IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 02 Ocak 2012, 21:27   #31
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




Depremler, İşgaller ve Antakya’nın Yeni Sahipleri

Antakya'da özellikle Seleucos ve Roma dönemlerinin pek huzur ve sükunet içinde geçtiği söylenemez. Depremler, yangınlar, kıtlık, salgın hastalıklar, ayaklanmalar, şehrin tarihin­de belli başlı dönüm noktalarını teşkil eden olaylardır. Özellikle beş büyük deprem Antakya, Defne ve Seleukeia Pieria'yı yerle bir etti. Bunlardan 29 Mayıs 526 akşamı meydana gelen deprem, tarihin en büyük depremlerinden biriydi. Şehirde festival için toplanmış çok sayıda ziyaretçi bulunuyordu. Hemen hemen tüm halk akşam yemeğindeydi. Bu yüzden can kaybı fazla oldu. 250.000 kişinin öldüğü bu depremde Defne ile Seleukeia Pieria da yerle bir olmuştur.

Romalıların gözde şehri, doğu başkenti olan ve zaman zaman imparatorlara ev sahipliği yapan Antakya, ayaklanmalar, depremler, yangınlar ve salgın hastalıklar dışında işgallerin yıkımına da hedef oldu. Bunlardan başlıcaları: 256 ve 260 yıllarında Sasani Hükumdarı Şapur I’ in işgali, 540 yılında İran' ı zapt edip yağmalaması ve yakması, 611-628 yılları arasındaki İran işgali sayılabilir.



Hatay’da İslam Dönemi, Bizans Dönemi, Haçlılar ve Selçuklular Dönemi

Antakya, belki de tarihi boyunca depremlerle en çok yıkılmış şehirlerden birisidir. 526 ve 528 depremlerinden sonra yeniden kurulan Antakya, 540 yılında İranlıların işgaline uğradı. 611-628 yılları arasında yine İran işgali altında kalan Antakya, İranlılar tarafından bo­şaltıldıktan sonra yeniden Bizans egemenliğine girdi. Bizans kuvvetlerinin 636'da İslâm orduları karşısında yenilgiye uğradığı Yermük Savaşı'nın ardından Ebû Ubeyde b. Cerrah idaresindeki İslâm kuvvetleri tarafından kuşatıldı. Kuşatma uzun sürdü, Hz. Ömer'in tavsiyesi üzerine şehre zarar verilmemek maksadıyla çatışmaya girilmedi. Nihayet, halkın bir dinar ve bir cerîb (hububat ölçeği) cizye ödemesi şartıyla şehir teslim oldu.
Ebû Ubeyde'nin ayrıl­ması üzerine şehir halkı ayaklandıysa da İyâz b. Ganm ve Habîb b. Mesleme'nin gönderilmesiyle şehir eski antlaşma üzerinden yeniden itaat altına alındı. Bir başka ayaklanma da Amr b. As tarafın­dan bastırılmıştı. Fetih sonrası muhte­melen şehrin nüfusu azaldı. Bir kısım halk şehri terk etti. Hatta bu sebeple şehrin yeniden iskânı için faaliyette bu­lunuldu. Nitekim Belâzürî, Muâviye'nin Antakya'ya kırk iki cemaat yerleştirdi­ğini belirtir. Ayrıca yine Muâviye ve Velîd b. Abdülmelik dönemlerinde buraya nüfus nakli yapıldı. Antakya İslâm hâkimiyetinde bir serhat şehri (sagr) özelliğini kazandı, bir askeri üs ve meydana gelebilecek saldırıları durduracak savunma noktası haline geldi.
Abbasîler döneminde Kilikya'nin merkezi oldu. Me'mûn ve Mu'tasım za­manlarında bölgeye Türk idareciler gönderildi. IX. yüzyılda Abbasî Devleti'nin gerilemesi üzerine şehir 877'de Ahmed b. Tolun'un idaresi altına girdi, ardından da İhşîdiler'in eline geçti. Daha sonra, hâkimiyetlerini Kuzey Suriye ve Kilikya'ya kadar uzatan Hamdânoğulları'ndan Ebü’l-Ali Hasan 944'te Antakya'yı aldı. Fakat Bizans İmparato­ru II. Nikephoros Phokas Suriye'ye açtığı bir sefer sırasında 968'de şehri almayı başardı. Onun yerine geçen ve faaliyetlerini Suriye ve Filistin'e kadar uza­tan Jean Tzimiskes Antakya Kalesi'ni yeniden tahkim ettirdi. Şehir 1084 yılı­na kadar bir asırdan fazla Bizans hâki­miyetinde kaldı. Bu dönemde şehrin ti­carî önemi sürdü. Bizans'ın ham ipeği, ipekli kumaşları, diba, keten bezleri, ehil hayvanları Halep'e gönderiliyor, Uzakdo­ğu malları da Basra ve Fırat üzerinden şehre geliyordu. Bizanslılar tarafından ticarî imtiyaz tanınan Venedikli tüccar­lar da Antakya'da ticaret yapıyorlardı.
Antakya daha sonra bölgede faaliyet gösteren Selçukluların akınlarına hedef oldu. 1075 yılı sonları ile 1076 başlarında Kuzey Suriye'de görünen Kutalmışoğlu Süleyman Şah Halep, Selemiye ve Antak­ya'yı alma teşebbüsünde bulundu. An­takya Kalesi'ni kuşattı ise de 20.000 altın ödenmesi şartıyla bir süre sonra kuşat­mayı kaldırdı. 1083'te Alparslan'ın oğlu Tutuş Antakya üzerine yürüdü, ancak şehri alamadı. Bu sırada Musul Ukaylî Emîri Şerefüddevle Müslim'e haraç öde­yen Antakya'yı Bizans adına Ermeni Philaretos Brachamios idare ediyordu. Hat­ta Bizans'ın zaafından istifade ile Maraş, Urfa, Malatya ve Sümeysâfı ele geçirerek müstakil bir devlet kurmuştu. Ancak kısa bir süre sonra 12 Aralık 1084'te Kutalmışoğlu Süleyman Şah şehri ele geçirdi, bir müddet dire­nen kale ise 12 Ocak 1085'te düştü. Sü­leyman Şah şehir halkına iyi davrandı, Mar Cassianus Kilisesi'ni camiye çevir­di; buna karşılık iki yeni kilise yapılmak üzere bir araziyi Hristiyan halka tahsis etti. Onun Antakya'yı alması üzerine Ukaylî Emîri Müslim harekete geçip An­takya üzerine yürüdü ise de yapılan savaşta mağlûp oldu. Süleyman Şah'ın ölü­münden sonra Melikşah buraya Yağısıyan'ı tayin etti.
Haçlı orduları 21 Ekim 1097'de şehir önlerine geldikle­rinde Yağısıyan Antakya emîri bulunu­yordu. Şehir Haçlılara 3 Haziran 1098'e kadar direndiyse de Yağisıyan'ın kuman­danlarından Fîrûz'un ihaneti sonucu zaptedildi. Şehir halkı kılıçtan geçirildi. Ku­şatmaya yardımcı olan Cenovalılar'a bu­rada bir çarşı, otuz kadar ev, bir kilise, bir çeşme verildi. Haçlılar zamanında Antakya Antikçağ'daki gibi kuzey tara­fa doğru gelişmişti. Soğuksudan Hacıkrüş ve onun biraz berisindeki bugünkü yerleşme yerine doğru uzanıyordu.
An­tik dönemde Parmenius adıyla bilinen sel yatağı Hacıkrüş, Haçlılar zamanında Onoptiktes adıyla anılıyor­du. Muazzam surlarda ise bu döneme ait beş kapının adı bilinmektedir. Bun­lar kuzeyde St. Paul Hacıkrüş'te Küçük Demirkapı, Asi üzerinde Köprü Kapısı, güneyde St. Georges yerleri belirlenemeyen Porte de Jardins ve Porte du Chien idi. Ayrıca bu sırada ismen bilinen beş mahallesi kuzeyde St. Paul, merkeze yakın Amalfililer ve Pizalılar'ın oturduğu St. Sauveur, yerleri belli olmayan Panticellos ve St. Thomas idi. Arap ve Batı kaynaklarında bir “Su şehri” olarak anlatılan Antakya Batı ile olan ticarette önemli bir mevkiye sahip oldu. O sırada güçlü bir İslâm devletinin olmayışı, siyasî parçalanma Bizanslıların ve Haçlıların uzun süre bura­ya hâkim olmalarını sağladı.
Moğol istilası sırasında Antakya herhangi bir saldı­rıya uğramadı, hatta Moğolların korku­sundan şehre birçok Hristiyan ve Müslüman sığındı, nüfus bu yüzden artış gös­terdi. Haçlılar Antakya'yı bir prenslik ha­line getirerek Rober Guiscard'ın oğlu Bohemund'a vermişlerdi. 1268'e kadar buraya birçok Haçlı sülâlesi hükmetti. Bu son tarihte, Kuzey Suriye'deki Hristiyan hâkimiyetine son veren Memlûk Sultanı Baybars Antakya'yı kuşatma al­tına aldı. 18 Mayıs 1268'de yapılan bir genel hücum sonunda surlardan içeri gi­rildi, şehir mücadele ile alındığı için yağ­maya izin verildi, ayrıca vaktiyle Haçlıların yaptığı gibi halkın çoğu kılıçtan geçirildi, bir kısmı esir alındı. Şehir ate­şe verildi ve tahrip edildi.
Bundan sonra Antakya bir daha eski şaşaasına ulaşa­madı. Bu büyük tahribat muhtemelen, şehrin Batı dünyasının doğudaki önemli bir siyasî ve iktisadî merkezi, Hristiyan­lığın yayıldığı yer olması özelliklerinden dolayıdır. Baybars büyük bir ihtimalle şehrin Hristiyan dünyasındaki bu imajı­nı yıkmak istemiş olmalıdır.
İslâm âle­minde Halep'e önem verilmiş ve ticaret yolları burada düğümlenmiş olmasına rağmen Batılılar, Haçlıların doğudan sö­külmesinden sonra Memlükler'le tica­ret yaparak iktisadî bakımdan kalkındırmamak için ticaret yollarını Ayaş'tan Anadolu'ya çevirdiler. Baybars yıktığı şehri sonradan kısmî de olsa imar etti. Zira bunu gösteren ve Baybars'ın bir vakfiye düzenlediği Cündî Hamamı bu­gün de mevcuttur. Yine ilk Osmanlı tah­ririnde yer alan camilerin Memlükler zamanına ait olması mümkündür. Eski Antakya'dan ise sur kalıntıları, St. Pierre mağara kilisesi ve bunun solunda bu­lunan Charnion kabartma heykelinden başka bir şey kalmamıştır.
Antakya ve civarına ilk Oğuz aşiretlerinin yerleşmesi 1000 yıllarındadır. İlk Oğuz yerleşim bölgesi Yayladağı ve civarıdır. Dandanakan savaşından (23 Mayıs 1040) sonra bir devlet kurmayı başaran Selçuklular, plânlı bir fetih harekâtı çerçevesinde, Bizans hâkimiyetindeki Anadolu topraklarına akınlar yapmaya başlayan Selçuklular bu bölgeyi 1084 yılında zapt etmişlerdir. Sultan Melikşah 1086 yılında Halep’e ordan Antakya’ya gelerek şehri teslim almıştır. Antakya’dan Süveydiye’ye geçen Sultan Melikşah’ın Akdeniz’i gururla seyrettiği, iki rekat namaz kıldığı ve devletin sınırlarını babasından daha ilerilere götürdüğü için Allah’a şükrettiği, atını denize sürüp kılıcını suya çarptığı, sonra ayrılırken denizden aldığı kumları babasının türbesine götürüp kabrinin üzerine serptiği ve “ey babam, sana müjdeler olsun! Devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdüm.” Diye haykırdığı kaynaklarda zikredilmektedir.
Antakya, Suriye Selçuklularının karışıklık içinde bulunduğu bir sırada,1098 yılında Haçlılar tarafından zapt edildi. Ruzbik adında bir Ermeni’nin ihanet sonucunda gerçekleşen bu düşüşten sonra, şehir Haçlıların duyulmamış vahşetlerine maruz kaldı. Bu dönemde bölgede bulunan Türk topluluğuna ait olduğu bilinen en eski eser Yayladağı’nda 1131 yılında yapılan ve Selçuklu mimari sitilini yansıtan bir minaresi olan camidir.




Osmanlılar Döneminde Hatay


Uzun bir süre Haçlı hâkimiyetinde kalan Antakya 1268’de Mısır Memluk Sultanı Baybars tarafından ele geçirildi. Ancak Antakya, Müslümanların merkez olarak geliştirdikleri Şam ile rekabet edecek durumda değildi .
Dulkadiroğulları Beyliği'nde, 1480 ile 1515 yılları arasında beylik yapmış olan Alaüddüvle Bozkurt'un, beylik merkezi Kahramanmaraş ile Gaziantep, Bahçe, Kadirli, Elbistan ve Bozok'tan başka Antakya'da da cami, medrese, imaret, türbe ve zaviye gibi tesisler inşa ettirdiği İ. Hakkı Uzunçarşılı tarafından belirtilmekte ise de bu eserlerden Antakya'da bulunanlar hakkında bir açıklama mevcut değil.
Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Antakya, bu süre içinde Haleb vilayetinin, Haleb Merkez Sancağına bağlı bir kaza merkezi olarak yönetildi. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Se­lim'in (1512-1520) Mısır seferinde Memluk Sultanı Kansu Gavri ile yaptığı 24 Ağustos 1516 tarihli Merc-i Dabık savaşından sonra, Halep'in işgalini takiben güney doğu Anado­lu'da, içlerinde Antakya'nın da bulunduğu ve o zamana kadar Memluk­ler elinde olan kentler birer birer Osmanlı hakimiyetine girdiler. Evliya Çelebi'ye göre, Antakya'nın fethini müteakip, kentin anahtarla­rı Sadrazam Yunus Paşa'ya teslim edilirken, Diyarbekir Beylerbeyi Bı­yıklı Mehmed Paşa vali tayin edildi.
Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Antakya, bu süre içinde Halep vilayetinin, Halep merkez Sanca­ğı'na bağlı bir "kaza merkezi" olarak yönetildi. XIX. yüzyılın ikinci yarı­sı ile XX. yüzyıla ait umumi salnamelerle Halep Vilayeti salnamelerin­deki kayıtlara göre, imparatorluğun çöküşüne kadar, herhangi bir deği­şiklik olmadan bu statüyü muhafaza ettiği anlaşılmaktadır.
İstanbul'a uzak oluşu yanında Mısır'ın fethinden sonra bölgedeki as­keri önemini yitirmiş olmasına ilaveten, Ortadoğu'daki büyük geçiş yol­ları dışında kalmış olması gibi, zaman içinde değişen koşullar nedeniy­le, Osmanlı Devleti için önemsiz ve bu sebeple ihmal edilmiş küçük bir kasaba olarak asırlarca kendi halinde yaşamıştır.
Seleucus krallarına başkentlik yapmış, Roma çağındaki ihtişamı dille­re destan olmuş, imparatorluğun üç büyük metropolünden biri olarak imparatorların gözdesi olan ve bir zamanlar "Doğunun Kraliçesi" laka­bıyla anılmış olan Antakya'ya, Kanuni Sultan Süleyman, İran'a yapmış olduğu birinci sefer (Sefer-i Irakeyn) dönüşünde uğramıştır. 24 Kasım 1536'da vardığı Halep'de sekiz gün kalarak kentteki cami, kale ve türbe gibi yerleri ziyaret eden Kanuni Aralık ayının beşinci günü Antakya'ya gelmiş ve burada bir gece kaldıktan sonra ertesi gün İstanbul'a dönüş yolunda, İskenderun üzerinden Adana istikametinde yoluna devam et­miştir.
Mısır'ın Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra bu ülkeye giden her kafile muhakkak surette Antakya'da konaklar, oradan sonra yoluna de­vam ederdi. Ayrıca hac yolunda olması nedeniyle hacılar için de bir uğ­rak yeri idi. Sadrazam Moralı Hasan Paşa H. 1703-1704 yılında hacılar için Antakya'da bir cami, bir imaret bir mektep ve bir de hamam vakfetmiştir.
Türkiye Diyanet Vakfı yayını olan İslam Ansiklopedisi'nin Antakya maddesinde kentin özellikle XVI. Yüzyıl olmak üzere, Osmanlı döne­mindeki nüfusu, mahalleleri, umumi yapıları, ekonomik hayatı ve esna­fı hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
XVI. yüzyılda Antakya'da Meydan Ha­mamı, Cündi Hamamı, Beyseri Hamamı ve Mehmed Paşa Vakfı olan bir diğer ha­mam ile, içinde 101, dışında iki dükkanı olan bir bedesten, Dörtayak mahallesinde alt katında yirmi sekiz, üst katında yirmi iki oda ve iki dükkan bulunan bir han vardı. Cafer Ağa Vakfı olan Han-ı Sebil, yolcu ve devlet görevlilerinin kaldığı o devir içinde oldukça lüks bir konaklama yeri idi.
XVII. yüzyılın sonlarında Antakya'da vakıfları yirmi sekize ulaşan cami ve mes­cidler arasında Habib Neccar Camii ve zaviyesi ile Cami-i Kebir, en büyük yapı­lardı. Diğerleri mahalle ismini taşıyan mescidlerdi. Ayrıca Kapıağası Cafer Ağa Muallimhanesi, Farisiye Medresesi, Mağ­ribiye Zaviyesi vardı. 1710 yılında yapılan bir sayımda çeşitli mesleklere mensup 1161 esnaf ve buna ilaveten 2332 erkek nüfus tespit edilmiştir. 1838'de Antakya'nın nüfusu 6000 idi.
Sokullu Mehmet Döneminde de, Antakya’da imar faaliyetleri artmış ve bu dönemdeki yapıların çoğu günümüze kadar varlığını sürdürülebilmiştir. Payas’ta bulunan Sokullu Külliyesi bu döneme ait bir yapı olarak, günümüzde de büyük öneme sahiptir. Payas Kalesi 1567 de hendeği ile birlikte restore edilmiş bir Osmanlı kalesidir. Son yüzyılda hapishane olarak kullanılmıştı.
16.yy’da Antakya’nın demografik yapısı incelendiğinde, nüfusun birkaç defa tespit edildiği ve bu tespitin 1527’den 1589’a kadar değişmediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, bu dönemde gayrimüslim nüfusun olmadığı da kayıtlarda yer almıştır.
Osmanlı Döneminde, Antakya’nın bir önemi de, hac yolunun bu bölgeden geçmesinden kaynaklanmaktaydı. Bu yol Haremeyn-i Şerifeyn ile İstanbul arasındaki bağlantıyı sağlaması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Bu yol, Şam’dan, Kuzey Suriye’den geçip, dağlarla Akdeniz arasından dar bir geçit aracılığıyla İstanbul’a ulaşıyordu. Antakya’nın ileri gelenleri, Hac dönüşünde, Surre alayı ve Hac kafilelerini Şam sınırında karşılar ve kervanı bir iki gün ağırlarlardır.
Osmanlı Döneminde Antakya’nın ticari durumu ise; oldukça iyi organize edilmiş bir esnaf teşkilatına sahipti. İşlek çarşılara sahip olan Antakya Ahilik ilkelerine göre çalışılan lonca teşkilatı ile düzenlenmişti. Ticari açıdan önemli bir geçit bölgesi olan Antakya’da giren ve çıkan mallar üzerinden Bâc vergisi alınmaktaydı. Bununla birlikte, İskenderun limanı Süveydiye ve Payas iskeleleri de deniz ticareti açısından büyük önem taşımaktaydı. Ayrıca bu limanlar aracılığıyla askeri nakliyat da sağlanmaktaydı.
14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovasında, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.
17. - 18. yy.larda Antakya, Lâskîye, Hama, Humus civarlarında konar-göçer Türkmen aşiretleri iskân edilerek, hem üretim dengesi oluşturuldu ve hem de bazı yerleşim yerleri imar edildi. 18. yy’a gelindiğinde; Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Osmanlı ordusunu yenerek Suriye’ye ulaştı. 1832’de yapılan savaşta, İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu yenerek bu bölgeyi ele geçirdi. İbrahim Paşa’nın kurduğu düzen 1839’a Tanzimat’ın ilanına kadar devam etti.
Ermeni faaliyetlerinin Antakya ve çevresini de etkisi altına alması, daha sonra bu bölgelerde yabancı okulların açılmasına da zemin hazırlamıştır. Bu okullarda başta Ermeniler olmak üzere bütün Hristiyan halka ve kısmen de yerli halka hizmet verilmekteydi. Bu okulların en büyük amacının; verdikleri eğitim sayesinde, ülkenin ekonomisinin ve bürokrasisini yavaş yavaş ele geçirmekte oldukları da tespit edilmiştir. Söz konusu okullardan ilki, Samandağ’da açılan İngiliz okulu ve bundan sonra Antakya ve İskenderun’da da şubeleri açılarak, misyonerlik hareketlerine devam etmişlerdir.
Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.
Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman' ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen' e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı. Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Alt 02 Ocak 2012, 21:27   #32
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




Fransız İşgali ve Milli Mücadele Döneminde Hatay

Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilen bölgenin Anavatan’a ilhakı, Türkiye’nin diplomasi tarihi açısından üstün bir başarı ve örnek bir olay teşkil etmektedir.


İskenderun Sancağı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Ortadoğu’daki nüfuz bölgesine dahil edilmiş, Milli Mücadele sırasında Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Türkiye’nin güney sınırları tespit edilirken, bu bölge Türk toprakları dışında bırakılmıştı. Sancak bölgesi Misakı Milli sınırları içinde olmasına rağmen, Milli Mücadele’nin henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı bir sırada, Fransa ile savaşı sona erdiren bir anlaşma yapılırken; bölgenin Anavatandan ayrı kalmasını kabul etmek mecburiyeti hasıl olmuştu. Ancak Atatürk’ün liderliğinde yürütülen askeri ve siyasi mücadele sonunda bağımsızlığına kavuşan Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası siyasal konjonktürü ustaca değerlendirerek bu milli meseleyi tekrar gündeme getirmiştir.

Genelde Türkiye’nin olduğu gibi, Hatay’a yönelik politika da bizzat Atatürk tarafından, fakat; diğer ilgili kişi ve kuruluşlarla birlikte tespit edilip, önce, Hatay’a bağımsızlık verilerek Suriye’den koparılması, daha sonra da Anavatana ilhak edilmesi şeklinde cereyan eden iki aşamalı bir strateji izlenmiştir. Bu temel strateji çerçevesinde Hatay meselesini kan dökmeden, en son aşamasına ulaştıran Atatürk aramızdan ayrılmış. Başta İsmet İnönü olmak üzere, Türk devlet adamları da belirlenen strateji gereği mutlu sonucu elde etmişlerdir.

