Ancak bu sınıra erişilmedikçe neşe hala
pasif bir his, yani bir tutku olarak kalacaktır.

Demek ki neşe conatus'uyla aynı yönde işleyen dış nedenlerin etkisi altında zihnin daha
büyük bir "yetkinlik derecesine" geçtiği tutkudur, keder ise conatus'a zıt dış nedenlerin etkisi
altında zihnin daha küçük bir yetkinlik derecesine geçtiği tutkudur.
Peki ama bütün bunlardan öncelikle neyi anlamamız gerekiyor: "yetkinlik derecesi" terimini
işin içine sokmakla Spinoza varlıkların bireysel özlerine ve gerçekliklerine doğrudan
gönderme yapmaktadır. Çünkü yetkinlik ile gerçekliği her yerde eş anlamlı olarak kullanıyor.
Gerçeklik ise aktiflikle, faal olmakla eştir: bir şey ne kadar gerçekliğe sahipse ondan türeyen
sonuçlar, yani eserler o kadar fazla olacaktır.

Yetkinlik derecesi mefhumu ilk bakışta bir varlıklar hiyerarşisi oluşturuyor gibidir. Aynı
şekilde tek bir varlığın, yani tek bir özün ardışık hallerinin karşılaştırılmasına da yarayacaktır.
Blyenbergh ile ünlü mektuplaşması sırasında muarızının kendisine söyletmeye çabaladığı şeyi
asla söylemeyecektir Spinoza: zaman içinde bir özün zenginleştiğini ya da fakirleştiğini...
Varlığın yetkinlik derecesini başkalarınkine oranla ölçecek olan faaliyetleri ---yani özünden
türeyen her şey-- ezeli ebedi olarak hep aynı olacaktır. Ama şu andan sonraya, bu özün
türevleri az ya da çok gerçeklik kazanacaklardır. Özün edimselleştiği oranda da daha fazla
gerçeklik kazanırlar. Spinoza'nın söylemek istediği şu gibidir: içinde farklı insanların ya da
varlıkların yetkinlik derecelerini karşılaştırabileceğiniz tek bir öz, varlığın genel özü, insanın
genel özü yoktur. Özler tam tamına bireysel ve biriciktirler.

Spinoza'nın "öz" mefhumunu işin içine karıştırmasının iki nedeni var gibidir: ikincisi beşinci
kitapta, özün ezeli-ebedi olduğuna dair ünlü önermesindeyse ilki Blyenbergh ile
mektuplaşmalarında tam olarak beliren bu noktadadır --kederlenmiş bir bireyin kendi
özünden, içinden türeyen bir yetkin olmayış halinden acı çektiğini asla söylememek gerekir.
Dinlerin ve bazı varoluş düşünürlerinin pek sevdiği böyle bir bakış, bireyin kendisini
"normal" halinden, cennetten düşüren, yoksun bırakan ontolojik bir eksiklikle damgalı
olduğunu varsayıyor. Ancak Spinoza gibi evrensel bir determinizme inanıyorsanız Doğadaki
her şeyin, her an olabildiğince yetkin olduğunu söylemeniz gerekir.

O halde, yetkinlik derecesi mefhumunu bir görelilik içinde, özün kendini şu anda ya da başka
anlarda gerçekleştirmelerinin salınımı olarak kavramak gerekiyor. Bu demektir ki "yetkin
olmayış" hali diye bir şey yoktur --daha da ilginci Spinoza için böyle bir kelimenin hiçbir
anlamı yoktur. Yalnızca "bir şeye göre daha az" bir yetkinlik derecesinden bahsedilebilir.
Neşe ve kederin bedenin bir meselesi olarak belirdiği apaçık --ancak zihinde, hatta bilinçte de
buna tekabül eden bir halin bulunduğunu da söylemek gerekir. Neşe ile kederi bedensel olarak
hissedebilen, ayırdedebilen her hayvanın varlığını koruma içgüdüsü boyunca conatus'unu
yönlendirmesine yarayacak önemli bir aydınlanma şansına kavuşmuş olduğu açıktır. Bunlar
henüz salt biyolojik tutamaklar olarak işe yaradıkları ölçüde, hayvan salt bir hedonist, hazcı
bir yaşantıya sahip olacak, hazlara yönelip acılardan uzak durmaya çabalayacaktır.
Ama bu "mutluluk" yeterli bir yaşantı değildir henüz --bilincin böyle bir ilerlemesinin içinde
bir tür "yabancılaşmanın" nüve halinde bulunduğunu da düşünmek gerekir. Spinoza, hazların
iki farklı tarzda yaşandığını hatırlatmaktadır: hilaritas, yani bedenin bütününe yayılan, tümünü
etkileyen bir haz ve titillatio, yani yerel bir haz. Birincisine mutluluk dersek ikincisine
gıdıklanma, ya da uyarılma diyebiliriz.

