IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
1Beğeni(ler)
  • 1 Post By EmekTar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 24 Nisan 2022, 20:07   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.S.) EŞLERİYLE İLİŞKİSİ




Allah Teâlâ her dönemde insanlara kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Bu kitapları insanlara yaşantılarıyla en güzel şekilde gösterecek olanlar peygamberlerdir. Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlığa gönderilen son ilâhî kitabın peygamberidir. Bu ilâhî kitapta, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) her mümin için örnek bir şahsiyet olduğu vurgusu yapılır. Peygamberimizin müminlere örnek olduğu bu önemli hususlardan biri de şüphesiz aile hayatıdır.
Hz. Rasûl (s.a.s.) örnek olduğu gibi, onun seçkin eşleri de özellikle mümin hanımlar için örnektir. Çünkü onları hayata hazırlayan, davranış ve sözleriyle onları eğiten Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. İşte bu düşünceden hareketle bu makalede Hz. Peygamber’in eşlerine, eşlerinin de Hz. Peygamber’e karşı tutumları ele alınacak, böylece ideal bir aile hayatının temel unsurları ortaya konulacaktır.

İnsanı yaratan ve ona mutlu olmanın yollarını öğreten Yüce Mevla, gerçek mutluluğun kaynağını ve onun nasıl yakalanacağını da her dönemde gönderdiği peygamberlerle göstermiştir. Allah Teâlâ, hayatın her alanıyla ilgili takip edilmesi ve yapılması gereken en ideal davranışları, rehber insanlar olan peygamberlerle göstermiştir. Bütün peygamberlerin Yüce Allah’tan getirdikleri prensipleri son kez yeniden özetleyen ve en son ilkeleri insanlığa getiren Allah Rasûlü (s.a.s.) ise, örnek olma noktasında zirveyi temsil etmektedir. Kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyeceğinden dolayı, Hz. Muhammed (s.a.s.) herkese örnek ve herkesin yaşayabileceği bir hayatı temsil etmiştir. Hem Allah’ın son ve seçkin bir peygamberi olması hem de davranışlarının Yüce Yaratıcı tarafından öğretilmiş olması, Rasûlüllah’a (s.a.s.) ayrı ve önemli bir konum kazandırmıştır. Diğer bir ifadeyle Allah Rasûlü’nün bu denli eşsiz bir konumda olması, onu terbiye edenin Yüce Allah olmasındandır: “...Allah, sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana olan lütfu büyüktür.” (Nisa 4/113) ayetiyle, “Beni Rabbim terbiye etti. Ama ne kadar da güzel terbiye etti!” sözü de bunu göstermektedir.
Evet O bir üsve-i hasenedir. Zengin ve varlıklıklı insanlara, fakir ve yoksullara, devlet başkanlarına, zayıf ve kimsesizlere, fâtih ve muzaffer komutanlara, mağlup olmuş, savaş kaybetmiş devlet adamlarına, öğretmenlere, öğrencilere, başkalarına nasihat eden nâsihlere, hiçbir yardımcısı olmayan, hakkı ayakta tutmak ve iyiliği haykırmak isteyenlere, düşmanlarını mağlup edenlere, işlerini düzeltmek, arazisini verimli hale getirmek isteyenlere, yetimlere, küçük çocuklara, gençlere, çobanlara, ticaretle uğraşanlara, hakem veya hâkimlere, evlilik hayatı sürdürenlere, çocuk babası olanlara, dedelere… hasılı O’nun hayatı bütün herkese her safhasıyla ideal bir örnektir. Onun hayatı, aydınlanmak isteyenler için bir nûr, hidayete ermek isteyenler için de bir kandildir.
Ahlaki değerlerin zirvesinde, peygamberleri ve özellikle de son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’i görürüz. O, güzel ahlak olarak isimlendirdiğimiz, takva, sıdk, zühd, şükür, hilm, adâlet... gibi vasıfların hepsini, kendi hayatında göstermiş, buna delil olarak da Allah, onun en yüce bir ahlak üzerinde olduğunu bildirmiştir. “Nûn. Kaleme ve onunla yazdıklarına yemin olsun ki, ey Muhammed! Rabbinin nimeti sayesinde sen deli değilsin. Şüphesiz sana arkası kesilmeyen bir mükâfat vardır. Muhakkak ki sen, büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem 68/1-4).
Tarihin tespitine göre, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sahip olduğu ahlaki özellikler, insanlığın tanımış olduğu en iyi ve en yüce değerlerdir. Nübüvvetten önce bile o, dürüst bir genç ve mükemmel bir fıtrat için eşsiz bir misâl olmuştur. Câhilî bir toplumda neş’et etmesine rağmen ne içki içtiği ne o günkü toplumun ibâdet ettiği putlara taptığı ne yanlış bir işe teşebbüs ettiği ve ne de gençlik taşkınlıklarından bir taşkınlığa düştüğü görülmemiştir. Ve bu konularda, daha sonra kendisinin en amansız düşmanları olan kimseler bile, ona herhangi bir kötülük nispet edememişlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.s.), halkın sadece düşünceleriyle ilgilenen birisi değildi. O, siyaset, savaş, güç (otorite) adamı olduğu halde, maneviyât, takva, sevgi kendinde daha çok belirgindi. Askerî, siyâsî çatışmalar ve hareket, hayatını kapsadığı halde bir peygamberden beklenen huzur, safiyet ve samimiyet, onun da çehresinde açıkça görülebiliyordu.
Kısaca Rasûlüllah’a canlı Kur’an diyebiliriz. Çünkü o, Kur’an’da yaşanılması ve kaçınılması emredilen şeylerin tamamını kendi şahsında uygulayarak gösteriyordu. Bundan ötürüdür ki Hz. Âişe’ye Hz. Peygamber’in ahlakı sorulduğunda: “Siz Kur’an’ı okumuyor musunuz?” mukabelesinde bulunmuştu. Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur.
Allah Teâlâ’nın, peygamberlerin sonuncusu ve herkese örnek olarak seçtiği Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bütün ahlaki erdemleri kendisinde toplamış mümtaz bir insan olması, yadırganacak bir durum değil, aksine son derece doğaldır. Zira Allah Rasûlü (s.a.s.), Allah’ın rahmetinin tecellisi olarak semanın yeryüzüne bir ikramıdır.
Bir gayr-i müslim olmasına rağmen Michael H. Hart, yazdığı kitabında Hz. Peygamber’i (s.a.s.) birinci sıraya yerleştirme sebeplerinden birisinin de, onun bu çok yönlülüğü olduğunu belirtir. Der ki: “Hz. Muhammed, Hz. İsâ’nın aksine aynı zamanda dünyevî yönü olan birisidir. O, bir koca, bir baba, ticaretle uğraşan bir tüccar, koyun güden bir çoban, muhârebe eden bir savaşçı, savaşlarda yaralanan, hasta olan...ve neticede ölen bir özelliğe sahip...”
Gaybın son habercisi olan Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) bizler için örnek olduğu önemli konulardan biri de aile kurumu ve eşler arasındaki münasebetlerdir. O’nun eşlerinin birden fazla olup, onların değişik kültür ve yaşta olmasının belki de önemli hikmetlerinden biri de, ümmetine aile konusunda örnek olması ve eşlere nasıl davranılacağını detaylı bir şekilde göstermesidir. Günümüz insanlarının aile kurumunu tam olarak ayakta tutamaması, özellikle de O’na inananların ailevi ilişkiler noktasındaki eksikliklerden dolayı, boşanmaların arttığı, ailevi kavgaların çoğaldığı, boşanmadan dolayı arkada kalan çocukların çeşitli sıkıntılara maruz kaldığı gibi olumsuzlukları da düşündüğümüzde, yeniden O örnek insanın bu yönüne ihtiyacımız daha bir önem kazanmaktadır. Bu makalede Allah (c.c.)’ın kendisini terbiye ettiği o eşsiz Rasûl’ün (s.a.s.), ailesiyle olan ilişkisi ele alınacak, konu iki yönlü incelenecektir. Bir yönünde Hz. Peygamber’in eşlerine davranışları, diğer yönünde de eşlerinin ona karşı davranışları ele alınacaktır. Birinci bölümde Rasûlüllah’ın eşlerine nasıl davrandığı, yardım ettiği, değer verdiği, kırmadan ve severek bütün olumsuzluklara rağmen mutlu bir hayatı nasıl yakaladığı gibi hususlar örnekleriyle anlatılacaktır.