İngiltere ve Fransa I. Dünya Savaşı içinde gizli olarak imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu bölgesini paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre Suriye, Lübnan ve Çukurova dolayısı ile Sancak bölgesi Fransa’nın nüfus bölgesine dahil edilmiştir. I.Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Sancak bölgesi Türk küvetlerinin kontrolünde bulunuyordu. Ancak Mütarekenin 7. ve 16. maddelerini ileri süren itilaf devletleri bölgede Yıldırım Orduları Komutanı olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın direnmesine rağmen 4 - 9 Kasım 1918’den itibaren başta İskenderun Limanı olmak üzere Hatay, Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova bölgesini işgal etmişlerdir. İşgallere paralel olarak gizli anlaşma gereği bölge Fransa’ya bırakılmış, Fransa da bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmak amacıyla 27 Kasım 1918’de merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud tarafından yayınlanan bir kararname ile “İskenderun Sancağı”nı kurmuştur.
Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, tekrar geldiği Adana'da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto ederken, ilerde Hatay Meselesi haline gelecek olan bu konuya, o tarihten itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa Çukurova’da yapmış olduğu çalışmalarla bölge insanını ileride meydana gelebilecek işgallere karşı önce fikirsel olarak hazırlamış ve sonra da halkın örgütlenmesini istemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın yönlendirmesini dikkate alan bölge halkı kurtuluş fikri ile hareket ederek, düşman istilasına karşı milli mukavemeti oluşturmak amacıyla örgütlenmişti. Örgütlenen bölge halkı Kuva-yi Milliye adıyla küçük müfrezeler meydana getirerek işgallere karşı direnişe geçmişti. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle hareket eden bölge insanı, milli direnişin ilk kıvılcımını 19 Aralık 1919 da düşmana karşı sıkılan ilk kurşun ile Dörtyol’da başlatmıştır. Dörtyol yöresinde başlayan ilk Milli Mukavemetler, gittikçe bütün kutsal vatan topraklarına yayılmış, ayrıca çığ gibi büyüyerek, Milli Mücadele şeklini almış ve düzenli ordu şekline de dönüşerek, 9 Eylül 1922 günü düşmanın denize dökülmesiyle büyük bir başarıya ulaşmıştır.
Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması ile sancakta ilk direniş hareketinin çekirdeği kurulmuş oldu. Bu grubun liderliğinde hareket eden mücahitler, zaman zaman Fransız işgalcileri ile silahlı çatışmaya da girdiler. 13 Temmuz 1919'da İskenderun Sancağı'na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi.
Sivas Kongresi'nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de (Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.
Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı'nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma ortamına girmesi üzerine, Antakya'da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye'yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti'ne son vermiş ve ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı.
Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe'nin okutulması, Arapça'nın yanında Türkçe'nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk Kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk Bayrağı'na benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen, Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar. Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinde, Hristiyan nüfusu, Türk nüfusa yeğ tutan bir davranış içine girdiler. Bu tutum, sancakta yaşayan farklı etnik grupların, farklı dili konuşanların ve farklı siyasi akımlara mensup olanların çatıştığı karışık bir ortam yarattı.
Fransızların, İskenderun Sancağı'ndan çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana'da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'den bölge ile ilgilenmesini istediler.
1922'de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşması'nda esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk'ün 15 Mart 1923 günü Adana'da yaptığı konuşmada, “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” diyerek Hatay konusuna bakış açısını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular.
Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti'nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun'da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen'in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağı'nda Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex'in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.
Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam'daki Merkezi Suriye Hükümeti'ne bağlanma kararı aldı. Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Fransa'nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağı'nın geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girdiler

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:28   #33
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




Hatay Devleti Dönemi

Atatürk, 1936 yılı TBMM'nin açış konuşmasında, "... Fransızlar ile aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir." diyerek, sancağın bulunduğu bölgeye Hatay ismini verdi. Bu davranışı ile Hatay Meselesine ciddi olarak el konduğunu ifade etmiş olan Atatürk, o sırada faaliyette olan Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti'nin adını da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirdi. Bu cemiyetin merkezi İstanbul'da idi.
Atatürk’ün emri ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Cemiyetin genel başkanı, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmen Süer genel sekreter olmuştur. Ayrıca Hatay bölgesi ile ilişkilerin rahatlıkla kurulabilmesi için Dörtyol şubesi faaliyet merkezi olarak tespit edilmiş, cemiyetin fahri genel başkanı olarak Tayfur Sökmen de Türkiye ile Hatay arasındaki ilişkileri düzenlemekle görevlendirilmişti.


Olayların hızlı bir gelişme içine girdiği bugünlerde, Fransız başbakanı Leon Blum'un, Suriye'ye bağımsızlık verileceği şeklinde beyanı, Hatay'ın Suriye'ye geçmeden anavatana katılması için yapılacak çalışmaların hızlandırılmasını gerekli kıldı. Bu sırada Türk nüfusun aleyhine gelişeceği sezilen, 14-15 Kasım 1936 genel seçimlerine Türkler katılmayarak seçimi boykot ettiler. 1937 yılı başında, Hatay'daki huzursuzluğu gündemine alarak görüşen Milletler Cemiyeti, "...her Hataylı dilediği cemaat listesine yazılmak ve rey vermek hakkına sahiptir" maddesini içeren Türk tezini kabul etti ve yapılacak halk oylaması için Antakya'ya bir gözlemci heyeti gönderdi.
Heyetin halk oylaması konusunda olumlu bir kanı ile Cenevre'ye dönmesinden ve raporlarını 27 Ocak 1937'de Milletler Cemiyeti'ne vermelerinden sonra, İskenderun Sancağı için yeni bir statü ve anayasa taslağı hazırlanarak sancakta, Millet Meclisi seçimi yapılması kararı alındı. Türkiye adına Numan Menemencioğlu'nun katıldığı anayasa taslağı hazırlama komisyonu, Fransız, İngiliz, Belçikalı ve Hollandalı diplomatlardan oluşmaktaydı. Komisyon tarafından 15 Mayıs 1937'de tamamlanan tasarı Milletler Cemiyeti'nce 29 Mayıs 1937'de kabul edildi. Bu taslağa göre sancak, içişlerinde bağımsız, dışişleri, maliye, gümrük işlerinde Suriye'ye bağlı kalacaktı. Sancağın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa'nın garantörlüğü altındaydı.
Milletler Cemiyeti'nce kabul edilen tasarı esasları çerçevesinde Ekim 1937'de Antakya ve İskenderun'da Türk konsoloslukları açıldı. 15 Nisan 1938'de başlayan ve ileride yapılacak Millet Meclisi seçimine esas olacak sayım işleminde, adilane hareket edilmeyip, Türkler aleyhine bir tavır takınılması üzerine durum, Türkiye Cumhuriyeti'ne, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti'ne duyuruldu
Bir süre sonra Fransız idaresindeki Suriye Devleti ile Hatay Devleti arasında bazı konularda yetki ve yönetim açısından baş gösteren anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Manda yönetimi zamanından bu yana görev yapan bütün Fransız ve Suriyeliler, Türk yönetimince işten çıkarıldılar. Gerginleşen münasebetler üzerine Suriye Devleti'nin bir ara posta pulu vermemesi üzerine, Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'nin pullarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra kendi pullarını çıkaran Hatay Devleti, Uluslararası Postalar Topluluğu'na üye oldu. Devletin parası Suriye parası idi. Vurgunculuğa mani olmak amacıyla gizlice toplanan meclisin bir gece içinde çıkardığı bir kanunla, Suriye parası yerine Türk lirasına geçildi. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İskenderun'da bir şube açtı.
Bu sırada Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırı kapalı idi. Suriye Devletiyle anayasa gereği bir sınırı bulunmamaktaydı. 20 Ekim 1938 gece yarısı Fransızlar, kendilerine çıkarılan güçlükleri bahane ederek, Suriye Devleti'nin Hatay Devleti ile var olmayan sınırını kapattılar ve Hatay Devleti ile olan ilişkiyi dondurdular. Amaçları, Türkiye ile sınırı kapalı olan Hatay Devleti'ni ekonomik açıdan güç duruma sokup kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Bu olaya misilleme olmak üzere Hatay Devleti de Suriye ile yeni oluşan sınırını kapattı. Her iki taraftaki sınırın kapalı olmasının Hatay Devleti'nin ticaret ve ulaşım işlerini aksatacağı ihtimali karşısında, olaydan iki gün sonra Millet Meclisi'nde alınan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınır açıldı.
Suriye hududunun Fransızlar tarafından kapatılması, öteden beri düşlenen, Hatay'ın anavatana katılması hedefi için pek olumlu bir ortam yaratmıştı. Fransızların bu durumu sezip özür dileyerek, Hatay Devleti ile olan sınırı tekrar açmalarına rağmen Hatay Devleti, Suriye Devleti ile olan sınırını açmadı. Bu gergin ilişkiler içinde, anavatana katılma arzusu ile dolu sekiz ay geçti.
Türkiye Cumhuriyeti'nde 1939 yılında yapılan milletvekili seçiminde, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen Antalya'dan, Başbakan Abdurrahman Melek ise Antep'ten milletvekili seçilerek TBMM'ye girdiler. Bu olay Hatay'ın Anavatan'a katılması hedefinin bir diğer adımını oluşturmakta idi. Zaten Fransa da bu konuya son zamanlarda ılımlı bakmakta kamuoyunda ise bu çözümün bölgedeki istikrar ve her iki devletin geleceği için en uygun yol olacağı görüşü ağırlık kazanmakta idi.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:28   #34
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi





HATAY TARİHİ

Hatay, Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Araştırmacılar, eldeki bilgilere göre yörenin iskân tarihinin M.Ö. yüzbinli yıllara rastlayan orta paleolitik döneme kadar uzandığını ifade etmekte, bunun 2,5 milyon yıl öncesine kadar uzanabileceğini belirtmektedirler. 1954-1966 yılları arasında Altınözü, Şenköy, Antakya ve Çevlik’te yapılan araştırmalarda elde edilen ve M.Ö. 100000-40000 yılları arasında tarihlenen bulgular orta paleolitik dönem özellikleri taşımaktadır. Yine Yayladağı-Kışlak civarında ve Çevlik-Kanal mağarasında, M.Ö. 40000-11000 yılları arasında tarihlenen üst paleolitik döneme ait araçlar ve insan kalıntılarında Homo Sapiens Çevlikensis’ten kalma kemikler bulunmuştur. Bu mağaralarda insan yaşayışının Milattan sonraki yıllara kadar sürdüğü tahmin edilmektedir.

Bölgede Cüdeyde, Hamam Vadisi, Çatalhöyük, Atçana, Tainat gibi höyüklerde değişik zamanlarda yapılan kazı ve araştırmalarda elde edilen buluntulardan (çanak-çömlek, kadın figürleri, ağırşak, boncuk, süs eşyaları, dörtgenplanlı büyük ker--- ev duvarları -taş temel üzerinde ker--- duvar-, maden gereçler, orak, bıçaklar, taş mühürler, iğneler, deliciler, baltalar, mızrak uçlar ve Kırıkhan sınırları içinde bulunan dolmenler...gibi) Hatay yöresinin neolitik, kalkolitik dönemlerde ve Tunç Çağında yaygın ve hareketli bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra yapılan araştırmalar ise, bu çağlar boyunca Amik Gölü'nün bazen daha geniş alanlara yayıldığını, bazan da kuruyup göl sahasının uzun yıllar ova halinde kaldığını, Asi nehrinin zaman zaman yatak değiştirdiğini göstermiştir.

Amik Ovası yerleşimlerinde görülen saray mimarisi kalıntıları, Tunç Çağının siyasi yapı ve yaşayışı ile ilgili bazı bilgiler yanında, bu yerleşimlerin beylikler biçiminde örgütlendiğini de ortaya koymuştur.
İlk Tunç Çağı sonunda Amik Ovası'ndaki beylikler Mezopotomya’dan gelen Akadların egemenliği altına girmiş, fakat bu egemenlik kısa sürmüştür. Bundan sonraki dönemde kuzeyden gelen kavimlerinde etkisiyle başlayan kargaşa dönemi M.Ö. 1800 yıllarına kadar devam etmiştir. M.Ö. 1800-1600 yılları arasında yöre, merkezi Halpa (Halep) olan Yamhad Krallığı’na bağlı bir beyliğin toprakları içinde yer almıştır. Başkenti Alalah (Atçana) olan bu beylik iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Yamhad Krallığı’na bağlıydı. Bir ara Yamhad Krallığı’nın merkezi Atçana’ya taşınmış ve Kral Hammurabi burada M.Ö. 1780-1750 dönemine tarihlenen ve kalıntıları bu günde görülen surlarla çevrili bir saray yaptırmıştır. Hammuribi’nin yerini Babil Kralı Hammurabi’yle çağdaş olan ve hakimiyeti M.Ö. 1686 yılına kadar Yarim-Lim almıştır.
Yarim-Lim döneminde Orta Anadolu’da ortaya çıkan Hitit krallığı, güçlenip birliği sağladıktan sonra güneye yönelmiş, Amik ovası üzerinden Yamhad krallığının üzerine yürümüştür. M.Ö. 1620 yılında Hitit Kralı Hattuşil ölünce sefer sonuçlanmadı. Onun yerini alan oğlu Murşil, Yamhad Krallığı üzerine yeniden sefer düzenledi, Atçana ve çevresindeki yerleşim yerleri ile Halpa şehrini ele geçirdi, şehri yakıp yıktı. Daha sonra seferine devam ederek Babil’i ele geçirdi, çok sayıda esirle Hattuşaş’a döndü. Antakya ve çevresi Murşil’in ölümüne kadar Hitit egemenliği altında kaldı. Onun ölümünden sonra yöredeki prenslikler Hitit egemenliğine baş kaldırdılar. Prens İlim-İlimma’nın başında bulunduğu Atçana Beyliği ile bütün Suriye şehirleri M.Ö. 1490’larda Mısır egemenliğini kabul ederek Firavun Tutmasis III’e bağlandılar.
M.Ö. 15. yüzyıl ortalarında Yamhad Krallığı Hitit egemenliği altına girdi. II. Hattuşil döneminde Yamhad Krallığı ve diğer yöre devletleri bir süre bağımsız kalabildilerse de, I. Şuppiluliuma bu yöreleri tekrar zaptetti. Daha sonra Şuppiluliuma ikinci bir sefer daha düzenleyerek bölgeleki Hitit egemenliğini kesinleştirdi ve bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etti. 13. yüyılda Kral Tukulti-Ninurta zamanında Asurlular Güneydoğu Anadolu’yu zaptetti. M.Ö. 1200’lü yıllarda Hitit devleti zayıflayınca Güney Anadolu’da Fırat kıyıları ile Konya arasındaki bölgede çok sayıda devletçik ortaya çıktı. Etnik kökenleri, dilleri ve gelenekleri farklı olan bu devletçikler uzun süre siyasi bir birlik kuramadılar. Sadece Amik Ovası ve çevresinde birleşme sağlanabildi ve merkezi Kanula (Kırıkhan yakınlarındaki Çatalhöyük) olan Hattena Krallığı kuruldu.
M.Ö. 9. yüzyılda Kral Asur-Nasir-Apli yönetimindeki Asurlular, Kral Lubarna yönetimindeki Hattena ülkesine girip, Kanula’ya kadar geldiler. Daha sonra Kral II. Salmanassar döneminde Hattena ülkesi bütünüyle Asur denetimi altına girdi. Asurluların zayıflayıp prensliklere bölünmesinden sonra geçici bir birlik oluşturmuş olan Hitit prenslikleri bir süre barış ve özgürlük içerisinde yaşadılar. Ancak kısa bir süre sonra bu defa Van yöresinde yaşayan Urartuların egemenliği altına girdiler. M.Ö. 721-705 arasında hüküm süren Asur Kralı II. Sargos döneminde ise bu prenslikler birer Asur Vilayeti haline dönüştürüldü. Prensliklerin Batı Anadolu’daki Friglerden yardım istemesi üzerine Asurlular baskıyı arttırdı, halkın büyük kısmı Asur ülkesine nakledildi. Bir süre sonra Hitit prenslikleri eridi, birer birer ortadan kalktı.
M.Ö. 680’li yıllarda Karadeniz’in doğusunda ve Kafkasların kuzeyindeki Kimmerleri kovalayıp Kafkas geçitlerini aşan Sakaların, Türkmen / Oğuzların ataları ve Saka başbuğu Partatuca’nın torunu Madova’nın da destan kahramanı Afrasyab, ya da diğer adıyla Oğuz Han olduğu kabul edilir. Bir Türk kavmi olan Saka’lar Çin’den Karpatlara, Filistin’den Urallara kadar olan bölgenin hakimi ve Oğuz Han, bir cihangir hükümdar idi. Oğuz Han M.Ö. 654 yılında Filistin yöresine geldi. 10 yıl kadar sonra da Türklerin “Batak Şehir” adını verdikleri 306 kapılı Antakya şehrini bir yıllık bir kuşatmadan sonra zaptetti. Şehre oğulları, kadınları, çocuklar ve 90 000 askeriyle giren Oğuz Han, altın bir taht üzerinde oturdu. Burada 18 yıl kaldıktan sonra 626 yılında ayrıldı.
M.Ö. 6. yüzyıl ortalarında İran’da kurulan ve kısa sürede egemenlik alanını genişleten Pers İmparatorluğu orduları Ortadoğu’nun Babil ve Asur baskısından yılmış halkları tarafından kurtarıcı gibi karşılandı. Bu dönemde yörede uzun süre huzursuzluk ve ayaklanma görülmedi. I. Dareios zamanında Pers krallığı 23 satraplık ve 127 vilayete ayrılmıştı. Bu dönemde Antakya ve çevresi, merkezi Tars (Tarsus) kenti olan Kilikya satraplığı sınırları içinde bulunuyor, Pers imparatorluğuna vergi ödüyordu.
M.Ö. 334-333 yıllarında Anadolu’yu baştan başa aşıp, Gülek Boğazı'ndan Çukurova’ya geçen Büyük İskender Akdeniz’in kuzeydoğu ucunda, bir sahil kasabası olan Myriandros’ta (bugünkü İskenderun) kamp kurdu. Bu sırada bölgede bulunan Pers İmparatoru III. Dareios da Amanos dağlarını aşıp bu günkü Dörtyol’un bulunduğu ovaya indi, Pinaros çayı (Deliçay) kıyısında savaş düzeni aldı. Bunun üzerine İskender Dörtyol ovasına geri döndü. İki ordu, körfezin ucunda bulunan İssos’ta 333 yılı sonlarında savaşa tutuştu ve İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Daha sonra zafer anısına Myriandros’ın adını “Alexandria” olarak değiştiren İskender Amanos dağlarını aşarak Amik ovasından geçip yoluna devam etti.




İskenderun, Antakya ve Seleukeia Pieria’nın Kuruluşu

İskender’in M.Ö. 323 yılında ölmesi üzerinde komutanları arasında nüfuz mücadelesi ortaya çıktı. Nihayet M.Ö. 312 yılında I. Antigonos’u yenen Seleukos, Asur ülkesi ile İran’daki satrapları kendisine bağladı. Dicle kıyısındaki Seleukeia kentini merkez yaptı. Antigonos, M.Ö. 307 yılında bugünkü Antakya’nın biraz kuzeyinde Akdeniz sahilinden doğuya, içerilere giden yol üzerinde Asi nehri kenarında bir şehir kurdu ve bu şehre “Antigonia” adını verdi. Ancak 301 yılında I. Seleukos Nikator’la yaptığı savaşta öldü. I. Seleukos Nikator M.Ö. 23 Nisan 300 tarihinde Akdeniz kıyısında Seleukia (bugünkü Samandağ-Çevlik) kentini kurdu ve o güne kadar ve başkenti Dicle kenarında bulunan başkenti buraya taşıdı. Seleukeia’da şehir surları içinde bir de liman inşa edildi. Daha sonra I. Seleukos Antigonia’yı yıktırıp, daha güneyde, dağ eteğinde (yani Antakya’nın bugünkü yerinde) yeni bir şehir yapılmasını emretti. Şehrin temeli M.Ö. 22 Mayıs 300 tarihinde atıldı ve inşası tamamlanınca devlet merkezi buraya nakledildi. Seleukos şehre babasının (ya da oğlunun) adına izafeten “Antiokheia” adını verdi (Bu isim zamanla “Antakya” şeklini almıştır.)