Asıl önemlisi "gıdıklanma"nın çoğu zaman dengesiz ve aşırı olabilmesidir --böylece bedenin
bir kısmını desteklerken, öbür kısımlarını bozulmaya uğratabilir. Böylece bedenin bir
bölgesinde haz olarak görünen, bedenin bir bölgesini "iyileştiren" bir etki, başka bölgelerine
çok kötü zararlar verebilir. Onlar da ergeç öclerini alırlar. Spinoza bu durumu çok ilginç bir
mefhumla karşılamaktadır --şimdinin geleceğe tercih edilmesi.

Kederde de aynı durum söz konusudur: burada da Spinoza iki tür keder, dolor (acı) ile
melancholia (yeis) arasında bir ayrım yapmaktadır. Acı iyi değildir tabii ama, dolaylı yoldan
faydalı olabilir. Bedenin kudretlerinin katlanabileceği dozda olduğunda, daha önceki bir
gıdıklanmanın bedenin diğer kısımları üzerinde gerçekleştirdiği çarpılmayı telafi edebilir.
Yine de acıdan hep kaçarız, çünkü bedenimizin şimdiki halini gözümüz gibi korumaya
çalışmaktayız. Gıdıklanma da, acıdan kaçış da aynı ölçüde geleceğin şimdiye feda
edilmesidirler.

Bireyin çevreyle temel ilişkisi olan tutkuların ne olduğu açıklık kazanıyor böylece. Bedenin
tümüne yayılan neşeler ve kederler, bedenin yalnızca bir kısmını ilgilendiren neşeler ve
kederler... Sadece bu düzeyde bireyin çevreyle ilişkisini algılama alanının ilkel bir
görünümünü, sadece bu duygulara bağlı olan bir hayatın portresini elde ederiz: birey, o andan
itibaren karşılaşmaların, tesadüflerin keyfine bırakılmıştır. Kendisine zarar verebilecek
dolaysız ve kısmi uyaranların keyfine. Bu, bireyin çevreden bağımsızlıktan kazandığını
varolma tarzı bakımından kaybettiği anlamına gelmiyor mu? Hayatını sürdürmektedir, ama
daha basit bir varlığın katlanamayıp öleceği bir dış etkiler çerçevesi içinde mahpus haldedir.
Spinoza'nın duygular tasnifi boyunca ilerlemeye girişmeden önce, duyguların birbirlerinden
böyle geometrik bir usulde türetilmesinin çağdaş okuyucuda uyandırabileceği tuhaflık hissinin
giderilmesi gerekiyor. Spinoza, özlerden de, fikirlerden de, tutkulardan da bahsettiğinde son
derecede somutun içindedir. Gilles Deleuze'ün vurguladığı gibi, matematikten en uzak diye
düşündüğümüz bütün bu "manevi değerlerimiz" ne kadar matematikleştirilirse o ölçüde
somutluk, dolaysızlık ve anlam kazanırlar. Gerçekten Etika bir ahlak olmaktan çok uzakta,
tam bir tutkular ve duygular, yaşam tarzları bilimi olarak karşımıza çıkar. Kitabın tümünün
tanımlarla, önermelerle, aksiyomlarla örülmüş oluşu aslında Spinoza'nın düşüncenin, fikrin ne
olduğu konusundaki bakış tarzına tam tamına uymaktadır. Rastlantılar ve salınımlar bizi
duygularla, tutkularla olduğu gibi, onlara ve şeylere dair fikirlerle de karşılaştırırlar.
Düşünmek bu fikirleri gelişigüzel hallerinde bırakmamak üzere tezgahlanmalıdır. Spinoza'nın
çağında matematik, daha doğrusu Öklidyen geometri, bunu başarabilmek için eldeki tek
araçtı. Spinoza'nın bütün fikirler ve tutkular sistematiğini kendisinden bir süre sonra Leibniz
ile Newton'un birbirlerinden bağımsız olarak icat edecekleri diferansiyel hesabın terimlerine
aktarmak tam tamına mümkündür.

