IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 25 Ağustos 2008, 23:14   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Muhaddis Albani'den Tefsir Usulü




Üzülerek belirtmek isterim ki, günümüzde bir sapma olarak beliren ve belirli bir amaca bağlı olarak geliştirdikleri felsefi yöntemlerle ve de Sünnet’i reddetme gayretiyle, Sünnet’den yoksun salt Kur’an-la yetinme çabaları güdülen bazı te’lif eserlerin raflarda sıkça görülmeye başlanıldığı bir zaman münasebetiyle Kur’an-ı beyan ve tefsir ettiğinden dolayı sizlere ilmimizin nisbetinde, bu önemli konuda Allâhu Teâlâ’nın “Hayırda ve iyilikte yardımlaşın”[1] emrinden yola çıkarak bir şeyler zikretmeyi uygun bulduk.

Hepimizin İslam’dan zaruri olarak bildiği husus; İslam’ın temeli Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine Allâhu Teâlâ tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerîm’dir. İnsanlardan bir çoğu Arapça’yı biraz bilmekle Allâhu Teâlâ’nın kitabını -ne kadar hevalarına göre anladıklarını söylemesek te - akıllarına göre anlamakta kendilerini hür görebilmektedirler.

Bundan dolayı kendinde ilimden bir şey olan kişilerin üzerine, asrımızda çoğalmaya başlayıp kendisini gösteren, yarım asırdan beri kendilerini Kur'ân-a nisbet eden, kendilerine Kur'âncılar (mealciler) adı veren ve İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasına kalkışan bu fasit sinsi görüşü ibtal etme görevi düşmektedir.

Bu günde geçmiştekine benzeyen yeni bir iddia ortaya atılmıştır ki; önceki gurup gibi sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinmeyi ortaya açık olarak atmasa bile, bu konuyu yeniden tartışma gündemine sokmaları ve Müslümanların zihninde şüphe tohumları ekmeye çalışanlar İslam’ın Kur'ân-ı Kerîm’den başka bir şey olmadığını insanlara her fırsatta aşılamaya kalkışmaktadırlar. İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasının batıllığını isbat etmeye ihtiyacımız yoktur. Ancak bazı insanların Kitap ve Sünnet’e uyduklarını iddia etseler de akılları veya hevaları Sünnet’i ehemmiyetsiz görüp Kur'ân-ı Kerîm’le yetinme yönünde onların saplandığı batıla saplanmaktadırlar.

Bunun için bu yoldan gidenlerin metodunun ne kadar tehlikeli olduğunu sizlere beyan etmek istedim. Biz hepimiz Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’i muhatap olarak aldığı sözü bilmekteyiz. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik”[2] ve Kitap ve Sünnet’e dönmenin gerekliliğini savunan Sünnet davetçilerinin zikretmiş oldukları âyetler burada zikredilmeyecek kadar çoktur. Bunları burada zikretmek konumuzu uzatır. Ancak ben burada az önce zikretmiş olduğum Âyet-in üzerinde duracağım.

“Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik”[3]

Bu Âyet-i Kerime de apaçık ifade vardır ki; oda Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e indirilen bu Kur'ân-ı Kerîm-i açıklama göreviyle de yine o mükellef kılınmıştır. Âyet-i Kerim-ede geçen beyan kelimesi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in temiz arındırılmış sünnetidir.

Bu Âyet-in manası şudur: Bırakın arapçayı sonradan öğrenmiş olanları da fasih Arapça’yı bilen Araplar dahi olsalar, Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’in anlayışını insanlara bırakmamıştır.[4]

Hiç şüphesiz ki onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından (açıklamasından) mustağni olamazlar. Çünkü bu beyan Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine indirdiği ikinci vahiydir.

Allâhu Teâlâ’nın hikmeti, okunması ibadet olan Kur'ân-ı Kerîm-i gerektirdiği gibi, diğeri de Kur'ân-ı Kerîm gibi vahiy olup onun gibi okunması ibadet olmayan, ancak muhafazasına gerek duyulan ikinci bir vahiy gerektirdi. Çünkü açıklanan şeyi (Kur'ân-ı Kerîm’i) anlamanın yolu ancak açıklayanı veyahut Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in açıklamasıyla mükellef tutulduğu beyanı anlamadan geçer.

“Arabların arabı, onların en akıllısı, ve fasihi de olsa Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada hiç kimse bağımsız değildir” sözümüz belki bazılarına garip gelebilir. Ancak bunlar Kur'ân-ı Kerîm onların dilinde indirildiği halde arapçayı anlamada Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından da daha anlayışlı ve arap diline onlardan daha çok mu vakıftırlar ki? Böyle olmasına rağmen bazı âyetleri anlamada bazı sorunlarla karşılaştıklarında meseleyi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arzederlerdi.

Bunun açık örneğini İmam Buhari {Rahmetullahi Aleyh}’in Sahihinde ve İmam Ahmed {Rahmetullahi Aleyh}’in de Müsned’inde Abdullah b. Mes’ud {radiyallahü anhu}’dan rivâyet ettikleri hadistir: Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} ashabına Allâhu Tebâreke ve Teâlâ’nın “İman ettikten sonra imanlarına zulum bulaştırmayanlar var ya. İşte güvenlik onlaradır ve doğru yolda olanlar da onlardır.”[5] Mealindeki kavlini okunduğunda ashabı bu Âyet-i Kerime altında ezildi, ağır geldi ve dediler ki: Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizden kim nefsine zulmetmez ki?

Buradaki zulümden kişinin nefsine zulmetmesi veya kişinin arkadaşına zulmetmesi veyahut ehline zulmetmesi gibi herhangi bir zulmü anladılar. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} meselenin onların zihinlerinde çağrıştırdığı mana değil de bu zulmün büyük zulüm olup Allâhu Teâlâ’ya şirk koşma olduğunu beyan etti ve Allâhu Teâlâ’nın Lokman Suresindeki Salih Kul Lokman {aleyhisselam}’ın sözünü hatırlattı. “Oğluna; -Ey evlatçığım! Sakın Allah’a ortak koşma! Şirk gerçekten büyük bir zulümdür, dedi”[6]

İşte onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabı. Onlar ki arabın en fasih olanları. Onlar Âyet-i Kerime’de geçen bu lafzı anlamada zorluk çekip ancak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından sonra müşkilleri son buluyor.

İşte Allâhu Teâlâ’nın geçen Âyet-i Kerime’de zikrettiği budur. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” Bundan dolayı hiç bir kimsenin Sünnet’e başvurmadan Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada müstakil olamayacağını zihinlerimizde karar kılıp, bunu âkîde olarak kabullenip inanmamızdır.

