IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 26 Ekim 2012, 10:46   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
İlim Din Münasebetleri




İlim ve din münasebetleri konusu belki ilk insandan günümüze kadar süregelen tarihin en önemli problem alanlarından birini teşkil eder. Bu ilişkilerin daha iyi görülebilmesi için bilim tarihinin kısaca gözden geçirilmesi yerinde olacaktır.

Araştırmacılar genellikle bilimsel ve sistemli düşüncenin eski Yunan’dan başladığını söylemektedirler. Bu yüzden ilim-din münasebetlerini de eski Yunan’a kadar götürürler. Biz de notlarımızda bu çizgiyi esas almakla birlikte ilk insanın aynı zamanda ilk peygamber olduğu Kur’anî hakikatını[1] da göz önünde tutarak ilim-din münasebetlerinin ilk insana kadar götürülebileceğini söylemekle yetineceğiz. Ayrıca insanın olduğu yerde düşünmenin ve düşünce üretmenin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu göz önünde tutulduğunda gerçekten de ilim ile dinin ilk insandan beri ilişki içerisinde olduğu görülecektir.

Eski Yunan’da başlayan sistemli düşünme geleneği aynı zamanda eski Yunan’ın dini inançlarına karşı bir mücadele biçiminde ortaya çıkmıştır denilebilir. Ancak eski Yunan’da din ilim münasebeti bugünkü manada bir ilim söz konusu olmadığı için tam bir savaş biçimi arzetmez. Eski Yunan’daki bu ilim din münasebetinin -ki daha çok din-felsefe ilişkisi şeklinde olduğu görülmektedir- farklı bir biçimde bir savaşım içerisinde olmamasını eski Yunan’da dinî ruhanî kurullar yani rahipler ve kutsal kitaplar olmamasına bağlayan araştırmacılar[2] olduğu gibi bunun sebebini kurulmuş felsefe okullarına bağlayanlar da vardır[3]Fakat felsefe ile din çelişme halindedir[4] Bilindiği gibi eski Yunan’da din mitolojiye dayalı çok tanrılı bir inanç sistemi halindeydi. Böyle bir sisteme karşı insanın düşüncesiyle çok güçlü bir duruma gelebileceği aşikardır. Eski Yunan’da felsefenin mitolojik din inançları sayesinde vücut bulduğu iddiasında olan Emile Boutroux : “Esas itibariyle sanatkar olan Yunanistan, Tanrılardan bahsettiği zaman bile, konu ile oynar; naklettiği hikayenin gerçek anlamını küçümser. Öte yandan, geleneğe göre, eskilere o geleneksel masallara ait bilgileri öğretmiş olan Tanrılar da hata edebilir ve sınırlı güçleri olan varlıklardı. Onlar insanlardan fazla bir şey bilmiyorlardı. Bu sebeple felsefe, bizzat bu halk efsanelerinin içinde, onun teşvik ve yardımıyla oldukça hür bir şekilde inkişaf edebilirdi”[5] demektedir.

Nitekim ilk Yunan filozofları -ki bunlara aynı zamanda tabiat filozofları denir- bu tanrıları neredeyse yok sayarak evrenin mahiyetini izah etme gayretleri içerisinde tabiata yönelmişlerdir. Bu ilk filozofların ardından da aklın gücünü daha iyi anlayan ve onu tabiatın ilk nedeni yapmayı hedefleyen düşünürler gelmişlerdir. Artık bu düşünürler halkın Tanrılar adını verdikleri şeyler yerine onları da yaratan bir varlığı aramaya başlamışlardır. Platon’un Timaios’undaki şu satırlar bunu gösterir :

“…evreni yaratanın onları neden yarattığını söyleyelim. yaratan iyi idi, iyi olanda da hiç bir şeye karşı hırs uyanmaz. Hırs duymadığından her şeyin de elden geldiği kadar kendisine benzemesini istedi. Bilge insanların kanaatine göre oluşun, evren düzeninin en esaslı ilkesi budur. …. (Tanrı) biraz düşününce farkına vardı ki gözle görünecek şekilde yaratılmış şeylerden, hiç bir zaman zekası olan bir bütünden daha güzel, zekasız bir bütün çıkamaz. Bundan başka hiç bir varlıkta ruh olmayınca zeka bulunamayacağını da anladı. Bu düşüncenin sonunda zekayı ruha, ruhu da bedene koydu ve evrene özü bakımından mümkün olduğu kadar iyi bir eser yaratırcasına şekil verdi. İşte bu temelin, yakın düşünüşe göre gerçekten bir ruhu, bir zekası olan bu evrenin, bu canlı varlığın, Tanrı iradesiyle yaratıldığını söylemek gerekir”[6]

