IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
1Beğeni(ler)
  • 1 Post By xena

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 13 Eylül 2019, 15:39   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Varlık, Benlik, Hatırlayış ve Unutuş Üzerine




A. Sait Aykut -I- 1. Bu deneme, varlık, unutuş ve hatırlayış çevresinde kümelenen bazı kavramları önce açıklama sonra da İbn Arabî, Sühreverdî ve Heidegger üzerinden arama hedefini güder. Ancak amaç, birebir aynılıklar bulmak değil, daha çok, bağlam ve çağrışım açısından andırdıkları üzerinde yoğunlaşmaktır.
2. İnsan, “benlik” kavramı üzerine yoğunlaştıkça kendini kaybedecektir. Çünkü insanın bizatihi, her şeyiyle sahip olduğu bir benliği yoktur. Benlikten öte, mahiyetinin de olmamaklığını zımnında barındıran bu yaklaşım, tabii olarak, benin içinde mevcut sabit bir özü değil daima değişen ve kendini arayan bir oluşum sürecini savunur. Benlik insanlığın en büyük yanılsamalarındandır. Bellek de onun her şekle giren silahıdır.
3. Benliğimizin tamamen bize ait olduğunu sanmamız, insanlığın uzun tarihi boyunca daima egemen kalmış ve taraftar bulmuş bir kanaat değildir. Velev ki öyle olsun, ispatlanabilir değildir bu. Ancak olaylar meydana geldiğinde, sebepler ve sorumlular arandığında üretilen bir kavramdır ben.
4. Cüzî ben üretildikten sonra sen, siz, öteki ve başkaları da üretilmiştir.
5. Benin yaslandığı en güçlü platform bellektir. Belleğin acı ve sisli derinliği olmasa benliğin gelişip katılaşması ve medeniyet denilen bilinç oyunları husule gelmezdi. Biz bilinç oyunlarının farklı düzlemlerde binlerce renge bürünmüş bir performanslar geçidinde yaşıyoruz. Bizim varoluşumuz zaman zaman oyundan kalkıp dinlenmek ve geride bıraktığımız gölgeleri seyretmekle mümkün oluyor. Ama aramızda kenara geçip dinlenen ve oyunu uzaktan seyreden azdır.


6. Belleklerimiz bize oyun evreninde lazım olan kuralları hatırlatıyor. Benliğimiz kendine özgü kâğıttan delillerini bellekte bulup oyuna devam ediyor. Katılaşmamız ve ötekiler yaratıp ötekileşmemiz, içimizdeki sıvının seyelan derecesini kaybetmesiyle vuku buluyor. Ne yazık ki bu önlenebilir bir durum değildir.
7. “Öteki” bizim kurduğumuz kâğıt duvarların gerisinde kalan gölgelerdir. “Ben” bu oyunda kendine ait şeylerin çoğaldığı vehmine kapıldıkça ötekilerden oluşan gölgeler de çoğalıyor.
8. Ben tamamen katılaştığında artık varoluşumuzun akıcı özüyle yeni kabuğumuz arasında hakiki bir zıddiyet oluşuyor. Tecellinin en dış mertebesindeki “Kabuk” yani “katı ben” tam anlamıyla alinasyonun, istiğrabın, kaçışın, gurbetin mümessili iken biz buna “kendini bulma”, “güven”, “istikrar”, “rahatlık”, “mülk sahibi olma”, “iktidar” gibi adlar vererek varoluş ırmağının bulanık kıyılarını mesken tutuyoruz.


9. Oysa varolmak istikrarın değil cereyanın devamıdır. Bu manada huzur bizim bir

noktada / mekânda / insanda / kadında / erkekte / kitapta / evde / arabada / hazır bulunmaklığımız (presence) değil aramak sürecidir. Bizi var eden şey, aramaktır. Aramak, gerektiğinde ırmağın en delice aktığı yerlerde dahi bulunmaktır. O zaman kendimizi evrendeki daimi oluşa gönüllü katabiliriz.
10. Çünkü varlık zahirdeki yansımaları itibarıyla kaotiktir. Asla tanımlanabilir / tamamlanabilir bir tarafı yoktur. Çünkü hareket halindeki bir şeyin ancak kısa anlar itibarıyla tasvirini yapabiliriz; tam ve bitmiş (complete) bir tanımını yapamayız.-II-11. İbn Arabî, ehl-i vücûd yani “varlık ehli” derken evrenin özündeki akışı kendi içinde bulanları kasteder. Onlar hakikati “keşf” etmiş ve kendi varlıklarında oluşu hissetmiş (“vacid” : “vecd” sahibi) kişilerdir. Tecelli mazharı olan, daima değişen şeylerin evreninde herhangi bir şeye takılmayıp yolculuğa devam edenlerin “vücud”u bulacağını söyler.1
12. Evrenin tümü, tüm yansımalarıyla tanrısal bulunuşun (“hazarat”) farklı renklerinden ibarettir. Ama biz sadece kendi bildiklerimize ısınır, onlardan memnun oluruz, “başka” diye nitelendirdiklerimizi öteleriz. Çünkü insanın hamurunda var olan “ünsiyet”, bağlılık, alışmak, istikrar demek iken “nisyan” başka şeyleri bir köşeye atmak ve unutmaktır.