Gerçekten Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “Size iki husus bıraktım, bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve benim sünnetim.”[7]

Başka bir rivâyette: “Allâhu Teâlâ’nın Kitabı ve akrabalarım. Onlar havuza gelene kadar ayrılmazlar.”

Hadiste size iki şey bıraktım deniyor. İki vahiy, bir değil. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Kitabullah ve Sünnetim.

Bu hadisin anlamı: Bunlardan sadece birine tutunan taifeler sapıktırlar. Kitap ve sünnetin dışındadırlar. Sadece Kur'ân-ı Kerîm’i alıp sünneti terk edenin durumu aynen sadece sünneti alıp Kur'ân-ı Kerîm’i bırakan gibidir. Bunları yapan topluluklar açık bir sapıklık içerisindedirler. Hidâyet ve nur bu iki nura birden sarılmaktır. Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bizlere bu sahih hadiste verdiği müjde; Rabbimizin kitabı ve Peygamberimiz {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Sünnetine tutunduğumuzda hiç bir zaman sapıtmayacağımızdır.

Bunun için Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek tefsir usulu ve tefsir ilmi kaidesidir. Ve bunu üzerine basarak söylüyorum ki: Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek gerekli olup, bazı kitaplarda okuduğunuz gibi Kur'ân-ı Kerîm’i önce Kur'ân-ı Kerîm’le sonra sünnetle edilmesi gerekir diyenler gibi demiyorum.

Maalesef bu yaygın bir hatadır. Çünkü gördüğünüz gibi sünnet Kur'ân-ı Kerîm’i beyan, mücmelini tafsil edip, mutlak olanı da kayda bağlar. Umumi olanı hususileştirip, buna benzer Müslüman’ın ihtiyaç duyduğu beyyinatları (açıklamalar) içerir. Bunun için Kur'ân-ı tefsirde sadece Kur'ân-ı Kerîm ile yetinmek caiz değildir. Doğru ve hak olan Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnetle beraber tefsir etmek gerekir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bu gerçeği, “Onlar ikisi havuza yanıma gelene kadar birbirinden ayrılmazlar” hadisiyle beyan etmiştir.

Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet tefsir etmek isteyen müfessirin takınacağı uslup; Kur'ân-ı Kerîm ve Sünneti bir araya toplaması gerekmektedir. Tefsir edeceği âyet âkîde, ahkam veya ahlak ve suluka dair meselerde olduğunda bu ihtiyaç daha da şiddetlidir. Neden böyle diyoruz? Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanını gerektirebilir.

Bu mevzuyu tamamlama açısından ilim talebelerinin ve hasseten usulu fıkıh okuyanların yakından bildiği bir hadistir. Bu hadis içtihad ve kıyasa dair delil olarak zikredilir.

Bu bazı sünen kitaplarında Muaz b. Cebel {radiyallahü anhu}’dan rivâyet edilen hadisdir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} Muaz’ı {radiyallahü anhu}’yu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle sorar: “Ne ile hüküm verirsin?” oda “Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla” der. “Onda bulamazsan,” “Allah Rasulu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünnetiyle,” “Onda bulamazsan?” kendi görüşümle hüküm vermeye çalışırım” der. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’de buna karşılık: “Allâhu Teâlâ’nın Elçisinin Elçisini Allah Rasulunun sevdiğinde muvaffak kılan Allâhu Teâlâ’ya hamd olsun” der.[8]

Bu hadis hakkında bilmemiz gereken bir husus bu hadisin ne nas olarak ne de fer’ olarak hadis uleması indinde senet yönüyle sabit değildir. Nas dememden muradım: hadis uleması çoğunluk olarak bu hadisin senedine zayıf olarak hükmetmişlerdir.

Hadisçilerin imamı İmam Buhari ve diğer bir çok hadis alimi bu hükme varanlardandır. Önce ve sonraki hadis alimlerinin bu hadise zayıf olarak hükmedenlerin sayısı onu geçmiştir. Bunların en eskilerinden hatırladığım kadarıyla İmam Buhari, en sonuncularından da İmam İbnu Hacer el-Askalani olup, bunların arasında bir çok hadis imamı vardır. Bu hadis hakkında “Uydurma ve Zayıf Hadisler Silsilesi ve Ümmet Üzerindeki Kötü Tesirleri” adlı kitabımda değindim. Bu konuda daha tafsilatlı bilgi isteyen oraya müracaat edebilir. Şahidimiz bu hadisin hadis imamları indinde, onların değerlendirmesiyle sahih olmamasıdır. Ve yine onların kaidelerine göre bu rivÂyet-in temelinde cehaleti ile bilinen bir adamın bulunmasıdır. Yani doğruluğuyla tanınmasından öteye, hafıza yönüyle de itkan sahibi birisi olmayan, hadis rivÂyet-iyle tanınmayan birisi bu hadisi rivâyet etmiştir. Bütün bu şartlar o kişi hakkında meçhuldur. Mechûlu’l-ayn olan bir kişi bu hadisi rivâyet etmiştir. Hadis tenkitçisi Dimaşkli İmam Hafız Zahebi “Mizanu’l-İ’tidal fi Nakdi’r-Rical adlı ma’ruf ve değerli eserinde bunu ifade etmiştir. Bu hadisin, hadis alimleri indinde nas ve fer’ olma yönünden, zikrettiğimiz gibi zayıf olduğunu öğrenmiş olduğun gibi, bu münasebetle metin yönünden de bu hadisin münker olduğunu zikretmemiz gerekir. Bu da geçen açıklamamdan anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte sünnete yönelmenin farziyetinin açıklanmasına nazaran, burada metnin batıllığı daha açık bir şekilde meydandadır.

Bu Kur'ân-ı Kerîm’den sonra sünneti, sünnetten sonra da reyini sıraladı. Burada sünneti Kur'ân mertebesine, reyini de sünnet mertebesine indirdi.

Araştırıcı veya fakih ne zaman kendi görüşüne baş vurur?

Sünnette bulamadığı zaman.

Sünnete ne zaman baş vurur?

Kur'ân-ı Kerîm’de bulamadığı zaman.

Bu görüş İslama uygun bir görüş değildir. Hiç bir imam ve fakih bu hadisin içerdiği gibi bir sıralamayı uygulamaz

“Ne ile hüküm verirsin?” oda “Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla” der. “Onda bulamazsan,” “Allah Rasulu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünnetiyle,”

Daha fazla uzatmamak için bir misalle bile olsa bu hadisin metninin münker olduğunu anlatmamız gerekir.