İkinci bölümde de Kur’an-ı Kerim’in, annelerimiz olarak takdim ettiği Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşlerinin, ona karşı davranışları, onunla münasebetleri ve nasıl geçindikleri hususları ele alınacak, böylece mümin kadınlar için, ideal bir eş olmanın mükemmel örnekleri sergilenmiş olacaktır.
Peygamberimizin kendi davranışları örnek olduğu gibi, şüphesiz onun ailesinin hayatı da müminler için güzel örneklerle doludur. Zira o eşleri eğiten, yetiştiren, hayatın her alanında nasıl davranılması gerektiğini öğreten bizzat Rasûlüllah’ın (s.a.s.) kendisidir. Kendisidir; zira O’nun en yakın ve müdavim talebeleri, o kutlu hanenin sakinleri olan ezvac-ı tahirattır.
A. ALLAH RASÛLÜ EŞLERİNE NASIL DAVRANIRDI?
O’nun insanlığa getirdiği son mesajda, temelde insanların bir ana-babadan meydana gelen bir topluluk olduğuna (Hucurat 49/13) vurgu yapılır ki, bu, insanların birbirleriyle olan münasebetlerinde, onlara farklı bir bakış açısı kazandıran ve unutulmaması gereken önemli bir faktördür. Buna göre insanların renk, ırk, cins, ülke, soy, sop bakımından farklı olmaları bir ayrıcalık değil, tam tersine bir yakınlaşma, kaynaşma ve tanışma vesilesidir. Demek ki aslında insanlık genişletilmiş bir aile, aile de küçültülmüş bir insanlıktır.
Böyle büyük bir insanlık topluluğu içinde aile, toplumun en küçük ve en önemli parçasını teşkil etmekte; bu parçanın da en merkezini karı-koca tutmaktadır. Böyle bir noktada hanım, bir eş için Yüce Yaratıcı’nın bir beyanına göre, huzur ve sükûn kaynağı (A’raf 7/189), diğer bir beyanına göre de eşler, birbirlerini her türlü tehlikeye karşı koruyan elbise gibidirler ve bu da insanlar için ilâhî bir lütuftur. (Bakara 2/187).
Bundan da önemlisi Cenab-ı Hakk karı-koca arasındaki ilişkilere o denli bir önem vermiştir ki, eşlerin birbirlerine ısınmalarını, kendi cinslerinden eşlerin var edilmesini ve bunların birbirlerine karşı sevgi ve şefkat göstermesini varlığı ve birliğinin birer ayeti olarak kabul etmiştir (Rûm 30/21).
Son Nebi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği ilâhî beyanda özellikle erkeğe hitapta bulunularak eşiyle hoşça ve güzelce geçinmesi, onda hoşlanmayacak bir yön görse bile bunu kavga ve ayrılma sebebi yapmaması, bunlara katlanmak suretiyle bilmediği başka yön ve yerlerden mükafatların takdir edileceği (Nisa 4/19) vaat edilmiştir ki, böyle bir tavsiye, eşler arasındaki ahengin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça manidardır.
Yüce beyanda ailenin, bir erkekle bir kadından başladığını, bir anlamda küçük bir devlet olduğunu görmekteyiz. Şu farkla ki, devlet işleri resmiyet ve kurallarla devam ettirilip yürütüldüğü halde, küçük devlet olan aile kurumu sevgiyle, şefkatle, hoş görüyle, karşılıklı anlayış ve saygıyla, işlerin beraberce yürütülmesiyle, eşlerin birbirine yardım etmesi ve birbirlerine değer vermesiyle, iyi muamele ve sevinçte-tasada bir ve beraberce olmakla devam eder.
Başta da belirtildiği gibi ideal bir eş olma noktasında Kâinat’ın Efendisi (s.a.s.), her mümin için tanınması ve uyulması gereken mükemmel bir modeldir. Bu ideal modelde ailesiyle ilişkilerine baktığımızda öne çıkan belli başlı ilkelerin şunlar olduğunu görmekteyiz:
1. Eşleriyle İstişare Ederdi
İnsan, kurulu bir makine ya da robot değildir. Duyguları, düşünceleri, hisleri, belli konularda görüşleri olan ve bunların dikkate alınmasını, önem verilmesini isteyen bir özelliğe sahiptir. Hayatı beraberce paylaşan, sıkıntıları beraberce göğüsleyen, uzun bir zaman dilimini beraberce geçirmek mecburiyetinde olan eşler için ise bu durum, daha da bir önem arz etmektedir. Dolayısıyla bir hayatı beraberce geçiren eşlerin, her zaman birbirlerinin fikirlerine müracaat etmeleri, onları dikkate almaları ve onlardan faydalanmaları kaçınılmazdır. İşlerin bir konsensüs içerisinde yürütülmesi, karar vermede zorlanıldığı yerlerde danışılması ve karşısındakine değer vermenin önemli bir işareti olan danışma mekanizmasını kullanması anlamlarına gelen istişarenin, evlilik hayatında vaz geçilmez bir yönü vardır. Müşaverenin bir anlamı da farklı kovanlardan, çiçeklerden bal çıkarmaktır. Allah Rasûlü (s.a.s.) bunu kullanmış, hem de en kritik zamanlarda ve olaylar karşısında tatbik etmiş, böylece eşlerle istişarenin yapılmasının elzem bir nebevî sünnet olduğunu göstermiştir. Yüce beyan müstakil bir sureye Şûrâ adını vermekle de ayrıca buna dikkatleri çekmiştir. “Onlar öyle kimselerdir ki, işlerini istişare ile yürütürler… (Şûrâ 42/38) beyanıyla istişareyi yapanlar övülmüş, “işleri onlarla müşavere et” (Âl-i İmrân 3/159) yüce buyruğu ile de örnek kula örnek davranış hatırlatılmıştır. Bu yüce beyanın beşer hayatına en ideal yansımasını, Fahr-i Âlem Efendimizin daha ilk vahiyle karşı karşıya kaldığındaki tavrında görüyoruz. Bu hem öyle bir istişareydi ki, meleğin görülmesi, mukaddes görevle tavzifin başlaması, işitilmemiş bir söze muhatap olunması gibi konularının danışıldığı bir istişare… Allah Rasûlü (s.a.s.) ilk defa Cibril’le karşılaşınca, bu olağanüstü durumu anlama, hareket alanını belirleme ve doğru bir karar verme için doğruca şuna buna değil, sevgili ve biricik eşi Hz. Hatice (r.a.) validemize koşmuştu. Ona danışmış ve onunla konuşmuştu. O firaset sahibi Hz. Hatice de (r.a.), Rasûlüllah’ı (s.a.s.) teselli ederek, şu gönül okşayıcı ve heyecan yatıştırıcı sözleri söylemiştir: “Sana müjdeler olsun! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni hiç bir vakit utandırmayacaktır. Çünkü sen, akrabana bakarsın, sözün en doğrusunu söylersin, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandırmayacağını kazandırır, misafiri en iyi şekilde ağırlarsın, hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında halka yardım edersin.”
Allah Rasûlü (s.a.s.) sadece göstermelik olarak değil, bizzat söylenileni yapmak için eşlerine danışıyordu. Hem öyle yerlerde danışıyordu ki, neticesi sadece bir aileyi değil, bütün bir ümmeti ilgilendiriyordu. Bir peygamber olmasına ve hakkında karar veremediği konularda vahyi beklemesine rağmen, yine de eşleriyle istişareyi ihmal etmemesi, konunun ne denli önem arz ettiğini gösterir.
Mesela Allah Rasûlü (s.a.s.) Hudeybiye gibi son derece önemli olan bir anlaşmayı yaparken, şartların zahiren Müslümanların aleyhine olduğunu gören Müslümanlar, anlaşmadan razı olmamış, dolayısıyla Rasûlüllah’ın (s.a.s.), “kurbanlarını kesip ihramdan çıkmaları” şeklindeki emrini yerine getirmede işi ağırdan almışlardı. Bir peygamber için oldukça zor ve hassas bir durumdu. Peygambere isyan, küfrü gerektirirdi. Ama ortada da bir vakıa vardı. İşte böyle zor bir durum karşısında Allah Rasûlü (s.a.s.) eşlerinden Ümm-ü Seleme validemizle istişare etti. Yaptığı istişarenin de hakkını vererek kendisi kurbanını keserek ihramdan çıktı. Bunu gören ashap efendilerimiz de hemen durumu anlayıp aynı şeyi yaptılar. Böyle bir danışma, tarihin belki de şahit olmadığı bir danışmaydı. En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? O günkü Arap toplumunda kadının yerini düşündüğümüzde, böyle bir danışmanın ne kadar önemli bir hareket olduğunu daha iyi anlamış oluruz.