Bu şekilde eski Yunan’da felsefî düşüncenin gelişmesi neticesinde akla verilen önem de aynı oranda artmış hatta akıl, kainatın ilk ilkesi olarak görülmeye başlamıştır. Bu sayede determinizm (zorunluluk) ortadan kalkarken akıl hürriyet içerisinde tanrılarla alay etmeye başlamıştır. Bu durumu aklı Tanrı yerine koymak şeklinde niteleyen Boutroux şöyle dile getirmektedir :

“Yunan filozofları, tabiattaki rolünü bu şekilde değerlendirdikleri aklı gittikçe daha yüksek ve daha güçlü duruma getirmek için çaba harcamışlardır. Onlar aklı böyle ne kadar çok yüceltirlerse, kendilerinde hem madde, hem yokluk bulunan varlıklara göre, halk dininin rasgele bir çok şeylere bol bol ve esirgemeden verdiği “ilahi” niteliğine aklın daha çok liyakat kazandığı görülüyordu”[7]

Eski Yunan’dan sonra ortaçağla birlikte ortaya yeni bir din, yani Hıristiyanlık çıkmıştır. Başlangıç itibariyle akılcı ve hürriyetçi kabul edilebilecek olan Hıristiyanlık, zamanla iktidara ortak olunca saf değiştirerek aklın ve hürriyetin karşısına adeta bir kale gibi dikilmiştir. Onun bu akla ve hürriyete karşı olan tutumunu John Bury şöyle dile getirmektedir :

“Hıristiyanlar, memnu bir tarikatın salikleri sayıldıkları iki asır zarfında, dini inancın ihtiyari olduğu, zorla kabul ettirilemeyeceği esasını tutuyor ve dinlerine karşı tolerans gösterilmesini, bir hak olarak, istiyorlardı. Mezhepleri hakim bir din vaziyetine geçip de devlet kuvvetine dayandıkları zaman ise, o fikri terkettiler. İnsanların kainatın sırları hakkında düşüncelerini tam bir şekil birliği içinde toplamak emeli ile harekete geçerek fikirler üzerinde az çok muayyen bir baskı politikası takibine koyuldular”[8]

Aslında akla ve hürriyete karşı olan Hıristiyanlık felsefe karşısında güç kaybetmemek için bir ara felsefî bir şekle de bürünmüştür. Bu şekilde Hıristiyan inançlarının akla uygunluğunu ispatlamak için girişilen bu felsefeye benzeme çabaları sonucunda skolastik adı verilen anlayışa zemin hazırlanmıştır. Skolastik düşünce sayesinde felsefeyi esir almayı başaran Hıristiyanlık aslında azgın suyun önüne set çekmeye çalışan ve asla bunu başaramayacak olan bir ustanın haline benziyordu. Zira, bu su engellenemeyecek olan aklın ve düşüncenin sesinden başkası değildi. Çok geçmeden reform hareketi ile humanizma düşüncesi Hıristiyanlığın kalesinin surlarında delik açtılar. Hıristiyanlığa karşı yine dini bir doktrinle ortaya çıkan Martin Luther Protestanlığı savunarak baskıcı Katolik düşünceye savaş açtı. Bu dönem batı tarihi için çok önemlidir. Çünkü bu dönemde gerçek ilim, pozitif tabiat ilmi bu devirde doğmuştur. Artık bu ilim sadece tabiatı izlemekle kalmayarak insanın tabiatın efendisi olacağı düşüncesiyle hareket etmektedir. Descartes’la birlikte ilim ve dinin birbirinden ayrı ve bağımsız disiplinler olduğu ilkesi ortaya konulunca da artık dinin sosyal hayattaki baskıcılığının önüne set çekilmiş ve ilim dinden bağımsızlaştırılmıştır[9]

XVII. yy artık aklı hapsetmeyi amaç edinen Hıristiyan inançlarına karşı aklın alenen savaş vermeye başladığı dönemdir. Bu dönemde özellikle İngiliz Hobbes ve Locke gibi düşünürler sayesinde evrenin, insanın, toplumların, devletin mahiyetleri ortaya konulmaya başlanmış bu şekilde dinin bu alanlardaki hegemonyasına son verilmeye çalışılmıştır. Yine bu dönemde rasyonalizm (akılcılık) zirveye çıkmıştır. XVIII. yy’da özellikle Rousseau sayesinde Hıristiyanlık artık deruni bir yaşam biçimi şekline sokuluyordu.