Hepimiz Allâhu Teâlâ’nın şu sözünü biliyoruz:

“Size ölü eti ve kan haram kılındı,”[9] birisi bu işaret edilen sıralamaya göre hareket eden bir fakihe (Muaz hadisinde ki sıralamaya göre) denizin ölüsünden sorsa, ilk etapta Kur'ân-ı Kerîm’e bakacak, cevabı âyette açık olan hüküm “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ine dayanarak balığın ölüsünü haram kılacak. Aynı şekilde ciğer ve dalaktan sorulduğunda yalnız Âyet-i kerimeye istinad edersede cevabı aynı olacak çünkü âyette kanın hükmü ölü etiyle aynıdır. “Size ölü eti ve kan haram kılındı” dalakla ciğer kandır. O zaman sadece Âyet-i kerimeye dayanarak vermiş olduğu hüküm İslami bir hüküm değildir. Çünkü daha önce de zikrettiğim gibi İslam dini sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret değildir, bilakis hem Kur'ân-ı Kerîm ve beyandır, hem Kur'ân-ı Kerîm ve sünnettir. Bu Âyet-i kerimeyle ilgili olarak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanı nedir?

Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den senedi hakkında söz edilen ancak İbnu Umer {radiyallahü anhu}’dan sahih bir senetle mevkuf olarak gelen bir rivâyette ki, bunun hükmü hadis alimleri indinde merfudur. Çünkü lafzı şöyledir: “Bize iki çeşit ölü eti ve iki çeşit kan helal kılındı: Çekirge ve balık, dalak ve ciğer.”[10]

Bu hadise göre, bazı ölü etinin ve bazı kanın helal kılınmasıdır.

Aynı şekilde İmam Müslim’in sahihinde Cabir b. Abdullah’dan konuyla ilgili diğer bir hadis vardır:

Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem} başlarında Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı komutan tayin ettiği bir seriyye[11] gönderir. Deniz kenarına doğru yol almışlardı. Azıkları biraz hurmadan ibaret olup oda bitmeye yüz tutmuştu. Hurmaları azalınca her ferde birer hurma dağıtmaya başladılar. Çok uzaktan sahil kenarında büyük bir şey kendilerine belirdi, yaklaştıklarında onun karaya vurmuş anber denilen büyük bir balık olduğunu gördüler.

Ebu Ubeyde: “Bu bir ölüdür” dedi, sonra da: “Hayır, muhakkak ki bizler Allah’ın Rasûlunun elçileriyiz ve Allah yolunda (mücahidler) yız. Şimdi de açlık zaruretine düşmüş haldesiniz. Binaenaleyh bundan yeyiniz” dedi. Sahabeler ondan bir ay üç yüz kişi semizlenerek yediklerini, ondan öküz büyüklüğünde parçalar kestiklerini. Onun büyüklüğünü de on üç kişinin göz çukuruna oturabilip, kaburga kemiklerinden birini alıp diktiklerini, altından deveye binmiş bir insanın kolaylıkla geçtiği şeklinde tarif etmişlerdir. Ve yine onun etini kaynatıp kurutarak kendilerine yol azığı elde ettiklerini söylemektedir. Medine’ye döndüklerinde olayı Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e haber verirler. Bunu üzerine Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “O, Allâhu Teâlâ’nın sizler için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı ki bize de yediresiniz?” buyurdu. Müteâkiben biz ondan Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gönderdik o da bunu yedi.[12]

Bu hadis önceki İbnu Umer {radiyallahü anhu}’nun hadisinin delalet ettiği denizin ölüsünün helal olması konusuyla bağlantılıdır.

Sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinen veya bunların şüphelerinden etkilenmiş bir kişinin deniz ölüsünden veya buna benzer şeylerden sorulduğunda takınacağı tavır sadece “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ini okuyup, buda ölüdür demek olacaktır.

Ancak Kur'ân-ı Kerîm’e dönüp Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e itaatin Allâhu Teâlâ’ya itaat olduğunu isbat eden Âyet-i kerimeleri müracaat ettiğinde o da sünnete dönme gereğini duyacak ve onu Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte ele alacaktır. Ve “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-i kerimesinin hükmüne deniz hayvanlarının ölüsünü, kan olan ciğer ve dalağı bu hükümden ayrı tutacaktır.

Bunun ayrı tutulması gerektiğini nasıl karar veriyoruz? Tabii ki Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanında buluyoruz ki, bu çok önemli bir husustur. Bunun için şeriatın tümü, sünneti Kur'ân-ı Kerîm’le birleştirmeye dayanır. İmam Şafii {Rahmetullahi Aleyh}’den şöyle bir rivâyet gelmiştir. “Sünnetin tümü Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e öğretisidir.” İmamı Şafii {Rahmetullahi Aleyh} sahih sünnetin tümünü Kur'ân-ı Kerîm içerir demek istemiştir. Allâhu Teâlâ Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e Müslümanların beyanına ihtiyaç duydukları şeyleri ilham etmiştir. Bu verdiğimiz misal yeterlidir inşaAllah.

İşte Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde uygulayacağımız kaide; Kur'ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet’te birden dönmektir. Kur'ân-ı Kerîm’e sonrada Sünnete diyemeyiz. Çünkü burada sünneti ikinci mertebeye indirme vardır.

Evet, sünnet bize ulaşması yönünden mütevatir yolla gelen Kur'ân-ı Kerîm’e göre ikinci mertebededir. Ancak iş görmesi ve ona duyulan ihtiyaç yönünden Kur'ân-ı Kerîm’le aynı sevidedir. Burada bu ikisinin arasını ayırt etmemiz caiz değildir. Bazı mütehassıs hadis alimlerinden mulahaza edilen ayırım rivâyet ilmiyle alakalı olup, dirâyet yönüyle veya fıkıh yahut Kitabı anlama hususuyla ilgili değildir. Bu hususlarda Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti arasında bir ayırım yoktur.

Bazı şüphecilerin Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti için ortaya attıkları şüpheler, bizi ister istemez onların sünnetin rivâyet yollarını bilmedikleri onun temel kaidelerinden cahil oldukları, ravilerin hal tercemelerini bilmedikleri için başka bir araştırmaya götürür.

O şüpheleri hadisi ahad ve tevatür dedikleri şey değil midir?

Mütevatir ve Ahad’ın Hükmü

Hadisu’l-ahad dedikleri bu terimlerden sadece istifade edecek olanlar bu ümmetin alimlerinden hadis ve sünnet hususunda mütehassıs olmuş bazı fertlerdir. Müslümanların umumuna gelince bu tafsilattan hiç bir kazanç elde edemezler. Bilakis bu Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den gelen ve iman edilmesi gereken bu hadisleri, şek ve şüphecilerin akıllarının kavramamasına bir sebeptir.