Başkent Antakya hızla gelişip o günün dünyasında önemli bir merkez olarak ün kazandı. I. Seleukos döneminde su kanalları yapılarak Defne (Harbiye) çağlayanlarından Antakya’ya su getirildi. Şehirde su deposu ve dağıtım şebekesi yapıldı. Bu çalışmalar sonraki krallar zamanında da devam etti. Şehir, M.Ö. 246-244 yılları arasında Mısırlıların işgaline uğradı.
Antakya, aynı zamanda bir olimpiyatlar şehriydi. Bilindiği kadarıyla Antakya’da, ilki M.Ö. 195 yılında olmak üzere M.S. 6. yüzyıla kadar muhteşem olimpiyatlar düzenlenmiştir. Önce “festival” ya da “şenlik” adıyla başlayan olimpiyatlar, ilk defa Claudius zamanında olimpiyat adıyla kurumlaştı.
M.Ö. 83 yılından 69 yılına kadar Suriye ile birlikte Ermeni Kralı Tigranes’in hakimiyeti altında, 69-64 yılları arasında yine Seleukos idaresi altında yaşayan Antakya, M.Ö. 64 yılında Antakya Roma İmparatorluğu'na katıldı ve İmparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti oldu. M.Ö.47 yılında Sezar şehri ziyaret etti ve büyük yapıların yapılmasını sağladı. Roma Valisi Cassius, M.Ö. 40-30 döneminde Partların kuşatmasına yine Antakya’da direndi.
M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında , 30’lu yılların oartalarında ilk defa Antakya’da yayıldı, Hz. İsa’ya inananlara ilk defa burada “Hristiyan” adı verildi ve Hristiyanlığın ilk kilisesi Antakya’da kuruldu.
M.S. 1. yüzyılda Antakya nüfus bakımından Roma İmparatorluğu’nun, Roma ve İskenderiye’den sonra üçüncü büyük şehriydi.
Asi nehri ağzında bulunan ve eski çağlardan beri kullanılan El Mina limanı Antakya ve dolayısıyla buraya ticaret yollarıyla bağlı şehirler için çok önemliydi. 4. Yüzyıla kadar küçük gemiler nehir yoluyla Antakya’ya kadar gelebiliyorlardı. Seleukeia Pieria limanı hizmete girince deniz ticaretinin ağırlığı bu limana kaymıştı. Burası aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz’deki en önemli askeri üssü durumundaydı.
Antakya Asi nehri ile Silpiyus Dağı arasındaki meyilli arazide kurulmuştu. 360 burçlu yüksek, sağlam surları, tepede birde iç kalesi vardı. Önemli anayollarının kavşak noktasında ve El Mina-Seleukeia-İskenderun gibi limanlara sahip olması nedeniyle hem maddi hemde kültürel yönden zengin bir şehirdi. Şehir içinde ve çevresinde birçok sanat yapıları, anıtlar, mabetler, tiyatro, hipodrom, hamamlar, agora, geniş ve muntazam caddeler vardı. Zenginlerin, önemli kişilerin evlerinin zeminleri eşsiz sanat eserleri olan mozayiklerle süsleniyordu.
Romalıların gözde şehri ve doğu başkenti olan, zaman zaman imparatorlara ev sahipliği yapan Antakya M.S. 256 ve 260 yıllarında Sasani hükümdarı Şapur I. tarafından işgal edildi. Bunun ardından 261-272 yılları Palmira hakimiyeti altında yaşadı. 4. Yüzyıl başlarında, İmparator Konstantin zamanında bölgede Hristiyanlık hakim inanç haline geldi. Buna karşılık, 361-363 yıllarını kapsayan İmparator Julian döneminde şehirde pagan inancını yeniden canlandırma yönünde sonuçsuz ve başarısız bir bir fikir hareketi oldu. 395 veya 396 yılında ise güneye inip Suriye’yi işgal eden Hunlar Antakya önlerine kadar gelip şehri zaptettikten (ya da bazı kaynaklara göre şehri bir süre kuşattıktan) sonra bölgeden çekildiler.
395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü, Antakya Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kaldı.
Antakya, tarih boyunca depremlerle en çok yıkılmış şehirlerden biridir. Bilinen önemli depremler M.Ö.148, 130, 83-90 arası, M.S. 35,37 ve 41-45 arası, 115, 341, 365, 396, 458, 526, 528 ve 531-534 arası, 532, 551, 557, 588, 589 yıllarında meydana gelmiştir. Bunlardan en şiddetli ve en çok can kaybına yol açanı, 29 Mayıs 526 akşamı meydana gelen depremdir. Bu depremde 250.000 kişi ölmüş ve Antakya ile birlikte Defne ve Seleukia Pieria de yerle bir olmuştur. 528 yılında meydana gelen deprem de en az önceki kadar şiddetliydi, ama can kaybı daha az oldu.
526 ve 528 depremlerinden sonra yeniden kurulan Antakya 540 yılında İranlıların işgaline uğradı. 542 yılında bir veba salgını yaşandı, 573 yılında İranlılar Antakya ve civarını yakıp yıktılar. 611-628 yılları arasında yine İran işgali altında kalan Antakya Doğu Roma için önemli ve uğradığı bunca tahribata rağmen, hala komşu devletlerin ilgisini çeken bir şehirdir. Nitekim 638 yılında Suriye’de fetihler yapan Ebu Ubeyde İbn-ül Cerrah komutasındaki İslam ordusu Antakya’ya yöneldi ve şehir kuşatıldı. Şehir anlaşma ile teslim alındı. Halkın bir kısmına eman verildi, bir kısmı şehirden uzaklaştırıldı. Fakat asker ayrıldıktan sonra halk anlaşmayı bozunca Ebu Ubeyde yeniden kuvvet gönderdi, şehir eski barış şartlarıyla yeniden teslim alındı. Burada “murabıt” adı verilen bir daimi sınır muhafızlığı teşkilatı kuruldu. Buradan Bizans ülkesine akınlar yapıldı.
705-715 yılları arasında yörede birçok kaleler yapıldı. 661-750 yılları arasında (Emeviler dönemi) Antakya Halep’e bağlıydı.
Antakya Abbasiler döneminde sakin bir devir yaşadı, hatta halife Harun Reşid Antakya’yı ziyaret etti. 843-849 yılları arasında İbn Ebu Davud harap durumdaki İskenderun kalesini tamir ve kısmen yaptırdı. 846 veya 847 yılında meydana gelen depremde Antakya ve Musul’da 20.000 kişi öldü. 868 depreminde ise Antakya’da bütün evler yıkıldı, kale burçları harap oldu.
877’de Tolunoğullarının, daha sonra Ihşitlerin egemenliği altına giren Antakya, 944 yılında Hamdanoğullarının Halep koluna bağlandı. 968 yılında Bizans ordusunun kuşattığı şehir 969 yılında teslim oldu. Böylece 631 yıl süren İslam dönemi sona ermiş oldu. Mart 1054’de Antakya’da meydana gelen depremde 10.000 kişi öldü.
Abbasiler döneminde bölgede önemli bir Türk nüfus birikimi gerçekleşmiş, Doğudaki Selçuklu varlığı da Türklerin yörede yayılmasında büyük etken olmuştu. Bu dönemde Batı Anadolu’da birçok fetihler yapan Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1074 yılında Anadolu’dan güneye doğru bir akın düzenledi ve bu akın sırasında Antakya’yı kuşattı. Sonuçta Vali İsaaikos Kommenos’la 20 000 altın karşılığında barış yapması üzerine kuşatmayı kaldırıp Anadolu’ya döndü.
Bunu izleyen dönemde Antakya valisi olan Philaretos Brachanios halkı ve emrindeki yöneticileri kötü ve baskıcı yönetiminden usandırmıştı. Valinin kötü yönetiminden bıkan yöneticiler şehrin ileri gelenleri onun 1084 yılında Urfa’ya gidişini fırsat bilerek Süleyman Şah’ı Antakya’ya davet ettiler. 300 atlı ile 12 günde İznik’ten Antakya’ya ulaşan Süleyman Şah 12 Aralık 1084 günü Antakya’ya girdi. Şehirde kimseye kötülük yapılmadı. Süleyman Şah halkı bağışlayacağına dair söz verdi. Alınan bütün esirleri serbest bıraktırdı. Bu durumu gören iç kaledekiler de direnmekten vazgeçip 12 Ocak 1085’te teslim oldular. Bir süre sonra kendisinden vergi isteyen Musul Emiri Müslim’le savaşmak zorunda kalan Süleyman Şah savaşı kazandı (12 Haziran 1085) Fakat bir yıl sonra Filistin Selçuklu hükümdarı Tutuş ile Halep civarında yaptığı savaşta ordusu yenildi, kendisi öldü (Haziran 1086) Aynı yıl Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Antakya’ya geldi, Süveydiye’ye kadar gitti. Yağısıyan’ı Antakya’ya vali tayin ettikten sonra bölgeden ayrıldı (1087).
1090 (veya 1092) yılında Antakya’da şiddetli bir deprem oldu.
1090’lı yıllarda Avrupa’da Haçlı ordularının tarih sahnesine çıktığı ve Doğuya doğru sefere çıktıkları görüldü. 1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya geçerek İskenderun Körfezi’ne ulaşan Haçlı orduları İskenderun’u aldıktan sonra Belen geçidi üzerinden Antakya önlerine gelerek, şehri kuşattı (21 Ekim 1097) Bu ordunun diğer bir kolu da Maraş, Amik, Artah-bugünkü Reyhanlı-, Demirköprü üzerinden gelerek kuşatmaya katılmışdı. Bu sırada Suriye Selçukluları karışıklık içindeydi. Antakya kuşatmaya uzun süre direndi, nihayet 3 Haziran 1098’de Haçlılar tarafından zaptedildi.
Daha sonraki dönem1lerde 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye bölgesi Bizanslıların elinden çıktı. Bölgeyi Müslüman beyliklerle Latinler paylaştı. Bu dönemde Antakya’da Ceyhan Irmağından Lazkiye’ye kadar olan bölgeyi kapsayan ve Kudüs’e bağlı olan bir dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu.
Bu dönemde Asi nehri ile Silpiyus dağı arasında 1,5 km genişliğinde 5 km uzunluğunda bir alan üzerine yayılmış olan Antakya şehrinin nüfusu 100 000 olarak tahmin ediliyordu .
Antakya 1137 yılında Kilikya seferine çıkmış olan Bizans İmparatoru Jan Komnenos tarafından zaptedildi. 1142’de düzenlenen ikinci bir seferde Antakya çevresindeki köy ve kasabalar tahrip edildi. Onun yerine geçen Manuel Komnenos döneminde Antakya Prensi İstanbul’a gidip onun tâbiiyetini kabul etmek suretiyle Antakya’da kalabildi.
Roma İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma gayesini güden Manuel Komnenos, 1158 yılında düzenlediği doğu seferinde Çukurova Ermeni Prensliği üzerinde kesin hakimiyet sağladı. Bundan sonra Antakya’ya geçti. Kudüs Kralı Baldwin III. de Antakya’ya gelerek Bizans İmparatorluğuna sadakatini arz etti. Kommenos bir süre sonra İstanbul’a döndü.
1157 ve 1169 yıllarında meydana gelen depremler Antakya’da ve Bakras kalesinde büyük yıkıma yol açtı.
Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi’nin 1187 yılında Halep’i zaptetmesi üzerine zor durumda kalan Antakya Prensi III. Bohemond, Sultana elçi göndererek barış istemiş, Sultan bu talebi kabul etmişti. Bundan sonra bölgedeki birçok kaleyi zapteden Selahaddin Eyyubi Eylül 1188’de Haçlıların elinde bulunan Bakras ve Darbsâk kalelerini zaptetti ve Antakya’nın Anadolu ile bağlantısını kesti. Antakya halkı büyük sıkıntı içine düştü. Şehir sadece El Mina ve Seleukiea Pieria limanları vasıtasıyla yardım alabiliyorlardı. Bu arada Antakya Prensliğinin talebi üzerine kısa süreli barış andlaşması yapıldı. Selahaddin, bölgedeki bütün kaleleri zaptetmek için sefer hazırlığı içinde olmasına rağmen, III. Haçlı Seferi’nin başlaması üzerine bu sefer gerçekleşmedi. Eyyubi orduları 1191 yılında bölgeden tümüyle çekildi.
13. yüzyılda Mısır’a hakim olan Memlûk Devleti’nin orduları Amik ovasına kadar ulaşmış, 1261 ve 1262 yıllarında Antakya’yı iki defa kuşatmışlardı. 1268 yılında tekrar yöreye gelen Baybars komutasındaki Memlûk ordusu Koz kalesini zaptettikten sonra Antakya’yı kuşattı. 18 Mayıs 1268 tarihinde şiddetli bir savaş sonucunda Antakya’da zaptedildi. Şehir yağmalandı, ateşe verildi, surlar tahrip edildi, iç kale yıktırıldı. Şehre denizden gıda maddesi taşıyan Seleukeia Pieria (Çevlik) limanını da tahrip ettiren Baybars, Bakras ve Darb-ı sâk kalelerini zaptetti. Bundan sonra Antakya’da ve Bakras’ta birer cami yaptırdı. Antakya’da imar faaliyetlerine girişildi.
Memlûklerin gelişi ile Antakya’da 171 yıl hüküm süren Antakya Haçlı Prensliği sona ermiş oluyordu.
Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgeye gelen 40 000 çadırdan fazla Türkmen Gazze’den itibaren Antakya ve Sis (Kozan) sınırına kadar, Haçlılardan alınan sahil bölgelerine yerleştirildi.
14. yüzyılda yöreyi ziyaret eden seyyah İbn Batuta Antakya’nın büyük, nüfusu kalabalık, binaları güzel, su ve yeşilliği bol bir şehir olduğunu, Amik ovasında Türkmenlerin sürüleri ile konakladıklarını yazar. O dönemde Amik ovasında Bozoklardan Avşar, Beğdili ve diğer Türkmen boyları yaşıyordu.
1394 yılında Timur, Memlûk topraklarına bir sefer düzenledi, fakat Antakya’ya girmedi.
14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya yörelerinde Avşarlar ve Bayatlar çoğunluktaydı. Kuzey Suriye Avşarlarından Gündüzoğulları Amik ovasında, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları İskenderun Körfezini çevreleyen bölgede yaşıyorlardı. Hatta Dulkadiroğlu Süli Bey’le anlaşan Özeroğlu Davut Bey Memlûklere karşı ayaklandı, Antakya’yı ele geçirdi. Fakat 1411 yılında Halep Valisine yenilince şehri Gündüzoğulları’na terkedip çekildi. Gündüzoğulları’nın Antakya hakimiyeti de kısa sürdü. 1432 yılında Antakya’dan geçen seyyah Bertrandon de la Broquiere’in gözlemlerine göre o zaman o bölgenin başkenti olan Antakya’nın surları içinde üçyüz kadar ev bulunuyordu, yöredeTürkmenler hayvan yetiştiriyorlardı.
15. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı toprakları güneye doğru genişleyip Memlûk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlar da başladı. 1487 yılında Çukurova’da Memlûk ordusu Osmanlı ordusunu yendi, komutanı Hersekzade Ahmet Paşa’yı esir etti. 1488 yılındaki seferde de Osmanlı ordusu Memlûk ordusuna karşı başarı sağlayamadı. Nihayet 1490 yılında barış anlaşması yapıldı.
Bu yıllarda Ümit Burnu yolunun keşfedilmesi ticaret yolunu değiştirdi. Avrupa-İskenderun arasında işleyen gemilerin sayısında azalma oldu. İskenderun ve çevresi bundan çok etkilendi.
1516 yılında Osmanlı ordusu ile Memlük ordusu arasında Mercidabık’ta cereyan eden savaşı Osmanlı ordusu kazandı. Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı oardusunun başında Halep’e girmesiyle Antakya, İskenderun ve çevresi de 1516 yılının Ağustos ayında Osmanlı hakimiyeti altına girmiş oldu. Şehre ilk vali olarak Bıyıklı Mehmet Paşa tayin edildi. Bundan sonraki yıllarda yöre için en önemli olay, Kanuni Sultan Süleyman’nın buradan geçişidir. Kanuni, Tebriz seferi dönüşünde Aralık 1535 başlarında Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda, 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerden birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır.
1552 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın buyruğuyla Belen’e cami, han, hamam, imaret ve ziyaret yapımına başlandı. Belen’e 250 nefer derbentçi yerleştirildi. Birkaç yıl sonra 65 hane daha yerleştirilerek burası köy haline getirildi. Bundan sonra yine yol güvenliğini sağlamak için Payas’taki eski kale ve hendeği sökülüp tümüyle yeniden yapıldı (1567-1571). Yine Payas’ta kalenin karşısında Sokullu Mehmet Paşa’nın 1568 yılında yapımına başlattığı cami, han, hamam, arasta, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca bir iskele ile bir tersane yapıldı, limanı korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına küçük bir kale (Cin kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. Sokullu aynı dönemde Antakya’da da han, hamam, bedesten, değirmen gibi çoğu günümüze kadar ayakta kalan yapılar yaptırdı.
Yörede bundan sonraki dönemde bilinen tek önemli olay 1607 yılında devlete isyan halinde olan Canbolatoğlu üzerine açılan seferdir. Bu seferde Murat Paşa, Oruç (Ruc) Ovası'nda Canbolatoğlu’nu bozguna uğrattı.
1615 yılında Antakya ve çevresinde şiddetli bir deprem oldu.
17. yüzyılda yörede Süveydiye, Payas, İskenderun iskeleleri faal durumdaydı. Asi nehri ağzı kumla dolduğundan Antakya, Süveydiye iskelesinden yeterince yararlanamıyordu. İskenderun’un havzası pek fena, etrafı bataklıklarla kaplıydı. Ama işlek bir iskeleydi. Nasuh Paşa’nın başlattığı kale inşaatı yarım kalmıştı. Bu yüzden güvenlik yeterince sağlanamıyordu. Payas Limanı ise hem ticaret , hem de askeri nakliyat yönünden çok önemliydi. Surre alaylı (Hac kafilesi) hacca giderken bu yoldan geçiyordu.
1648 yılında Hatay yöresinden geçen Evliya Çelebi, seyahatnamesinde özellikle Payas, İskenderun, Belen, Bakras ve Antakya hakkındaki gözlemlerini ayrıntılı olarak anlatmıştır.
17. yüzyılın sonlarında güvenliğin yeterince sağlanamaması yüzünden yöredeki birçok köyler harap olmuş, çoğu köylüler yerlerini terkettikleri için köyler boşalmış, üretim azalmaya başlamıştı. Bir yandan göçler önlenirken bir yandan da 17. yüzyıl sonları ile 18. yüzyılın başlarında Antakya, Lazkiye, Hama, Humus, Trablusşam dolaylarına konar-göçer halde yaşayan çok sayıda Türkmen aşiret ve oymakları iskân edildi. Böylece hem üretim dengesi kuruldu, hem de harap yerleşim yerleri imar ve ihya edilmiş oldu.
Bu dönemde Karamurt’ta (Bakras civarı) Kanuni’nin yaptırdığı han da harap, iş görmez haldeydi. İskân çalışmalarının devamı olarak 1703-1704 yıllarında Vezir Hasan Paşa aynı yerde büyük bir han ile cami ve imaret yapılmasını emretti, yapım 1706 yılında tamamlandı. Burada aynı zamanda mustahkem bir kasaba inşa edildi ve yol güvenliği için derbent teşkilatı kuruldu. Böylece bölgede güvenlik sağlanmış oldu.
1769 yılında Abdurrahman Paşa’nın çabalarıyla Belen’e etraftan ahali getirilip iskân olundu.
1790 ( veya 1791) yılında Ordu (bugünkü Yayladağı) ve civarındaki köylerde görülen baskın ve eşkıyalık olaylarından sonra, 1792 yılında Halep Valisi Mustafa Paşa’nın, askerlik bahanesiyle Antakya halkından haraç almak istemesi, ama halkın direnip vermemesi nedeniyle 2000 kadar adamıyla şehri kuşatması izledi. Halk direnince Valinin adamları kuşatmayı kaldırıp Kuseyr köyleriyle Ordu ve civarındaki köyleri bastılar. Daha sonra Asi nehrini geçerek Süveydiye nahiyesine saldırdılar, evleri, çardakları, ipek damlarını yakıp yıktılar ve yağmaladılar. Daha sonra Antakya kuşatmasını sürdürerek şehre saldırdılar. Halk direndi, meydana gelen çarpışmalarda 13 kayıp verdi, ama saldırganları şehre sokmadı. Daha sonra Kadı Naibi ve şehrin ileri gelenleri bir dilekçe hazırlayıp İstanbul’a göndererek olayı anlattılar ve vali ile adamlarından şikayetçi oldular.
Kışları Amik ovasında, yazları Anadolu yaylalarında geçiren 3 000 atlı, 3 000 yaya çıkaracak büyüklükte konar göçer bir aşiret olan Reyhaniye aşireti 19. yüzyıl başlarında kısmen iskânı kabul etti. Yine aynı dönemde Payas ve çevresinde hakimiyeti ele geçiren Küçükalioğulları ailesi devlete başkaldırdı. Hacı kafilelerinden bile haraç alacak kadar ileri gittiler. Bu durum 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etti.
1822 yılında meydana gelen deprem İskenderun ve çevresinde büyük yıkıma yol açtı. Seleukeia Pieria’nın son kalıntıları da yıkıldı, Antakya’da birçok ev hasar gördü.
Osmanlı döneminde Antakya’da Ahilik ilkelerine göre çalışan, lonca halinde örgütlenmiş bir esnaf teşkilatı, hanlar etrafında organize olmuş ve her biri bir mesleğin mensuplarına tahsis edilmiş sokakların oluşturduğu işlek bir çarşı vardı. Asi nehri üzerinde değirmenler ve bahçelerin sulanması, hem de şehrin hamamları için gerekli suyu nehirden sağlayan su dolapları vardı.
1832 yılında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Suriye bölgesindeki Osmanlı ordusunu yenerek Suriye’yi zaptetti. Osmanlı komutanı Ağa Hüseyin Paşa orduyu dinlendirmek için gittiği Halep’e kabul edilmedi. Bunun üzerine kuzeye, Beylan (Belen) Boğazı’na çekilerek burada savunma düzeni aldı. Antakya’ya gelen ve ordusunu dinlendiren İbrahim Paşa Osmanlı ordusunun savunmada bıraktığı boşluklardan yararlanarak 28 Temmuz 1832 günü yapılan savaşı iki saat içinde kazandı. Osmanlı ordusu ağır kayıplar verdi. İbrahim Paşa ordusu buradan iskenderun’a geçerek yoluna devam etti, Anadolu içlerine kadar ilerledi. Antakya ve çevresinde 1839 yılına kadar İbrahim Paşa’nın kurduğu düzen devam etti.
1839 yılında Tanzimat’ın ilanıyla tüm Osmanlı ülkesi gibi Antakya ve çevresinin idari teşkilatında da yeni düzenleme yapıldı.
19. yüzyılda Gâvurdağı yöresinde asayiş bozulmuş, huzur kalmamış, Sivas vilayeti sınırlarından İskenderun iskelesi, Beylan ve Antakya kazaları sınırına kadar olan geniş bölgede isyan hareketleri baş göstermişti. Devlet bu bölgeyi ıslah etmek ve düzeni yeniden kurmak için bir fırka (tümen) oluşturdu. ”Fırkai Islahiye” adı verilen bu ordunun komutanı Müşir Derviş Paşa, mülki konulardaki yetkilisi Ahmet Cevdet Paşa idi. Ordu 1865 yılı ortalarında İskenderun’a geldi. Belen yoluyla Amanos dağları geçilerek harekâta başlandı, isyancı aşiretler itaat altına alındı, bölgede huzur sağlandı. Ordunun konakladığı yerde bir kışla yapıldı. Hacılar, Tiyek ve Akbez nahiyeleri birleştirilerek bir kaza oluşturuldu ve kaza merkezi olmak üzere kışla yanında birkaç yüz hanelik bir kasaba inşa edildi. Buraya ilk önce Hassa taburları ayak bastığı için kasabaya “HASSA” adı verildi. Buraya üç nahiyenin halkından bir kısmı nakledildi. Bundan sonra Halep vilayetinin idare yapısı yeniden düzenlendi. Yeni düzenlemede Antakya, Reyhaniye, Payas, Beylan, İskenderun (İskenderun Belen’e, Belen Payas’a bağlı), Ordu (Cisrişşuğur’a bağlı), Hassa (İslahiyeye bağlı), Halep vilayeti sınırları içinde yer aldı.
1869 yılında Süveyş Kanalının açılışı İskenderun iskelesini, dolayısıyla yöre ekonomisini olumsuz etkiledi. İskenderun’un ticari yoğunluğu ve buna paralel olarak önemi azaldı. 16 Nisan 1872 tarihinde Antakya’da meydana gelen şiddetli deprem Antakya ve köylerinde büyük tahribat yaptı. Depremde 1500 kişi öldü, çok sayıda insan yaralı olarak kurtuldu.
Süveyş Kanalının açılışının İskenderun ve havalisinin ekonomisi üzerinde yaptığı olumsuz etkileri telafi etmek için İskenderun-Halep arasında bir şose yapımına başlanmıştı. Bu yol 1886 yılında tamamlandı. 1904 yılında yapımına başlanan İskenderun-Toprakkale demiryolu hattı ise 1 Kasım 1913 tarihinde tamamlanarak işletmeye açıldı.
Nisan 1909’da Adana’da meydana gelen Ermeni olayları Dörtyol, Kırıkhan ve Antakya’ya da sıçradı, bu bölgelerde de olaylar oldu. 1915 yılında Süveydiye nahiyesi (bugünkü Samandağ) sınırları içindeki Musa Dağı’nda ikinci bir Ermeni olayı yaşandı. Buradaki köylerde yaşayan Ermenilerin büyük bir kısmı devletin tebliğ ettiği zorunlu yer değiştirme (tehcir) emrine uymayarak dağa çıktılar ve devlete isyan ettiler, dağı kuşatan askeri birliklerle silahlı mücadeleye giriştiler. 40 gün süren isyan Ermenilerin Fransız gemileri ile Mısır’a kaçmasıyla sona erdi.
I. Dünya Savaşı yıllarında Araplar Osmanlı Devletine karşı isyan hazırlıkları içindeydi. Bu amaçla İngilizler ve müttefikleri ile görüşmeler yapıyorlardı. 1916 yılının Mart ayında Petersburg’da Sykes-Picot-Sazanof (İngiliz-Fransız-Rus temsilcileri) arasında yapılan görüşmelerde de konu Osmanlı topraklarının paylaşılmasıydı. Buna göre Güneydoğu Anadolu’yu ve Suriye’yi Fransa, bunun güneyinde kalan bölgeyi, özellikle Irak’ı (petrol bölgesi) İngiltere alacaktı.
Savaş sonlarına doğru, Mondros mütarekesi öncesinde bu anlaşmanın uygulanacağını anlayan Faysal (Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu) Şam’a girip 7 Ekim 1918’de bütün Suriye’yi içine alan bir Arap hükümeti kurduğunu ilân etti. Hemen ardından, diğer şehirlerde de adamları vasıtasıyla kendine bağlı hükümetler ilan edilmesini sağlamaya çalıştı. Bu hedeflerden biri de Antakya idi.
1. Dünya Savaşının son günlerinde Suriye cephesindeki Türk ordusu 25/26 Ekim 1918 gecesi Halep’i terkedip kuzeye çekildi. Bu çekilme sırasında orduya komuta eden Mustafa Kemal Paşa Halep’te sokak muharebelerini bizzat idare etti. 28 Ekim’de Türk birlikleri Antakya, Belen, Dircemal, Telrifat hattını korumuş, Mustafa Kemal Paşa bugünkü sınırlara uyan bir hattın korunmasını emretmiş, yani bir anlamda yeni Türk Devletinin sınırlarını belirlemiş oluyordu. Bu sırada Antakya’da Faysal taraftarları 27 Ekim 1918 günü bir emrivaki sonunda Faysal’ın güdümünde bir Arap hükümeti ilân ettiler. Hükümet konağındaki Osmanlı bayrağını indirip yerine Arap bayrağı diye bir bayrak astılar. Kaymakam İbrahim Ethem Bey’i hükümet reisliğine getirdiler.
30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros mütarekesi imzalandı. Ertesi gün mütareke hükümleri ordulara ve vilayetlere tebliğ edildi. Bunun ardından, Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığına tayin edilen Mustafa Kemal Paşa 3 Kasım 1918 günü birliklerine verdiği emirde “İskenderun, Antakya, Cebelsam’an, Katma, Kilis havalisi halkının dörtte üç çoğunlukla Arapça konuşan Türk olduğunun her işlemde gözönünde bulundurulmasını” ve mütareke şartları açıklığa kavuşturuluncaya kadar asker çıkartılmasına engel olunmasını emretti. Antakya’dan gelen Arap yanlılarıyla ilgili haberler üzerine Belen’deki 41. Fırka (tümen) merkezinden Antakya’ya bir alay gönderildi. Şehir kuşatılıp Arapçıların emrindeki askerler silahsızlandırıldı, bunların hapsettiği Türk ileri gelenleri serbest bırakıldı, Arap hükümeti girişiminin elebaşıları hapsedildi.
4 Kasım 1918 günü, İstanbul Hükümetinin de onayıyla 5 Fransız torpidosu İskenderun Körfezi’ndeki mayınları temizledi. Mustafa Kemal Paşa Sadaret makamından gönderilen ve Suriye’deki İngiliz Ordu Komutanına İskenderun limanından faydalanabileceklerinin bildirilmesini isteyen telgrafa olumsuz cevap verdi. Ertesi gün de “İskenderun’a çıkacak İngilizlere ateş edilmesi emrini verdiğini” bildirdi ve 6 Kasım günü İskenderun’a çıkarma girişiminde bulunan İngiliz gemilerine sahilden top atışıyla karşılık verildi.
Aynı gün Antakya’da huzur ve güvenliği sağlayan alay, aldığı emir üzerine şehirde bir bölük asker bırakıp Antakya’dan ayrıldı. Askerle birlikte Türk ileri gelenleri ve 100 kadar memur ailesi de şehri terketti. 41. Fırka’nın son askerleri Belen’den 9 Kasım 1918 günü ayrıldı ve protokolla belirlenmiş olan Payas hattının kuzeyine çekildi. Körfezde İtilaf Devletlerine ait savaş gemileri bekliyordu. Aynı gün bir İngiliz müfrezesi İskenderun’a çıktı, oradan Dörtyol’a gitti.
Bu sırada Yıldırım Orduları Grubu lağvedildiğinden Mustafa Kemal Paşa 10 Kasım 1918 günü İstanbul’a gitti.