Böylece, tutkuların hesabından bahsedebiliyoruz. Bu diferansiyel nitelik taşır. Birinci grup
tutkulardan ikinci grup tutkular, oradan da üçüncüler türeyecektir. Haz ile acı, dolayısıyla
neşe ile keder böylece üçüncü dereceden denklemleri oluşturuyor diye varsayılabilirler. Neşe
ile keder, Spinoza bunu açıkça söyler, yaşamın temel işlevleri, varolma kudretimizin muktedir
olduğu "en küçük" farklar, ayırdetmelerdir. Duyguların niteliksel haller, durumlar değil,
eyleme kudretimizdeki artış ve azalışlar olduğunu söylemek, özün kendini nicelikler yoluyla
açığa vurduğu anlamına gelir. Bütün diğer duygular, tutkular, neşeyle kederin türevidirler.
Ahlak duyguların iyi hesaplanmasını sağlayan bir yoldan, bir hesap işinden başka bir şey
değildir. Bu sayede Spinoza duyguları, tutkuları mükemmel bir indirgemeye tabi tutar. Üstelik
Spinoza'nın sistemi her tarafta, her alanda aynı anda düşünmeye elverişli olduğu için, kolayca
mistifiye edilmiş olan birçok "büyük tutku" da, yüklü siyasi ve dini tutkular da dahil olmak
üzere çözülüverirler. Antonio Negri'nin vurguladığı haliyle Spinozacılığın ayrımlaştırılabilir
alt alanlarının, bir siyaset felsefesinin, bir etiğinin, bir ontolojisinin olmadığı, aksine
tekçiliğine uygun düşen yekpare bir felsefenin kâh siyasi, kâh etik, kâh ontolojik karakter
kazandığını söylemek doğru olur. Böylece neşeyle kederin bir etiği olduğu kadar bir siyaseti,
belki de bir sosyolojisi bile bulunmalıdır. Bu kavram çiftini özellikle siyaset felsefesine ilişkin
kitaplarında Tractatus theologicus-politicus ile Tractatus politicus'da işbaşında görebilirsiniz.
İktidarlar tebalarında genellikle kederli duygular uyandırmaya, böylece eyleme kudretlerinin
azalmasına meylederler. Spinoza'nın ehven-i şer bir siyasi rejim olarak gördüğü demokrasiler
ise kolektif birey olarak toplumun gövdesinin tümüne en iyi yayılan haz gibidirler. Kederler
en aza inmiş, vatandaşların herbirinin kendin bireyliğini, özünü gerçekleştirmesi için kudreti
en optimal düzeye taşınmıştır. Demek ki tutkuların bireyselliğinden onların toplumsal
karakterini de anlamak gerekiyor: kalabalıklar olarak, halklar olarak toplumsal duygulanışlar,
yani kederler, neşeler, korkular, endişeler, umutlar vardır. Kalabalıkları da en az bireyler
kadar tutkular yönlendirir.