Hıristiyanlık ile bilim arasındaki bu ayrışma bu iki disiplinin siyaseti kullanarak karşı karşıya gelmelerine de bu dönemde sahne olmuş ve tarihe 1789 Fransız İnkılabı olarak geçecek olan devrim böyle bir çatışma neticesinde meydana gelmiştir.

XIX. yy’da Schkeirmacher (1768-1864) romantizm esasını Hıristiyanlığa yerleştirerek din ile ilmin ayrı ayrı olduğu gibi ne zekanın ne de iradenin dinin alanına giremeyeceğini, dinin ne bir bilgi ne bir düstur olduğunu, aksine onun bir hayat, bir tecrübe olduğunu, bununda duygu yoluyla kavranılabileceğini iddia ediyordu.[10]

XIX. yy’da artık din de bilim de yerini kabullenmiştir. Böylece ne din bilime, ne de bilim dine karışmamak üzere adeta gizli bir anlaşma yapmış gibidirler. Bu noktada Adnan Adıvar’ın din-bilim münasebetleriyle ilgili olarak ileri sürdüğü düşüncelerine göz atmak yerinde olacaktır. Adıvar şunları söylemektedir :

“Gerçekten eğer din ancak ruhu açısından insanlığın duygu ve kalbine egemen olmakla kalsaydı, hiç şüphesiz ki bilimin alanına asla girmeyecekti; belki de yüzyıllarca insanlığın kafasını yoran dini bilime, yahut bilimi dine egemen kılmak ve sonunda ikisi arasındaki kavgayı bir anlaşmayla bitirmek sorunu bugün var olmayacaktı. O zaman bir çok dimağlar din hakkında serinkanla düşünecekler, dinlerin ilahiyatçıların şan ve şereflerini sağlamak için değil, aksine insanların bazı duyguya ve kalbe ilişkin gereksinimlerini gidermek için vücuda gelmiş kuruluşlar olduğunu görecekler ve bu gereksinimler başka bir yoldan giderilinceye kadar insan topluluklarının en önemli kurumlarından biri olarak dinin kalımlı olacağına inanacaklardı. Fakat güç elde etmek isteyen her kurum gibi din de bu duygu ve kalp alanından çıkarak insanların düşünüşü, gündelik yaşamı, toplumun yasaları üzerine de egemen olmaya başlayınca karşısında aklı ve sonra da deney ve gözlemi bulmuş, yani önce felsefe ve sonra da bilimle çatışmıştır”[11]

Bu tespitlere katılıp katılmamak okuyucunun elinde olmakla birlikte burada ifade edilen din kavramıyla Hıristiyanlık kastediliyorsa bu tespitlerin doğru olabileceği söylenebilir; yok eğer Hıristiyanlık değil de din adı verilen bütün kurumlar kastediliyorsa, İslâm dini haricindeki diğer bütün dinler için de bunlara katılmak mümkündür. Ancak bu tespitlerin İslâm dini için geçerli olabileceğini düşünmek imkansızdır.

Bu iddianın bir önyargı olmakdan çıkarılabilmesi konunun delillendirilmesine bağlı olduğu ortadadır. Bu bağlamda, İslâm’ın ilme ve ilim adamına verdiği değer kısmında konunun daha net açıklanması yapılmıştır. Bu nedenle burada kısaca İslâm ile diğer dinlerin mukayese edilmesinin sakıncalarına değinmek yerinde olacaktır.