İşgal, Halkın Mücadelesi ve İlk Kurşun



12 Kasım 1918 günü Fransızlar İskenderun’a asker çıkardı. Anlaşmaya göre yörede Osmanlı mülki idaresinin devam etmesi , dolayısıyla idarecilerin yerlerinde kalıp göreve devam etmeleri gerekiyordu. Ama devletin emirlerine uyarak burada kalmak isteyen Kaymakam ve Liman Reisi hakaret ve eziyetler edildikten, hapsedildikten sonra şehirden çıkarıldılar ve bir kayıkla Payas’a gönderildiler.

14 Kasım 1918 günü Fransızlar karaya yeni birlikler çıkararak önce İskenderun’u, 15 Kasım 1918 günüde Belen’i işgal ettiler.
27 Kasım 1918 tarihinde, merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiserliği bir kararname yayınlayarak, Antakya, İskenderun ve Harim’i içine alan ve “İskenderun Sancağı” adı verilen bir idari birim oluşturdu. Sancak bir askeri vali tarafından yönetilecekti.
7 Aralık 1918 günü İskenderun’dan gelen bir Fransız birliği Antakya’yı işgal etti ve “Arap Hükümeti” adıyla sürdürülmekte olan Faysalcı yönetime son verdi.
11 Aralık 1918 günü 400 Ermeniden oluşan bir Fransız taburu Dörtyol’u işgal etti. I. Dünya Savaşı sırasında başka bölgelere göçettirilen Ermenilerden geri dönenler aynı tarihlerde Dörtyol çevresinde toplanarak bu civardaki Ermeni nüfusu 10 000’i aşmış, bu arada Ermeni çeteleri ortaya çıkmıştı. İşgalden kısa süre sonra Fransız taburundaki Ermenilerle Ermeni çeteleri taşkın ve saldırgan davranışlarıyla yöredeki Türkleri taciz etmeye başladılar. Soygun, saldırı, işkence ve intikam gayesiyle adam öldürme olayları günden güne arttı. Türklerin idari makamlara yaptıkları başvurular sonuçsuz kaldı. Bu arada baskı ve zulüm yüzünden kaçıp dağlara sığınan Türklerin kurdukları çeteler olaylara müdahale etmeye başladılar. Nihayet ilk olay 19 Aralık 1918 günü meydana geldi. O gün Karakese köyüne bir saldırı düzenleyen Ermeni askerlerden oluşan Fransız müfrezesi silahlı direnişle karşılaştı. Köy girişindeki barikatta meydana gelen çatışmada Fransızlar 15 ölü bırakarak çekildiler. Bu çatışma Türk Milli Mücadele tarihinin başlangıç noktası ve Kurtuluş Savaşımızın ilk kurşunudur.
Fransız birliklerindeki Ermeniler Dörtyol’da olduğu gibi Antakya, İskenderun ve Belen’de de taşkınlıklar ve saldırılarla halkı canından usandırmışlardı. Şikayetlerin artması üzerine Osmanlı Hükümeti İngiliz Yüksek Komiserliğini protesto etti. Daha sonra İskenderun’da bulunan Fransız birliklerindeki Ermenilerin olay çıkarmaları üzerine bunlar 1 Mart 1919’da gemi ile Port Said’e gönderildiler.
O günlerde Dörtyol çevresinde zulümden bıkan, ama sığınacak bir merci bulamayan Türklerden çoğu birer silah temin edip dağa çıkarak mevcut çetelere katıldılar. Bu çetelerden en ünlüsü ve güçlüsü Kara Hasan çetesiydi. Kara Hasan çetesi Ermeni çetelerine ve Fransız birliklerine karşı büyük başarı gösterdiğinden halk kendisine “Paşa” unvanı verdi.
Aynı şekilde Antakya, Reyhanlı ve Kuseyr (Altınözü) bölgelerinde kurulan çeteler de Fransız birlikleriyle mücadele ettiler, baskınlar düzenleyip çatışmalara girdiler ve işgal kuvvetlerine, rahat nefes aldırmadılar.
28 Ocak 1920’de son Osmanlı Mebusan Meclisi Misak-ı Millî’yi kabul etti. Nisan 1920’de Reyhanlı mücahitlerinden Tayfur Mürsel (Sökmen) Ankara’ya bir telgraf çekerek “Antakya-İskenderun ve havalisinin Misak-ı Millî’ye dahil olup olmadığını” sordu. Mustafa Kemal Paşa cevabında yörenin Misak-ı Millî’ye dahil olduğunu, Maraş’taki Kolordu ile irtibat kurmaları gerektiğini bildirdi. Bundan sonra II. Kolordu ile temas kuruldu ve M.Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlattığı mücadeleyi desteklemek üzere Kuvayı Milliye’ye katıldılar.
Eylül 1920’de Kırıkhan-Hassa arasında, düzenli ve takviyeli Fransız birlikleri ile asker takviyeli Türk çeteleri arasında meydana gelen Boklukaya Savaşı çetelerin zaferiyle sonuçlandı. 1921 yılı ilkbaharında Kuseyr’de ve Yayladağı civarında çeteler duruma hakim iken buraya Antakya’dan ve Lazkiye’den takviye Fransız birlikleri gönderildi. Bunlara karşı çeteler cephe oluşturmuş, mücadeleye başlamışlardı. Ancak Ankara’da Türk Hükümeti ile Fransız temsilci Franklin Bouillon arasında devam etmekte olan görüşmeler nedeniyle mücadelenin durdurulması ve çetelerin çekilmesi emri geldi. Temmuz 1921’de çeteler mücadeleyi bırakarak Anadolu’ya çekildiler.
8 Ağustos 1921 tarihinde Fransız Yüksek Komiserliği İskenderun Sancağı’nın yönetim şeklini belirleyen yeni bir kararname yayınladı. Bu kararnameye göre İskenderun Sancağı Fransız işgal bölgesi içinde tam özerkliğe ve özel bir idare sistemine sahip oluyordu. Sancağı bir “Mutasarrıf” yönetecek ve mutasarrıf, Halep Hükümet Reisinin yetkilerine sahip olacaktı. Sancakta, Türkçe de Arapça gibi resmi dil kabul edilecek, Sancak’ın kendine mahsus bütçesi olacaktı. 12 Eylül 1921’de yeni bir kararla Harim (Reyhaniye hariç) Sancak’tan ayrılıp Halep’e, büyük bir Türkmen nüfusunun yaşadığı Bayır-Bucak bölgesi ise Lazkiye’ye bağlandı.




Ankara İtilafnamesi ve sonrası (İskenderun Sancağı Dönemi)



Ankara’da Fransız Temsilci Franklin Bouillon’la Haziran 1921’de başlayan ve iki devlet arasında savaşı durdurmayı amaçlayan görüşmelerin sonunda 20 Ekim 1921 günü Türkiye ile Fransa arasında Ankara İtilafnamesi imzalandı. Savaş hali sona erdi, Türkiye ile Fransız işgal bölgesi olan Suriye arasında, Payas’tan başlayan, düz bir hat halinde Kilis’e ve oradan Fırat’a doğru uzanan bir sınır çizildi. İtilafnamede belirlenen ye sınıra göre İskenderun Sancağı sınırlarımız dışında kalıyordu. Fakat İtilafnamenin 7. Maddesine göre, İskenderun mıntıkası için özel bir idare şekli kurulacak, mıntıkanın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan ve imkânlardan yararlanacak, Türk dili orada resmi dil niteliğine sahip olacaktı.

Türkiye ile Suriye arasında çizilen sınıra göre Dörtyol (Payas dahil) ve Hassa Türkiye sınırları içinde kalmış, Fransızlar 1921 yılının son günlerine kadar Erzin’i ve Dörtyol’u boşaltarak güneye çekilmişler, daha sonra durumu ihtilaflı olan Hassa da sınırlarımız içine alınmıştı. 1922 yılı sonunda Belen kaza teşkilatı, halkının çoğu dışardan gelen Ermenilerden oluşan Kırıkhan’a nakledildi; Kırıkhan ilçe, Belen ise Kırıkhan’ın nahiyesi oldu.
Bu yeni dönemde Antakya, İskenderun ve havalisi Türkleri Anayurttan ayrı yaşamaya alışamamışlar, her fırsatta Türkiye’den, memleketlerinin işgalden kurtarılması talebinde bulunmuşlardır. Nitekim Gazi Mustafa Kemal Paşa Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı sıkıntılı bir dönemde, 15 Mart 1923’te Adana’ya geldiğinde Antakyalılar kendisini karşıladılar. Adana’da Gazi’yi karşılayan kalabalığın önünde iki levha, dört hanım ve bunların önünde bir kız vardı. Antakyalı kız (Ayşe Fitnat Hanım) dokunaklı bir nutuk söyledi ve “Ey Ulu Gazi bizi kurtar” diye yalvardı. Çok duygulanan ve gözleri nemlenen Gazi Paşa kıza, tarihe malolan, kurtuluş vaadeden bir cevap verdi: “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz !” Bu söz o günden itibaren bütün Sancak Türkleri tarafından kurtuluş için bir senet olarak kabul edildi, ümit kaynağı oldu.
Bundan sonra 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşmasında ,Türkiye ve Fransa tarafından Ankara İtilafnamesi ile belirlenmiş olan Türkiye-Suriye sınırı aynen kabul edildi.
Ocak 1925 ve Mayıs 1926’da Gazi Mustafa Kemal Paşa Dörtyol’u ziyaret etti. Burada kendisine ev ve çiftlik armağan edildi.
Bu dönemde İskenderun Sancağı üç kazadan (İskenderun, Antakya, Kırıkhan) oluşuyordu.
1926 yılında İskenderun Sancağı’nda Türklerin girişimleri sonucunda doğrudan Yüksek Komiserliğe bağlı, Suriye ile eşit haklara sahip ve merkezi İskenderun olan bir hükümet kuruldu. Hükümet Reisliğine Delege (Yüksek Komiser temsilcisi) Pierre Durieux getirildi. Ama Suriye’nin talep ve baskıları sonucunda bağımsızlık ilanı geri aldırıldı, eskisi gibi özerk yönetim devam etti.
Fransız Yüksek Komiserliği’nin 14 Mayıs 1930 tarihinde yayınladığı 1312 sayılı kararname aslında resmi bir belge olup, Sancak’ın Anayasası niteliğindeki “Nizamname” idi. Sancak’ın teşkilatı ve yönetimi buna göre düzenlenmişti.
15 Şubat 1931 günü Mustafa Kemal Paşa tekrar Dörtyol’a geldi, portakal bahçelerini gezdi.
1931 yılında Antakya’ya Harbiye’den içme suyu getirildi. Aynı yıl şehre ilk defa elektrik verildi.
Bu yıllarda Sancak’ta yaşayan Türklerin gözü kulağı Türkiye’dedir. Gelişmeler takip edilmekte en küçük bir haber Sancak’ın Türkiye’ye verileceği şeklinde yorumlanmaktadır. Bunun aksine Suriye ise Sancak’ta Türkçe’nin, Türkiye ve Türklük namına her şeyin yasaklanmasını, ortadan kaldırılmasını istemekte, Fransız idarecileri bu yönde tahrik etmektedir.
Bunun bir örneği 1933 yılında yaşandı:
O yıllarda Antakya okullarında okutulan bazı ders kitapları Türkiye’den geliyordu. 15 Ekim 1933 günü Köprü Mektebi’nde çocukların Kıraat Kitabı toplanıp baş tarafında bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın resimleri idareciler tarafından yırtıldı. Bu olay halk arasında büyük üzüntü ve tepkiye yol açtı. O gece yüzlerce Atatürk resmi hazırlandı. Ertesi gün bütün öğrenciler yakalarında Atatürk resimleri olduğu halde gittiler. Buna karşı kimse sesini çıkarmadı.
Bundan iki hafta sonra Cumhuriyetin 10. yılı Sancak Türkleri tarafından da bayram olarak kutlandı. Ankara’ya telgraflar çekildi pek çok kişi sınıra gidip pasaportsuz Payas’a geçerek kutlama törenlerini izleyip geri döndüler. Sınırda kendilerine güçlük çıkarılmadı.
Bir diğer olay, Gaziantep Valisi Akif İyidoğan’ın gelişinde yaşandı. Nisan 1934’te resmi görüşmeler için Sancak’a gelen Vali İyidoğan, Antakya’da bir kurtarıcı gibi karşılandı. Muhteşem bir karşılama yapıldı. Halk sevinçten valinin makam arabasını havaya kaldırdı. Fransız idareciler bu karşılamada yapılan gösterilerden rahatsız oldular. Vali ertesi gün ziyaretini kısa keserek geri döndü. Daha sonra Valinin karşılanmasındaki izdiham ve gösteriler bahane edilerek bazı Türk idareci ve memurların işlerine son verildi.
Bu yıllarda Amik Gölü bataklıklarının kurutulması içi projeler hazırlanıyordu.
Suriye Fransa’nın mandası altında olduğundan, ülkenin kaderi Fransa’nın vereceği kararlara bağlıydı. Lübnan’da bulunan Fransız Yüksek Komiseri’nin kararları Suriye Meclisinin de üstündeydi. Suriye’nin bu durumdan kurtulması ve bağımsızlığına kavuşması için uzun süre görüşmeler yapıldı. Nihayet 9 Eylül 1936 da Suriye-Fransa andlaşması imzalandı ancak bu andlaşma ile bağımsızlık verilirken özel statüye tabi olan İskenderun Sancağı’nın durumu göz ardı ediliyor, bundan sonraki dönemde aynı sınırlarla da olsa kayıtsız şartsız Suriye’ye bırakıldığı ve Ankara İtilafnamesinin geçersiz hale getirildiği anlamı çıkıyordu.
Türkiye gelişmeleri yakından takip ediyordu. Bu konuda Fransızlarla görüşmeler yapıldı, fakat olumlu bir gelişme sağlanamadı. Konuyu titizlikle takip eden Atatürk 1 Kasım 1936’da T.B.M.M.’ni açış nutkunda Sancak konusunda devletin tavrını açıkça ortaya koydu. Nutkun Hatay’la ilgili bölümü şöyleydi:
“Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun ve Antakya havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz” Böylece Sancak konusu resmi ağızdan ilk defa gündeme gelmiş oldu. Ertesi gün Atatürk, Sancak’a “Hatay” adını verdi. Mücadeleyi sürdürecek olan görevlileri belirledi ve Hatay sınırına yakın yerlerde Hatay Erkinlik Cemiyeti’ nin şubeleri açılarak mücadelenin buradan sürdürülmesini emretti.
Bundan sonra ilk eylem olarak Sancak Türkleri Suriye genel seçimlerini boykot etti. Bunun ardından Türkiye ile Fransa arasında alınıp verilen notalar sonucunda varılan mutabakata göre konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ve Cemiyet gündemine alındı.
Bu sırada Antakya’da gergin bir ortam vardı .Habib Neccar Camii önünde meydana gelen bir olayda Fransız tankından açılan bir ateşle iki genç şehit oldu, asayişi sağlamak için şehirde sıkıyönetim ilan edildi.
Milletler Cemiyeti 14-16 Aralık 1936 tarihlerinde yaptığı toplantıda durumu yerinde görmek için üç gözlemcinin Sancak’a (Hatay) gönderilmesini kararlaştırdı.
Aralık 1936’da Atatürk, şeklini bizzat belirlediği Hatay Bayrağını Hataylılara armağan etti. Bayrak Türk Bayrağının aynısı idi. Fark olarak yıldızın içinde küçük ve kırmızı bir yıldız vardı.
Hatay’la ilgili faaliyetler Dörtyol sınırında yoğunlaştırıldı.
1 Ocak 1937 günü Hatay’a gelen M.C. gözlemcileri inclelemelere başladı.
Atatürk 5 Ocak 1937’de davayı bizzat takip etmek için güneye doğru yola çıktı. Ancak 6 Ocak’ta Eskişehir’de yapılan toplantı sonucunda konunun çözüleceği konusunda kendisine teminat verilerek Ankara’ya dönmeye ikna edildi. Atatürk Ulukışla üzerinden Ankara’ya döndü.
12 Ocak 1937 günü Antakya’da 60 000 ( yabancı radyolara göre 80 000) Türk’ün katıldığı muazzam bir miting ve yürüyüş yapıldı ve Milletler Cemiyeti gözlemcileri mitingi baştan sona izledi. Bu vakur ve disiplinli yürüyüşte halk “İstiklal isteriz ! ” diye haykırdı. Nihayet Milletler Cemiyeti Konseyi 27 Ocak 1937 toplantısında İskenderun Sancağı’na bağımsızlık verilmesini kabul etti. Sancak içişlerinde tam bağımsız dış işleri, maliye ve gümrük konularında Suriye’ye bağlı olacaktı. Bu karar Hatay Türkleri arasında coşkun gösterilerle kutlandı. Araplar ise protesto gösterileri yaparak durumu pretosto ettiler.
Seçilen Mütehassıslar Komitesinin hazırladığı “Sancak Statü ve Anayasası” 29 Mayıs’ta kabul edildi ve 29 Kasım 1937’de yürürlüğe girdi. Bundan sonra Milletler Cemiyeti nezaretinde Sancak nüfusunun cemaatlere göre belirlenip kaydedilmesinden sonra seçimler yapılacaktı. Bunun için seçmen yazımı yapılması gerekiyordu. Ancak işgal başlangıcından beri çok sayıda Türk, Sancak’ı terkedip Türkiye’ye gitmek zorunda kalmıştı. Türkiye’de hükümet Hataylılarla, Hatay’da doğmuş olanların 29 Kasımdan itibaren Hatay’a gidebileceklerini ilan etti. Hataylılar trenlerle akın akın Hatay’a geldiler.
Milletler Cemiyeti kararına göre seçimler 28 Mart ve 12 Nisan’da (1938) yapılacaktı. Seçim zamanı yaklaştığında Suriye yanlıları gibi Fransız işgal idaresinin de Türkler aleyhine bir tavır takındığı ve taraflı davranmaya başladığı görüldü. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne başvurusuyla bu durum engellendi. Seçimlerden önce seçmenler cemaatlerine göre kaydedilecek, bunun ardından Milletvekillerini seçmek üzere ikinci seçmenler seçilecek, üçüncü kademede ise Milletvekili seçimi yapılacaktı.
Bu sırada Atatürk’ün hasta olduğu haberleri duyulmuş, yabancı ajanslar bu haberi dünyaya yaymışlardı. Bu haberleri yaymanın amacı, Hatay meselesinin çözümlenmesini önlemek ve mücadeleyi yarım bıraktırmaktı. Bunu sezen Atatürk, hastalığına rağmen 19 Mayıs 1938 günü törenlerden sonra güneye doğru yola çıktı. Ertesi gün Mersin’e ulaştı ve burada muhteşem bir geçit resmi düzenlendi. Törende çekilen fotoğraflar Antakya ve İskenderun gazetelerinde yayınlandı. Bundan sonra Atatürk Hatay meselesi çözümleninceye kadar Mersin’de kalacağını söyledi. 24 Mayıs’ta Fransız ve İngiliz elçilerinin “Türkiye’nin bütün şartlarının kabul edildiğine” dair mesajlarının kendisine ulaştırılması üzerine Adana’ya geçti. Burada düzenlenen geçit resmini izledikten sonra trenle Adana’dan Ankara’ya hareket etti.
Hatay’da idarenin yanlı davranması konusuna çözüm bulma çabaları, Dr. Abdurrahman Melek’in “Sancak Umumi Valiliği” görevine getirilip Delege Roger Garreau’nun görevden alınmasıyla sonuçlandı. Delegeliğe aynı zamanda askeri birliklerin kumandanı olan Kolonel Collet getirildi.
Abdurrahman Melek 5 Haziran’da göreve başladı ve ilk işi , Antakya’nın eski Belediye Başkanı Süreyya Halef’i Antakya Kaymakamlığına, Vedi Münir Karabay’ı Antakya Belediye Reisliğine tayin etmek oldu.
Seçimin güvenli bir ortamda yapılabilmesi için Türkiye ile Fransa arasında anlaşma sağlanmış, bir de askeri anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmanın uygulanma esaslarını belirlemek için Orgeneral Asım Gündüz başkanlığındaki askeri heyet 12 Haziran 1938 günü Antakya’ya geldi. Burada Fransa’nın Suriye Orduları Kumandanı Orgeneral Huntzinger başkanlığındaki heyetle 13 Haziran 1938 başlanan müzakereler 3 Temmuz 1938 günü sonuçlandı ve bir anlaşma imzalandı. Asım Gündüz aynı gün Hatay’dan ayrıldı. Varılan anlaşmaya göre Hatay’da asayişi 6 000 kişilik bir güç sağlayacak; bunun 2 500’ü Türkiye’den, 2 500’ü Fransa’dan 1 000’i Hatay’dan karşılanacaktı.
Anlaşma gereği 2 500 kişilik Türk birliği (48. Takviyeli Dağ Alayı) 5 Temmuz 1938 günü Hassa tarafından (Aktepe) ve Payas’tan iki kol halinde Hatay’a girdi. Kuvvetlerin komutanı Kurmay Albay Şükrü Kanatlı’ydı. Birlikler 6 Temmuz günü Kırıkhan’a, 7 Temmuz günü Antakya’ya girdiler, bir kol da Belen’e gitti. 8 Temmuz günü bir müfreze de Reyhanlı’ya girdi. Askerin girişiyle Türkiye için hayati önemi haiz olan İskenderun Körfezi fiilen kontrolümüz altına girmiş, Misak-ı Milli’nin deniz coğrafyası tamamlanmış oluyordu.
Bundan 10 gün sonra Türkiye’nin Hatay Fevkalade Murahhaslığına atanan Cevat Açıkalın Antakya’ya geldi. Yapılan çalışma ve görüşmelerden sonra yeni bir seçim komisyonu kuruldu. Komisyon Abdulgani Türkmen başkanlığında, Abdurrahman Melek ve Kolonel Collet’den oluşuyordu. Seçim çalışmaları 22 Temmuz 1938’de başladı. Cemaatlere göre tescil işlemi 1 Ağustos’ta sona erdi. Türklerin % 63,5 oranla nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu belirlenmişti. İkinci seçmenlik kayıtları da 8 Ağustos 1938’de bitti. 19 Ağustos’ta adayların isimleri ve sayıları belirlenecekti. Meclisi oluşturacak 40 mebusun 31 Türk (9’u Alevi cemaatinden), 2’si Arap, 5’i Ermeni, 2’si Rum Ortodoks cemaatinden olacaktı. Sürenin bitiminde her cemaatten aday sayısının seçilecek milletvekili sayısına denk olduğu görüldüğünden, seçim yapılmadan adayların milletvekillikleri onaylandı. Meclis 2 Eylül 1938 günü açılacaktı.
25 Ağustos 1938 günü Atatürk’ün belirlediği Cumhurbaşkanı adayı Tayfur Sökmen , mücadeleyi yönetmekte olduğu Dörtyol’dan Antakya’ya geldi.