“Müksirûn’dan” olan ve dine ait pek çok önemli meseleyi bize rivayet eden Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşi Hz. Âişe (r.a.) validemize atılan iftira karşısında da aynı istişare ilkesinin uygulandığını görüyoruz. Böyle bir durumda Rasûlüllah (s.a.s.), Hz. Âişe ile ilgili istişareyi, diğer eşi Zeynep binti Cahş ile yapmıştır.
Hz. Âişe’ye atılan iftira karşısında durumun hukuki şartlar açısından tahkiki için Hz. Zeyneb’e:
“Ey Zeynep, bu hususta ne biliyorsun, ne gördün?” demişti. O da: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben kulağımı, gözümü işitmediğim, görmediğim şeyden muhafaza ederim. Ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!” demişti. İnsanlığa örnek rehber olan Rasûlüllah’ın (s.a.s.) hayatı böyle olmasına rağmen, bugün “kadına danış ama tersini yap!” şeklindeki bir anlayışın, nebevî bir çizgiden ne kadar da uzak olduğu aşikârdır.
2. Eşlerine Yardım Ederdi
İnsanların tek başlarına hayatlarını devam ettirmeleri oldukça zordur. Beraberce yaşama, ancak birlikte iş yapmayla olur. Aynı yuvayı paylaşan eşler ise yardımlaşmaya en fazla muhtaç olanlardır. Bir evin işleri, eşlerin beraberce taşın altına ellerini koymalarıyla kolaylaşır, hayatları çekilir hale gelir, zorluklar aşılır. Eşlerin konumu ne olursa olsun, bir eş, evinde eştir. İşi ve makamı evdeki bu fonksiyonuna hiçbir engel teşkil etmez, etmemelidir. “Şu konumdayım! İş yerindeki makamım, bu işleri yapmaya engeldir! Toplumdaki statüm şudur!” gibi bahaneler, sadece sorumluluktan kaçma ve rahatı seçmenin yalancı kaçamaklarıdır. Hiç kimsenin konumu Kâinatın Efendisi kadar yüksek, işleri onun kadar yoğun ve statüsü de onunki kadar yüce değildir. O ki (s.a.s.), bir ayağı lâhut âleminde, diğeri nâsut âlemindeydi. O ki (s.a.s.), her an vahye muhataptı. O ki (s.a.s.) Cebrail’le sohbet ediyordu. Melekler selam duruyor, âlemin işi O’nu bekliyordu. Ama O (s.a.s.) yine de eşlerine yardımdan geri durmuyordu. Geri duracak en birincisi O’ydu ama yine de geri durmuyordu. Durmuyor ve ümmetine bu konudaki ideal ölçüyü gösteriyordu.
İşte âlemlerin Efendisi’nin (s.a.s.) eşlerine yardımdaki birkaç örneği. Evinde ailesinin işleriyle kendisi ilgilenirdi. Yardımcıları, hizmetçileri yoktu. Elbisesini mübarek elleriyle kendisi dikip-yamar, sökülen düğmesini yerine kendisi diker, koyunlarını kendisi sağar, ayakkabılarını kendisi tamir eder, kendi hizmetini kendisi görürdü. Devesini kendisi yemler, hizmetçisiyle beraber yemek yeyip hamur yapardı. Çarşıdan aldığı malları kendisi taşır, çocuklara yardım işlerinde eşlerine yardım ederdi. Kızı Zeynep’ten torunu olan Ümame’nin yüzündeki kiri-pası görünce, yerinde duramamış, her işi karşıdakinden beklememiş, bizzat kendisi silmiş temizlemişti. Zeyd’in (r.a.) oğlu Üsame (r.a.) yere düşüp yüzü kanayınca, koşup onu yıkamış ve şöyle demişti: “Üsame kız olsaydı, onu takılarla süsler, güzel elbiseler giydirirdim.”
3. Eşlerine Değer Verirdi
İnsani ilişkilerde karşıdakine değer verme, sevginin devam etmesine ve artmasına sebeptir. Bu değerin ifadesi bazen bir söz, bazen bir bakış ve bazen de bir muameleyle kendini gösterir. Başkasına haddinden fazla bir iltifat yersiz olduğu gibi, aradaki sevginin artmasına vesile olacak taltifi esirgemek de nankörlüktür. Dünya hayatında uzun bir süreç diyebileceğimiz bir ömrü beraberce sürdüren eşlerde ise, bu durum daha da önem kazanmaktadır. Böyle bir durumda örnek insan Allah Rasûlü (s.a.s.) şu muameleleri yapmıştır. Eşlerini sevdiğini bizzat ifade ederdi. Aynı zamanda eşlerine kendilerinde bulunan faziletlerini hissettirir ve söylerdi. Hayvana binmesi için yardımcı olma gibi sevginin bir yansıması olarak kabul edeceğimiz nazik davranışı yaparak, aradaki sıcaklığı pekiştirirdi. Bugün o davranışın mukabili, arabanın kapısını açma ve binmesine yardımcı olmadır. Acaba kaç kişi bugün böyle bir davranışı yapmaya cesaret edebilir? Bir gün kendisini yemeğe davet etmişlerdi de, O nezaket Âbidesi (s.a.s.), böyle bir davete katılmasının şartı olarak: “Hanım da olursa” kaydını koymuştu. Zira O (s.a.s.): “Müminlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlakı en güzel olanıdır. Ahlakı en güzel olanınız da, hanımına en güzel davrananınızdır.” buyurarak, bu türlü güzel davranışları, imanın kusursuzluğuna işaret kabul etmişti.
Eşlerinin bir sıkıntısı oldu mu onlarla ilgilenir, ağlayan birini gördü mü teselli eder, elleriyle onun gözyaşlarını siler ve böylece ağlamasını dindirmiş olurdu. Mesela bir gün Safiyye validemizin üzüldüğünü görmüştü. Hanımlarından biri Safiye validemizin Yahudi soyundan geldiğini yüzüne vurmuş ve ona: “Ey yahudi kızı!” demişti. O bu durumu Allah Rasûlü’ne aktarmış ve üzüntüsünü dile getirmişti. Efendimiz de (s.a.s.) onu şöyle teselli etmişti: “Bir daha sana böyle bir şey diyecek olurlarsa, sen de onlara şu cevabı ver: ‘Benim babam Hz. Harun, amcam Hz. Musa, kocam da gördüğünüz gibi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Siz bana karşı neyinizle övünüyorsunuz?”
Böyle mükemmel bir çözüm kimi sevindirmezdi ki! Zaten öyle de oldu. Safiye validemiz Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) huzurundan ayrılırken, bütün üzüntülerini geride bırakmış bir ruh haleti içerisinde ayrılmıştı.
Hz. Âişe’nin (r.a.) çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hz. Âişe üzülürdü. Bir gün Hz. Peygambere (s.a.s.) bunu arzetmiş ve Peygamberimiz (s.a.s.) de buyurmuştu ki: “Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr’i kendine evlat edinirsin ve onun ismine izafeten de künye alırsın.” Bundan sonra Hz. Âişe yeğeni Abdullah bin Zübeyr’e izafeten Ümm-ü Abdillah diye künyelendi.
4. Eşlerine Karşı Nezaketli Davranırdı
Eş, insana Allah’ın bir emanetidir. Emanete hıyanet ise bir nifak sıfatıdır. Yüce beyan değişik ayetleriyle eşlere muamelenin nasıl olması gerektiğine vurgu yapmış, Allah Rasûlü de (s.a.s.) çağları aşan sözleriyle bunu pekiştirmiştir. “..Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır…” (Bakara 2/218) buyrularak, haklara dikkat çekilmiş, “..Onlarla hoşça, güzelce geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur…” (Nisâ 4/19), buyrularak da onlara karşı güzel bir muamele içerisinde bulunulmasının ayette belirtilen haklardan biri olduğu açıkça belirtilmiştir.
Konuyla ilgili olarak Rasûlüllah (s.a.s.) de, eşlere karşı güzel muameleyi, Allah katında hayırlı olarak kabul edilmeye vesile teşkil eden önemli bir davranış olarak kabul etmiş ve: “En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizin en hayırlı olanınızım” buyurarak eşlerine nasıl davrandığını göstermiştir. Başka bir sözlerinde de: “Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda emanetler gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir çirkinlik işlemesinler.” buyurarak, hanımların, Allah’ın insanın uhdesine verdiği birer emanet olduğuna, dolayısıyla bunda kusur edilmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır.