İslâm Allah’ın yeryüzüne göndermiş olduğu dinlerin sonuncusu olmakla birlikte, kendisinden başka evrensel bir din gönderilmemiş olduğu düşünüldüğünde, Allah’ın bütün evrene göndermiş olduğu tek dindir. Bu açıdan evrensel bir dinle evrensel olmayan ve belli kavimlere gönderilmiş olan dinler arasında mukayese yapılması elma ile armudun mukayesesine benzer ki, ikisinin arasındaki yegane münasebet sadece meyve olmaları ve ağaçta yetişmeleridir. Bir diğer önemli husus da İslâm dininin mensubu olan Müslümanların dünya bilimine yapmış olduğu küçümsenemeyecek, fakat günümüz dünyasında reklamını bile yapmaktan aciz olduğumuz bilimsel faaliyetlerdir. Aslında İslâm din olarak ilimi teşvik etmenin yanında, ilmin ortaya koyucusu akla da büyük değer veren bir dindir. Nitekim İslâm’a girebilmenin ya da Müslüman olabilmenin şartlarından biri de akıl sahibi olmaktır.

İslâm ilim münasebetleri bağlamında söylenilebilecek şeylerden birisinin de Müslüman bilim adamlarının ilime yapmış olduğu katkılar olduğu daha önce geçmişti. Bu bağlamda Müslümanlar ve ilim konusunda ileri sürülen iddialara temas etmek yerinde olacaktır :

Bu iddialardan birincisi Müslüman bilim adamlarının klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın dışında bilim ve felsefe alanında kayda değer bir etkilerinin olmadığı yolundadır[12]

İkinci iddia daha çok Müslüman bilim ve felsefe tarihçileri tarafından ileri sürülen ve adeta bir aşağılık kompleksini dile getiren, bilim ve felsefenin zaten insan hayatı ve mutluluğu için çok önemli olmadığı için üzerinde durulması gerekmeyen şeyler olduğu, bu yüzden de bu alanlarda Müslüman ilim adamlarının ve Müslüman felsefesinin gelişmemiş olmasının, Müslümanların bilim ve teknolojide geri kalmasının üzülecek bir şey olmadığı yolundaki iddiadır.

Üçüncü iddia Müslüman filozof ve ilim adamlarının başlangıçta çok iyi şeyler ortaya koymalarına rağmen haçlı seferleri ve diğer bir takım yıkıcı savaşlar dolayısıyla bu çalışmalarını ilerletememeleri şeklindedir.

Dördüncü iddia Avrupa karanlık ortaçağında Müslüman bilim adamları ve filozoflarının çok büyük işler başarmış oldukları bu sayede de günümüzdeki bilimsel ve teknolojik ilerlemenin temelini oluşturdukları yönündeki iddiadır.[13]ve son iddia ise Müslüman bilim adamlarının yapmış oldukları bilimsel faaliyetlerinin dinle yakından uzaktan ilgili olmadığı, bu ilerlemenin arka planında laik bir anlayışın yer aldığı, gelecekte de başarılı olabilmenin yolunun bu anlayışı yeniden canlandırmak olduğu biçimindeki iddiadır[14]

Bu iddialarla ilgili olarak yapılabilecek değerlendirmeler bir yana bunların tek tek ele alındığın aslında kendi içinde tutarlı olanının bulunmadığı görülmektedir. Örneğin birinci iddia tamamen yanlı ve bilimsel gerçekleri dile getirmek şöyle dursun, objektif olmaktan uzak, ilmî zihniyetin karşısında bir iddiadan ibarettir ve buna cevap vermeye bile gerek yoktur. Müslüman filozof ve bilim adamları eski Yunan’ın kültürünü modern batıya taşımakla yetinmiş oldukları yolundaki bu iddia mesnetsiz olmanın yanında, kendi içerisindeki ilkelerle bile çelişir durumdadır. Bu iddianın doğru olduğu kabul edilse bile bilimsel bir veriyi bulmak ve ortaya koymak kadar onu korumak ve gelecek nesillere aktarmak da önemlidir. Bu iddialar karşısında cevap olarak Şakir Kocabaş’ın yapmış olduğu şu tespitleri aktarmamız yeterli olacaktır kanaatindeyiz :

“Müslümanların bilim alanında VIII/XI. yy’da yaptıkları çalışmaları XVI. yy’dan günümüze kadar Avrupa’daki bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibariyle elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hint, Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilebilir. İslâm ve bilim tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Avrupalıların, Müslümanlar tarafından deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor”[15]

Müslümanların günümüzde bilim alanında ve buna bağlı olarak pek çok alanda geri kalmış olmalarının altında motivasyon eksikliği yattığı, bu motivasyon eksikliğinin ise doğru kavram sisteminin ortaya konulamaması yüzünden olduğu, bunu aşmanın yolunun ise Kur’andaki kavram sistemine dönmekle mümkün olabileceği iddiasında olan Şakir Kocabaş : “Ancak bu şekilde olayları daha net ve ayrıntılı bir şekilde görmeye başlayabilecekler ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim politikaları aldatıcılığından kurtulabileceklerdir” [16]demektedir.