Demek ki Spinoza'nın birey mefhumunu biraz daha açmamız gerekiyor bu noktada: nasıl her
birey sonsuzca alt bireyden oluşuyorsa, bireyler de biraraya gelerek sürüleri, toplumları
oluştururlar. En üst birey Doğa ya da Tanrı adını alır. Spinoza felsefesinden çok güçlü bir
sosyolojinin çıkagelmesi bundandır. Bunun için toplumun parçaları az ya da çok gevşeklikte
örülmüş, dış etkilerle de biçimlenen bireyler olarak anlaşılması gerektiğini, herbirinin
kendilerine özgü hareket-durgunluk oranlarına sahip olduklarını, ortak kederlerle üzülüp ortak
neşelerle sevindiklerini, farklı farklı bilinçlilik düzeylerinde temsil edilen tutkularla eyleme
geçtiklerini iyi anlamak gerekir.

Her şey, birey-toplum karşıtlığı tipinden burjuva-liberal, milliyetçi, sosyolojik bakımdan
Durkheimcı, siyasi bakımdan Hegelci kavrayışları önceden imkansız kılmaya adanmış bir
tedbirler paketi halinde gelişiyor gibidir. Spinoza'nın liberalizmi ve bireyciliği tartışılamaz;
ancak toplumların da bireyler olduklarını, salınıp durduklarını, tutku ve fikirlere sahip
olduklarını hesaba katmak şartıyla. Burada büyük önem taşıyan bir mesele ortaya çıkıyor
gibidir: Spinoza belli bir noktada okuyucusunu Doğanın milletler, cemaatlar, aileler
yaratmadığı konusunda uyarmaktadır. Bunlar bireyler değil, idoller, yani imajlardır. Doğa
yalnızca bireyler yaratır. Ama unutmayalım, farklı karmaşıklık dereceleri uyarınca toplumlara
da bireysel varlığa ilişkin olan her şey uygulanmalıdır.

2. Toplum ve Duyguları

Yüzyıl dönümünde Tarde ile Durkheim'ı karşı karşıya getiren temel bir soru: Toplum nedir?
Daha doğrusu bireylerle ilgili olarak toplum nedir? Durkheim'ın cevabı açıktır: ne zaman bir
birey olarak üzerinizde "zorlayıcı", sizin tarafınızdan belirlenmemiş bir etki, ya da bir şey
görürseniz, işte o toplumdandır. Toplumun ne olduğunu anlamak için bu karakteristik
sınırlanma noktalarına bakmak, onları incelemek gerekir. Bu gerçekten tuhaf bir durumdur.
Durkheim bu anahtar noktalara "toplumsal olgu", "fait social" adını takmıştı. Buna göre
toplum bireyin bittiği, tükendiği bir noktada, daha doğrusu sınırda başlar. Çünkü noktaları
bitiştirirseniz, bir çizgi elde edeceksiniz. Ötesi bireyin davranışının kendisinden gelmediği,
öyleyse toplumdan geldiği bir alandır.

Durkheim böylece bireyin faaliyetleriyle yaşantısını doğrudan sosyolojisinin alanının dışına,
psikolojinin alanına gönderir. O dönem, Auguste Comte'un pozitif felsefesinin başlattığı bir
akım uyarınca bilimlerin kendi "nesnelerini" seçmek uğruna birbirleriyle biraz tuhaf bir
mücadeleye giriştikleri, yani akademikleşmeye başladıkları dönemdir. Wilhelm Wundt ile
birlikte psikoloji önce içe bakacağını ilan eder. Ardından Freud psikanalizi ortaya atar ve ne
zaman uygarlıktan, edebiyattan, toplumsal olaylardan filan bahsedecek olsa bunlara meta-
psikoloji (psikoloji sonrası) adını verecektir. Durkheim, anlaşıldığı kadarıyla sosyolojiye
kıskançlıkla koruyacağı kendi öz alanını, ya da nesnesini vermeye çalışmaktadır. Alman
Yeni-Kantçılığından türeyen Naturwissenschaften-Geisteswissenschaften, yani Doğanın
Bilimleri-Ruhun Bilimleri ayrımı ise, daha derin felsefi motiflerine, daha rafine uğraşılarına
rağmen, kabaca aynı doğrultudadır.