Hayırlı olmanın bir göstergesi de, onların hataları karşısındaki tutumdur. Rahmet Elçisi (s.a.s.), erkeğin, eşine karşı nezaketli ve sabırlı olmasını, özellikle de hanımların hassas olmalarından dolayı da daha nazikçe davranılmasını tavsiye etmiştir. Onların “eğe kemiğinden yaratıldıkları” hususunu belirterek, nezaket ve incelikteki konumlarına işaret etmiş, yerli yerince muamele yapılmadığında ise kırılmanın mukadder olduğunu belirtmiştir.
İnsan kusursuz bir varlık değildir. Ancak kusurların da bir telafi yöntemi, hatta bunlardan dersler ve ibretler çıkarma söz konusu olduğu metodlar vardır. İşte Allah Rasûlü de (s.a.s.) zaman zaman eşleri arasında meydana gelen bu kabil olaylar karşısında hemen karşılık vermez, teenni ile hareket eder, böylece öfkeyle alacağı müspet neticeden daha fazla neticeler elde ederdi.
Safiyye validemiz çok güzel yemek yapardı. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Âişe validemizin odansındayken ona yemek yapıp göndermişti. Bunun karşısında Hz. Âişe validemiz ona karşı bir kıskançlık hissetmişti. O kadar ki gönderdiği yemeğin tabağını aldığı gibi yere atıp kırmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.) böyle bir hadise karşısında sesini çıkarmamış, sabır ve tahammülüyle işin sonunu hayra çevirmişti. Bir süre sonra Âişe validemiz pişman olmuştu. Hatta sadece pişmanlıkla yetinmemiş, aynı zamanda bunun kefaretini de sormuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) da kefaretinin tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek olduğunu bildirmişti.
Yine bir defasında Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Rasûlü, sana Safiyye’deki şu şu hal yeter!” demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve): “Öyle bir kelime sarf ettin ki, eğer o, denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsat edecekti.” buyurdu. Hz. Âişe ilaveten der ki: “Ben Rasûlüllah’a (s.a.s.) bir insanın taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklit etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”
Kadınlara karşı hayırlı olmanın diğer bir göstergesi de, onlara hakaret etmeme ve asla dövmeme olduğunu görüyoruz. Başka insanlara bile hakareti hoş karşılamayan Hz. Peygamber (s.a.s.) özellikle eşlere karşı daha hassas olunmasını, hele dövme gibi insana yakışmayan kaba-güç gösterisini asla tasvip etmemiştir. Kadını dövmeme hususunda Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) bir çok hadîs-i şerîf vardır. Bilhassa, gündüz kadını hayvan döver gibi dövüp, gece de yanına gitmeyi sert bir şekilde kınamış, sabahki durumuyla geceki durumu arasındaki bu tezat tavrı hiç de hoş karşılamamıştır. Fiili olarak da Allah Rasûlü’nün hayatında asla böyle bir şey görülmemiştir.
5. Eşlerinin Yakınlarına da Değer Verirdi
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hanımlarıyla ilişkisinde dikkate değer bir davranışı da, eşlerinin yakınlarına ve dostlarına itibar göstermesi, zaman zaman onlara hediye göndermesiydi. Mesela evine uğrayan yaşlı bir kadına itibar gösterir, iltifat ederdi. Hz. Âişe validemiz sebebini sorunca: “Ey Âişe bu kadın Hatice’nin arkadaşıdır. Onun sağlığında bize uğrardı. “Dostluğa vefa göstermek imandandır.” demiş, böyle bir davranışı Hz. Hatice’yi sevmenin bir belirtisi olarak kabul etmişti. Aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.s.) her koyun kesiminde Hz. Hatice’nin arkadaşlarına da bir pay gönderirdi.
6. Eşlerine Karşı Hoşgörülüydü
Birbirlerini sevenler, birbirlerine katlanırlar, kusurlarını görmezler. Varsa müsamahayla karşılarlar. Hayat arkadaşlarının bu konuda daha duyarlı olması gerekir. Zira sadece burada değil, aynı zamanda ahirette de beraber olacaklardır.
Kâinatın Efendisi (s.a.s.) o kadar yoğun işlerinin arasında şefkatli bir eş olarak eşlerine kıymet verir, onları dinler, anlattıkları haberlerle ilgili onlara yorumlar yapar ve onları sevdiğini söylerdi. Hz. Âişe validemiz, bir gün Rasûlüllah’a (s.a.s.), o zaman Araplar arsında yaygın olan ve 11 hanımın bir araya gelerek kocalarıyla ilgili birbirlerine anlattıkları hikâyeyi anlatmıştı. Hadisi rivayet eden Hz. Âişe der ki: “Resulullah (s.a.s.) gönlümü almak için: “Ey Âişe! Ben sana Ebu Zer’in Ümmü Zer’e nispeti gibiyim, şu farkla ki Ebu Zer Ümmü Zer’i boşamıştır, ben seni boşamadım. Biz beraber yaşayacağız.”
Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı gösterdiği sevginin bir alameti de, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hem bir devlet başkanı hem bir peygamber ve hem de yoğun işlerine rağmen ailesiyle ilgisini koparmıyordu. O’nun (s.a.s.) en mükemmel kul olmasından dolayı ibadet hayatı ve sahabesiyle geçirmek zorunda kaldığı çok önemli zaman dilimleri, asla ailesini ihmale götürmüyordu. Buna son derece dikkat eder, onlarla birlikteliklerinde sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar ve şakalaşırdı.
Hatta özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasûlüllah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, beraberce sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasûlüllah (s.a.s.) eşlerine ibretli kıssalar anlatır, hepsini tebessüme sevkedecek şakalar yapardı.
Bu sevginin en önemli göstergelerinden biri de eşlerinin zevklerini nazar-ı itibara almasıydı. Mesela Hz. Âişe’nin yaşı küçüktü. Arkadaşlarıyla beraber bebeklerle oynardı. Bir gün böyle bir durumu gören Allah Rasûlü (s.a.s.) ses çıkarmamış, hatta arkadaşlarının gelip oynayabilmesi için zemin hazırlamıştı.
Yine başka bir rivayette de şöyle bir hadise anlatılır. Rasûlüllah (s.a.s.) bir seferden dönmüştü. Hz. Âişe’nin sofasının önünde bir perde vardı. Tam o sırada rüzgâr esip Hz. Âişe’nin oyuncak bebeklerinin üzerinden perdenin bir ucunu açıverdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.): “Bunlar da ne ey Âişe?” dedi. Hz. Âişe de: “Bunlar oyuncaklarım” cevabını verdi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.s.) bebeklerin arasına bir de bezden kanatlı bir at gördü ve: “Bebekler arasında gördüğüm bu oyuncak da nedir?” dedi. Hz. Âişe: “Attır” dedi. Rasûlüllah (s.a.s.): “Peki bunun üzerindekiler nedir?” dedi. Hz. Âişe (r.a.): “Kanatlarıdır” dedi. Rasûlüllah (s.a.s.): “Atın kanatları olur mu? deyince, Hz. Âişe: “Sen Hz. Süleyman’ın kanatlı atları olduğunu duymadın mı?” cevabını verdi. Hz. Âişe sözüne devam ederek dedi ki: “Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) öyle bir güldü ki, azı dişlerini bile gördüm.” .
İnsan sarrafı Ufuk İnsan (s.a.s.) o kadar ince şeyleri düşünürdü ki, böyle bir inceliği de zaten ancak bütün eğitimini Allah’ın (c.c.) nezaretinde yürüten birisi gösterebilirdi. Hz. Âişe (r.a.) ile kaldıklarında kılacağı nafile namaz için ondan izin istemişti. Hz. Âişe (r.a.) de böyle bir sormayı şeref kabul etmiş ve istediğini ona vermişti. Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: “Allah Rasûlü (s.a.s.), bir gece bana hitaben; “Ya Âişe”, dedi, ‘müsaade eder misin, bu gece Rabbimle beraber olayım.” Ben, Ey Allah’ın Rasûlü! Seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim” dedim. Sonra, Allah Rasûlü (s.a.s.) abdest aldı, namaza durdu, kırâatinde ayetini okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü.”
O, Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet, O’nun damarlarına işlemişti. Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) sadece dünyevi konularda değil, uhrevi konularda bile eşine gösterilmesi gereken ihtimamı asla esirgemiyordu.