Öte yandan dikkat edilirse bilim tarihinin kısa tarihçesi olarak aktarmaya çalıştığımız tarihçe batı düşüncesinin gelişim seyrini ifade etmektedir. Halbuki bunun yanında bir de İslâm’ın zuhurundan itibaren ortaya çıkan ve ortaçağın karanlık batı medeniyeti karşısında aydınlık bir zirveye oturan bir İslâm düşüncesi vardır. Bunun tarihçesine de kısaca göz atmak ilim-din ilişkilerinin ilim-İslâm dini boyutunu daha rahat görmek açısından faydalı olabilir.

Başlangıçta, yani Hz. Muhammed’in Kur’an-ı Kerîm’i tebliği ile birlikte ona tabi olanlar -ki bunların büyük çoğunluğu cahiliye dönemi içerisinde yaşamış şahsiyetlerdir- Allah’a yaklaşabilmek ve onun dininin gereklerini daha iyi yerine getirebilmek adına bir eğitim ve öğretim faaliyetine başlamışlardır. Özellikle Medine döneminde Hz. Peygamber’in bu eğitim faaliyetleri üzerinde önemle durduğunu görmekteyiz. Mescidde bu iş için bir yer ayrılmış olması (Suffe) da bunun göstergelerinden kabul edilmelidir. Bu şekilde önceleri dini daha iyi öğrenmek adına başlatılmış olan ilmî faaliyetler zamanla bir Kur’an-ı Kerîm ilimleri (Ulumu’l-Kur’an) kavramını ortaya çıkarmıştır. Böylece Kur’an’ı daha iyi anlayıp, hayata geçirebilme bağlamında tefsir ve peygamberin vefatından sonra da hadis üzerinde yoğunlukla durulduğu gözlemlenmektedir. Nihayet siyasetin bir sonucu olarak ortaya çıkmaya başlayan itikadî ve fıkhî mezhepler ve bunların kendi ideolojilerinin doğruluğunu ispatlamak yolundaki girişimleriyle gittikçe yaygınlaşan bir tefsir, hadis, fıkıh kültürünün oluşmaya başladığı söylenebilir. Akabinde özellikle akılcı (rasyonalist) Mu`tezile mezhebinin zuhuruyla birlikte kelam ilmi gelişmiştir. Nihayet eski Yunan kültürüne ait eserlerin tercümeleri faaliyetleriyle Arap İslâm toplumuna intikal eden sistemli felsefî düşünce ile ilim alanındaki atılımın zirveye doğru ilerlediği görülmektedir. İşte bu süreçte hür düşünce [1] ortamının yakalandığı zamanlarda hemen bütün ilimlerde Müslüman ilim adamlarının, bugün bile yetişilemeyecek bir konumu elde ettikleri müşahede edilmektedir.

Fakat bu süreçte göz önünde tutulması gereken önemli noktalardan biri de nass-olgu ilişkisidir. Bu ilişkinin Hz. Muhammed döneminde karşılıklı olduğu söylenebilir. Yani vahiy indiği sürece toplumu ve olayları etkilemekle birlikte, toplumda cereyan eden bazı hadiselerin de nass üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Mesela puta tapınan bir toplumun inancını Allah’a çeviren nass bu şekilde toplum üzerinde etki ederken, zıhar örneğinde olduğu gibi kimi zaman toplum hayatının içinde olan olgulardan etkilenerek şekillenmiştir. Hz. Peygamber zamanındaki bu karşılıklı etkileşimin kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Ancak Hz. Peygamber sonrası dönem için nass-olgu ilişkisinin mahiyeti nasıl olduğu noktasında problem olduğunu ifade etmek de gerekir. Şöyle ki doğal olarak vahyin kesilmesi ile nass-olgu ilişkisinde, Hz. Peygamber döneminde olduğunun aksine olarak olgunun nassı etkileme sürecinin sona ermiş olması gerekir, zira artık vahiy kesilmiştir. Fakat hayat durağan değildir ve sürekli değişiklikler göstermektedir. Bu durum ise nassın olguyu sürekli olarak belirlemesi şeklindeki anlayışı sıkıntıya sokmaktadır. Yani insanların hayatlarını nassa göre düzenlemeleri gereğine rağmen, farklı zaman ve mekanlarda gelişen olayların, kimi zaman nassda cevabının bulunmayışı gibi bir sıkıntı kaçınılmaz olarak var olacaktır. Bu sorunu ilk dönem sahabe fakihleri önceleri Kitap ve Sünnetten meselelere çözüm getirme, bunlar arasında çözüm bulamazlarsa, birlikte karar bağlama (icma) -ki bu bir içtihad faaliyetini gerekli kılar- bu şekilde de karara bağlanmazsa, herkesin kendi bulduğu çözüme tabi olma şeklindeki bir usulle çözdükleri görülür. Bu çözüm usulü nassın yanında insan aklının da meselelere çözüm getirebileceği sonucunu doğurmaktadır ki, kaçınılmaz olan bir sonuçtur.