Hadis: Hangi yolla olursa olsun sahih olarak peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bize alimlerin tarif ettiği şekilde rivâyet edilen hadis demek olup bunun tafsili Müslümanların umumunu ilgilendirecek bir konu değildir.

Hadisin kısımları olan; hasen, sahih, hasen li zatihi, hesen li ğayrihi, sahih li zatihi, sahih li ğayrihi, sahih garib, sahih mustafid, sahih meşhur, sahih mutevatir, bunların hepsi ilim ehlinin sahası olup, Müslümanların umumunu ilgilendiren; hadisin ilim ehlinden sahih olmasını öğrenip, ona iman ve tasdik etmeleri onlar için yeterlidir.

Müslümanların umumunu ilgilendirmeyen sadece ilim ehlinin sahası olan bu tafsilatlara girenler, Müslümanların umumunu sahih olan bir çok hadise inanmama çağrısını yapmaktadırlar. Niçin? Çünkü ahad hadislerdir de ondan. Kısa olarak ahadın manası mütevatir derecesine ulaşmayan hadis demektir.

Burada tevaturden istedikleri; mütevatir olmayan ahad hadislerin ihtiva ettiği ğaybi konularda alınmasının caiz olamamasıdır. Bunu âkîde olarak da tabir ederler. Ahkama dalalet etmeyen bütün hadisler ğayıbla bağlantılıdır. Öyleyse o mütevatir değilse o hadis alınmaz. İşte az önce yapılan tafsilata değinen insanların istedikleri budur.

İşte bu tafsilat vakıamıza uygundur, ancak bunu kim açığa vuracak?

Bunu açığa çıkaracak olan her asırda az da olsalar hadiste mütehassıs olmuş alimlerimizdir.

Bu konuya alimler indinde ittifak edilen hadisle bir örnek verelim.

Mütevatir hadise en açık misal Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözüdür:

“Kim bana bilerek yalan uydurursa ateşteki oturacağı yeri hazırlasın.”[13]

Bu hadis fi’len mütevatir bir hadistir, çünkü bu hadisi rivâyet eden sahabinin sayısı yüzü geçmiştir. Ancak sizden şimdi hanginizin gücü yetecek de bu hadisin bütün rivâyet yollarına ulaşacak ki; o insanın indinde bu hadis mütevatir olsun? Bu hadisin mütavatir olduğunu ben size dersem o zaman tevatür bende kesilmiş olur. Ve sizin indinizde bu hadisin tevatür bulabilmesi için benim yaptığımı yapmanız gereklidir. Aynen bu hadisin bütün yollarını araştırmış ve onların indinde tevatür derecesine ulaşanlar gibi. Öyleyse Müslümanların umumunu ilgilendirmeyen felsefs gibi bu tafsilatın faydası ne olacaktır?

Hadiste mütevatir şartının konulması, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadislerini ibtal etmekten başka bir şey değildir. Bundan dolayı günümüzde bir çok insanı bu konuda guruplaşmış görüyoruz. Bazıları daha henüz guruplaşmamış.

Bunlar ahkama dair olmayıp, âkîde ve ğaybiyatla ilgili sahih hadisleri, ahad hadis olması hasebiyle reddedip aynen meyvanın çekirdeğini çıkartıp fırlattıkları gibi reddedebiliyorlar.

Şimdi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in zamanına dönüp, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sahabelerinin Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadislerini kendilerinden sonrakilere nasıl rivâyet ettiklerini görelim. Bunlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} zamanında yaşayıp onun sohbetine nail olamayan Yemenliler gibi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gelmeye imkan bulamayan ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in onlara değişik zamanlarda Muaz, Ali, Ebu Musa {radiyallahü anhum} gibi sahabeleri gönderdiği insanlarda olsalar. Bunlara Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} Muaz {radiyallahü anhu}’yu gönderdiğinde sahihaynda da belirtildiği gibi ona şöyle yapmasını emretti:

“Onları ilk davet edeceğin şey, “La ilahe illallah ve Muhammedun Rasulullah” kelimesine şahitlik etmeleri olsun. Bunu kabul ederlerse beş vakit namazı emret,…” ila ahiril hadis.[14]

Şahidimiz; namaz ahkama müteallik bir ameldir, bununla beraber Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} Muaz {radiyallahü anhu}’ya emri namazdan önce onları tevhide davet etmesini emretmiştir. Tevhid ise İslam’ın temeli ve aslı olduğu gibi İslam âkîdesinin tümünün aslıdır. Gördüğün gibi Muaz {radiyallahü anhu} Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in emrini onlar tebliğ ettiği bu haber mütevatir mi yoksa ahad mıydı?

Hiç şüphesiz akıl sahibi bir kişi bunun haberi ahad olduğunu görür. Bununla Allâhu Teâlâ’nın ve Rasûlu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hücceti Yemenlilere ulaştırılmış oldu mu, olmadı mı?

Ahad hadisin âkîdede hüccet olmayacağı felsefesini kabul edenlere göre, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in arkadaşı Muaz b. Cebel {radiyallahü anhu}’yu tek başına Yemenlilere İslam’ı tebliğle görevlendirmesiyle Allâhu Teâlâ’nın ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hücceti onlara ulaşmış olamaz. Hüccetin ulaşmış sayılabilmesi için Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in tevatür adedince bir toplumu onlara göndermesi gerekirdi.

Dolayısıyla âkîdede haberi ahadın hüccet olamayacağını iddia edenlerden bazılarına şunu söyledim:

“Sizden biriniz küfür diyarından herhangi bir ülkeye gidip orada İslam’a davet edecek olsa, onları ilk davet edeceği şey âkîdeye (imana, inanca) davet edecek. Ve İslam’da ilk âkîde Şahadet kelimesidir. Ancak işaret edilen bu gurubun reisi hazırlamış olduğu bir kitabında şöyle bir başlık koymuş: “İmanın Yolu” ve çağrılarını buna göre yapmaktadırlar. İslam beldelerinde Müslümanları İslam’a çağırmak, kafirleri de küfür diyarlarında İslam’a davet etmek.