B. ALLAH RASÛLÜ’NÜN (S.A.S.) EŞLERİ O’NA KARŞI NASIL DAVRANIRDI?
1. Rasûlüllah’ın (s.a.s.) Yakınlarına Her Türlü İyiliği Yaparlardı
Evlilik, sadece iki kişinin beraberliğini değil, en yakın ve dar daireden en uzak ve geniş daireye kadar pek çok insanın yakınlaşmasını, birbirleriyle akraba olmasını da temin eder. Eşlerin anne-babası, dayı, hala, teyze, onların çocukları… derken geniş bir aile meydana gelmiş olur. İşte bu geniş ailede her iki taraf herhangi bir ayrıma gitmeden, birbirinin akrabasını kendi akrabası gibi bilmesi, saygı ve sevgi göstermesi gerekir. Günümüzde parçalanan evliliklere bakıldığında, bunun temel sebeplerinden birinin bu olduğu görülür. Hanım, eşinin babası ve annesini kendi öz babası ve annesi, bey de hanımınınkini kendi babası ve annesi görmelidir. Böyle bir davranış, eşlerin birbirlerine karşı sevgi ve saygılarının belirtisidir ve artmasının da sebebidir. Zira insanın sevdiğinin sevdiği, kendi dostu ve sevdiği konumdadır.
Bu konuda Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) vefalı eşi Hz. Hatice, Efendimize (s.a.s.) sevgisini, onun yakınlarına gösterdiği iyiliklerle ortaya koymuş, onun hatırına akrabalarını da sevmiş, yardımlarına koşmuş ve onlara eşinden dolayı ayrı bir değer vermiştir.
Vefa insanı Allah Rasûlü (s.a.s.), düğününe sütannesi Halime’yi de davet etmeyi unutmamıştı. Bu buluşmada Hz. Hatice kayın validesi konumunda bulunan Halime’ye oldukça fazla ilgi göstermişti. Hatta düğünden sonra sütoğlu, Hz.Muhammed (s.a.s.)’i görmeye geldiği zaman, Hz. Hatice ona çok sayıda dişi deve hediye etmişti. Bu yüzden, yaşlı kadın yuvasına minnet ve şükran duyguları ile dönmüştü. Bu iyilik sadece o günden ibaret kalmamıştı. Halime, bir defasında kuraklık yüzünden çektiği sıkıntıları anlatmak için Hz. Hatice’nin yanına geldiğinde, bu defa da 40 koyun ve bir binek devesi hediye etmişti. Halime evine dönerken kendisine hediye olarak Hz. Hatice tarafından verilen deve ve koyunlarla dönüyordu. Hz. Hatice’nin iyilik yaptığı, eşinin öz annesi değil, çocukken ücret karşılığında süt emzirdiği bir süt anneydi. Süt anneye bu kadar iyi davranan, hediye veren Hz. Hatice validemiz, kim bilir eşinin öz annesini görseydi, ona nasıl davranır, nasıl saygı gösterir ve eşine olan sevgisini onlara karşı hangi iyiliğiyle zirveye taşırdı! Hz. Hatice’nin bu davranışı, aynı zamanda eşler arasında sıcaklığın kurulması ve eşlerin birbirlerine daha da yakınlaşması için önemli hareketlerden olduğunu göstermektedir.
Hz. Hatice validemizin konuyla ilgili oldukça anlayışlı diğer bir davranışı da Hz. Ali’yi yanına almasıydı. Allah Rasûlü (s.a.s.), dedesi Abbdulmuttalip vefat edince, amcası olan ve Hz. Ali’nin de babası olan Ebu Talib’in yanında hayatını geçirmişti. O Ebu Talip ki, maddi durumu çok da iyi olmamasına rağmen Rasûlüllah’ı (s.a.s.) yanına almış, kendi evlatlarından daha fazla ilgi ve sevgi göstermiş, yetimliğin verdiği sıkıntıları yaşatmamaya son derece gayret sarfetmişti. Daha doğrusu candan bir baba ve hami olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) evlenince, Hz. Hatice’nin servetiyle imkanları düzeldi. Vefa insanının kendisine gösterilen vefayı unutması da zaten söz konusu olamazdı. Amcası oğlu Ali’yi yanına almayı, bakım ve görümünü üstlenmeyi istiyordu. Böylece amcasının iyiliklerinin karşılığını vermiş, yakın bir akrabasının elinden tutmuş olacaktı. Allah Rasûlü’nün bu niyetini öğrenen saygılı ve vefalı eş: “Elin çocuğunun evimizde işi ne, sana ne başkasının çocuklarından!” gibi sudan bahanelerin hiçbirisine tevessül etmedi. Aksine gönül hoşnutluğu ve sıcaklığı ile hemen Hz. Ali’yi evine getirmesini söyledi. Allah Rasûlü de, henüz küçük bir çocuk olan Hz. Ali’yi yanına aldı ve ona bir baba şefkatiyle hamilik yaptı. Aslında Hz. Hatice son derece doğal olarak böyle bir durumu kabul etmeyebilirdi. Fakat karşılıklı sevgiye ve birinin sevdiğini diğerinin de içinden gelerek sevmesine bağlı bir evlilik hayatının, ancak tam olarak mutlu olabileceği esasından hareketle, o büyük kahraman hanım, eşinin arzularını kendi arzularıyla aynileştiriyor ve bir anlamda onda fani oluyordu. Bu davranışları da onu, dünyanın en şerefli makamına çıkarmış oluyordu.
2. Sevdikleri Bir Şeyi Gördüklerinde Hediye Ederlerdi
Hediyeleşme, eşler arasındaki sevgiyi ziyadeleştirir. Zaten Allah Rasûlü (s.a.s.) de hediyeleşmeyi tavsiye ederek, onun sevgiyi arttırıcı rolü olduğunu bildirmektedir. Hz. Hatice, zengin olduğundan yanında o gün Arabistan’da yaygın şekliyle bulunan köleleri vardı. Bunlardan Zeyd b. Harise adındaki köleyi Allah Rasûlü (s.a.s.) çok sevmişti. O hassas düşünceli Hz. Hatice, Rasûlüllah’ın (s.a.s.) Zeyd’i çok sevdiğini hissedince, ona hediye etti. Allah Rasûlü de (s.a.s.) Zeyd’i hürriyetine kavuşturarak kendisine evlat edindi. Herkes de bundan sonra Zeyd’e (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) oğlu olarak bakıyordu. Bu davranışıyla vefalı eş Hz. Hatice validemiz, Rasûlüllah’ın (s.a.s.) daha bir gönlünü almış, ona karşı olan sevgisini, sevdiğini gördüğü Zeyd’i hediye etmekle göstermiş ve sevgisini perçinlemişti.
3. Sıkıntılar Karşısında Teselli Ederlerdi
Hayat, imtihanlarla doludur. Bu imtihanlar karşısında insanın paylaşmaya ihtiyacı vardır. Acılar paylaşıldıkça azalır, dertler teselli edilince diner. İmtihanların en ağırı, en büyüğü şüphesiz Hz. Peygamber’inkiydi. Allah Rasûlü (s.a.s.) gerek peygamberliğin başlangıcındaki sıkıntılarında, gerekse daha sonra kavmi tarafından değişik vesilelerle ağır hakaretlere maruz kaldığında en sıcak ilgiyi ve teselliyi eşi Hz. Hatice’den görüyordu.
Nitekim Allah Rasûlü (s.a.s.) Hira’da ilk defa Cibril’le karşılaşıp da, “oku” emrini alınca, kalbi ürperti içinde eve dönmüştü. Eşi Hatice’ye “Beni örtün, beni örtün” demiş, o da örtmüştü. Bir müddet sonra korkusu zail olmuştu. Hz. Hatice’ye: “Kendimden endişe ediyorum” deyince de o vefalı eş, Rasûlüllah’ı (s.a.s.) söylediği içten güzel sözlerle teselli etmişti.
Peygamberliğin ağır yükü karşısında Rasûlüllah’ın en büyük yardımcısı Hz. Haticey’di. O büyük hanım, Rasûlüllah’ı (s.a.s.) teselli ediyor, büyük bir şefkatle yaklaşıyor ve yanından ayrılmayarak, bu ilk günlerdeki heyecan ve korkuyu atlatmasını sağlıyordu. Aslında bu, Hz. Hatice’nin büyüklüğünü gösteriyordu. Normalde eşine karşı gelebilir: “bu büyük zenginlik içindeyken ne diye böyle işlerle uğraşıyorsun?” diyebilir, ondan uzaklaşabilir, hatta o da Mekkeliler gibi karşısında yer alabilirdi.