Ancak ne yazık ki zamanla siyasal iktidarların, iktidarlarını devam ettirebilmek uğruna nassın olguyu etkilemesi, bu olmazsa aklen problemin dine uygun biçimde halledilmesi şeklindeki usul üzerinde bir takım oynamalar gerçekleştirmeleri sonucunda, ortaya çıkan siyasî düşünce ekolleri kanalıyla nass-olgu ilişkisinin görünürde nassın olguyu belirmesi haline dönüşmesine yol açtıkları görülmektedir. Bu süreç ile hür düşünce kısıtlanmaya ve ideolojiler adına nassın yorumlanması faaliyetinin önü açılmaya başlanmıştır. Artık ideolojiler hakimdir ve nass ideolojiler adına konuşturulmaktadır.

Sonuç olarak nass-olgu ilişkisinde Kur’an-ı Kerîm’e dayalı olan ilimler hedeflerinden saptırılmaya müsait hale getirilmiş ve din siyasete alet olmak durumunda bırakılmıştır.

DİPNOTLAR

İlk insanın ilk peygamber olduğu konusu günümüzde çeşitli ortamlarda tartışmaya açılmış bir konudur. Özellikle Darwin’e izafe edilen “Evrim Teorisi”nin ondan çok önceleri İslâm bilginleri tarafından Kur’an’a dayayndırılarak ortaya konulmuş olduğu i,ddiaları vardır. geniş bilgi için bkz. Bayraktar, Mehmet, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Ankara, 2001.

Bury, John Bagnel, Fikir ve Söz Hürriyeti, çev. Avni Başman, İstanbul, 1959, 19.

Burnet, J., Aurore de la Philosophie Grecque, 88 (Adıvar, 32’den naklen).

Adıvar, 32.

Boutroux, Emile, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, çev. Hasan Katipoğlu, İstanbul, 1997, 2.

Platon, Timaios, çev. Erol Güney-Lütfü Ay, İstanbul, 1997, 31.

Boutroux, 5.

Bury, 47; Trusted, Jennifer, Fizik ve Metafizik, çev. Seval Yılmaz, İstanbul, 1995,15.

Boutroux, 19; Trusted, 15 vd.

Boutroux, 40.

Adıvar, 18.

Russel Bertrand, History of Western Philosophy, 1974.

Sarton, George, Introduction to History of Science; Huff, Toby E., The Rise of Early Modern Science, Cambridge Univercity Press, 1993.

Hoodbhoy, Pervez, İslâm ve Bilim, İstanbul, 1992.

Kocabaş, Şakir, “İslâm ve Bilim”, Divan İlmî Araştırmalar Dergisi, 1996/1, 68.

Kocabaş, aynı yer.

Geniş bilgi için bkz. Duman, Ali, İslâm Hukukuna Göre Siyasî Fikir Hürriyeti, Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 1999.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları sohbet odaları Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
mÜnÂsebetleri


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Türk-İngiliz Münasebetleri Ecrin Tarih 0 05 Haziran 2011 19:42
Türk-Alman Münasebetleri Ecrin Tarih 0 05 Haziran 2011 19:41
Türk-İtalyan Münasebetleri Ecrin Tarih 0 05 Haziran 2011 19:40
Türk-Fransız Münasebetleri Ecrin Tarih 0 05 Haziran 2011 19:34
Türk-İtalyan Münasebetleri Ecrin Tarih 0 05 Haziran 2011 19:33