13. İnsan ünsiyet ile nisyan arasında gidip gelen bir sarkaçtır. Alıştığımız şeyleri ben denilen kâğıt kaleye yaklaştırıp içine sokuyoruz. Alışmadığımız / kenara attığımız / unutmayı seçtiğimiz şeyleri ise “öteki” deyip kâğıt kalemizin uzağına fırlatıyoruz.
14. Ben yoktur, sen yoktur, öteki yoktur; gölgeler vardır.
15. Huzur derinlerdeki anlamıyla hatırlayıştır; gönlün uyanışıdır, gaflet sisinin kayboluşudur. “Ve Tanrı aşağı yaşamın gelip geçici izleri ariflerin gönlünü meşgul etmesin diye onları uyardı ki, can özüne kavuştuğunda gaflet içinde değil ‘Varoluş’ huzuru ile ona çıksınlar.”2 Gölgelerden kaçış ve yalnızlık “derin düşünceyi, derin düşünce ise ruhun huzuruna yol açar.”3 Çünkü oyunu görmek için kenara çekilmek gerekecektir.


16. Ancak varlığın (el-vücûd) özünden kopup oluş (el-kevn, kâinat) ırmağındaki damlalara dönüşmek terk ediliş ve yokluk değil rahmettir. Bu durum, esasında engellerle, / oyunlarla / gölge bilinçlerle devam eden bir olgu ise de bu engeller, kapılar ve perdeler “bazen rahmettir; bazen de acı verir”4 ama ansızın ateşe düşen pervane gibi yanmayı da engeller. “Ve Hak Çalab kendini karanlıklara sardı ki bu karanlıklar tabii cisimler âlemidir. Ve Hak Çalab kendini ışığa sardı ki onun nur giysisi yüksek latif ruhlardır. Tüm evren kesif ve latif olanlar arasındaki daimi oluşlardan ibarettir.”5 Giysi burada çeşitli aracılardır. Oluş zincirinde unutuş ve yabancılaşma süreçlerinden kişiyi kurtaran aracılar, benlik ve bilinç oyunundan çıkmaktır, ırmağın akışını görmektir, “işaretler ve uyarılar”a kulak asmaktır.
17. Unutmak da başlı başına kötü değildir. Unutmak yani gaflet, insanoğlunun evren içinde ancak bir kıvılcımı andıran kısacık hayatındaki mutlu anları arka arkaya getirme isteğine denk düşen bir geçici huzurdur. Ancak tahammül gücümüzün sınırlı oluşu, unutmanın bizim için ne denli önemli olduğunu gösterir. Neyi unuturuz? Ya da neyi unutabiliriz? Unutmak bizim külliyen yönetebildiğimiz bir süreç değildir. İhtiyaç hâsıl oldukça unutur, ihtiyaç hâsıl oldukça da hatırlamaya çalışırız. Fakat belki nisyan ve tezekkür süreçlerini yönlendirebiliriz.


18. Tam iktidar yoktur, tam hatırlayış yoktur, tam unutuş yoktur, tam ben yoktur, tam sen yoktur ve tam öteki yoktur. Henüz şekle girmemiş süreçler vardır. Bizim acılarımız ve arzularımız tamamlanmamışlığın fırtınalı denizinde devam eden dalgalardır. “Terra autem erat inanis et vacua, et tenebræ erant super faciem abyssi et spiritus Dei ferebatur super aquas.”6 Tanrının ruhu hâlâ evren denizinin suları üzerinde yüzmektedir. Biz şekilsiz (inanis) ve “hâli” (vacue) olan yeryüzünü şekillendirip evren denizindeki tanrısal “hareket”in (ferebatur) yansımasını sürdürmek durumundayız ve fakat bunun bilincinde değiliz. İçimizdeki boşluk ve bunaltı, “çöle düşmek”ten değil çölün kumlarıyla bütünleşememekten doğmuştur. Çünkü hâlâ “ben” kelimesine âşığız. Yaşadığımız uzun düşlere hakikat, rüyalarımızda ışıyan hakikat kırıntılarına ise hayal deyip geçiyoruz.
19. Peki, uyku, uyanıklık, hafıza ve rüya nedir? Ebû Hayyân (ö. 1023 m.) el-Muqabesât adlı ünlü eserinde rüya ve hakikat için der ki: “İmdi, yirmi altıncı sohbet maddi dünyadaki uyanıklığın uyku, rüyanın da uyanıklık olduğuna dairdir. Ebû İshak es-Sâbî el-Kâtip’ten dinlemiştim, şunları anlattı: Rüyamda Sâbit bin el-Kurre el-Harrânî’yi gördüm. Bizim Dicle nehrinin ortasında bir taht üzerinde oturuyordu. Çevresinde her biri ayrı bölgeden gelen farklı huylara sahip insanlar vardı. Sâbit onlara öğüt veriyor; kimileriyle tek tek konuşuyordu. Ben ona kulak verdim ve çok değerli bir söz öğrendim ama uyanınca bunu unuttum. Canım sıkılmıştı. Unuttuğum şeyi yeniden ele geçirmek ve hatırlamak için zihnimi ne kadar zorladıysam da, uzun süre başaramadım. Bir süre sonra sakinleştim ve birden rüyamda onun şöyle dediğini hatırladım: İbrahim! Felsefenin meyvelerini, şu kelimelerde topla! İnan, bu senin için malından, çocuklarından ve sosyal statünden daha önemlidir: “Bilmelisin ki, somut madde âlemindeki uyanıklığımız, aslında uykudur. Tamamen rüya dediğimiz durum ise hakiki uyanıştır. Yaşadığımız hayattaki bazı duyuların baskınlığı sebebiyle bunun tersinin doğru olduğunu sanırız.”7