Hatay Devleti


2 Eylül 1938 günü Hatay Devleti’nin kuruluş günüdür.
Hatay Devleti Millet Meclisi o gün Gündüz Sineması’nda toplandı. Meclis Başkanlığına Abdulgani Türkmen, Devlet Reisliğine Tayfur Sökmen seçildi. Devletin adı “Hatay” olarak kabul edildi. 5 Eylül 1938 günü Devlet Reisi Tayfur Sökmen Dr. Abdurrahman Melek’i başvekil olarak görevlendirdi.
Dr. Abdurrahman Melek kabineyi şöyle kurmuştu :
Başvekil Dahiliye, Hariciye ve Müdafaa Vekili Dr. Abdurrahman Melek
Adliye Vekili Cemil Yurtman
Maliye Vekili Cemal Bakı
Nafia ve Ziraat Vekili Kemal Alpar
Maarif ve Sıhhat Vekili A.Faik Türkmen

Hükümet, Meclisin 6 Eylül 1938 günkü oturumunda güvenoyu aldı. Aynı gün Sancak Anayasası “Hatay Anayasası” olarak kabul edildi. Anayasada Devletin adı “HATAY DEVLETİ” olarak değiştirilmişti. Devlet Türk çoğunluğuna dayanıyordu ve idare şekli Cumhuriyet, merkezi Antakya idi. Yine aynı gün Hatay Bayrağı Kanunu kabul edildi (Bayrak, Atatürk’ün çizdiği bayraktı) ve Hatay Bayrağı bando eşliğinde törenle Meclis binasına çekildi, 11 pare top atıldı.
7 Eylül 1938 günü Meclis hükümete geniş yetkiler verdi. Hükümet, Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarıp uygulayabilecekti.
Aynı gün Türk İstiklal Marşı, Hatay Devleti’nin de milli marşı olarak kabul edildi, Meclis tatile girdi.
Hatay Devleti döneminde, Milletler Cemiyeti Mandalar Kanunu ve M.C.Konseyi kararı gereği Fransız Delege Kolonel Collet, Milletler Cemiyeti’nin 1922’de mandater tayin ettiği Fransa’nın temsilcisi olarak Antakya’da görevini sürdürüyor, Antakya Kışlasında da sembolik bir Fransız askeri birliği bulunuyordu. Ama ne Delege’nin bir etkisi, ne de askeri birliğin bir fonksiyonu vardı. Hatay bağımsız olmakla birlikte, Fransız mandası altındaki Suriye ile aynı sınırlar içinde bulunuyordu.
20 Ekim günü Suriye’ye bağlı olarak yönetilen İskenderun gümrüklerine el konuldu ve Hatay Devletine devri için işlemler başlatıldı. Buna karşılık aynı gün gece yarısı Fransızlar ve Suriyeliler Hatay’ın Suriye sınırını kapattılar. Türkiye sınırı da kapalı olduğundan Hatay ortada adeta hapsolmuştu. Ekonomik hayatın felç olması tehlikesi ortaya çıktı. Aynı gece Tayfur Sökmen’in emriyle, sınırdaki Suriye karakollarına karşılık olarak karakollar kuruldu. Ertesi gün Hatay Devleti de Suriye sınırını kapattı. Gümrüklerin devri 21 Ekim günü tamamlandı. Aynı gün Tayfur Sökmen Kolonel Collet’nin sınırı açma teklifini reddetti. İki gün sonra Türkiye Hatay sınırını açtı. Ticari ilişkiler başladı.
1 Kasım günü Türkiye’den gelecek mallar gümrük resminden muaf tutuldu.
Hatay Meclisi 1. devre 2. içtima döneminde 1 Kasım 1938’de Meclis binası olarak düzenlenen Hükümet Konağında başladı. Çalışmalar devam ederken Hatay 10 Kasım günü Atatürk’ün ölüm haberiyle sarsıldı. Bayraklar yarıya indi., çarşılar kapandı. Okullar tatil edildi. Minarelerde selalar verildi, kiliseler çanlarını çaldı. Bir ay milli matem ilan edildi. Atatürk’ün cenaze töreni için 10 milletvekilinden oluşan bir heyet Türkiye’ye gitti
1 Aralık’ta Hatay ürünlerinin Türkiye’ye gümrüksüz girmesi kabul edildi. Bunun ardından Türkiye’den Hatay’a pasaportsuz, sadece nüfus hüviyet cüzdanı ile girilmesi kabul edildi.
Hatay Devletinin idari bölünüşü şöyleydi :
Devlet Merkezi :

Antakya


İlçeler
Nahiyeler

Antakya Karamurt, A.Kuseyr, Orta Kuseyr, Y.Kuseyr, Bityas,
Süveydiye, Harbiye
İskenderun Belen, Arsuz
Ordu Bezge, Kesep
Kırıkhan Aktepe
Reyhaniye

16 Şubat 1939’da Hatay Millet Meclisi “Anavatan kanunlarının Hatay Kanunu olarak aynen kabul edilmesi” teklifini kabul etti. Şubat ayı maaşları ilk defa Türk parası ile ödendi. 13 Mart’ta Türk parası Hatay’ın da resmi parası olarak kabul edildi.
16 Haziran 1939 günü T.B.M.M.’inde “Türkiye ile Hatay arasındaki bütün mali, iktisadi ve idari hükümlerin kaldırılması” kabul edildi. Böylece Meydanıekbez - Payas arasındaki sınır geçersiz oluyordu.
23 Haziran 1939 günü Fransa ile Türkiye arasında Hatay mıntıkasının Türkiye’ye iadesine dair Hatay anlaşması (TÜRKİYE İLE SURİYE ARASINDA TOPRAK MESELESİNİN KESİNLİKLE ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN ANLAŞMA) imzalandı. Hiç bir gizli maddesi olmayan ve geleceğe yönelik hiç bir hüküm ve taahhüt içermeyen bu anlaşmaya göre Fransa, işgalle ele geçirdiği ve Milletler Cemiyeti kararıyla mandater tayin edildiği bölge üzerinde kendisine tanınmış olan yetkileri hukuki yoldan ve kayıtsız şartsız Türkiye’ye devrediyordu. Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının önünde hiç bir engel kalmamıştı.
Anlaşmanın imzalandığı haberi Hatay’a ulaşınca resmi dairelerden Hatay bayrakları indirildi, yerine Türk Bayrağı çekildi. Şehir Türk Bayrakları ile süslendi.
28 Haziran 1939 günü Hatay Hükümetinin bakanlıkları lağvedildi. Bakanların görevi sona erdi. Türkiye Başkonsolosluğu da faaliyetine son verdi. Bütün yetkiler Fevkalâde Murahhas Cevat Açıkalın’da toplandı.



Hatay Devleti’nin sona ermesi ve Türkiye’ye Katılış



Hatay Millet Meclisi başkanlığı Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı. 29 Haziran 1939 günü günü saat 16:00’da toplanan Mecliste “Türk camiasının ayrılmaz bir parçası olan Hatay’ın anavatana kavuştuğunu bir kararla tespitini” isteyen 39 imzalı önerge üzerinde konuşmalar yapıldı. Sonuçta, önerge ve Abdulgani Türkmen’in “Hatay Millet Meclisinin varlığına son verilmesine” ilişkin ile teklifi oybirliği ve alkışlarla kabul edildi.

Hatay Devleti sona ermiş, Meclisin kendi arzu ve iradesiyle Türkiye’ye katılma kararı almasıyla hukuki sürecin ikinci kademesi de tamamlanmıştı.
Tayfur Sökmen ve Abdurrahman Melek 2 Temmuz 1939 günü Hatay’dan ayrıldılar. Antakya Kışlasındaki Fransız askerleri Hatay’dan taşınmaya başladılar. Taşınma işlemi 23 Temmuz 1939’a kadar tamamlanacaktı. T.C. Hükümeti Fransızların Suriye ve Lübnan Bankası, Reji İdaresi, Elektrik Şirketi, İskenderun Liman Şirketi gibi kuruluşlarını bütün mal varlıklarıyla birlikte satın aldı. Hatay Devleti uyruklu olanlara Türkiye veya Suriye uyruklarından birini seçmeleri için süre tanındı. Suriye ya da başka bir devletin uyrukluğunu geçenler göç ettiler. Diğer yandan Suriye ve Türkiye temsilcilerinden oluşan ortak sınır komisyonu bugünkü sınırı belirledi.
7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı Kanunla Hatay Vilayeti kuruldu ve Seyhan’dan Dörtyol kazası, G.Antep’ten Islahiye’ye bağlı Hassa nahiyesi (kaza olarak) alınarak Hatay’a bağlandı.
Emniyet Genel Müdürü iken Hatay Valiliğine atanan Şükrü Sökmensüer 18 Temmuz 1939 günü Hatay’a geldi. 19 Temmuz günü Fevkalade Murahhas, Ortaelçi Cevat Açıkalın Hatay’dan ayrıldı. Kışlada yapılacak tören için gerekli hazırlıklar tamamlandı.
23 Temmuz 1939 sabahı Hatay’da kalan son Fransız kıtası kışladan saat 07:30’da çıktı. Türk ve Fransız birliklerinin birlikte katıldıkları törende 07:45’de Kışladaki Fransız bayrağı indirildi ve hemen yerine İstiklal Marşı eşliğinde Türk Bayrağı çekildi. Bu sonuç, töreni izleyen mahşeri kalabalık tarafından coşkunca alkışlandı. Hatay’ın anayurda katılma işlemleri tamamlanmıştı. Bu mutlu olay şenliklerle kutlandı.
Hatay’ın kurtuluşu Atatürk’ün izlediği barışçı dış politikanın bir zaferiydi. O, 1918 yılında düşmanın ayak basmasına izin vermediği bu toprakları er veya geç kurtaracağını er geç kurtaracağını 1921 yılında T.B.M.M.’ye, Türk Milletine ve Hataylılara vaad etmiş, bunu çeşitli vesilelerle tekrarlamıştı. Bu amaçla uygun şartları sabırla bekledi, uluslar arası durumu da çok iyi değerlendirdi, hatta Mayıs 1938’de hayatını hiçe sayarak Mersin’e ve Adana’ya bir seyahat düzenledi ve ulaşılan siyasi başarılarla Hatay’a çok parlak ve sağlam bir gelecek hazırladı.
Bir “Hatay Şehidi” olan Atatürk Hatay’ın Anavatana katıldığını göremedi, ama Hatay O’nun milletine son armağanı oldu

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:29   #35
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




Tarihsel Süreç İçinde Hatay’da Kültür ve Uygarlık


Siyasi Yapı

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası'nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı'nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Hitit İmparatorluğu'nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.
Türkmen/Oğuzların ataları Sakalar, M.Ö. 7. yüzyılın ortalarında hükümdarları Oğuz Han önderliğinde “Batık Şehir” adını verdikleri Antakya’yı zapt etmiş ve burada 18 yıl kaldıktan sonra M.Ö. 626’da Antakya’dan ayrılmıştır.

M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir.
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.

Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur.

M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.

395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.

944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.

9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey'i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi. Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.

1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi. Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti.

14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası'nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.
Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.
Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman'ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen' e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı. Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi.

1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar. Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.

1. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti'nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.


İdari ve Fiziki Yapı


Hatay Türkiye'nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir. Yapılan arkeolojik araştırmalarda milattan önce 100.000 ile 40.000 yılları arasına tarihlenen bulgulara ulaşılmıştır. İl toprakları ilk tunç çağından itibaren Akat beyliği ve M.Ö. 1800-1600 yıları arasında Yamhad krallığına bağlı bir beyliğin sınırları içerisinde yer almıştır. Daha sonra M.Ö. 17. yüzyıl sonlarında Hititler'in ve M.Ö. 1490 yıllarında Mısır'ın egemenliğine girmiştir. Ardından Urartular, Asurlular ve Persler'in egemenliğine girdi. M.Ö. 300 yılında Antakya kurulmuş ve kent hızla gelişmiştir.


Kent M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu'na katılmış ve imparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. İl toprakları M.S. 638 yılında İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Emevi ve Abbasi egemenliğinde kalmıştır. Daha sonra 877 de Tolunoğulları'nın fethettiği topraklar sırayla İhşitler ve Selçuklular tarafından yıkılan Halep merkezli Hamdanoğulları (Beni Hamdan) egemenliğine girdi. 969 yılında Bizans imparatorluğunun topraklarına katılan il, Haçlı seferleri sırasında da önemli rol oynamıştır. Antakya Memluklar tarafından Haçlıların elinden alınmıştır (18 Mayıs 1268). 1516'da Yavuz Sultan Selim bu toprakları ele geçirmiş ve Osmanlı Dönemi başlamıştır.

İl topraklarının yüzölçümü 5403 kilometrekare ve nüfusu 1997 sayımına göre 1.192.393 ve 2000 sayımına göre de 1.256.726 kişidir. Nüfus artış hızı yaklaşık olarak %1,2’dir. İl topraklarının % 46’sını dağlar, %33 ünü ovalar ve %20 sini platolar oluşturur. İl topraklarının en önemli yükseltisini kuzey-güney hattında uzanan Amanos dağları (Gavur dağları ve Nur dağları olarak da bilinir) oluşturur. Bu sıradağların en yüksek noktası ise Mığırtepe (2240 m.)dir. Diğer önemli yükseltiler Ziyaret Dağı ve Keldağ (Arapça Cebel Akra' ya da Latince Casius. 1739 m.)dır. Hatay'ın en önemli akarsuyu olan Asi Nehri (Orontes) Lübnan dağları ve Anti-Lübnan dağları arasındaki Bekaa vadisinde kaynayan akarsuların birleşmesiyle oluşur, Suriye topraklarından geçerek ilin güneydoğu sınırlarından girer ve Samandağ yakınlarında delta oluşturarak Akdeniz'e dökülür.

Surla çevrili şehrin fiziki yapısına gelince; XVI. yüzyılda Antakya'da Meydan Hamamı, Cündî Hamamı, Beyseri Hamamı ve Mehmed Paşa vakfı bir diğer hamam daha bulunuyor, ayrıca şe­hir içinde ve Asi nehri üzerinde çeşitli değirmenler yer alıyordu. Değirmenlerin bir kısmı Memlûk döneminden kalmay­dı. 1570 tahririne göre Antakya'da bir bedesten vardı ve bu yapı içinde 101, dı­şında da iki dükkâna sahipti. İbn Debbûs mahallesinde ise alt katında yirmi se­kiz, üst katında yirmi iki oda ve iki dük­kân bulunan bir han vardı. Cafer Ağa vakfı olan Hân-ı Sebil, yolcu ve hacıların yanı sıra devlet memurlarının da kaldığı oldukça lüks bir konaklama yeriydi. Ay­rıca şehirde Cebel-i Ahmer'deki (Kızıldağ) karlıklardan getirilen buz ve kar da sa­tılıyor ve geniş bir alıcı kitlesi buluyor­du.

Şehir etrafındaki köylerde ise pi­rinç ziraatı önem kazanmıştı. XVII. yüzyı­lın sonlarında Antakya'da vakıfları olan cami ve mescid sayısı yirmi sekize ula­şıyordu. Bunlar arasında Habîb-i Neccâr Camii ve Zaviyesi, Câmi-i Kebîr, Erdebilî Camii, İbn Sûff Mescidi, Kubbeli Mescit, Yûnus Fakih Camii ve Saru Mahmut Şönbik, Debâğa Kastal. Mey­dan. Mukbil. Şuğurluoğlu. Numan. Ağ­ca, Hamamcıoğlu ve Şeyh Necm, Şeyh Haliloğlu, Basaliye ve İmaran gibi bazı­ları mahalle ismi taşıyan mescidler sa­yılabilir. Ayrıca Kapıağası Cafer Ağa Muallimhanesi, Fârisiye Medresesi, Ömer b. Ya'küb b. Ahmed b. Mansür'un Gaziliye Berrâniye Bukası, Meydan'da Mağ­ribiye Zaviyesi bulunuyordu.





Mahalli İdareler

Hatay’ın ALTINÖZÜ İlçesine bu adın Osmanlılar zamanında verildiği, o dönemde Fatikli Mahallesi'nde düzenlenen tapu kayıtlarından Altınözü isminin geçmesinden anlaşılmaktadır. Altınözü, Araplar tarafından alınmasından sonra kale tipi şato anlamına gelen Kasi diye anılmış ve zamanla bu kelime bozularak, halk arasında Kuseyr denilmeye başlanmıştır.

İslâmiyet’in yayılmasından sonra Altınözü’ ne hâkim olan Kozkalesi, Hz. Ömer devrinde 638 yılında Araplar tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Haçlıların eline geçmiş ve bu durum 150 yıl devam etmiştir. Ancak Memluk Sultanı Baybars daha sonraları Kuseyr (Altınözü) bölgesini ele geçirmiş ve bu bölgede 1515 yılına kadar hâkimiyetini sürdürmüştür.

Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Mısır seferi (1515) sırasında Kuseyr bölgesini Osmanlı’lara bağlamıştır. Bölgede altın madenleri olduğu için de kente Altınözü adı verilmiştir. Sultan II. Abdülhamit’in toprak reformu sırasında Altınözü Halep Vilayetine bağlanmıştır.

Hatay İline bağlı bir ilçe merkezi olan BELEN’de ilk yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, Emeviler zamanında tarihte ismini ilk kez duyurmuştur. Ayrıca Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Belen`den, Beylan olarak söz edilmiştir. Bu sözcüğün "Beyi" anlamında bir kökten türediği ve iki dağ arasındaki bir yer olduğu söylenmektedir. Belen, Orta Asya Türkleri`nin kullandığı bir sözcük olup, Anadolu`nun diğer bölgelerinde de aynı isme rastlanmaktadır. Ayrıca Balkanlarda bu isme rastlandığı gibi seyahatnamelerde de yer almıştır.

Antik dönemde “Suriye Kapısı”, “Amanos Kapısı”; Ortaçağda “Pagrae”; Arap kaynaklarında “Bakras” ve zaman zaman “Bab-ı İskenderun”, “Mozaik Bagras” gibi adlarla anılan geçidin, Belen yerleşiminin kurulmasıyla birlikte birkaç kilometre Gedik ile Derebahçe arasında kalan 2 km. uzunluğunda devam eden boğazın denize bakan ucuna “Belen”; Amik ovasına doğru olan doğu tarafına ise “Bagras” adı verilmiştir. Karaağaç bölgesinde Tellihöyük veya Karaağaç adını taşıyan höyükte Mc. Ewan’ın bulunduğu bazı çanak – çömlek parçaları, burada antik çağ öncesinde yerleşim olduğunu göstermektedir.

XVI. yüzyılda Kanuni Sultan yol güvenliğini sağlamak için buraya bir derbent teşkilâtını kurmuş 1552 yılında da cami, hamam ve han yaptırmıştır. Ayrıca Belen`in İskenderun çıkışında yoldan 7–8 m. aşağıda XVIII. yüzyılda bulunan kümbet Abdurrahman Paşa`nın mezarı üzerine yapılmıştır. Çevresinde Paşa`nın ailesine ait mezarlar bulunmaktadır. Belen’de ayrıca 1914 yılında şehit olan 41.Fırka kahramanları için 1981 yılında bir anıt yapılmıştır, çevresi park şeklinde düzenlenen bu anıt ana yola göre bir hayli yüksektedir.

Antakya-İskenderun arasındaki Kızıldağ eteklerinde bulunan Bakras Köyü yakınlarındaki kale sarp bir tepenin üzerindedir. Roma döneminde yapılan bu kale Anadolu Suriye yolunu kontrol etmek amacıyla yapılmış olup, Osmanlı döneminde de onarılarak kullanılmıştır. Kalenin bir bölümü bugün ayaktadır. Belen ile ana yol arasında kaleye giderken sol tarafta görülen kalıntılar ve onun karşısındaki köprü, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 2552`de yaptırılan Karamurt Hanı’dır. Yapımından 150 yıl sonra yenilenen bu hanın yanına cami, sübyan mektebi ve imaret eklenmiştir. Günümüze dış duvarlarından pek azı gelebilmiştir. Köprü iyi bir durumdadır.