Sizden biriniz gidip iman yolunu onlara anlatsa, bu yolun sonunda ahad hadisin âkîdede delil olamayacağı gelse ve insanlar toplu halde sen iman yolunu anlatıp bitirene kadar senin konferansını dinleseler, sonunda oradaki dinleyicilerden biri kalkıp dese ki: “Ya üstad! Ey hocam! Sen bize İslam âkîdesini öğretiyorsun. Öğrettiklerinin içerisinde ahad hadisin âkîde de delil olamayacağı var. Sen bize İslam inancını öğretmek için o Müslümanların yanından gelen tek bir kişisin. Bu, senin bize öğrettiğin usule, metoda göre Allâhu Teâlâ’nın hücceti bize senin anlatmanla ulaşmış değildir. Çünkü senin haberin ahaddır. Sen şimdi ülkene döneceksin ve oradan tevatür derecesine ulaşacak adedde insan bulup bize getirecek, onlar senin anlattığının İslam’dan olduğuna şahadet edecekler, o zaman biz sana inanırız. İslam bu mu?

Siz nerede, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Ali’yi, Muaz’ı, Ebu Musa’yı İslam’ı öğretmek üzere ferd ferd gönderdiği insanlar nerede? Bundan öğrenirsiniz ki; bu İslam’a sonradan sokulmuş bir fikir olup, Selefi Salihin hadisi ahad ve mütevatir gibi ayırıma tabi tutmadığı bir konudur.

Size Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisi bu işin ehli tarafından sahih hükmü verilip ulaşırsa yeterlidir. Akılları kıt olup, akılarını kitap ve sünnet anlayışı ile temizlemeyen insanlardan değil.

Öyleyse mütevatir de olmasa, Kur'ân-ı Kerîm’in tefsirini Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisiyle yapmamız gerekir. Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ’nın kitabını tefsir ederken takip edeceğimiz yol, Allâhu Teâlâ’nın şu Âyet-ine imanımızın gereği olarak Âyet-in belirttiği gibi olması lazımdır.

“Bir hususta çekişirseniz eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûlune havale ediniz. Bu sizin için daha hayırlı olup sonuç bakımından en güzeldir.”[15]

İşte Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde takip edeceğimiz yol bu olmalıdır.

Bir Âyet Hakkında Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den Bir Hadis Olmazsa Nasıl Bir Yol Takip Ederiz?

Burada şunu mulahaza etmemiz lazımdır ki; oda bazı âyetler hakkında tefsir edecek bir hadisin bulunmayışıdır. Böyle bir durumda tefsir usulümüz ne olmalıdır?

Cevap: İlim ehli indinde bilindiği gibidir.

Sahih sünnette herhangi bir Âyet-i tefsir edecek bir şey bulamazsak, bundan sonra gerekli olan selefi salihin’in tefsirine başvurmamızdır.

Bunların başında Allah Rasulü {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Ashabı gelir. Bunlardan en önce İbnu Mes’ud {radiyallahü anhu} gelmektedir ki, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arkadaş olma yönünden bir özelliği olduğu gibi, diğer bir özelliği ise Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e soru sormasıdır. Sonra Abdullah b. Abbas {radiyallahü anhu} gelir. İbnu Mes’ud {radiyallahü anhu} onun “Kur'ân-ı Kerîm’in” tercümanı olduğunu söylemiştir. Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde önemli bir yeri olan İbnu Mes’ud {radiyallahü anhu}’nun İbnu Abbas hakkında ki şahadeti budur.

Buna göre sahih sünnette bir Âyet-i beyan edecek bir şey bulamazsak, o zaman ashabın tefsirine müracaat ederiz ki bunların başında; İbnu Mes’ud, İbnu Abbas ve daha sonra diğerleri {radiyallahü anhum} gelir. Onların arasında hilaf konusu olmayan bir âyet tefsiri geldiğinde bu tefsiri alıp ondan razı oluruz. Eğer onlardan da bir şey bulamazsak o zaman tefsiri Allah Rasulu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından alan tabiinden alırız. Bunlar; Said b. Cubeyr, Tavus {radiyallahü anhum} vb. bunların bazıları tefsiri hususi olarak İbnu Abbas {radiyallahü anhu} gibi sahabelerden aldıkları meşhur olmuştur.

Bazı Âyet-i kerimeler vardır ki, bunlar reyle tefsir edilen âyetlerdir. Bunların hakkında doğrudan doğruya Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den hiç bir tefsir gelmemiştir. Sonradan gelen bazıları hiç bir kayıta bağlı olmadan bu âyetleri mezheplerine uygun olarak tefsir etmektedirler. Bu mesele, Âyet-i kerimeyi kendi mezheplerini destekler mahiyette tefsir ettiklerinden dolayı tehlikeli bir durumdur. Bir Âyet-i tefsir alimleri başka bir şekilde tefsir ederken, bunlar mezhebi görüşlerini desteklemek için bu âyetleri tefsir ederler. Bir misal verecek olursak.

“Kur'ân’dan kolayınıza geleni okuyun”[16] Âyet-ini sadece yalnız Kur'ân-ı Kerîm okumak olarak tefsir ettiler. Yani bu konuda Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den sahih hadis olmasına rağmen, namazlarda gerekli olan Kur'ân-ı Kerîm okunması, uzun bir âyet okunması veya üç tane kısa âyet okunmasıdır diye tefsir ettiler.

Bunu Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bu konuda sahih olarak;

“Namazda Fatihayı okumayanın namazı yoktur”[17]

Başka bir hadiste ise:

“Kim (namazında) Fatihayı okumazsa onun namazı noksandır, onun namazı noksandır, onun namazı noksandır, tamam değildir.”[18] Gibi hadisler geldiği halde Âyet-i kerimeyi böyle tefsir ettiler. Bu iki hadisin işaret ettiği mana bunların Kur'ân-ı Kerîm okumayı sadece kayıtsız olarak okumak diye tefsirlerini reddetmektedir. Bazı muteahhirin mezhepliler Kur'ân-ı Kerîm’in tefsirinin sadece mutevatir sünnetle olabileceğini söylemektedirler. Yani mutevatir olan mutevatir olanla tefsir edilir. Ve bu iki hadisi “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”[19] Âyet-ini ilk okuyuşta okuyana zahir olan anlayışa itimad ederek reddettiler.

Ancak tefsir alimleri öncekiler veya sonrakiler olsun aralarında hiç ihtilaf olmadan Âyet-i kerimedeki “okuyun” kelimesini gece namazından ne kadar kolayınıza gelirse o kadar kılın diye tefsir etmişlerdir. Çünkü Allâhu Teâlâ bu Âyet-i kerimeyi müzemmil suresindeki;

“Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını, üçte birini ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Geceyi ve gündüzü ölçüp biçen sadece Allah’dır.” Âyet-inden “Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”[20]a kadar, yani artık o gece namazından kolayınıza gelip kılabildiğiniz kadar kılın. Âyet-i kerime sadece gece namazında Kur'ân-ı Kerîm okumanın gerekliliğine has değildir. Sadece Allâhu Teâlâ mü’minlere gece namazını kolaylaştırmış ve onlara ne kadar kılabilirlerse o kadar kılmaları için bir kolaylık tanımıştır. Onların Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kılmış olduğu on bir rekatı kılmaları vacip değildir. Âyet-in manası budur. İşte arab dilinin hususiyetlerinden olan bir şeyi cüz’iyyete itlak edip, ondan istenilenin tümü olmasıdır. Okuyun; yani namaz kılın. Namaz talep edilen tüm. Okuma ise cüz (bir bölüm) dür.