20. Bizce oluş ve irade, sonsuz çatlak ve girintilerle dolu bir yamaçtan geniş bir vadiye boşalan suya benzer. Bazılarımız suyun önüne çıkan dağlara, oyuklara kızıyor. Bazılarımız o dağlara ve oyuklara yapışıyor / ısınıyor / ünsiyet peyda ediyor ve göle dönüşmekten / istikrardan medet umuyorlar. Suyun gidişi kurallı değil kaotiktir; suyun girdiği yerler bizim varlık mertebemizde ölçülü biçili değil belirsizdir. Suyu akıtan dahi biz değiliz. Oysa gireceğimiz oyuğu, birikeceğimiz gölü düşleyerek huzur bulacağımızı sanıyoruz. Benliğimizin katılaşan kuytu köşelerinde istiğna içinde kendimizi eskitmek; malikiyet edatları, fiilleri, bağlaçları ile kurulu bir vadide yaşamak çoğumuza cazip gelir. Ama hiçbiri bizim değil bunların. Sadece içimizdeki bağlanma ihtiyacından doğuyor bu benlik gölgesi ve mülk davası.-III-21. Akılcılık ile akılüstülük / akıl dışılık arasında büyük ayırımlar yapmanın anlamı yoktur.8 Çünkü akıl bir alettir ve biz onu kullanırız. Alet asla hakikati söyleyemez / gösteremez. Etkin akılla edilgin akıl arasında bir tercih söz konusu ise edilgin aklın evrene sızmak ve onu anlamak bakımından üstünlüğü vardır. Çünkü etkin akıl anlamak ve anlamlandırmak için başka aletlere ihtiyaç duyar; göz, kulak gibi.



Hatta ikincil aletlere ihtiyaç duyar; kâğıt, kalem, dürbün, klavye veya büyüteç gibi. Oysa edilgin akıl kâinata sızmak ister. Edilgin aklın gıdası bakmaktır, beklemektir ve hâkimiyet kurma tutkusuna kapılmadan akışa katılmak, “temaşa” eylemektir. İbn Arabî bu manada edilgin aklı etkin akıldan üstün bulur.9 Bu tavır her ne kadar amaç itibarıyla farklı olsa da ifade ediliş bakımından Heidegger’in vefatından beş yıl sonra yayımlanan ünlü bir mülakatta dile getirdiği sözlerle uyuşmaktadır. Ona “teknik azgınlığın çepeçevre sardığı bir dünyada felsefenin nasıl bir rolü olacağı” sorulduğunda “felsefenin misyonu, artık bir tanrı bekleyişine hazırlanmakla sınırlıdır; ancak o kurtarabilir bizi, yaklaşmakta olan derin korkudan.”10 mealinde cevap vermiştir. Buradaki bekleyişi, düpedüz beklemek şeklinde yorumlamak yerine “hâkim akıl değil varlığı temaşa eden ve bütünleşmeye meyyal olan edilgin aklı öne çıkarmanın gerekliliği” şeklinde yorumlayabiliriz. Bu bağlamda İbn Arabî varlığı anlamlandırmada –kesinlik içermemesine, neticeler ve kurallar doğurmamasına rağmen– “iç duyuş ve manevi müşahede” yöntemini, deney ve gözlemlerle sonuca varma yönteminden üstün tutar.


Alinti

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
felsefe


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Unutuş Nehri Amelia Felsefe 0 06 Mayıs 2014 18:32
Ego ve benlik Zen Ruh Sağlığı 0 14 Kasım 2012 17:39
Unutuş. Melodram Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler 0 28 Kasım 2011 10:58
Ortaçağ da Benlik Kalemzede Felsefe 0 23 Eylül 2011 01:57
Benlik Kalemzede İslamiyet 0 11 Temmuz 2011 02:30