Hatay ilinin bir ilçesi olan DÖRTYOL, İskenderun Körfezi’nin ucunda, deniz ile Amanos Dağları arasında yer almaktadır. Dörtyol’un kurtuluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, XVI. yüzyılda çevresindeki Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı külliye göz önünde bulundurulacak olursa bu tarihte Dörtyol’da da yerleşim olduğu düşünülebilir. Tarihi kaynaklarda Dörtyol`a ilk defa Abdurrahmanlar, Çankırılar, Delisüllüler, Bölükbaşılar, Bozdoğanlar, Karabeyler, Akkoyunlular, Türkoğulları gelip yerleştikleri belirtilmiştir.

Hatay ilinin kuzeyindeki Amanos dağlarının Akdeniz’e bakan batı eteğinde yer alan ERZİN İlçesi tarihte ismini ilk kez MÖ.333`te Büyük İskender ile Pers Kralı Darius III`un burada savaşmasıyla duyurmuştur. Ancak, o dönemden önceki yıllara ait Antik yerleşim kalıntıları, suyolları, sütunlu cadde, hamam ve tiyatrosu bulunmaktaydı. Bu da gösteriyor ki Erzin’de MÖ. V.-IV. yüzyıllarda bir yerleşim bulunmaktadır.

Otlukbeli Savaşı`ndan sonra (1473) Akkoyunlular`ın Türkmen boyları buradaki Karahöyük yöresine göç etmiştir. Bunlardan bazıları da Erzin`in batısındaki "Şeyhin Ocağı" denilen yere yerleşmişlerdir. Daha önceki yıllarda, Selçuklu ve Memlûklu zamanında Türk boylarından Özerler`in, Tebüklüler`in (Tıbıklar), Pındıklar’ın buraya yerleştiği de sanılmaktadır.

Hatay’ın Gaziantep sınırında bulunan HASSA İlçesi 1864–1865 yıllarında Amanos dağlarında yaşamakta olan “ULAŞLI” boyunun isyanı üzerine bölgeye gönderilen Osmanlı Fırka-i İslâhiye birlikleri komutanı olan İbrahim Derviş Paşa’nın isyanı bastırarak bölgede konaklaması ile kurulmuştur. Ordu köyü namı ile bir karye olarak teşkil olunan Hassa’ya civar nahiyeler olan Hacılar, Tiyek ve Akbez’ den birkaç yüz hane getirilerek yerleştirilir ve Maraş Mutasarrıflığına bağlanır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransızlarca işgal edilen ilçe 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile 5 Ocak 1922 tarihinde Fransız birliklerince boşaltılır.

Bu karışık dönemde Türk çeteleri Hassa’ya girerek, Kasım 1921’de hükümet binasına Osmanlı Sancağı çekmişler, sınırı ve kurtuluşu fiili hale getirmişlerdir. Halk arasında bu tarih 15 Kasım olarak bilinmekte ve bu tarih kurtuluş bayramı olarak kutlanmaktadır. Hassa ilçesi Hatay’ın Türkiye’ye katılışına kadar Gaziantep ili İslâhiye ilçesine bağlı bir bucak iken, Hatay’ın ilhakı ile (1939) ona bağlı ilçe konumuna erişmiştir.
İSKENDERUN: Alexandreia, Hellen diline göre, Alexandros (İskender) Yurdu anlamındadır. Aynı adı taşıyan diğer kentlerden ayrılması için, Kilikya’daki bu kente, Roma döneminde, Alexandreia Minor (Küçük Alexandreia), Haçlılar döneminde de Alexandretta denmiştir. Alexandreia, İ.Ö. 333’te bu yöreden geçen İskender’in isteği üzerine veya Onun ölümünden (İ.Ö.323) sonra İmparatorluğu bölüşme kavgasına giren komutanlardan biri olan Antigonos’un kurduğu, bir diğer olasılığa göre de Antigonos’dan sonra bu yöreleri ele geçiren I.Seleukos tarafından kurulmuştur.

Karaağaç mevkiindeki Telli Köy adını taşıyan höyükte Mc. Evan`ın bulduğu bazı çanak çömlek parçaları buranın antik çağ öncesi yerleşime açıldığını göstermektedir. MÖ. 2000’li yıllarda burada Hititler’e bağlı Kadu Beyliği`nin kurulduğu bilinmektedir. ( Kadu, Hitit`çe de körfez anlamına gelmektedir.) MÖ. 1200`lü yıllardan önce Fenikeli`ler burada "Myriaydus" adıyla bir koloni kurdular. Burası M.0. 1200`den sonra merkezi Reyhanlı olan geç devir Hattini krallığına bağlandı. MÖ. 7. yüzyılda Türk asıllı bir millet olan Hurriler`in eline geçen İskenderun ve çevresi MÖ. 6. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir. İskenderun gerçek anlamıyla MÖ. 333 yılında, Asya seferine çıkmış olan Büyük İskender tarafından kurulmuştur. O zamanlar asıl adı "Alexandreia" idi.

Kent Roma egemenliğine girdikten sonra, İranlıların istilasına uğramış, kalesi tahrip edilmiştir. Yeniden inşa edilen kentin adı Peutinger tabularında, bu bölgede cüzzam hastalığı yayılmış olduğu söylentileriyle Alexandreia Scabiasa olarak gösterilmektedir. IV. yüzyıldan itibaren “Küçük İskenderiye” de denilmiştir. Büyük olasılıkla kalesi Abbasi halifesi tarafından yeniden yaptırılmıştır. İslam kaynaklarında İskenderiye, İskenderun’a olarak da geçen kent, Doğu Roma-İslam arasında birçok kere el değiştirmiş, daha sonra Türklerin eline geçmiştir.

Hatay iline bağlı bir ilçe olan KIRIKHAN, çevresinde tarihi kalıntılara rastlanmaktadır. Yol güzergâhı üzerinde olduğundan burada bir takım hanlar yapılmışsa da bunların çoğu günümüze gelememiştir. Bu yüzden de ilçeye Kırıkhan ismi verilmiş ve bu sözcük söylene söylene Kırıkhan’a dönüşmüştür.

Kırıkhan Ovası`nda Prehistorik Çağa ait höyükler, 4 km. uzaklığındaki Alaybeyli Köyü`nde Darbısak Kalesi-Bayezid-i Bestami Türbesi bulunmaktadır. Bu yer günümüzde ziyaretgâh konumundadır. Ayrıca Kırıkhan-Hassa yolunun batısında, Amanos Dağları eteğinde, Ceylanlı Köyü`nde (Kırıkhan`a 8 km. uzaklıkta) Roma dönemine ait mozaiklerle karşılaşılmıştır. Köyün girişindeki kayalıklarda Roma dönemine ait kabartmalar ve kaya mezarları bulunmaktadır. Ceylanlı Köyü`nün yakınında XIII.- XV. yüzyıla ait Oğuz aşiretlerinin yerleşim yeri kalıntıları ile de karşılaşılmaktadır.

Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan REYHANLI’nın çok eskiye inen bir tarihi vardır. İlçe sınırları içerisinde Tel Cudeyde höyüğünde MÖ.6100 yıllarına kadar inen buluntularla karşılaşılmıştır. Yine aynı yerdeki Tel Aççana höyüğünde ise yerleşim MÖ.3300`e kadar inmektedir. Yöre Hitit yönetimine girmiş ve ardından burada yaşayanlar Hititler`e karşı bir birlik oluşturmuşlardır. Bu birlik tarihte bulunan en eski siyasi bir birliktir ve birliğin merkezi de yöredeki Kanula`dır. Amik Ovası`ndaki höyüklerden Reyhanlı sınırları içerisinde kalan Tel Aççana, Tel Cudeyde, Tainat ve Çataltepe`de 1930 ve 1948 yıllarında kazılar yapılmış, tarih öncesi çağlara ve Hititlere ait kalıntı ve buluntular ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde ise Tel Kurdu Höyüğü'nde kazılar devam etmektedir.

Reyhanlı İlçesi XVI. yüzyıl başlarına kadar Inta ismini taşıyordu. Osmanlıların yöreyi ele geçirmesinden sonra kentin ismi Reyhanlı olarak değiştirilmiştir. XIX. yüzyıl ortalarında Kıbrıs ve Kafkasya`dan gelen göçmenler buraya yerleştirilmiş ancak, bunların birbirleri ile çatışmaları üzerine Derviş Paşa buraya arabulucu olarak gönderilmiştir. Reyhanlı 1919`da Fransızların elinde bucak merkezi olarak yönetilmiş, 1939`da Türkiye`ye katıldıktan sonra İlçe konumuna gelmiştir. Ali Cevat, Reyhanlı’yı "Halep Vilayeti Merkez sancağının Harim kazasına bağlı bir nahiye olarak" tanımlamaktadır.

Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan SAMANDAĞI’da tarih öncesi yerleşmelerle ilgili araştırmalar yapan Prof. Muzaffer Şenyürek ve Prof. Enver Bostancı, Musa Dağı’nın eteklerinde, Samandağ’ın 4,5 km. kuzeybatısında Mağaracık beldesi yakınlarında mağaralarda yaptığı araştırmalarda eski çağlarda burada yerleşimin olduğunu ortaya koymuşlardır. Burada bulunan kemikten yapılmış aletler, fosil hayvan kemikleri MÖ.40.000–10.000 tarihleri arasında yerleşime işaret etmektedirler. Ayrıca Çevlik Mağarası’nda, İncili Mağarada ilk yerleşimi belgeleyen buluntularla karşılaşılmıştır. Hititler ve MS.1200’de başlayan Dor göçleri sırasında da Samandağ yöresindeki yerleşim devam etmiştir. Koloni Çağı denilen bu dönemde Antakya’nın en eski limanı Al-Mina, Asi Nehri’nin ağzında burada bulunuyordu. Bu limandan nehir yoluyla gemiler Antakya’ya kadar ulaşabiliyordu. Zamanla nehrin getirdiği alüvyonlarla dolmasından ötürü bu liman önemini yitirmiştir.

Samandağ çevresinde yapılan araştırmalar, MÖ.800–400 yılları arasında yaşayan insanlara ait bazı kalıntıların günümüze ulaştıklarını kanıtlamıştır. Buradaki yapılar birbirlerine çok benzemektedirler. Taş temeller üzerine oturan duvarlar tuğladandır. Ancak bu yapıların ticari amaçlı olduğu da unutulmamalıdır. Romalılar bu limana büyük önem vermişler, Samandağ’ındaki Titus Tüneli limanın korunması için önem kazanmıştır. Titus Tüneli’nin çevresinde limana sellerin getirdiği kum ve çakılların önlenmesi için Roma döneminde 1300 m.lik kısmı dağın altından geçen 1380 m uzunluğunda 6x7 m. genişliğinde bu kanal inşa edilmiştir.

Samandağ’ının kuzeyinde, 5 km. Antakya`ya da 30 km. uzaklıkta olan Çevlik’te Seleukoslar zamanında MÖ.303’te kurulan bir yerleşim bulunmaktadır. Günümüze bazı duvar kalıntıları ve kente ait kalıntılar gelebilmiştir. Çevlik’te Titus tüneli yakınında Bizans dönemine ait olan 12 kaya mezarının bulunduğu 30x15 m. genişliğinde bir avluyu andıran mağara ile karşılaşılmıştır. Kayalarla çevrili olan bu mağara-mezar içerisindeki mezarlar Bizans dönemine aittir. Ayrıca dağın üzerinde Zeus adına yapıldığı söylenen bir mabede ait kalıntılarla karşılaşılmıştır. Burada sütun parçaları, sütun başlıkları ve mermer zemin döşemesi Roma dönemine ait olduğunu göstermektedir.

Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan YAYLADAĞI ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde ordusu ile birlikte burada konaklamış ve bu yüzden de buraya "Ordu " ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra, 1940 yılında Karadeniz’deki ordu ile ismi karıştığından Yayladağı olarak değiştirilmiştir. Bu ismi de bölgedeki Yayladağı’ndan almıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde buradan, Trablus Şam’a bağlı Ordu köyü olarak söz etmektedir.

Bölgedeki ilk yerleşim Hititler döneminde olmuştur. Nitekim Keldağı üzerinde 1316 m. yükseklikteki küçük bir teras üzerinde Hititlerden kalma bir mabet olduğu sanılmaktadır. Seleukos I Nicator zamanında burada Zeus adına bir mabet yapılmıştır. Bu mabet ilk defa 1832 yılında fark edilmiş, 1928 yılında küçük çapta bir araştırmadan sonra 1963 yılında W. Djobadze burada kazı yaparak 55.50x60 m. genişliğinde avlunun güneydoğusundaki mabedi ortaya çıkarmıştır. Bu mabet, MS. V. ve VI. yüzyıllarda kullanılmış XIII. yüzyılda da kilise olmuştur.

Yayladağı’na Persler, Makedonyalılar, Roma ve Bizanslılar egemen olmuşlar. Hz. Ömer zamanında başlayan Arap akınları sırasında onların eline geçen bölge, 300 yıl kadar Arapların elinde kaldıktan sonra Bizanslılar tarafından geri alınmıştır. O dönemde Abbasiler Türk boy ve aşiretlerini buraya yerleştirerek Savcılar aşireti reisi Kasım Bey`i buraya Bey olarak atamıştır. Nitekim Kasım Bey`in Bizanslılardan alıp, camiye dönüştürdüğü Kasım Bey Camisi günümüze kadar ulaşmıştır. Kasım Bey yaptırdığı bu eserlerin idaresi için, Keşap, Kozluk, Helgin ve Şakşak gibi yerleri vakfetmiştir.

Malazgirt Zaferi’nden sonra (1071) Anadolu’yu Türkleştirme çalışmaları içerisinde Selçuklular zamanında Ordu adıyla anılan Yayladağı, Osmanlılar zamanında da Ordu Muradiye adıyla anılmıştır.




Ticaret ve Sanayi

M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropolisi durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi.

XVI. yüzyılda Antakya önemli bir geçit mev­kii durumundaydı. Gayrimüslim nüfusu bu­lunmuyordu. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac ver­gisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehir­de, alınan vergilere göre, at ve esir paza­rı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve ip­lik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pi­rinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Ha­lep'ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tah­sil ediliyordu.

Antakya'da 1710'da yapılan bir sayım­da şehirde çeşitli işlerle uğraşan 1161 esnaf ve bunun dışında 2332 erkek nü­fus tespit edilmişti. Esnaf grupları ara­sında 293 kişi ile cülâhlar (çulha) başta geliyordu, ayrıca 106 Köşker otuz dokuz yapı ustası, kırk debbağ. Altmış bostancı, altmış sekiz ekmekçi, on yedi çıkrıkçı, otuz üç kasap, on sa­raç, otuz bakkal, on altı terzi, on üç at-tar, yirmi yedi kazancı ve kalaycı, on beş kuyumcu bulunuyordu. Bunlar mahallî ihtiyaçları karşılayacak sayıdaydı. Önem­li bir ihracat maddesi olan mavi boyalı bezleri özellikle Marsilya'da fakir halk tarafından çok aranıyordu. İplik pazarı havlucu esnafının yeri idi. Aba, kilim do­kumacılığı, keçi kılından heybe ve hurç imalâtı yaygındı. Ham ipek önemli bir ihraç maddesiydi. Samandağı yöresinde ipekli, Defne'deki köylerde bez dokuma tezgâhları vardı. Kadınlar hasır dokur. Bunları perşembe günü kurulan hafta pazarında sergilerlerdi.

Şehrin çevresinde sanayiye yönelik en önemli tarım ürünü zeytindi. Zeytin iş­leyen tesisler de şehirde bulunuyordu. Özellikle sabun imalâthaneleri çok sayı­daydı. Defne tanesi yağından gar sabu­nu yapılıyordu. Esnaf Cumhuriyet döne­mine kadar loncalar halinde teşkilâtlan­mıştı. Şehri boydan boya kesen cadde ile nehir arasında kalan kısmın orta ye­rindeki çarşı, uzun çarşıdan başlar köp­rüye uzanırdı. Çarşı kuzeye doğru üç pa­ralel cadde ile köprüye ulaşır, en solda­ki uzun çarşının devamı olan cadde üze­rinde kunduracılar, nalburlar, terziler, neccarlar; ikinci paralel cad­dede tenekeciler, manifaturacılar; sol taraftaki handa ise kuyumcu ve tuha­fiyeciler bulunurdu.

Aktar ve manifatu­racılar çarşısı hububat satılan meydana ulaşır, diğer taraftan ikinci bir cadde olarak da saraçlar ve köşkerlerle devam ederdi. Sağ tarafta eski el­bise satıcıları, ikinci ve daha geniş cad­dede demirci esnafı, yine sağda bir cad­de üzerinde keçi kılı işleyen esnaf yer alırdı. Köşker esnafının iş yerlerinin bitiminde çıkrıkçı esnafı, onun önünde sa­ğa açılan cadde üzerinde kilim ve aba dokuyan esnaf, paralel üçüncü caddede yoğurtçu, peynirci, bakırcı ve bıçakçılar vardı. Bıçakçıların karşısında Debbağhane Camii ve ardındaki caddede tabak esnafı bulunuyordu. Köprü çarşısı denen yerde bakkal, manav, kasap, kebapçı es­nafı karışık olarak yerleşmişti.

Âsi kıyı­sındaki cadde üzerinde oteller ve kah­vehaneler sıralanmıştı. Hükümet Konağı'na doğru uzanan cadde ise şehrin en gözde semti idi. Ayrıca XIX. yüzyılın son­larında şehirde bir iplik fabrikası kurul­muştu. Yine Süveydiye'de bir liman ve buradan Antakya'ya kadar bir demiryolu yapılmasının ve bunun Anadolu demir­yoluna Halep, Birecik, Urfa ve Mardin'e uzatılmasının düşünüldüğü, ancak uy­gun görülmediği bilinmektedir. 1870'te Antakya-İskenderun şose yolunun yapı­mı, 1872’de de İskenderun bataklıkları­nın kurutulması kararı alınmıştır. Cum­huriyet döneminde Asi’nin mecrası ıs­lah edildiğinde setler sökülmüş, nehrin yatağı temizlenmiş ve değirmenler yı­kılmıştır.




Nüfus



İlkçağlarda ve özellikle Roma-Bizans imparatorlukları döneminde Ak­deniz havzasının en büyük şehirlerin­den biri, olimpiyat oyunlarının düzen­lendiği, kalabalık nüfuslu bir şehirdir. M.Ö. 40 tarihlerinde nüfus artışı sebebiyle şehir Tiyatroları genişle­tildi. Sık sık istilaya, salgın hastalıklara ve depreme maruz kalan şehirde aşırı nüfus kayıpları olmuştur. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. 528’deki büyük depremde halkın büyük çoğunluğu ölmüştür. Hatta şehrin 700 bin nüfusa ulaştığı, büyük depremle 250 bin, veba salgınıyla 100 bin insanın ölmesi sonucu nüfusun yarıya indiği yazılmaktadır. Dor göçlerinde ve çeşitli imparatorların iskân politikasıyla nüfus artışları görüldüğü gibi Moğol istilası sırasında Moğolların korku­sundan şehre birçok Hristiyan ve Müslüman sığındı, nüfus bu yüzden artış gös­termiştir de.


Antakya, Memlûk ida­rî taksimatında Suriye niyabetini oluştu­ran vilâyetlerden Halep nâibliğine bağ­lıydı. Osmanlıların bölgeyi fetihleri sıra­sında ise bu durumunu koruyordu. Ya­vuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasın­da Osmanlı hâkimiyetine geçen Antak­ya Halep eyaletinin sancakların­dan birini teşkil etti ve bu sancağın mer­kezi oldu. XVI. yüzyılda Antakya şehrinin Halep vilâyetiyle birlikte defalarca sa­yımı yapıldı. Bu tahrirlere göre şehrin nüfusunda 1527'den 1589'a kadar bü­yük bir değişme olmadı. 1527’de şehir 1006 hane. 131 mücerred (bekâr) 1537'de 1196 hane, 265 mücerred: 1552'de 1087 hane, 395 mücerred; 1570'te 1074 hane. 387 mücerred; 1589'da ise 1064 hane. 511 mücerret nüfusa sahipti. Bu rakamlara göre evli (hane) nüfus nispetinde 1537 yılı hariç büyük bir artış ol­madığı, mücerred nüfusta az bir artış meydana geldiği anlaşılmaktadır.

Ma­halle sayısı ise yirmi iki yirmi dört ara­sında değişmekteydi. Bunlardan Debbûs (Dörtayak). Haraca Bekir ve Hallâbünnemle (Basaliye) mahalleleri Osmanlı fet­hinden sonra kurulmuştu. Bugün birço­ğu unutulan, bir kısmının da adı deği­şen mahalleler arasında Dörtayak, Habîbünneccâr, Kastal, Şirince Pınar, Meydan, Mahsen, Câmi-i Kebîr adları hâlâ bilinenleri teşkil eder. Diğer mahalleleri ise Cülâhân, İmranoğlu, Keşkekoğlu ve­ya Habîbünneccâr Şönbikoğlu. Saha, Pa­şa. Mukbil, Sofular Şeyh Hamza Süveyka-yı İbn Hümmara, Şeyh Kasım, Kanavâtî. Sarı Mahmut, İbn Seb' Zeytinoğlu adlarını taşımaktaydı. XVI. yüzyıl boyunca bunların en kalabalıkla­rı Habîbünneccâr Cülâhân, Dörtayak, Kanavât ve 1552'den sonra adına rastlanmayan Haraççı Bekir ma­halleleriydi. Bütün bu mahalleler sur içinde yer alıyor. XIX. yüzyıl ortalarına kadar sur dışında pek mahalle bulunmuyordu. 1838'de Antakya'yı gezen M. Georges Robinson, sadece köprünün di­ğer yakasında adı dahi olmayan bir mahalleden bahseder. Burası vaktiyle Selâ­met mahallesi denen bugünkü Cumhu­riyet mahallesidir.

XVI. yüzyılda gayrimüslim nüfusu bu­lunmayan Antakya önemli bir geçit mev­kii durumundaydı. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac ver­gisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehir­de, alınan vergilere göre, at ve esir paza­rı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve ip­lik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pi­rinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Ha­lep'ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tah­sil ediliyordu.

Şehrin nüfusu hakkında bilgi verme­yen Evliya Celebi burayı sekiz saraylı, mâmur haneleri Asi nehri tarafında yer alan, müstahkem surlara sahip sulak bir yer olarak tarif eder. Kâtib Celebi ise Antakya içinde yedi çarşının bulunduğu­nu, bunların üçünün üstü kapalı olduğu­nu, şehrin ortasındaki kilisenin kapısı üzerinde iki çalar saat yer aldığını ya­zar. Fransız seyyah Tavernier şehri gör­meye değer bulmamış. Asi’nin ulaşıma elverişli olmaktan çıkmasıyla sönük bir yer haline geldiğini belirtmiştir. 1838'de Robinson Antakya'nın nüfusunu 6000 olarak gösterir. 1867'de Cevdet Paşa Antakya'da 8775 Müslüman, 1129 gay­rimüslim nüfusun bulunduğunu yazar.



Yüzyılın İlk Yarısında Kentte Eğitim Öğretim

Osmanlı Devleti’ tedrisat yani öğretim, ilmiye sınıfına mensup olan müderrisler tarafından yürütülmekteydi. Öğretim ise, İslam inancının temelini açıklayan “akâid” ve amelî konuları açıklayan “fıkıh” bilimlerinin öğretilmesi yanında, aklî ve naklî din kurallarının tümünün öğretilmesinden ibaret olup, bu görevi yapanlara müderris deniliyordu.