Allah Rasûlü (s.a.s.) hem risaletin ağır yükü hem de Mekkelilerin çeşitli sözlü ve fiili sataşmaları karşısında sığınacak yer olarak Hz. Hatice’yi buluyordu. Zaten Allah Rasûlü’ne ilk defa da o inanmıştı.
4. Rasûlüllah (s.a.s.)’e Maddi Destek Olurlardı
Servet, Allah’ın bu dünyada insanlara imtihan için verdiği bir araçtır. Bazı kimseleri Cennet’e götürmesine karşılık, onu yerinde kullanmayan, tamamının kendisine ait olduğunu düşünüp başkalarını hesaba katmayanları da âhirette sorumlu bir konuma koyar. Yine bazılarının bu dünyada mutluluğuna sebep olduğu gibi, bazıları için tam anlamıyla bir yıkım vesilesi olur. Dolayısıyla servet, kullanılış keyfiyetine göre netice verir. Peygamber hanesinde cömertliği ve insan sevgisini kaynağından müşahede eden Hz. Hatice de, sahip olduğu büyük serveti hep hayırlı bir yolda harcıyordu. Allah Rasûlü (s.a.s.) bu serveti önce İslam’ı anlatmak için kurduğu ve insanları davet ettiği sofralarda, köleleri efendilerinden alıp hürriyete kavuşturmada, çoğu fakir olan Müslümanların ihtiyaçlarını gidermede, özellikle de zalim Mekkelilerin muhasara yapıp da her şeyi yasakladıkları yıllarda “Şi’b-i Ebi Talip” tepesinde zorunlu ikamete maruz bırakılan Müslümanların yardımına koşmada harcadı. Allah Teâlâ, helal olan bu serveti, belki de en mukaddes yolda harcatıyordu. Zaten haram olan bir servet, böyle mukaddes bir yolda harcanamazdı ki!
İşte bu servetin Cennet’teki müjdesini Allah Rasûlü (s.a.s.) bu dünyada iken vermişti. Hz. Hatice, Peygamber Efendimizin nazarında ve İslamiyet’te büyük bir mertebe sahibi olduğu için Cennet’te kendisi için inciden bir ev yapıldığı müjdesini almıştı. Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Cebrail, Rasûlüllah’a (s.a.s.) gelip şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Şu Hatice, sana içinde biraz katık bulunan bir kap getirdiği zaman ona Rabbinden ve benden selam söyle. Onun için Cennet’te, içinde gürültü ve zahmet bulunmayan, inciden yapılmış bir köşkün inşa edildiğini de müjdele.” Hz. Hatice, Allah Rasûlü’ne karşı gösterdiği bu engin cömertliğin karşılığındaki mükâfatı daha bu dünyadayken almıştı. Peygambere imana ilk koşan insan olarak imanda ilk sırayı elde etmişti. Dünya hayatında iken Peygamber Efendimizin (s.a.s.) huzurunda sesini yükseltmemiş, bağırıp çağırmamıştı. Onu hiçbir zahmete sokmamış, asla eziyette bulunmamıştı. Böylece Cennet’in sürprizlerle dolu en mükemmel yeri onun için hazırlanmıştı.
Hz. Hatice validemizin o büyük servetinden, peygamberliğin daha ikinci veya üçüncü senesinde, evlerinde neredeyse yiyecek bir şey kalmamıştı. O koca servet, âdetâ peygamberlik davası yolunda eriyip gitmişti. Ziyafetlerde harcanmış veya falanın gönlünü almak, filanın kalbini yumuşatmak için sarf edilmişti ya da tansiyonu aşağıya çekmek için kullanılmış ve derken o büyük servet tüketilmişti. Hem öyle bir tüketilmişti ki, nübüvvetin başlangıcından beş-altı sene henüz geçmişti ki, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) günlerce aç kalacağı ağır şartlar baş göstermişti.
5. Üvey Çocuklarına Öz Anne Gibi Bakarlardı
Hz. Hatice validemiz vefat ettiğinde arkada yetimler bırakmıştı. Bu yetimlerin içinde gelecekte büyük velilere analık yapacak Hz. Fatıma da vardı. Hz. Hatice vefat ettiğinde Rasûlüllah’ın çocukları yetim kaldılar. Öz anne şefkatine muhtaç olan bu yetimlere, Hz. Peygamber’in daha sonra evlendiği eşleri, kendi öz evlatları gibi bakıp büyük ihtimam gösterdiler.
Mesela Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) Sevde validemizle nikâhı Mekke’de iken kıyılmıştı. Aynı zamanda kendisinin de yetimleri vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de bu yetimlere, hiçbir ayırım yapmadan kendi öz çocukları gibi muamele ediyordu. Zaten kendisi de bir yetim olan o eşsiz insan “Ben ve yetime bakan kimse Cennet’te şöyleyiz” deyip, orta parmağı ile baş parmağını yan yana getirip, aralarını açıp kapayarak işaret eden o değil miydi?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), eşlerinin yetimlerine öz bir evlat olarak baktığı gibi, onlar da Rasûlüllah’ın (s.a.s.) yetimlerine öz anne gibi davranıyor, annelik eksikliğini hissettirmemeğe büyük gayret gösteriyorlardı. Sevde validemiz hayatı boyunca bu konuda örnek bir davranış sergilemiş, Efendimizin (s.a.s.) çocuklarına annelik yapmış ve asla bu farklılığı hissettirmemişti. Zaten hissettirmesi de mümkün değildi. Zira onlar, sevgili eşi Kâinat’ın Efendisinin evlatlarıydı. Eşine olan sevgisini, belki de eşinin çocuklarına olan mükemmel şefkatiyle izhar ediyordu.
6. Meydana Gelen Kırgınlıklarda Hemen Ayrılmayı Düşünmezlerdi
İnsanlar, melek olmadıklarından zaman zaman birtakım boşluklardan kaynaklanan nâhoş tutumların kendini göstermesi kaçınılmazdır. Zaten sabrın bir yönü de böyle zamanlarda gösterilendir. Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşleri de olsa, onların arasında da zaman zaman bazı küçük memnuniyetsizlikler olabiliyordu. Ancak onlar hiçbir zaman bunu, uzun süreli kırgınlığa, meseleyi derinleştirmeye ve hele hele ayrılma gibi son derece sevimsiz olan bir noktaya taşımıyorlardı. Böyle insani boşluklardan birinde, -ancak hangi mülâhaza ile olduğunu tam bilemediğimiz- Allah Rasûlü (s.a.s.), Sevde validemizi boşamak istemişti. Sevde validemiz bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) huzuruna koştu. Hatta araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Senden dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Aişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikâhın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Senin nikâhlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.”
Bu, dünyada belki de hiçbir hanımın yapamayacağı bir fedakârlıktı. Kocasıyla beraber olacağı günden vazgeçme, onu diğer bir hanıma bırakma ve karşılığında sadece Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşi olarak kalma… Büyük fedakârlık. Ahiret düşüncesinin ön planda olması. Allah Rasûlünün (s.a.s.) her şeyden aziz tutulması… İşte asıl babayiğitlik. Ve Sevde validemiz de bunu yapıyordu. Onun bu arzusu Allah Rasûlü (s.a.s.) tarafından kabul edildi ve Sevde validemiz ezvac-ı tahirâttan biri olarak kaldı.
7. Rasûlüllah’a (s.a.s.) Asla Zorluk Çıkarmazlardı
Eşsiz İnsanın evi, oldukça sadeydi. Zira O (s.a.s.), o toplumdaki insanların yaşadığı en sade hayatı yaşıyordu. İsteseydi en lüks bir hayatı tercih edebilirdi. Ancak asıl yaşanacak yerin âhiret yurdu olduğunu çok iyi biliyor ve buna göre hayatını şekillendiriyordu. Bir de o kutlu ev, kıyamete dek gelecek bütün müminlerin örnek alması gereken bir ev olacaktı. Dolayısıyla oldukça sade ve basitçeydi. Bu mutlu ev, bizlerin bugün zannettiği gibi fiziki bakımdan şatafatlı, içi değerli eşyalarla dayalı döşeli, içinde lüks ve konforun bulunduğu bir ev değildi. Aksine o ev, bugün en fakir insanın dahi içinde oturmayacağı ölçüde mütevazi ve fakirceydi. Duvarları ker***ten yapılmış, çatısı da hurma dallarıyla kapatılmıştı. Ancak içindekiler, dünyanın en mutlu insanıydılar. Zaten saadet ve mutluluğun kaynağı da, sahip olunan kıymetli eşyalar değildi. Öyle olsaydı, günümüz dünyasının insanı, konforun her türlüsüne sahip olduğu halde, mutsuz olmazdı, evlilikler kısa bir süre sonra kâbusa dönmezdi, mahkemeler boşanma kavgalarıyla dolup taşmazdı.