Arab dili alimleri bu cüz’i zikredip, ondan maksadın o cüz’ün içinde bulunmuş olduğu şeyi tümüyle istenme uslubunun, o tümden bir cüz o şeyin ehemmiyetine delalet eder demişlerdir. Allâhu Teâlâ’nın şu kavli gibi:

“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl; bir de fecirde Kur'ân (de sabah namazını).”[21]

Sabah Kur’an-ı yani sabahleyin de ikame et. Sabah Kur’an-ı; yani sabah namazı. Yine burada konu cüz’e itlak edilmiş olup ondan tamamı istenmiş. Bu arapçada bilinen bir uslupdur. Bundan dolayıdır ki, tefsir alimlerinin selefi ve halefi aralarında hiç bir hilaf olmadan bu Âyet-i kerimeyi bu şekilde tefsir ettikleri meydana çıkınca, birinci ve ikinci hadisi ahad hadis diye ve ahad hadisle Kur'ân-ı Kerîm’in tefsir edilmesi caiz değildir denemez. Çünkü, Âyet-i kerime Kur'ân-ı Kerîm’in dilini bilen alimler tarafından tefsir edilmiştir, bu bir.

Ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisi Kur'ân-ı Kerîm’e muhalefet etmez, bilakis bu konunun başlangıcında de dediğimiz gibi onu tefsir eder ve açıklığa kavuşturur. Nasıl olurda Âyet-in farz olsun nafile olsun Müslüman’ın namazda okuması gerekli olanla alakası olmaz.

Az önce zikrettiğimiz diğer iki hadise gelince; namaz kılan insanın namazının sadece fatiha suresini okumasıyla doğru olacağı konusunda açıktır.

“Fatihayı okumayanın namazı yoktur.” “Kim (namazında) Fatihayı okumazsa onun namazı noksandır, onun namazı noksandır, onun namazı noksandır, tamam değildir.” Kim namazdan noksan olarak ayrılmışsa namaz kılmamıştır.[22]

Namazı o zaman birinci hadis de (“Fatihayı okumayanın namazı yoktur.”) beyan edildiği gibi namazı batıl olur.

Bu hakikatleri iyice anladıktan sonra birinci olarak hadis kitaplarında Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den rivâyet edilmiş, ikinci olarak senetleri sahih olan hadisler hakkında asrımızda işittiğimiz, ahad hadisler ahkam hususunda olmadığı müddetçe onları kabul etmeyiz, âkîdede ahad hadisler delil olamaz gibi felsefelere kulak asmadan bu hadisleri delil kabul eder, onlardan şüphe etmeyiz.

Bu onların zannıdır. Ancak, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ilk olarak tevhide da’vet etmeye gönderdiği Muaz b. Cebel {radiyallahü anhu} tek bir kişiydi.

Bu kadarıyla beyan etmek istediğim Kur'ân-ı Kerîm’i nasıl tefsir etmemizin gerekli olduğu hususunda söyleyeceğim kelimeleri yeterli buluyorum.



SORULAR



1. Soru: Değerli Şeyh, küçük bir kitapta “Kur’an’dan istediğini istediğin için al” diye bir hadis okudum. Bu hadis sahih midir?

Cevap: “Kur’an’dan istediğini istediğin için al” bazı insanlar tarafından kullanılan meşhur bir hadistir. Bununla beraber üzüntüyle söylüyorum ki, bu hadisin sünnette bir aslı yoktur. Dolayısıyla bu hadisi Peygamber sallAllahu aleyhi ve selleme nisbet ederek rivâyet edilmesi caiz değildir. Yine aynı şekilde bu kadar yaygın ve geniş anlamıyla bu hadis İslam şeriatına da aykırıdır.

“Kur’an’dan istediğini istediğin için al” istersem evimde oturur, sanatımla ve mesleğimle ilgili hiçbir şey yapmam, rızkımı Allah’dan isterim, O’da bana gökten indirir. Çünkü bunu Kur’an’dan aldım. Böyle diyen olabilir mi?

Bu söz batıldır. Belki de bu, Ribat olarak isimlendirdikleri yarlerde tembel tembel oturmaya alışmış sofilerin uydurmasıdır.

Ribat: Müslüman’ın tabiatına ters düştüğünü bildikleri halde bazı kişilerin oralara uğrayıp, onlara Allahu Teala’nın tayin ettiği rızkı beklemeleridir.

Çünkü Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} müslümanları yüce değerler ve şerefli olarak yetiştirmiş ve şöyle demiştir:

“Yüksek el alçak elden daha hayırlıdır.”[23] Yüksek el; veren el, alçak el; alan el.

Yeri gelmişken bazı zahit sofular hakkında okuduğum bir hikayeyi anlatayım. Onların hikayeleri çok ve hayret vericidir.

O sofulardan bir tanesi hazırlıksız olarak bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk esnasında açlıktan ölümle karşı karşıya geldi. Tam o esnada bir köy gördü ve oraya geldi. Günlerden Cuma idi. Zannınca Allâhu Teâlâ’ya tevekkül ederek yola çıkmıştı ya, bu tevekkülüne zarar gelmemesi için kendisini kimseye hissettirmeden minberin altına gizlendi. Ama o içinden birisinin kendisini hissetmesini istiyordu. Bu şekilde İmam hutbeyi bitirip, namaz kılınınca (tabii ki o namazı da kılmadı) insanlar camiden çıkmaya başladılar. O zaman insanlar çıkıp gidecekler, caminin kapsı da kilitleneceğini anlayıp açlıktan orada öleceğini hissedince, esneyerek orada olduğunu duyurmaktan başka çaresinin kalmadığını gördü.

İnsanlar varlığını hissedince baktılar ki açlık ve susuzluktan bir süvari. Onu alıp doyurdular ve kim olduğunu sordular:

“Allâhu Teâlâ’ya tevekkül etmiş zahit birisi” dedi.