Medreseler, vazifeleri bakımından on iki dereceye ayrılmış olup, buralarda okuyanlar derece derece yükselirler ve en son olarak da müderris olurlardı. Medreseleri belirli bir aşamadan sonra bitiren öğrenciler, görev alacakları kısma göre “Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri”nin belirli günlerdeki meclislerine devam ederek “matlâb” denilen deftere “mülâzım” kayıt edilerek atama sırasını beklerler ve bu bekleyişe “nöbet” denilirdi. Nöbet sırası gelenler en aşağı derecedeki medreselerden bir tanesine müderris olarak atanırlardı.

İncelediğimiz dönemde Antakya’da görev yapan müderrislerin görev süreleri kesin bir kurala bağlı gözükmemektedir. Müderrislikte derece derece yükselen kişilerin görev süreleri bazen hayatlarının sonuna kadar devam ediyordu. Boşalan müderrisliklere, vefat eden kişilerin müderrislik yapmağa hak kazanmış oğlu veya oğulları getirilmekte olup bu kesin bir kural değildi. Bu dönemde müderrislerin bazıları ise “nıfs hisse” ile bu görevi yürütmekte idiler. Müderrislerin aldıkları ücretler de görev süreleri gibi belirli bir şarta bağlı değildi. Müderrislerin ücretleri konusunda çoğunda “vazife-i mu’ayene” kaydı varken bir kısmının aldığı ücret ise açık olarak zikrediliyordu. Ücretlerde medrese vakfının tayin ettiği miktarların değişik olması, bu konuda belirli bir kaidenin olmadığını göstermektedir. Antakya şer’iyye sicillerinde karşılaştığımız isimler şunlardır. Hacı Hasan Efendi, Hacı Hasan Efendi b. Matuf, İbrahim Efendi b. Yusuf Efendi, Ahmed Efendi b. Hacı İbrahim Beğ ve El-hac Hasan müderris olarak, Hacı Osman ise hoca olarak ifade edilmektedir. 1710 yılına ait bir belgede Molla Abdullah b. Hacı Halil müellif olarak zikredilmektedir.

Antakya’da bulunan Es-seyyid El-hac Abdullah Ağa Camii ve Medresesi’nde, 1216 (1801) yılında şeyhülislamın onayı ile Hafız Es-seyyid Ahmed Efendi ders-i amm olarak görevlendirilmiştir. Kendisi fetva emini olarak zikredilmektedir. Belirtilen tarihte müderris olarak Kansa-zade müderris Es-Seyyid İsmail Efendi ve Es-Seyyid Mehmed Sadık Efendi’nin isimleride zikredilmektedir. 1849 yılında Şeyhülislam İsmet Beyzade Es-Seyyid Arif Hikmet Bey, fetva emini Şerif Yahya Efendi’nin Servili medresede müderris olmaya layık olduğunu belirterek teklifte bulunmuştur.

18. yüzyılın ilk yarısında Antakya Kazası’nda 30 medrese, 15 kilise ve havra, 1 rüştiye mektebi, 17 Müslüman iptidai mektebi, 3 Rum mektebi, 1 Ermeni mektebi, 2 Protestan mektebi ve 1 Musevi mektebi bulunmaktadır.




Tarım

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovasında; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk tunç çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

Hatay’da ilk yerleşimlerin Amik Ovası’nda Amik Gölü civarında olması da gösteriyor ki bu bölgenin geçim kaynaklarından birisi de tarımdı. Tarımcı Mısırlılar başta olmak üzere, Hititlerden Romalılara, feodal dönem Avrupalılarından ekonomisi ağırlıklı olarak Tımar sistemine dayanan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar pek çok kavimin yönetimi altına giren Hatay’da tarımcılığın önemli bir ekonomik etkinlik olduğunu söylemek mümkündür. Geniş Amik Ovası ve Gölü bu imkânı sağlamakta önemli bir işlev görürdü. Höyüklerden çıkarılan kalıntılara bakıldığında tarıma işaret eden bulgular bu düşünceyi destekler niteliktedir. İlk zamanlarda üretimi en çok yapılan tarım ürünleri buğday ve pirinç tarımıydı. Günümüze kadar üretimi halen devam eden bu tahıllardan başka zeytin, meyvecilik, sebzecilik ve hususen pamuk üretimi ekonomik alanda kendilerine ayrılan alanı doldurmaktadır.



 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:30   #36
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi





Hatay'a Genel Bakış



Vali


M.Celalettin LEKESİZ



İlçe Sayısı


12



Belediye Sayısı


76



Köy Sayısı


362



Yüz Ölçümü


5.403 km²



Nüfus


1.413.287



Km² Düşen Kişi Sayısı


262



İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırma Kodu


TR631



Telefon Kodu


0 326



Koordinatlar


36° 15 Kuzey, 36°08 Doğu




Komşu İller


Adana,
Osmanye,
Gaziantep,
Suriye Devleti (Halep, Laskiye, İdlip)



Önemli Yerleşim Yerleri


İskenderun, Antakya, Kırıkhan,Samandağı
Reyhanlı



İklim


Tipik Akdeniz İklimi, Ilıman; yazları sıcak ve kuru, kışları ılık ve yağışlı



Uzun Yıllar Yağış Ortalaması


1109,3 Kg/m²

Uzun Yıllar Sıcaklık Ortalaması


18,1 °C



Kent Merkezi Rakımı


100 m



Finansal Merkez


İskenderun, Antakya



İhracat Tutarı $ (2010 Yılı)


1.705.055-TL



İthalat Tutarı $ (2010 Yılı)


3.131.351-TL



Ana İhracat Pazarları





Ana İthalat Kaynakları





Hava Alanı


1 (Hatay Hava Alanı)



Liman


1 (İskenderun Limanı)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:30   #37
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




FİZİKİ COĞRAFYA ÖZELLİKLERİ
Hatay İli ülkemizin güneyinde, İskenderun körfezinin doğu kıyılarında yer alır. Batıdan Akdeniz, güney ve doğudan Suriye, kuzeybatıdan Adana, kuzeyden Osmaniye ve kuzeydoğudan Gaziantep ile çevrilidir. Hatay; Antakya, Altınözü, Belen, Dörtyol, Erzin, Hassa, İskenderun, Kırıkhan, Kumlu, Reyhanlı, Samandağ ve Yayladağı ilçelerinden oluşur. Yüzölçümü 5.403 km² olup, il topraklarının %46,1’ini dağlar, %33,5’ini ovalar ve %20,4’ünü platolar oluşturur.
İl sınırları içerisinde Alt Paleozoyik’ten günümüze kadar bütün jeolojik devirlere ait birimleri görmek mümkündür. Güney Amanoslarda Mesozoyik yaşlı ofiyolitler yoğunlukta iken, orta Amanoslar’da Paleozoyik ve Mesozoyik yaşlı kalkerler yüzeylenmektedir. İlin güney ve güneydoğu kesimlerinde ise Tersiyer yaşlı kalkerler hâkimdir. Amik Ovası, akarsu vadileri ve kıyı ovaları Kuvaterner yaşlı alüvyal dolgularla kaplıdır. Bu dolgular Hassa yakınlarında genç bazalt akıntıları ile örtülmüştür.
Hatay ve çevresi yoğun tektonizmaya maruz kaldığından yeryüzü şekilleri açısından çeşitlilik gösterir. Başlıca yüzey şekilleri; dağ, plato ve ovalardan oluşur. En önemli dağlık alan, Amik ovasının içinde yer aldığı graben alanı ile Akdeniz arasında adeta bir set gibi yükselen ve kuzeydoğu-güneybatı yönünde uzanış gösteren Amanos Dağları’dır. Bu dağların il içindeki en yüksek noktasını Hassa’nın batısındaki Mığır Tepe (2240 m) oluşturur.
Amanos Dağları’nın doğusunda, dağların uzanışına paralel graben alanı yer alır. Bu grabenin tabanında Amik Ovası bulunur. Bu ova ilin en önemli ve en verimli tarım alanını oluşturur. İldeki diğer önemli ovalar ise; İskenderun körfezinin doğu ve kuzeydoğu kesiminde sıralanmış olan İskenderun, Dörtyol, Payas ve Erzin Ovaları ile Asi Nehri’nin denize döküldüğü yerde bulunan Asi Delta Ovası’dır. İlin güneyinde, Asi nehri ile Suriye sınırı arasında kalan ve yükseltisi 400-900 m’ler arasında değişen alan Kuseyr Platosunu oluşturur. Plato üzerinde yer yer tepelikler ve münferit Keldağ (Kılıç Dağı 1730 m) yükseltisi dikkat çeker.
İlde yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlı karakteristik Akdeniz iklimi egemendir. Yıllık sıcaklık ortalamalarının 15.1 - 20 °C dereceler arasında değiştiği Hatay’da aylık sıcaklık ortalamaları yaz aylarında en fazla, kış aylarında ise en düşük değerlere ulaşır.


İlde yıllık ortalama toplam yağış miktarı 562.2–1216.3 mm’ler arasında değişir. En fazla yağış kış aylarında, en az yağış yaz aylarında düşer. Yağışta dikkat çeken bir diğer özellik ise Dörtyol’un doğusundaki Amanos Dağları’nın denizden gelen hava akımlarına dik uzanış göstermesi ve buna bağlı oluşan orografik yağışlardan dolayı yıllık ortalama 1500 mm civarında yağış almasıdır.
Hatay ilinin en önemli akarsuyu, kaynağını Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nden alan Asi Nehri’dir. Nehrin toplam uzunluğu 556 km olup, üç ülkeye yayılmış bulunan (Türkiye, Suriye, Lübnan) su toplama alanı ise 20.847 km²’dir. Diğer önemli akarsular ise; Asi Nehri’nin kolları olan Küçükkaraçay, Büyükkaraçay Afrin ve Karasu çaylarıdır. Amik Gölü kurutulduktan sonra ilde büyük doğal göl kalmamıştır. Balık (Gölbaşı) Gölü ve Yenişehir Gölü gibi küçük göller günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Ayrıca Yarseli ve Yayladağı baraj gölleri bulunur.



İlde birçok şifalı su kaynağı yer alır. İçlerinde en çok Erzin içme ve kaplıcası ile Reyhanlı Hamamat kaplıcası dikkat çeker. Bunların dışında debisi düşük olan ve işletme tesisleri bulunmayan çok sayıda şifalı su kaynağı mevcuttur.
Hatay, toprak türleri bakımından da çeşitlilik arz eder. İl sınırları içerisinde en yaygın olanlar; kırmızı-kahverengi Akdeniz toprakları, kırmızı Akdeniz toprakları, kahverengi orman toprakları, kolüvyal topraklar ile alüvyal topraklardır. Kırmızı-kahverengi Akdeniz toprakları ile kırmızı Akdeniz toprakları ortalama 400-1000 mm’ler arasında yağış alan zemininde kalkerli kayaçların yoğun olduğu maki ve orman alanlarında görülür. Kahverengi orman toprakları bitki örtüsünün gür, yağış değerlerinin de yüksek olduğu kesimlerde yoğundur. Kolüvyal topraklar eğimli yamaçların eteklerinde, alüvyal topraklar ise ova ve vadi tabanlarında yaygındır.
İklim özelliklerine paralel olarak ilin doğal bitki örtüsü ormanlardan oluşsa da günümüzde birçok bölgede ormanlar tahrip edilmiş, yerlerini maki türleri almıştır. Bunlar mersin, defne, keçiboynuzu, zakkum, delice ve katırtırnağı gibi bodur bitki türlerinden oluşur. Makilerin de tahribata uğradığı alanlarda ise odunsu bitkilerden oluşan garig toplulukları ortaya çıkmıştır. Bugün insan tahribatından uzak ve korunan alanlarda kızılçam karaçam, göknar, meşe ve ardıç gibi türlerden oluşan karışık ormanlar yer alır. Ayrıca Amanos Dağları’nın Dörtyol’un doğusuna denk gelen kısmında kayın, fındık ve ıhlamur gibi Karadeniz bitki örtüsüne ait türler görülür

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:31   #38
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




BEŞERİ COĞRAFYA ÖZELLİKLER
Nüfus ve Yerleşme
Hatay ve çevresi, Anadolu’da yerleşmenin ilk görüldüğü alanlardan biridir. Burada ilk insan faaliyetlerine ait izler M.Ö. III. bine kadar uzanır. Tarihin belirli dönemlerindeki yoğun yerleşme ve nüfus özellikleriyle oldukça dikkat çekmiştir. Ancak Hatay nüfusuna ait sağlıklı verilere 1940 ve sonrasında ulaşmak mümkündür. Buna göre Hatay’ın 1940 nüfusu, 246.138’dir. Günümüzde ise (2008) il nüfusu 1.386.224 olup, bunun 696.050’si erkek, 690.174’ü ise kadındır. Bu durum 68 yıllık süreçte nüfusun yaklaşık 5,6 kat büyüdüğünü göstermektedir. Nüfusun %32’si (683.991 kişi) il ve ilçe merkezlerinde yaşarken, geri kalan %68’lik bölümü ise (729.296 kişi) belde ve köylerde yaşamaktadır. Günümüzde Hatay, km2’ ye düşen 262 kişiyle ülkemizdeki iller arasında nüfus yoğunluğu yönüyle 4. sırada yer alır.

İlçeler
İl/ilçe merkezleri (Şehir)
Belde/köyler
Toplam
Altınözü
7.428
55.689
63.117
Dörtyol
67.430
76.484
143.914
Hassa
9.301
45.329
54.630
Merkez (Antakya)
188.310
239.141
427.451
İskenderun
176.374
128.517
304.891
Kırıkhan
68.212
212
102.424
Reyhanlı
60.418
24.413
84.831
Samandağ
43.528
85.483
129.011
Yayladağı
6.305
15.780
22.085
Erzin
30.137
9.142
39.279
Belen
21.293
6.635
27.928
Kumlu
5.255
8.471
13.726
Toplam
683.991
729.296
1.413.287

Tablo : Hatay’da Nüfusun Yerleşmelere Göre Dağılımı (2008)


Hatay’da 2000 yılı verilerine göre ham doğum oranı ‰ 24.88 iken, doğurganlık oranı ‰ 409 olarak gerçekleşmiştir. Geçmiş yıllara göre her iki değerde de bir düşüş olmasına karşın, ham doğum ve oğurganlık oranları halen Türkiye ortalamasının üzerindedir.

Yine aynı yıl itibariyle ilde okuma-yazma bilenlerin nüfusa oranı, erkelerde %93,6, kadınlarda %78.7 olarak belirlenmiştir. Buna karşın okuma-yazma bilmeyenlerin oranı ise %13,9’dur. Bu anlamda erkeklerin oranı ülke ortalamasını yakalarken, kadınlardaki okuma-yazma oranı Türkiye ortalamasının altındadır.

İlde genç nüfusun fazla olması, nüfusun bağımlılık oranını artırmıştır. Yine 2000 yılı verilerine göre Hatay’da bağımlılık oranı %62,2’dir. Türkiye genelinde olduğu gibi Hatay’da da çalışma çağındaki nüfusun artış oranının yüksek olması, işsizlik sorununu doğurmuştur. Bu bağlamda ilin nüfus yapısını etkileyen bir başka faktörü de, ekonomik nedenli göçler oluşturur. İlde özellikle Suudi Arabistan başta olmak üzere, Arap ülkelerine yönelik bir işçi göçünün varlığı dikkat çekicidir. Son yıllarda bunlara Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de eklemek gerekir.
Türkiye genelinde olduğu gibi, Hatay’da da nüfusun, dolayısıyla yerleşmelerin büyük oranda ovalarda toplandığı söylenebilir. Özellikle Dörtyol’dan Belen ve Arsuz’a kadar uzanan kuzey-güney yönündeki hat ile Samandağ’ından Antakya-Serinyol’a kadar uzanan güneybatı-kuzeydoğu yönündeki hatta yerleşmeler neredeyse kesintisiz devam ederken, diğer kesimlerde daha çok münferit bir yapıdadır. Bu iki hat yerleşmelerin ve nüfusun en yoğun olduğu yerlerdir. Nitekim Hatay’da şehir özelliği gösteren merkezlerin de (Antakya, İskenderun, Dörtyol, Kırıkhan ve Samandağ) bu iki hatta toplandığı rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan özellikle Antakya, İskenderun, Dörtyol ve Kırıkhan iş imkânlarının fazla olması ve diğer şehirsel olanaklardan dolayı çevrelerinden göç almış ilin belli başlı şehirleridir.
Buna karşın yükseltinin ve eğimin arttığı (özellikle Amanos Dağları) kesimlerde yerleşme yoğunluğu düşer. Bu alanlar sürekli yerleşmelerden çok yayla gibi mevsimlik yerleşmelerin yoğunluk kazandığı alanlar olarak insan yaşamına girmiştir. Bu genel çerçevenin dışında kalan tek yerleşme Belen olup, bu durum şehrin Amanos’ların karayolu ulaşımına uygun yerinde kurulmuş olmasıyla açıklanabilir.

Ekonomik Coğrafya Özellikleri
Hatay’da 2000 yılı sayımına göre çalışan nüfusun (518.808) %61.62’si tarım, %30.21’i hizmetler, %8.15’i ise imalat sanayinde istihdam edilmiştir. Benzer şekilde hizmetler sektöründe çalışanların %22.17 gibi büyük bir bölümü toptan ve perakende ticaretle uğraşmaktadır. Bu bağlamda il ekonomisinin temelini tarım-hayvancılık ve ticaretin oluşturduğu, bunları imalat sanayinin takip ettiği söylenebilir. Bu anlamda Hatay ekonomisinde, özellikle Cilvegözü ve Yayladağı sınır kapılarına bağlı olarak Suriye başta olmak üzere, diğer Arap ülkeleriyle yapılan ticaret önemli bir pay oluşturur. Bu ticaret daha çok sanayi ve tarım ürünlerine dayalıdır. Nitekim 2004 yılı verilerine göre ilin ihracat kalemlerinde demir-çelik ilk sırada yer alırken, meyve-sebze ikinci sırada yer almıştır.

Tarım
Hatay ilinin 5.403 km2 olan yüzölçümünün %50.10’u tarım, %38.50’si orman funda ve makilik, %9.9’u çayır-mera, %0.30’u sulak alan ve %1.20’si de diğer arazilerden oluşur.
Asi deltası, Erzin, Dörtyol, Payas ve İskenderun çevresindeki kıyı ovaları ile iç kesimdeki Amik ovası ilin belli başlı tarım alanlarıdır. Gerek bu alanların verimliliği ve gerekse yörede egemen olan Akdeniz ikliminin etkisiyle Hatay’da tarımsal ürün yelpazesi geniştir. Amik Ovası başta olmak üzere ilin neredeyse genelinde yılda iki ya da üç ürün alınabilmektedir. Bu bağlamda Hatay’ın hemen her kesiminde tahıldan meyve-sebzeye kadar birçok tarım ürününü yetiştirmek mümkündür. Özellikle pamuk gibi endüstriyel bitkiler Amik ovası ve çevresinde Kırıkhan, Antakya ve Reyhanlı’da, meyve-sebze üretimi ise Dörtyol, İskenderun ve Samandağ’da, yapılmaktadır. Buna göre 2003 yılı Türkiye narenciye üretiminin %16’sını, sakızkabağı üretiminin %12’sini ve pamuk üretiminin %11’ini Hatay karşılamıştır. Son yıllarda zeytin üretimi de hatırı sayılır derecede artmıştır.

Hayvancılık
Bitkisel üretimin öne çıktığı Hatay ilinde hayvancılık ikinci planda kalmaktadır. 2004 yılı itibarıyla 84.627 büyükbaş, 136.154 küçükbaş, 1.719.615 kanatlı hayvan ve 39.031 arı kovanı vardır.
Hatay’da en fazla avlanan deniz ürünleri istavrit, barbunya ve gümüş balığıdır. Özellikle Samandağ ve Arsuz avcılığın yanında kültür balıkçılığının da yoğun yapıldığı yerlerdir.

Sanayi
İlde özellikle 1970 yılında faaliyete geçen demir-çelik fabrikasıyla birlikte, İskenderun, Dörtyol-Payas çevresinde demir-çeliğe dayalı sanayi faaliyetleri yoğunluk kazanmıştır. Bu faaliyetlerin, Hatay’daki imalat sanayinin temelini oluşturduğu söylenebilir. Diğer taraftan ilde pamuk ve zeytin gibi tarım ürünlerine bağlı sanayi kolları da gelişme göstermiştir. Özetle ildeki bütün sanayi faaliyetleri, Antakya, İskenderun ve Payas olmak üzere 3 organize sanayi bölgesi ile Antakya, İskenderun, Dörtyol, Payas, İskenderun 5 Temmuz, Antakya Deri Kösele olmak üzere 6 küçük sanayi sitesi çatısı altında toplanmıştır.

Maden
Hatay’da çeşitli madenler bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz. Dörtyol’da demir ve alüminyum, İskenderun’da krom ve demir, Hassa’da bakır, çinko, kurşun ve alüminyum, Kırıkhan’da demir, Altınözü’nde kükürt, Yayladağı’nda fosfat, Antakya merkezde asbest ve altın yatakları bulunmaktadır.

Ulaşım
Günümüzde Hatay’da en gelişmiş ulaşım sistemi karayolu ulaşımıdır. İlde 365 km’si devlet yolu, 308 km’si il yolu, 89 km’si otoyol ve 2749 km’si köy yolu olmak üzere toplam 3511 km karayolu bulunmaktadır. İl genelinde herhangi bir ulaşım güçlüğü söz konusu değildir. Ulaşım ağındaki bu durum araç sayısında da kendini göstermiştir. Nitekim 2005 verilerine göre Hatay’daki karayolu taşıt sayısı 223.533 adettir. Bu değer Türkiye’deki araç sayısının %3.6’sını oluşturmaktadır. Hatay bu yönüyle iller arasında 11. sırayı alır. Özellikle Cilvegözü ve Yayladağı sınır kapılarının varlığı ve sınır ticaretine bağlı olarak, il genelinde taşımacılık faaliyetlerinin geliştiği ve dolayısıyla çekici ve kamyon türü araçların sayısının fazla olduğu göze çarpar.
Yine Hatay’da sanayi ve ticarete bağlı olarak gelişme gösteren diğer bir ulaşım sistemi denizyolu olup, bu noktada İskenderun Limanı özellikle Ortadoğu ülkelerine yönelik ticari sevkiyatlarda aktarım fonksiyonuyla ön plana çıkmıştır. Limanın kapasitesi, donanımı, etki bölgesi ve taşınan yük miktarı göz önüne alındığında, hinterlandının sadece Hatay ve Türkiye ile sınırlı olmadığı, aynı zamanda Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun en önemli limanlardan biri konumunda olduğu anlaşılmaktadır. Bunun dışında ayrıca ilde İsdemir Limanı, Advansa Sasa Polyester Tesisleri, Asfalt İskelesi, Çekisan Şamandırası, Gübretaş Sarıseki İskelesi, Orhan Ekinci İskelesi ve Yazıcı İskelesi de bulunmaktadır.
İlde havayolu ulaşımı son yıllarda gelişme göstermiştir. Bu anlamda Hatay’da 2007 yılında hizmete açılan bir havaalanı olup, buradan İstanbul, Ankara ve Kıbrıs/Lefkoşa’ya düzenli seferler yapılmaktadır. Havaalanının ilk yılında toplam 1200 uçuşta 140.000 yolcu taşınmıştır.
İlde demiryolu ulaşımının gelişme gösterdiği söylenemez. Bu anlamda sadece Adana-Gaziantep arasındaki demiryolu hattından ayrılan bir tali hat İskenderun ilçesine kadar uzanır. Fakat bu hat daha çok yük taşımacılığına dönük olarak kullanılmaktadır.