Bir taşra hukukçusu ve bir kriminolog olarak Tarde çıkagelir ve belki Spinoza üzerine
tartışmamızda bize çok şeyi açıklayabilecek sert bir eleştiriyi Durkheim'a yöneltir. Durkheim,
sosyolojinin alanını belirlemekle kalmamış, onu alt alanlarına ayırma girişimini de büyük
ölçüde tamamlamıştır: ekonomik sosyoloji, aile sosyolojisi, din sosyolojisi vesaire... Tarde
önemli bir noktayı tespit eder: niye siyaset sosyolojisi burada yoktur? Durkheim'dan
alabileceğimiz hiçbir cevap yok gibi görünüyor. Çünkü siyasetin alanı delik-deşik, bölük-
pörçüktür, kanaatların dünyasında olup biter, savaşlarla ve mücadelelerle kesilip durur, bu
yüzden "düzenlilikleri" ve "kurallılıkları" tespit ederek onları toplumsal olgular halinde
formüle etmek imkansızdır. Tarde'ın bütün sosyolojisinin bu alanlara hasredilmiş olmasına bu
yüzden şaşmamak gerekir. Ona göre birey ile toplum arasındaki karşıtlık ilişkisine yalnızca
metodolojik olarak ihtiyaç duyulabilir. Toplumsallığın ontolojisine böyle bir karşıtlığı getirip
koyduğunuzda uğraşabileceğiniz alan hatırı sayılır ölçüde fakirleşecektir. Tarde her bireyin
sonsuzca bireylikten, her fikrin sonsuzca fikirden, her toplumsal, ekonomik, kültürel sürecin
sonsuzca süreçten oluştuğu fikrini ortaya atacaktır. Durkheim'daki "toplumsal olgu"nun yerini
"imitation", taklit alır. Sosyoloji genel kavramların anlatacağı hikayeler düzleminde değil,
somut, bireysel durumların etrafında örülmelidir. Tarde'ı hem mikro-sosyolojinin (küçük
gruplar sosyolojisi) hem de "kanaatlar sosyolojisinin" kurucusu kılan da işte bu düşüncesiydi.
Eserlerinden birinin Spinoza'nın çağdaşı Leibniz'i çağrıştırması ilginçtir: Monadoloji ve
Sosyoloji. Bu arada dev bir Ekonomik Psikoloji kitabı yazacaktır. Kısacası bugün
"disiplinlerarasılık" adı altında yapılmak istenenin ötesinde yer alan bir sosyoloji zaten en
baştan beri vardı. Bugün farklı akademik alanları barıştırma girişimleri gibi görünen bu
çabalar genellikle başarısız kalıyorlar. Oysa Tarde'ın sosyolojisi, bireylikle toplumsallığı tek
bir eş-düzlem üzerinde tartışabilmenin yollarını bulmaya adanmıştı.

Tarde ile Spinoza arasındaki paralellik tuhaf gelmemeli. Spinoza felsefesinden damıtacağınız
bir sosyoloji kısmen Tarde'ın çoğu zaman bölük pörçük olan gözlemlerini, bir de Georg
Simmel'in "toplumsal tipler"ini andıracaktır.

Tarde toplumsal olgularda "yayılımları", yayılmaları mercek altına alıyordu. Aklın
evrenselliği karşısında yeni bir bireysel-kolektif düşünme tarzı olarak kanaatların
yerelleşmesi, kanaatlar dünyasına hitap eden biçimlerin, yani taklidin etkisinin büyümesi,
bütün bunlar belki konjonktürel meseleler olarak değerlendirilebilir. Oysa onları mümkün
kılan temel bir form, bir biçim olmalıdır ki, saklı kaldıkları ya da etkisiz oldukları bütün bir
tarih boyunca da varolduklarını saptayabilelim.

Daha önce söylediğimiz gibi, nasıl Spinoza'nın geometrik açıklamasını Leibniz'in diferansiyel
hesabına aktarabiliyorsak, Tarde'ın sosyolojisinin kaynağına Spinoza'nın duygular hesabını
yerleştirebiliriz. Monadoloji bunun yalnızca bir aracısıdır.