Ümm-ü Seleme (r.a.) validemiz anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) ile evlendiğimde Zeynep binti Huzeyme’nin odasına yerleştim. Orada bir toprak çanak ve onun içinde de biraz arpa, bir el değirmeni, taştan yapılmış bir çömlekle ayrıca başka bir çömlek buldum. Çömleğin içerisinde erimiş birazcık yağ vardı. O arpayı alıp el değirmeninde öğüttüm. Sonra onu çömlekte bulamaç yaptım. Biraz da içine yağ katıp bir yemek yaptım. İşte bu yemek Rasûlüllah (s.a.s.) ile ev halkının düğün gecesi yemeği oldu.
Ve Hz. Ömer (r.a.) kızı Hz. Hafsa’ya Rasûlüllah’ın (s.a.s.) ev hayatını sorarken: “Sen Rasûlüllah’ın (s.a.s.) evinde iken, Allah’ın Rasûlü’nün giydiği en kıymetli elbise neydi? “İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cuma hutbelerini bunlarla okurdu.” “Peki, yediği en iyi yemek neydi?” “Bizim yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi. Ekmek sıcak iken yağ sürer, yumuşatırdık. Bunu güzel bulduğumuz için misafirlerine de ikram ederdik.” “Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?” “Kalınca kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.”
Mutluluk kanaatteydi, dünyaya dünya kadar ehemmiyet vermedeydi, insanların ebedi yurdu olan ahirette de aynı zamanda beraber olacaklarına inanmalarındaydı. Zaman zaman küçük bazı kırgınlıklar olsa da: “önemli değil, bu da geçer! Bu da insandır!” deyip meseleyi büyütmemelerindeydi. İşte Rasûlüllah’ın (s.a.s.) o mümtaz eşleri, bu şartları paylaşıyorlardı, ama itirazları olmuyordu, kanaat en büyük zenginlikleriydi. Zaten asıl zenginlik de kanaat değil miydi?
8. En Olumsuz Zamanlarda Bile O’na Karşı Sevgilerini Kaybetmezlerdi
Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşleri de birer insan olarak zaman zaman alındıkları durumlar oluyordu. Ancak onlar hiçbir zaman bunları kalplerinin derinliklerine gömmüyorlar ve kalıcı hale gelmesine müsaade etmiyorlardı. Onlar bu durumdan hemen uzaklaşıyor, asla davranışlarına yansıtmıyorlardı. Fakat engin firaset sahibi Allah Rasûlü (s.a.s.) onların böyle zamanlardaki psikolojilerini çok iyi biliyor ve anlıyordu. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s.): “Ey Âişe! Ben senin benden ne zaman hoşnut olduğun ve ne zaman da hoşnut olmadığın zamanları çok iyi bilirim.” buyurdu. Hz. Âişe de: “Ey Allah’ın Rasûlü bunu nasıl bilirsin?” diye sorunca Rasûlüllah (s.a.s.): “Benden memnun olduğun ve bir şeyler gizlemeye çalıştığın zamanlarda: “Muhammed’in Rabb’i hakkı için öyle değildir!” dersin. Benden memnun olmadığın zamanlarda da: “İbrahim’in Rabb’i hakkı için öyle değildir!” dersin ve adımı anmazsın.” Davranışlarındaki anlamları bile sezen firaset sahibi Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) bu mukabelesi karşısında Hz. Âişe validemiz (r.a.): “Evet vallahi aynen dediğin gibidir ey Allah’ın Rasûlü! Ancak ben sizden memnun olmadığım sıralarda bile sadece adınızı anmam, yoksa sevginiz daima içimde yaşamaktadır.” buyurarak, ona karşı sevgisinin hiçbir zaman kalbinden çıkmadığını ifade etmiştir. Nasıl çıkar ki, Allah Rasûlünü (s.a.s.) sevmek imanın gereğidir.
9. Başkalarına Karşı Rasûlüllah’ı (s.a.s.) Savunurlardı
Her mümin için peygamberini sevmek, ona itaat etmek, ona yapılan hakaretleri sanki kendisine yapılıyormuş gibi kabul etmek ve makul ölçüler çerçevesinde bunlara cevap vermek, mümin olmanın gereklerindendir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) eşleri bu konuda da örnek davranışlar sergilemişlerdir.
Hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre; bir gün bir Yahudi, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek “es-Selâmü aleyküm” der gibi yapmış, fakat “es-Sâmü aleyküm” demişti. İbrânî dillerinde, “sâm” ölüm demekti; “es-Sâmu aleyküm” ise, “Ölüm sizin üzerinize olsun, canınız çıksın!” manâsına gelmekteydi. O talihsiz adam, Allah Rasûlü’ne selam veriyormuş gibi yapıp “es-Sâmü aleyküm” deyince, onun maksadını anlayan Hz. Âişe validemiz biraz sinirlenip, “Ölüm, gazap ve lanet sizin üzerinize olsun; Allah canınızı alsın!” diyerek ziyadesiyle mukabelede bulunmuştu.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Âişe’nin cevabını doğru bulmadığını ima ederek ”Eğer kötü söz tecessüm etseydi, çok çirkin tecessüm ederdi; nezaket ise, neyin üzerine konduysa onu süsledi ve onun makamını yüceltti” buyurmuştu. Ümmü’l-müminîn: “Ya Rasûlallah! Onların “es-Sâmu aleyküm” dediğini duymadınız mı?” deyince de Efendimiz, “Evet duydum, ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? Ben de onlara, “Aleyküm-Size de” diye cevap verdim” demişti.
Konuyla ilgili diğer bir örnek de Ümm-ü Habibe validemizin, babasına karşı Rasûlüllah’a (s.a.s.) gösterdiği sevgi ve saygıdır. Babası Ebû Süfyan, Rasûlüllah’ın (s.a.s.) Hudeybiye anlaşmasının süresini uzatması için Medine’ye gelir. Ancak haksız oldukları için hiç kimse onunla görüşmek istemez. Mekke’nin temsilcisi yalnız başına kalır. “Acaba kızı kendisine Rasûlüllah’a (s.a.s.) aracılık yapar da görüşme sağlar mı?” diye onun evine gider. Eve girince Rasûlüllah’ın (s.a.s.) üzerinde yattığı yatağın üzerine oturmak ister. Ancak hemen Ümmü Habibe validemiz yatağı toplar. Ebû Süfyan kızının bu davranışı karşısında şaşırır ve sorar: “Kızım yatağı mı babana layık görmedin, yoksa babanı mı yatağa layık görmedin?” Ümmü Habibe’nin (r.a.) cevabı müthiştir. Zira Rasûlüllah (s.a.s.), onun gözünde her şeyin ötesindedir. Şöyle der: “Doğrusu bu yatak Rasûlüllah’ın (s.a.s.) yatağıdır. Sen ise müşrik bir insan olduğundan necissin.” Bu müthiş söz, Ebû Süfyan’ı beyninden vurmuş ve: “Kızım benden sonra ne kadar da değişmişsin!” demekten başka bir şeyi kalmamıştır.
10. Dünyaya Karşı O’nu Tercih Ederlerdi
Dünya, evi olmayanın evi, malı olmayanın malıdır ve gerçek anlamda aklını kullanmayanlar ancak ona yatırımlarını yaparlar. Rasûlüllah (s.a.s.)’in mübarek eşleri, böyle bir dünya karşısında Rasûlüllah’ı tercih ediyorlardı. Zaman zaman dünyaya karşı içlerinde bazı istekler olsa da, Efendimizin (s.a.s.) gösterdiği ideal ufku hemen anlıyor ve durmaları gereken yerde duruyorlardı.
Hicretin 5. yılından sonra, müslüman toplumunun maddî şartları nispeten iyileşmişti. Ezvac-ı tahirat da bu refahtan biraz yararlanmak istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) isteseydi bunları temin ederdi. Fakat o zühd prensibini ve yoksul müslümanların hayat standartlarını esas aldığından, ilâhî irşadla buna razı olmadı. Hatta ciddî bir imtihan geçirdi. Ayetlerin talimatıyla bütün eşlerini boşamak durumu ile karşı karşıya geldi. Eşlerini, alışageldikleri sade hayata devamla boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar neticede dünya refahını değil, Hz. Peygamberle (s.a.s.) olan beraberliği tercih ettiler.