Turizm
Hatay turizm potansiyeli yüksek olan fakat bugüne kadar bu potansiyelin tam olarak değerlendirilemediği illerimizden biridir. Bu potansiyeli oluşturan değerlerden ilki ve en önemlisi, yörenin tarihsel, kültürel ve inanç özellikleridir. Antakya ve çevresinin tarih sürecindeki yeri ve önemi, Hristiyanlık için bazı ilkleri bünyesinde barındırması ve günümüzde dahi üç semavi din ve bunların mezheplerine mensup toplulukların barış içerisinde burada yaşıyor olması turizm açısından en büyük değerleri oluşturmaktadır.
Hatay, şifalı suları, yaylaları ve kumsallarıyla yüksek sağlık turizmi potansiyeline sahiptir. Erzin içme ve kaplıcası ile Reyhanlı Hamamat kaplıcası birçok ziyaretçi kendine çeker. Bunun yanında Antakya’ya 10 km uzaklıkta yapılan beş yıldızlı termal otel ildeki en önemli sağlık turizmi tesisini oluşturmaktadır.
Hatay bir sınır ili olması nedeniyle Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden, Balkanlar ve Avrupa’ya uzanan güzergâhta transit geçiş noktası niteliğindedir. Bu nedenle Ortadoğu’dan Türkiye ve Hatay’a giriş yapan turist sayısı oldukça dikkat çekicidir. 2004 yılında Hatay’ı 479 578 yabancı turist ziyaret etmiştir.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:31   #39
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi





ANTAKYA VE CIVARININ GENEL JEOLOJIK YAPISI
Antakya ve yakın çevresindeki temel kayaçlar Mesozoik yaşlıdır. Bunlar Amanos Dağları ile Kel Dağ yükselimlerinde görülür. Mesozoik birimler, karbonat istif ve ofiyolitlerle temsil edilir. Karbonat istife güneydeki Kel Dağı’nda rastlanır. Bunlar daha çok Jura yaşlı dolomitik kalkerlerden oluşur. Ofiyolitler ise Üst Kretase’de yöreye yerleşmiştir. Karbonatların üzerinde yer alan ofiyolitler; tektonit peridotit, kümülat gabro, diyabaz dayk kompleksi, yastık lav ve volkano-sedimanter birimlerinden oluşur (Yılmaz, 1984). Ofiyolitlerin üstünde ve özellikle Kel Dağ’ında, Üst Kretase yaşlı konglomera ve kumtaşları ile başlayan ve kalkerlerle son bulan çökel birimler yer alır.
Hatay bölgesindeki jeolojik birimler Mesozoyik, Senozoyik ve Kuvaterner yaşlı kayaçlardan oluşmaktadır. Bölgeye Üst Kretase’de tektonik olarak yerleşen allokton konumlu Kızıldağ ofiyoliti alanının temelini oluşturmaktadır. İnceleme alanındaki Üst Kretase yaşlı olan paraotokton konumlu Kaleboğazı formasyonu Kızıldağ ofiyoliti üzerinde uyumsuz olarak yer almaktadır. gösteren Kızıldağ Ofiyoliti, Antakya P36-d2 paftasında Dervişli mah., Çullukburnu Tepe, Mamanın Tepe, Kartal Tepe civarında mostra vermektedir. Harzburjit ve dünitlerden oluşan tektonitlerin ayrışma yüzeyi; kızıl-kırmızı, taze kırılma yüzeyi; koyu yeşil renktedir. Birimi oluşturan kayaçların alterasyona uğradığı ve serpantinleştiği gözlenmektedir. Harzburjitler içinde krizolit, ortorombik piroksen ile az miktarda monoklinik piroksen ve spinel kristalleri bulunmaktadır (Çoğulu, 1974). Tektonik bir evrim geçirerek bugünkü yapı, doku ve mineralojik bileşimlerini kazanmış olan tektonitler üst manto ekaylarıdır. Tektonitler içinde gözlenen foliasyon, lineasyon gibi yapısal özellikler ve olivinin yeniden kristalleşmesi bu kayaçların yer mantosu içinde plastik defomasyona maruz kaldıklarının göstergesidir (Çoğulu, 1974). Birimi oluşturan kayaçlar aşınmaya karşı oldukça dayanıksız olduğundan, genellikle topoğrafik olarak düşük eğimli alanlarda mostralar vermektedir.
Okyanus tabanı malzemesinden oluşmuş olan allokton konumlu Kızıldağ Ofiyolitinin alt dokanağı daima faylıdır. Kızıldağ Ofiyoliti, otokton konumlu diğer formasyonlar tarafından uyumsuz olarak üzerlenmektedir. İnceleme alanında alt dokanağı gözlenemeyen birimi, Üst Maastrihtiyen yaşlı Kaleboğazı formasyonu uyumsuz olarak üzerlemektedir.
Yapılan jeokimyasal ve jeokronojik çalışmalar sonucu Kızıldağ Ofiyolitinin oluşum yaşı Üst Kretase olarak belirlenmiştir (Deloloye, 1979,1980). Birimin bölgede yerleşim yaşı ise Geç Maestrihtiyen olarak belirtilmektedir ( Dubertret, 1953; Aslaner, 1973; Selçuk, 1981).
Yöredeki Tersier birimleri yine Amanos Dağları ve Kel Dağ’ında geniş alan kaplar. Tersier kumtaşı-miltaşı-kiltaşı ardalanmasından oluşan Paleosen birimleri ile başlar. Paleosen’den Eosen’e bir marn düzeyi ile geçilir. Eosen ise kalkerlerle temsil edilir. Yörede Alt Miosen, çakıltaşı-kumtaşı ardalanması ve kalkerlerden oluşur. Orta Miosen marn-şeyl, Üst Miosen ise marn-kumtaşı-şeyl ardalanması şeklinde bir litolojiye sahiptir. Pliosen ise çakıltaşı, kumtaşı, silttaşı ve kiltaşı ardalanmasından oluşur. Pliosen birimleri daha çok Antakya-Samandağ grabeni çevresinde görülür.
Asi nehri ve akarsu yataklarında geniş yayılım sunan alüvyonlar, oldukça gevşek kum boyutunda malzemeden oluşmaktadırlar. Alüvyonların yer aldığı alanlar genel olarak tarım faaliyetlerinin yoğun olduğu alanlardır. Kuaterner birimleri ise daha çok graben tabanlarında yer alır. Amik Ovası ile Asi Nehri’nin de içinde yer aldığı Samandağ-Antakya graben alanı alüvyonlardan oluşur. Grabenleri çevreleyen yükseltiler ile graben tabanları arasında birikinti konileri ve yamaç molozları bulunur.
Yukarıda belirtilen jeolojik birimlerin bazıları, içlerine suların serbestçe girip hareket edebileceği boyut ve miktarda birbirleriyle bağlantılı boşluklar içerir. Akifer olarak adlandırılan bu birimler aynı zamanda yörenin yeraltı suyu potansiyelini oluşturur.
Bu potansiyel graben alanındaki Kuaterner birimlerinde yüksektir. Özellikle Amik Ovası’ndaki alüvyonlar, yeraltı suyu bakımından oldukça zengindir. Ancak alüvyonların yanal ve düşey yönde gösterdikleri fasiyes değişimleri ile kalınlıkları, yeraltı suyu bulundurma kapasitelerini etkilemektedir. Alüvyonlar içinde silt-kil düzeylerinin bulunduğu alanlarda yeraltı suyu verimliliği azalır. Özellikle Amik Ovası’nın güney ve güneydoğusunda kalın kil düzeylerinin bulunduğu alanlar akifer özelliği göstermezler. Kil düzeyleri, ovanın güney ve güneybatısında 10-20 m, daha içerilere doğru 40-60 m ve ovanın ortasında ise 100 m kalınlığına erişmektedir (DSİ, 1975:35). Antakya-Kırıkhan yolu boyunca yoğun olan birikinti konileri ise 350 m’ye kadar yer yer killi seviyeler içerse de yeraltı suyu taşıyan en önemli formasyonları oluşturur.
Birikinti konilerinden başka Alt Miosen kalker, çakıltaşı, kumtaşı ardalanması ve Mesozoik (Üst Kretase) konglomera, kumtaşı ve kalkerlerden oluşan çökel birimler de akifer özelliği gösterirler.
Mesozoik (Jura) dolomitik kalkerleri, çatlaklı ve erime boşluklu yapıları nedeniyle geçirimlidirler. Ancak suyu depolama özelliğine sahip değildir. Bu nedenle akifer özelliği göstermezler.
Yörede suyu geçirmeyen ve yeraltı suyu bulunmayan birimler de vardır. Mesozoik ofiyolitleri ile Tersier kiltaşı ve marnlar suların iletilmesini ve depolanmasını önler. Bu nedenle söz konusu birimler su tutma ve iletme özelliğine sahip değillerdir.

Yapısal Jeoloji ve Tektonik
Arabistan, Afrika ve Anadolu levhalarının birbirleriyle göreceli hareketleri sonucunda, doğuda Arabistan levhasının Avrasya levhası ile çarpışması, batıda ise Afrika ve Anadolu levhalarının dalma-batma sınırı ile yakınsaması sonucu Doğu Akdeniz Bölgesi’nin sismotektoniği gelişmektedir (McKenzie 1970, 1972).
Avrasya levhası ile Arap-Afrika levhaları Geç Kratese’den günümüze kadar yaklaşık K-G yönlü yakınsama hareketi etkisi altında bulunmaktadır. Bu yakınsama hareketi ile ortaya çıkan sıkışma sonucunda Arap-Afrika levhaları ile Avrasya levhaları arasındaki Tetis okyanusunun güney kolu kuzeye doğru olan yitimle kapanmıştır. Arap levhası ile Anadolu levhacığının sınır oluşturduğu Anadolu coğrafyası üzerinde kıta-kıta biçimindeki çarpışma olayı Orta-Üst Miyosen’de başlayarak Bitlis-Zagros Bindirme Kuşağı boyunca gerçekleşmiştir (Gülen ve diğ., 1987; Arpat ve diğ., 1975). Yakınsama hareketinin sürmesi nedeniyle Avrasya ve Arap-Afrika levhaları arasında kalan Anadolu bloğunun kısalıp kalınlaşması Üst Miyosen sonrasında da sürmektedir. Üst Miyosen-Pliyosen’den itibaren sıkışma ile deformasyonu karşılayamaz duruma gelen Anadolu bloğu, doğrultu atımlı Kuzey ve Doğu Anadolu Fayları boyunca batıya doğru yanal olarak hareket etmeye başlamıştır. Kuzey ve Doğu Anadolu Fayları, Anadolu bloğunun batıya doğru hareketi ile oluşmuştur (Gülen ve diğ., 1987).
Bu çarpışmada Arabistan levhasının Afrika’ya göre daha hızlı kuzeye doğru hareket etmesi sebebiyle Arap levhası Afrika'dan K-G doğrultulu Ölü Deniz Transform Fayı ile ayrılmıştır (Gülen ve diğ., 1987).

Bölgeye Etki eden Önemli Tektonik Yapılar
Ölü Deniz Fayı, Kızıldeniz Akabe körfezinden, Doğu Anadolu Fayı ile kesiştiği Maraş üçlü eklemine (Gülen ve diğ., 1987) veya kuzeyde Antakya’ya kadar uzanan K-G uzanımlı transform faydır (McKenzie 1972; Jackson ve McKenzie 1988; Lyberis ve diğ., 1992). Yaklaşık 1000 km uzunluğunda olan Ölü Deniz Fayı, Arap levhasını Afrika levhasından ayıran transform nitelikli levha sınırını belirlemektedir (Garfunkel 1981; Gülen ve diğ., 1987). Arap ve Afrika levhaları arasındaki hareketi sağlayan Ölü Deniz fayının, Suez körfezinin açılımından sonra Geç Miyosen’de aktif hale geçtiği belirtilmektedir (Lyberis ve diğ., 1992).
Ölü Deniz Fay Zonu üzerinde yapılan çalışmalardan fayın güney bölümünde maksimum 105-107 km.lik sol-yanal atım belirlenmiştir (Garfunkel, 1981; Garfunkel ve Freund, 1981; Quannel, 1959). Bu atımın 60-65 km.lik bölümünün Oligosen-Orta Miyosen arasında gerçekleştiği, geriye kalan 40-45 km.lik kısmının ise Erken Pliyosen’den günümüze kadar olan zaman aralığında gerçekleştiği düşünülmektedir (Perinçek ve Eren, 1990).
Başlangıçta yaklaşık K-G doğrultulu olan Ölü Deniz Fay Zonu, Beyrut güneydoğusunda kezeydoğu-güneybatı doğrultusunda yön değiştirerek at kuyruğu şeklinde kollara ayrılmış ve Palmyra Kink’inin oluşmasına neden olmuştur. Ölü Deniz Fayı Lübnan’ın kuzeydoğusunda tekrar doğrultusunu değiştirerek kuzey yönünde uzanmakta ve fay zonunun bu kesimi Gharb fayı olarak tanımlanmaktadır (Nur ve Ben Avraham, 1978). Gharb fayı kuzey yönünde Türkiye sınırları içine girdikten sonra Amik Gölü doğusunda tekrar doğrultusunu değiştirmekte ve kuzeydoğuya dönmektedir. Bu dönme sonucu Kırıkhan-Gaziantep Kink’i oluşmuştur (Gülen ve diğ., 1987).
Ölü Deniz Fay Zonunun kuzeyindeki bir devamı olan Amanos fayının (Muehelberger, 1981; Gülen ve diğ., 1987; Perinçek ve Eren, 1990), atım miktarının 1000 m.yi bulduğu ve yaklaşık KD-GB yönelimli eğim atımlı bir fay olduğu belirtilmektedir (Atan, 1969; Aslaner, 1973). Ölü Deniz Fay Zonu boyunca oluşan kayma hareketi Senozoyik’te iki önemli bölüme ayrılmaktadır. Zon boyunca oluşan bükülme ve bölünmelerin, kaymanın ilk evresinden sonra başladığı ve bunların Anadolu ve Arap levhaları arasındaki ilk kıta-kıta çarpışmasının sonucunda oluştuğu belirtilmektedir.
Ölü Deniz Fay Zonu boyunca oluşan hareketin yönü yaklaşık 4-5 milyon yıl önce başlayan kaymanın bugünkü bölümünde, kuzeydoğuya doğru saptanmıştır ve bu bileşen Doğu Anadolu Fay Zonunu oluşturmuştur ( Muehberger, 1981).
Doğu Anadolu Fayı,Kuzey Anadolu Fay Zonu ile kesiştiği Karlıova’dan başlayarak K 66° D doğrultusunda (Rojay vd., 2000) uzanan Doğu Anadolu Fay Zonu, Şengör vd., (1985)’e göre Karlıova’dan Bingöl vadisi, Hazar gölü, Pötürge, Çelikhan, Gölbaşı ve Maraş’a doğru ; Jackson ve McKenzie (1984)’e göre İskenderun Körfezine doğru; Perinçek ve Çemen (1990) ile Şaroğlu vd., (1992)’ne göre Antakya’ya doğru; Koçyiğit ve Beyhan, (1998)’a göre ise bu fay zonunun Adana havzasının doğusundan Kıbrıs’a devam ettiği düşünülmektedir.
Oluşum yaşı Geç Miyosen-Pliyosen olarak belirlenen Doğu Anadolu Fay Zonu (Arpat ve Şaroğlu, 1972), yaklaşık 500 km uzunluğunda olup sol yanal doğrultu atımlı bir faydır (Arpat ve Şaroğlu, 1972; Gülen ve diğ., 1987). Doğu Anadolu Fayı, batıya doğru hareket eden Anadolu Bloğu’nun güney sınırını oluşturmaktadır (McKenzie, 1972).
Kuzeye doğru hareket eden Afrika ve Arabistan bloğu ile batıya doğru kaçan Anadolu bloğu arasındaki aktif levha sınırının yaygın olarak Kıbrıs yayı tarafından sağlandığı düşünülmektedir (McKenzie, 1972; Nur ve Ben-Avraham, 1978; Le Pichon ve Angelier, 1979). Kıbrıs yayının, Kıbrıs’tan İskenderun körfezini geçerek Doğu Anadolu Fayı ve Ölü Deniz Fayı’nın buluştuğu Maraş Üçlü Eklemine uzandığı ileri sürülmektedir (McKenzie, 1970, 1972; Westaway, 1994).
Doğu Akdeniz Bölgesinde yer alan Karasu rifti ve Amik havzası, Ölü Deniz Fay Zonu ve Doğu Anadolu Fay Zonlarının etki alanında gelişmiştir (Perinçek ve Eren, 1990). Yaklaşık 150 km. uzunluğunda ve 15-20 km. genişliğinde olan, KKD-GGB doğrultulu Karasu rifti Maraş ve Antakya arasında yer almaktadır (Rojay vd., 2000) (Şekil 2.3). Karasu riftinin güney kesimini oluşturan Amik havzası ise yaklaşık 30 km. genişliğinde olup (Över vd., 2001), Pliyo-Kuvaterner yaşlı çökellerle (Lyberis vd., 1992) veya daha genç çökellerle temsil edilmektedir. İskenderun körfezi bloğunun GB yönünde hareket etmesi sonucunda oluşmuş bir çöküntü alanı olan Amik Havzasının ( Perinçek ve Eren, 1990), yapılan fay ve kinematik analiz çalışmaları sonucunda KD-GB yönelimli bir açılma rejimi ile oluştuğu belirtilmektedir ( Lyberis ve diğ., 1992; Över ve diğ., 2001).
Arap/Anadolu, Arap/Afrika ve Afrika/Anadolu levhaları arasındaki göreceli hareketlere bağlı olarak gelişen Doğu Anadolu Fayı ve Ölü Deniz Faylarının kesiştiği ve tüm bu levhaların birleştiği yerin, Maraş ve Gölbaşı arasında kalan bölge olduğu düşünülmektedir (McKenzie, 1972; Gülen ve diğ., 1987; Şengör ve diğ., 1985). Maraş üçlü eklemi, içeri doğru sokulan (inderten) Arabistan levhasının kuzeybatı köşesini ve aynı zamanda deforme olan komşu Afrika ve Avrasya levhalarını kapsamakta olup, bir kıtasal çarpışma zonunda görülebilecek bütün karakteristik özellikleri içermektedir (Gülen ve diğ., 1987). Över ve Ünlügenç (1998) ise, üçlü birleşim bölgesinin daha güneyde Hatay’ın hemen kuzeyinde olduğunu belirtmektedirler.
Antakya ve çevresinde doğrultu atımlı gerilme rejimine ait tüm lokasyonlar için yapılan fayların kinematik analizi, etkin gerilme rejiminin normal faylanma olduğunu doğrulamaktadır. Kayma vektörlerinin ters çözüm işlemi ve kayma vektörlerinin birbirlerini kesmeleri sonucunda saptanan zamansal ilişki, Pliyo-Kuvaterner’den günümüze kadar etkin olan gerilme rejiminin doğrultu atımlı rejimden açılma rejimine doğru değiştiğini göstermektedir (Över ve diğ., 2001).





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 02 Ocak 2012, 21:34   #40
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Hatay İl Arşivi




HATAY GENEL İKLİM ÖZELLİKLERİ

İlimizde genelde yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçer. Ancak yüksekliğe bağlı olarak iklim özellikleri önemli farklılıklar gösterir.

Hatay’da kış aylarında rüzgar Kuzey ve kuzeydoğu yönlerden hafif ve orta kuvvette, yaz aylarında güney ve güneybatı yönlerden orta kuvvette ve kuvvetli eser.



Antakya


Deniz Seviyesinden Yüksekliği 100 m
Denize olan uzaklığı 18 Km
Uzun Yıllar Sıcaklık Ortalaması 18,1 °C
Uzun Yıllar Nem Ortalaması % 69
Uzun Yıllar Basınç Ortalaması 1001,3 hPa
Uzun Yıllar Yağış Ortalaması 1109,3 Kg/m2


İskenderun


Deniz Seviyesinden Yüksekliği 3,5 m
Denize olan uzaklığı 0 Km
Uzun Yıllar Sıcaklık Ortalaması 20,1 °C
Uzun Yıllar Nem Ortalaması % 65
Uzun Yıllar Basınç Ortalaması 1013,0 hPa
Uzun Yıllar Yağış Ortalaması 727,7 Kg/m2



Dörtyol



Deniz Seviyesinden Yüksekliği 28 m
Denize olan uzaklığı 3 Km
Uzun Yıllar Sıcaklık Ortalaması 19,0 °C
Uzun Yıllar Nem Ortalaması % 63
Uzun Yıllar Basınç Ortalaması 1009,3 hpa
Uzun Yıllar Yağış Ortalaması 956,0 Kg/m2



Samandağ




Deniz Seviyesinden Yüksekliği 4 m
Denize olan uzaklığı 200 m
Uzun Yıllar Sıcaklık Ortalaması 18,9 °C
Uzun Yıllar Nem Ortalaması % 73
Uzun Yıllar Basınç Ortalaması 1013,0 hPa
Uzun Yıllar Yağış Ortalaması 908,5 Kg/m2
HATAY RÜZGÂR ÖZELLİKLERİ

Hatay’da kış aylarında rüzgar Kuzey ve kuzeydoğu yönlerden hafif ve orta kuvvette, yaz aylarında güney ve güneybatı yönlerden orta kuvvette ve kuvvetli eser.

En Hızlı Rüzgar
15.12.1978
102.2 km/saat










HATAY YAĞIŞ ÖZELLİKLERİ

Hatay’da genel olarak sağanak yağış yağar ve bu da zaman zaman sel felaketlerine yol açar. 09.05.2001 tarihinde 24 saatte 432,1 kg/m2 yağış yağmış ve sel felaketine yol açmıştır.


En Çok Yağış
09.05.2001
432.1 mm
En Yüksek Kar
19.01.2000
15.0 cm







HATAYDA KAYDEDİLEN UÇ ve ORTALAMA DEĞERLER
(Veri Aralığı 1940-2007)


En Yüksek Sıcaklık (ºC) 43.9 26.08.1962
En Düşük Sıcaklık (ºC) -14.6 15.01.1950
En çok yağış (kg/m²) 432.1 09.05.2001
En hızlı rüzgar (km/saat) 121.7 13.01.1968
En yüksek kar (cm) 20 25.12.1953
Uzun yıllık ortalama sıcaklığı 18.1°C
Ortalama nispi nemi % 69.4
Ortalama güneşlenme süresi 7.5 saat,
Ortalama rüzgar hızı 3.8 m/sn,
Ortalama yıllık toplam yağışı 1084 mm

Yağışlarda 186 mm /100 yıl olmak üzere bir artış trendi

Ortalama sıcaklıklarda 0.7°C/100 yıl artış trendi vardır.







HATAY İKLİM VERİLERİ GRAFİKLERİ




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
arşivi, hatay, il, İl


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Tcl Arşivi AsiL TCL Scriptler 38 21 Temmuz 2008 18:02
BMW Arşivi Hasan Otomobil Haberleri 0 26 Temmuz 2006 11:32