Spinoza, temel tutkuları tespit ettikten sonra onlardan çok yönlü bir türevleme yapar. Canlı
varlığın ilerleyişinde yeni bir etap, bedendeki yeni bir ayrımlaşmaya ve bilinçte biraz daha
ilerlemeye tekabül edecektir. Bu etap iki tema üzerinde geliştirilmiştir: birincisi hafıza ile
ilgilidir, ikincisiyse karşımızda gerçekten hazır bulunmayan bir şeyi hayal edebileceğimizle
ilgili. O ana dek Spinoza bundan hiç bahsetmemişti. Böyle şeyler yalnızca son derecede
karmaşık bedenlerde, insanlarda ve toplumlarda mümkün olabilir. Böylece biri hafızadan,
ötekiyse hayal gücünden türeyen, daha doğrusu bu yetiler aracılığıyla neşe ve kederden
türeyen iki duyguyla daha karşılaşmak ve onlara bir ad vermek zorundayız. Bunlar sevgi ve
nefrettir.

İmajların beyinde saklanmasıyla sevgi arasındaki bağ kolay anlaşılabilir: bizi etkileyen keyifli
bir nedeni her zaman yanımızda tutmak istememiz doğaldır. O halde o neden ortadan kalksa,
orada hazır bulunmasa bile en azından zihnimizde bıraktığı izi, yani imajını yanımızda hep
taşımaya çabalarız. Ama ilk duygulanışımızdan kalan şey yalnızca bir imajdır, yani nesnenin
kendisinin bir ya da birkaç özelliğinden fazlasını içermez. Bu bizi etkileyen nedenin kendisi,
yani tümü değil, özellikle ve belki de yalnızca bizim bedenimiz üzerinde bıraktığı etkiyi de
içeren karmaşık bir imajıdır. Varsayın ki gerçek neden kayboluyor, daha doğrusu nedenin
gerçekliği kayboluyor ve bizde bıraktığı imaj belli bir süre daha dayanabilecek. Böyle bir
durumda, bizde uyandırdığı neşe duygusu daha bir süre varlığını sürdürecektir. Aynı nedenle,
hem bizim bedenimizin, hem de bizi etkileyen nedenin doğasını bölük pörçük kapsayan bu
imaj, birarada göründüğü başka bir imaj görüldüğünde yeniden ortaya çıkabilir (çağrışım
dediğimiz şey). İmajın etkisi zamanla silinecektir, çünkü başka imajlar belirdikçe onun
biçimini bozacaklar, sonuçta onun yerini başka imajlar işgal etmeye başlayacaktır. Ama çok
kolay anlaşılabilir bir postüla olarak, varlık nedeni yitip gitmiş, işlemeyi bırakmış olan bir
imaj, nedeni hep hazır bulunan bir imaja oranla daha kolay silinecektir.

Öyleyse, başka imajlar tarafından etkilendikçe her imaj kendine ait bir "gerçeksizlik" boyutu
taşır. Böylece bize verdiği neşe belli bir oranda azalacaktır. Ancak olumlu bir değişimin
yumuşaması, azalması ve gevşemesi aslında conatus'umuza aykırı düşen bir yöndedir.
Conatus da bu aşınmaya karşı direnecektir, yani bu olumlu uyarıcıyı ilk baştaki şiddetiyle
yeniden ve yeniden hep yaşamaya çaba gösterecektir. Uç noktada, imajın nesnesini hep
varmış, hep yeniden gelmiş, geri dönmüş gibi tasarlayacağız. Ve arzu bu nesneye yönelecek
oraya demir atacaktır. Bu demir atış hiç koşul taşımaz --bu olumlu kutba doğru bir kayıştır,
adı ise sevgidir.