Onlarda: “Nasıl Allâhu Teâlâ’ya tevekkül, az kalsın ölüyordun. Eğer gerçekten tevekkül ettiysen insanlara varlığını hissettirmez ve onlardan istemezdin. Böylece kendi günahınla ölürdün” dediler.

Hulasa olarak yukarıda sorduğunuz hadisin aslı yoktur.

2. Soru: Değerli Şeyh, Kur’an’cılar, Allâhu Teâlâ’nın: “Her şeyi detaylı bir şekilde geniş olarak anlattık” ve “Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” âyetlerini ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in de: “Bu Kur’an-ın bir ucu Allâhu Teâlâ’nın elinde bir ucu da sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılın ki sapıtmayasınız” buyurduğunu söylüyorlar. Bunlar hakkında açıklama istiyoruz.

Cevap: Allâhu Teâlâ’nın: “Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” Âyet-i kerimesindeki Kitap Levhi Mahfuz olup Kur’an-ı Kerim değildir. Tefsir kitaplarına bu Âyet-in tefsirine bakarsa buradaki kitabın Levhi Mahfuz olduğunu görür.

“Her şeyi detaylı bir şekilde geniş olarak anlattık” Âyet-i ise, daha önceki anlattıklarımızı Kur’an-ı Kerime ilave ederseniz (oda sünnettir) o zaman Allâhu Teâlâ her şeyi beyan etmiştir. Ama sünnet ile.

Hepinizde biliyorsunuz ki; bazen detaylı açıklama umumi kaidelerdir. Özet olarak zikredilir. Bir Müslüman bunu anladığı zaman bunun altına cüz’iyyattan bir çok hususun buna bağlı olduğunu görür. Çokluğundan dolayı bunu sınırlandırmak mümkün değildir. Hüküm koyucu ve hikmet sahibi Allâhu Teâlâ bir çok detayları bir Âyet-i kerimenin altında birleştirmesi, işte tafsilin (açıklamanın) bir başka şeklidir. Bu Âyet-i kerimeden akla ilk gelen budur. Aynen İmam Şafii {rahimehullah}’ın süneninde Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den rivâyet etmiş olduğu hadiste dediği gibi: “Sizi Allâhu Teâlâ’ya yaklaştıracak ve ateşten uzaklaştıracak ne varsa hiç birisini bırakmadan hepsini emrettim. Yine sizi Allâhu Teâlâ’dan uzaklaştırıp, ateşe yaklaştıracak ne varsa hiç birisini bırakmadan hepsinden de sizi sakındırdım.”

Tafsil bazen altına bir çok cüz’iyyatın girmesiyle olur. Bazen de ibadet ve ahkam müfredatında olur ki, bu umum kaideye müracatı gerektirmez.

Altına bir çok detayın sokulabildiği, İslam dininin yüceliği ve onun teşri (hüküm koyma) alanının geniş olduğuna dair Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözünü misal olarak verebiliriz:

“Zarar vermek yoktur. Zarara uğratılmakta yoktur.”[24]

Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözü de buna bir örnektir:

“Sarhoşluk veren her şey hamrdır, her hamrda haramdır.”[25]

Yine Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözü:

“Her bid’at dalalettir (sapıklıktır) her dalalet de ateştedir.”[26]

Nefse zararı olan herhangi bir hususta olsun veya mala zarar verecek cinste olsun zarar olan her şey bu birinci hadisteki kulli kaidenin dışına çıkmaz.

İkinci hadiste zikredilen kulli kaide ise sarhoşluk veren herhangi bir şey yaygın olduğu gibi üzümden, arpadan veya diğer maddelerden yapılsın. Sarhoş verdiği müddetçe mayalaşmış içki hükmündedir ve haramdır.

“Sarhoşluk veren her şey hamrdır, her hamrda haramdır.”

Üçüncü hadiste de aynen böyledir.

“Her bid’at dalalettir (sapıklıktır) her dalalet de ateştedir.”

Çokluğundan dolayı bid’at’ı sınırlandırmak mümkün olmadığı gibi bid’atları sınıflandırılamaz. Böyle olduğu halde bu hadis i’cazı ve bütün açıklığıyla bütün bidatların sapıklık, bütün sapıklığın da ateşte olduğunu tasrih etmektedir.

Bunlar tafsil etmedir. Ancak kaidesiyle. Bildiğiniz hükümler müfredatların tafsilidir. Bunların tafsili çoğunlukla sünnetten gelmiştir. Bazıları da Kur’an’da varid olmuştur. Miras mesleleri gibi.

Zikretmiş olduğunuz hadis ise sahihdir. Onu pratiğe koymak ise ona tutunmamızla olur. Aynen daha önce ki zikrettiğimiz hadisin misali:

“Kendisine sımsıkıca sarıldığınız müddetçe sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve sünnetim.”

Elimizdeki Allâhu Teâlâ’nın kitabına tutunmamız, sadece Kur’an-ı Kerim’in tafsili olan sünneti pratiğe döktüğümüz zaman olur.

3. Soru: Sıhhat derecesi ne olursa olsun herhangi bir hadis Kur’an-ı Kerime zıt olduğunda reddedilmesi gerekir, diyenler var. Buna da “Yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir” hadisini örnek olarak verdiler. Bu hadisi reddetmede Aişe {radiyallahü anha}’nın bu hadisi “Hiç bir günahkar, başkasının günahını yüklenmez”[27] Âyet-iyle reddetmesini delil getirdiler. Bunlara nasıl cevap verirsiniz?

Cevap: Sünneti Kur’an’la reddedenlerin sorunlarından bir tanesi bu hadisi reddetmeleridir. Daha önce bunların dosdoğru yoldan çıktıklarını geniş olarak anlatmıştık. Bu hadise ve hassaten de Aişe {radiyallahü anha}’nın hadisine temessük edenler için cevap ise şudur:

Birinci olarak: Hadis usulü yönünden bu hadisi reddetmek mümkün değildir.

İbnu Umer {radiyallahü anhuma}’dan sahih bir senetle varit olmuştur.

İbnu Umer bu hadisi rivâyet hususunda tek kalmamıştır. Babası da bu hadisi rivâyet etmiş olup ikisine Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü anhu}’da bu hadisi rivâyet etmede bunlara uymuştur. Şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla bu üç rivâyetleri Sahihu Buhari ve Müslim’dedirler. Bir araştırıcı bu hadisi derin bir araştırmaya tabi tutsa bu hadise başka yollarda bulunur. Bu üç rivÂyet-in senetleri de sahihtir. Sadece Kur’an’a ters diye bu hadis reddedilmez.“Yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir” hadisini alimler iki şekilde tefsir etmişlerdir.