Konuyla ilgili ayetler mealen şöyledir: “Ey Peygamber, eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım! Yok, eğer Allah’ı, Rasûlünü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 33/28-29).
Hz. Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilen bir hadise göre: “Bir gün Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber’i (s.a.s.) ziyaret ettiler. Hanımlarının çevresinde oturduğunu ve Hz. Peygamber’in de (s.a.s.) sessiz olduğunu gördüler. Hz. Ömer’e (r.a.) hitaben: “Gördüğün gibi çevremde oturuyorlar ve benden harcamaları için para istiyorlar.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir ve Ömer (r.a.) kızlarını azarladı ve: “Niçin, Nebî’yi (s.a.s.) üzüyor ve sahip olmadığı şeyleri ondan istiyorsunuz?” dediler.
Allah Rasûlü ilk önce Hz. Âişe validemizi çağırdı ve ona: “Seninle bir şey görüşmek istiyorum ama, baban ve annenle konuşmadan karar vermekte acele etme” dedi. Sonra da mevzunun başında zikrettiğimiz ayeti ona okudu. Hz. Âişe’nin cevabı tam sıddîk babanın, sıddîka kızına yakışır şekildeydi: “Ya Rasâlallah! Ben ana ve babamla bu mevzuda mı konuşacağım? Vallahi ben Allah ve Rasûlünü tercih ediyorum” dedi.
Daha sonrasını validemiz şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü hangi hanımıyla konuştuysa, hepsinden aynı cevabı aldı. Bu hususta hiç kimse farklı bir mütalâa beyan etmedi. Ben ne demiş isem onlar da aynı şeyi söylediler...”
Rivayetten de anladığımız üzere Rasûlüllah ’ın (s.a.s.) eşleri, birer insan olmaları hasebiyle durumlarının iyileştirilmesini istemişler. Rasûlüllah (s.a.s.) da onların bu isteklerini uygun bulmamış, bizzat Cenab-ı Hakk’ın semadan indirdiği ayetlerle, olmaları gereken yerde olmaları istenmiştir.
Burada gerek Hz. Hafsa validemiz, gerekse babası Hz. Ömer’in (r.a.) durumu da oldukça önemlidir. Hafsa validemiz dünya karşılığında Rasûlüllah’ı (s.a.s.) tercih etmiştir. Çünkü o Hz. Ömer gibi bir babanın kızıdır. Hem öyle bir babadır ki, yukarıdaki rivayette de gördüğümüz gibi, kızını azarlamış, hatta bir ceza verilmesi gerekirse bizzat kendisinin vereceğini bildirmiş ve Rasûlüllah’a (s.a.s.), boşayacaksa bile son derece rahat olmasını söylemiştir. Bu da ideal bir babanın göstermesi gereken son derece mükemmel ve örnek bir davranıştır. Özellikle de günümüz insanının ders alması gereken bir davranış.
Hz. Meymune validemiz kendisini Rasûlüllah’a (s.a.s.) hibe etmişti. Hiçbir mehir istememiş, kâinatın iftihar tablosuyla beraber olma, ona göre her şeyin ötesinde bir kıymet olup, Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği en tabii hakkı olan mehirden bile vaz geçmişti.
11. Boşasa Bile Huzuru O’nun Yanında Ararlardı
Nasılsa bir defasında Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Hafsa validemizi bir talakla boşamıştı. Aslında boşamayı kendisi de hoş karşılamıyordu. Boşanma olduğunda arşın titrediğini haber veren de O’ydu. Ancak demek ki ya başka bir çare kalmamıştı ya bir ders vermek gerekiyordu ya da teşri adına bir ilkin olması gerekiyordu. Böyle bir haberin üzüntüsünden dolayı Hz. Hafsa validemiz eve kapanıp kendinden geçercesine gözyaşı döküyor, babası Hz. Ömer (r.a.) başına topraklar saçıyor, akrabaları Rasûlüllah’a (s.a.s.) aracı olarak müracaatta bulunuyordu. Hz. Ömer: “Allah bundan sonra Ömer ve kızına bir değer vermez” diyor ve kıvranıyordu. Bir rivayete göre Cibril gelmiş Allah Teâlâ’nın Hz. Ömer’e olan merhametinden dolayı Peygamber Efendimizin Hafsa validemize dönmesini bildirmişti. Diğer bir rivayete göre de, Hz. Hafsa’nın (r.a.) çok oruç tutan ve çok namaz kılan biri olduğu ve aynı zamanda onun Cennet’te de Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşi olacağı sebebiyle dönmesi emredilmişti. Görüldüğü gibi böyle acı bir sondan Hafsa validemizi kurtaran şey, onun namazı ve orucu olmuştu. Demek ki o, bir abid gibi sürekli namaz ve oruçla günlerini geçiriyor ve bununla Cenab-ı Hakk katında önemli bir makam elde ediyordu. Bu iki özellik kendisini bir anlamda uçurumun kenarından kurtarmıştı.
12. Vefatından Sonra da Sevgileri Aynen Devam Ederdi
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) eşlerinin sevgileri, sadece hayattayken değil, aynı zamanda Rasûlüllah’ın (s.a.s.) vefatından sonra da devam ediyordu. Efendimiz’in (s.a.s.) hayatında dikkat ettikleri şeylere vefatından sonra da dikkat ediyor, sevmediği şeyleri sevmiyor, sanki hayattaymış gibi davranıyor, eşe karşı sadakatin ölçüsünü göstermiş oluyorlardı.
Mesela Hz. Âişe validemiz, Rasûlüllah’ın (s.a.s.) vefatından sonra saçlarına kına yakmıyordu. Kendisine bunun sebebi sorulunca da: “Rasûlüllah (s.a.s.) hayatında kınanın kokusunu sevmezdi.” cevabını veriyordu. “Peki, şimdi vefat etti” denilince de: “Hayatındayken sevmediğini vefatından sonra yaparsam sadakatsizlik olur.” diyordu.
Sonuç
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.), her yönüyle Müslümanların örnek almaları gereken bir konumu vardır. Bunlardan biri de bir aile reisi olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yapmış olduğu muameleleridir. Günümüz Müslüman aile yapısı çeşitli sıkıntılarla karşı karşıyadır. Bunun temeline inildiğinde aslında bunun çok küçük dikkatsizliklerden meydana geldiği açıkça görülecektir. Bu anlamda eşlerin değişik konularda bireysel davranıp istişareye kapalı olmaları, aynı zamanda bir sevgi emaresi olan evde hanıma yardım konusunun esirgenmesi, eşe verilen değerin doyurucu bir derecede olmaması, onlarla muamelede bazı detay da olsa aslında önemli olan hususların gözden kaçırılması, sevgi, şefkat ve hoşgörünün verilmesi gereken ölçü ve şekilde verilmemesi, başlıca sebeplerdendir. Yukarıda sayılan bütün önemli durumlarda, Rasûlüllah (s.a.s.) önümüzde ideal bir rehberdir. Bu rehber, takip edildiği ve davranışları uygulandığında, aksaklıkların giderileceği ve sıcak bir aile yuvasının temin edileceği hususundaki inancımız tamdır.
Aynı zamanda o eşsiz hanenin mümtaz sakinlerine ve müminlerin, hem anneleri ve hem de örnek almaları konumundaki annelerimize baktığımızda, mutlu bir aile ortamının nasıl sağlanabileceğinin, evliliklerin uzun ve kırılmalara maruz kalmadan nasıl sürdürülebileceğinin örneklerini görmekteyiz. Sevgili Peygamberimizi bu konuda özellikle erkeklerin örnek alması gerektiği gibi, mümin hanımlara da düşen görev, bu Cennet sakinleri olan annelerimizin hayatlarını kendilerine örnek almak suretiyle mükemmel bir eş olarak hayatlarını güzellikler içerisinde geçirmeleridir.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
aile, eşleri, hediye, hoşgörü, hz. peygamber, istişare, yardım, öz anne


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
SON PEYGAMBER PySSyCaT Dini Sözlük 0 25 Aralık 2020 14:06
SIVI BASINCI YÜKSEKLİK İLİŞKİSİ Ecrin Okul Öncesi Deneyler 0 29 Ocak 2016 22:08
Peygamber PySSyCaT Felsefe 0 11 Kasım 2014 14:47
'Peygamber' istifası Lucifer Haber Arşivi 2 04 Şubat 2010 13:29
Son Peygamber (as) noLove İslamiyet 12 25 Ocak 2010 00:50