Hafızanın ise Spinoza tarafından genellikle nefret duygusundan bahsettiğinde çağrılması,
orada örneklenmesi ilginç gelebilir. Ama burada da conatus'un aynı işleyişinin söz konusu
olduğu kavrandığında bunun nedeni açıklık kazanır: Üzücü bir imaj bizi etkilediğinde bu kötü
duygulanıştan kaçınmak isteriz; onu gidermek, saklamak, belirmeden önceki halimize
dönmek isteriz. Oysa ki bu daha önceki hal bizde başka imajların bulunduğu dönemdir
--organizmamızla dünya arasındaki farklı bir ilişkinin çağıdır. Bunlar bizi kötü hale sokan
nedenin imajını dışlayan ve nedeninin edimsel varoluşunu dışta bırakan bir imajlar kümesi
halinde olmalıdırlar. Kedere karşı direnmek öyleyse bu türden keder veren nesnenin edimsel
varoluşunu dışlayan imaj kümelerinden mümkün olduğunca çoğunu geri çağırmak, yeniden
yaşatmak olurdu. Ancak bunun için bizde birtakım izler bırakmış olmaları gerekmez mi? Öyle
olmasaydı kötülüğe karşı kavgamız bir körünki gibi olacaktı.

Böylece conatus'umuz bir zamanlar bize şu anda zarar verdiğini hayal ettiğimiz şeyi dışlayan şeyleri edimsel olarak varoluyorlarmış gibi düşünmeye çabalayacaktır. O zaman geçmişteki bütün yaşantılarımızı seferber ederek öyle bir algı alanı yaratacağız ki, zararlı nesneye hiçbir yer kalmasın: bu ise olumsuz kutba kayıştır --adı ise nefrettir.

Sevgiyle nefret, algı ufkumuzun yeterince geliştiği, dolaysız duyuşun ötesine geçtiği bir
yaşantıda mümkündür. Bunları yaşayabilmek için, kendileri yokken bile şeyleri tasavvur
edebilmemiz gereklidir. Yani, basitçe, bu onları ""şeylere" dönüştürmemiz gerektiği anlamına
gelir. Ama bu, tam tamına bilmeyle ilgili, kavramla ilgili çok önemli bir mefhumun, kendi
haliyle dış nesne fikrinin doğduğu yer olmalıdır.

Spinoza sevenin sevdiği nesneyi saklamak, hep yanında tutmak istediğini, nefret edenin ise o
nesneyi uzaklaştırmaya çabaladığını hemen söylemek istemez --bunlar neredeyse bir totoloji
gibidir, çünkü sevmek zaten nesneyi yanında tutmakla, nefretse uzaklaştırmaya çabalamakla
bir ve aynı şeydir. Ancak bunlar sevgiye dair eski kuramların, sözgelimi sevginin birleşme
isteği olduğunu söyleyen bakış tarzının, ya da "tamamlayıcılık" kuramının işe baktıkları
tarzlardır: salt "nominal" tanımlar...

Sevgiyle nefret bilinçte bir artışa tekabül etseler de, aynı zamanda bir önceki seviyede
başlamış bulunan bir yabancılaşmayı daha bir vurgulu kılarlar. Düşünülmesi gereken şey,
sevgi ve nefret nesnesine takılmanın aynı anda o nesnenin kölesi de olunduğudur. Ve böyle
bir kölelik ağırdır, çünkü neşeyle kederin daha basit, doğrudan ve anlık karakteri içlerinde
sürekli olarak işbaşındadır.

Spinoza yer yer sevginin tek yanlılığını neşe terimleriyle belirlemektedir: bu tek yanlılığı
oluşturan durum, neşe veren nesnenin bedenin yalnızca bir bölgesinde yerelleşmiş olmasıdır.
Ancak sevgi yalnızca bu tekyanlılıkla işlemek zorunda değildir. Bunun nedeni, yerel bir keyif
sözkonusu olsa bile.

__________________
Ey iki adımlık yerküre; senin tüm arka bahçelerini gördüm ben.
 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
baker, duyguların, hesabı, spinoza, ulus, ve


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Ulus Sedat Baker Kimdir? Amelia Felsefe 0 29 Ağustos 2014 22:17
Duyguların Rengi – The Help N999 Sinema Dünyası 0 10 Şubat 2012 20:58
Duyguların İfadesi Su Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler 0 03 Mart 2011 16:17