Birinci Tefsir: Kendisi hayattayken yakınlarının kendi ölümünden sonra şeriata muhalefet edeceklerini bildiği halde onlara nasihat etmemiştir. Onlara öldükten sonra ağlamaları halinde azab edileceğini söylemedi. da “Yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir” hadisinde ki el-meyyit kelimesinde ki el (elif lam) takısı istiğrak için değil belirlilik içindir. Yani bütün ölenlere yakınlarının ağlamasıyla azab edilmez. Burada bulunan belirlilik takısı (elif lam) ahd içindir. Yani kendisinin ölümünden sonra şeriata muhalefette bulunmamaları için nasihat etmeyen ölüye azap edilir. İşte bu kişiye yakınlarının ağlamasıyla azap edilir. Kendisine düşen nasihatı yerine getirmiş ve şeriata uygun olarak kendisi için gerekli vazifeyi yapıp ardından ağıt yakmamalarını da öğütleyip, hasseten bu zamanımızda yapılan munker işlerden de uzak durmalarını öğretmişse bu kişi hadisin hükmü altına girmez. Eğer bunları yapmazsa bu hadisin hükmü altına girer. Nevevi ve bir çok alimin yaptığı tefsirlerden bu tafsilatı anlamamız gerekir. Bu tafsili anladığımız zaman bu hadisle Allâhu Teâlâ’nın: “Hiç bir günahkar, başkasının günahını yüklenmez” sözü arasında bir zıtlık olmadığı anlaşılır. Ancak buradaki el (elif lam) takısı istiğrak ve şumuliyet manasında anlaşılırsa o zaman zıtlık meydana çıkar. Yani her ölü azap görür diye anlaşılırsa anlama müşkil olup âyetle zıt olur. Zikrettiğimiz mana anlaşılırsa zıtlık ve müşkil bir durum olmaz. Çünkü azap edilen vasiyet ve nasihat yönüyle üzerine düşeni yapmadığı içindir. Bu zıtlığı kaldırmak için yapılan birinci tefsirdir.

İkinci Tefsir: Şeyhu’l-İslam İbnu Teymiye {rahimehullah}’ın bazı eserlerinde yaptığı tefsirdir. Buradaki azab kabirde veya ahiretteki azap değildir. Bu hüzünlenme ve azcılanma manasınadır. Yani ölü kendisine ağlayanları duyunca üzülür ve hüzünlenir. Şeyhu’l-İslam İbnu Teymiye {rahimehullah} böyle dedi. Eğer bu doğruysa burada tamiri mümkün olmayan şüphe temellenir. Ancak diyorum ki; bu tefsir iki hakikatla zıtlık teşkil etmektedir. Bunun için bizim birinci tefsiri almaktan başka çıkar yolumuz yoktur.

Birinci Hakikat: İşaret etmiş olduğum Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü anhu}’nun hadisinde bulunan ziyadelik buradaki azabın yani hüzün manasına değil de, akla gelen azap olup yani ateşte ki olan azaptır. Allâhu Teâlâ affettikleri müstesna. Allâhu Teâlâ’nın şu buyruğunda açıklandığı gibi: “Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında istediğini affeder.”[28] Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü anhu}’nun hadisindeki ziyadelikte: “Kıyamet günü yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir” İbnu Teymiye {rahimehullah}’ın dediği gibi kabrinde hüzün ve üzüntüyle değil kıyamet günü yakınlarının ağlamasıyla azap edilir.

Diğer Hakikat: İster hayır, ister şer olsun Kitab ve Sünnetin delalet ettiği hakikatlara göre kişi öldüğü zaman etrafındaki olanlardan haberdar değildir. Sadece belirli münasebetlere binaen çeşitli hadislerde zikri edilen husus durumlar müstesna.



Bu yazı Muhammed Nasıruddin El-Elbani’nin sözlü olarak yapmış olduğu bir konferansın 26/1 nolu kasetten Arapça olarak yazıya alınmış, aynı yazıdan Türkçe’ye Ebu Abdullah tarafından tercüme edilmiştir.









--------------------------------------------------------------------------------

[1] Maide, 5/2.

[2] En-Nahl, 16/44.

[3] En-Nahl, 16/44.

[4] Mutlak olarak. (tercüme eden.)

[5] El-En’am, 6/82.

[6] Lokman, 31/13.

[7] Hakim Müstedrek’te rivayet edip sahih olduğunu söylemiş, Muhammed Nasıruddin el-Albani hadisi bir kaç eserinde tahriç etmiş ve Sahih olduğunu söylemiştir. Mişkat, 186. Silsiletu’s-Sahiha, 4/261, El-Hadîsu huccetun bi nefsihi, 6, Menziletu’s-Sunne, 13, Et-tevessul, 14.

[8] Tirmizi bu hadisi rivayet edip senedinin muttasıl olmadığını söylemiştir.

[9] Maide, 5/3.

[10]

[11] Beş den üç yüze kadar olan bir askeri birlik, dört yüz kişilik atlı olan askeri birliğe de denilir.

[12] Müslim, Sahih, Kitâbu’s-Sayd ve’z-Zebaih; 1935.

[13]

[14]

[15] Nisa, 4/59.

[16] Müzzemmil, 73/20.

[17]

[18]

[19] Müzzemmil, 73/20.

[20] Müzzemmil, 73/20.

[21] İsra, 17/78.

[22]

[23] Malik, Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei rivayet etmişlerdir.

[24] Muhammed Nasıruddin el-Albani, Silsiletu’l-Ehadisi’s-Sahiha, 1/443, hadis no: 250. Hakim, Müstedrek’te, 2/57-58. Beyhaki, 6/69-70, rivayet ettiklerini söylemiştir.

[25] Sahihi Müslim, cilt 6. Sayfa 230. Hadis no. 2002, İrfan Yayınevi, İstanbul 1389/1970, Tercüme: Mehmet Sofuoğlu.

[26]

[27] Ena’m, 164. İsra, 15. Fatır, 18. Zumer, 7. Necm 38.

[28] Nisa Suresi, 48.
_________________
Kim Allah'a dua etmezse, Allah ona gazablanır (Hakim rivayet etmiştir.Zehebi ve Şeyh Albani rahimehullah sahihlemiştir)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Cevapla

Etiketler
albaniden, muhaddis, tefsir, usulü


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Tefsir PySSyCaT Felsefe 0 11 Kasım 2014 17:31
Tefsir İndex Seth İslamiyet 0 07 Eylül 2014 23:22
Tefsir Ecrin Genel İslami Konular 0 07 Mayıs 2011 00:08