IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  vaybe sohbet

>
+
Etiketlenen Kullanıcılar

 
 
LinkBack Seçenekler Stil
Prev önceki Mesaj   sonraki Mesaj Next
Alt 05 Ağustos 2008, 19:42   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Kur´an İlimleri




Kur´an İlimleriKur´an İlimlerine Tarihi Bir Bakış
Nüzul Sebebleri
Mekki-Medeni
Sûre Başlangıçlarına Kısa Bir Bakış
Kıraat İlmi Ve Kur Raya Kısa Bir Bakış
Nasıh Ve Mensuh
Kur´an’ın Resmi
Muhkem Ve Müteşabih


Kur´an İlimlerine Tarihi Bir Bakış


Sahabe halis Arab idiler. Üstün us!ûb!arın zevkine varıyor ve Rasûlül-iah (s.a.v.) e gelen âyetleri anlıyorlardı. Kur´andan herhangi bir şeyin ma­nasını anlamada güçlük çektiklerinde hemen onu Rasûlüilah´tan soruyor­lardı. Nitekim: «İmanlarını haksızlıkla da (zulümle) bulaşdırmayanlar» [1] âyeti indiğinde Rasûlüllah´a müracaat etmiş [2]ve: Hangimiz nefsine hak­sızlık etmez ki?» demişler ve peygamber (s.a.v.) zulmü şirk ile tefsir ede­rek «doğrusu şirk, büyük bir zulümdür»[3] âvetini buna delil getirmiştir. RasÛlüHah (s.a.v.) e gelince, Allah ona Kitabı vermiş ve bilmediğini ona öğretmiştir. Allah´ın onun üzerindeki fazlı pek büyüktü. Onun için Rasûlül-lah ve sahabe döneminde Kur´an ilimleri konusunda eserlerin hazırlanma­sına, pek ihtiyaç yoktu.[4]

Sahabenin çoğunluğu ümmî idi. Okuma yazma öğrenme imkânları kı­sıtlıydı. Bu da, bu ilimde eser vermelerine engeldi. Ayrıca Rasûlüllah (s.a.v.) in kendisi Kur´an´dan başka bir şey yazmalarını yasaklamış ve vahyin indi­ği ilk sıralarda onlara şöyle emir buyurmuştu: «Söylediklerimi yazmayın. Her kim Kur´andan başka birşey yazmışsa, hemen onu imha etsin. Ama söylediklerimi şifahî olarak anlatın, bunda bir beis yoktur. Ayrıca her kim kasden bana yalan isnad ederse, ateşten yerini hazırlasın» [5] Rasûlüilah (s.a.v.), Kur´andan olmayan birşeyin Kur´an´a karışması endişesiyle başka şeyler yazmamalarını emretmiştir.

Rasûlüllah (s.a.v.) dönemiyle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerin­de Kur´an ilimleri telkin ve ağızdan ağıza aktarılmaya devam edildi. Hz. Os­man´ın hilâfeti zamanında Arablar acemlerle karıştı. Bunun üzerine Hz. Os­man resmi bir mushaf üzere icma etmelerini ve bu mushaf örnek alınarak çoğaltılacak nüshaların çeşitli eyaletlere gönderilmesini, bunlar dışında ka­lan mushaflann da yakılmasını emretti. Bunun sebeplerini ve konuyla ilgi­li teferruatı görmüştük.

Burada bizi ilgiiendiren, Hz. Osman´ın mushaflan istinsah etmekle da­ha sonra Kur´an resmi yahut Osmanî yazının ilmi olarak isimlendirilen il­min temeli atılmış oldu.

Yine Hz. Ali (r.a.), Ebu´l-Esved ed-Dûelî[ye (öl. 69) Arab dilinin bozul­masını engellemek ve selâmetini muhafaza etmek için bazı kuralları tes-bit etmesini emretmekle İ´rabu´l-Kur´an ilminin temelini ortaya atan ol­muştur.

Diyebiliriz ki: Bu ilme zemin hazırlayanlar :

1- Sahabeden dört Halife: İbnu Abbas. İbnu Mesud, Zeyd b. Sâbİt, Ubeyy b. Ka´b, Ebu Musa el-Eş´arî, Abdullah b. ez-Zübeyr.[6]

2- Tabiînden: Mucahid, Ata´ b. Yesâr, İkrime, Katâde, el-Hasan el-Basrî, Saîd b. Cübeyr ve Zeyd b. Eşlem.

3- Etbau´t-Tabiînden: Malik b. Enes ki, Zeyd b. Eslem´e talebelik yap­mıştır.

Tefsir ilmi, nuzû! sebepleri ilmi ,Mekkî ve Medeni ilmî nâsih ve men-suh ilmi ve garîbu´l-Kur´an ilmi olarak isimlendirdiğimiz ilimlerin kurucu­ları bunlardır. .

Tedvîn çağında bütün ilimlerin başında tefsir geliyordu. Çünkü o, Kur´­an ilimlerinin anası (temeli) mesabesindedir. Bu ilimle uğraşıp eser veren-ier şunlardır:

İkinci asırdan olarilar: Şu´be b. el-Haccâc [7] Süfyan b. Uyeyne [8] ve Veki´ b. el-Cerrah´dır.

Tefsirleri, sahabe ve tabiînin kavillerini ihtiva ediyordu. Onları İbnu Ce-rîr et-Taberî (öl. H. 310) takip eder ki, tefsiri sahih rivayetleri ihtiva etme­si, irab meselelerine el atması ve değerli görüşler ortaya koyması gibi meziyetlerinden dolayı tefsirlerin en değerlilerindendir.

Rivayet tefsirinin yanında re´y tefsiri de doğup gelişti. Kur´anin tama­mını tefsir edenlerin yanında bir cüz´ünün, bir sûresinin ve bazen bir âyet veya ahkâm âyetleri gibi bir çok âyetin tefsiri yapılmıştır.

Diğer Kur´an İlimlerine gelince. Bu konularda eser verenler:

Buharînin hocası olan Ali b. e!-Medini [9] Esbâbü´n-Nuzûl konusunda, Ebu Ubayd el-Kasım b. Sellam nâsih ve mensuh, kıraatler ve Kur´anın fa­ziletleri konularında, Muhammed b. Eyyüb ed-Darîsî (öl. 294) Mekke´de na­zil olan ve Medine´de nazil olan konusunda [10] Muhammed b. Halef b. Merzabân (öl. 309) ki eseri: «el-Hâvî fî Ulûmi´l-Kur´an» dır. [11]Dördüncü asırda: Ebu Bekir Muhammed b. el-Kasım el-Enbârî (öl. 328) «Acaibu Ulumi´l Kur´an:» isimli eserinde Kur´anın faziletlerinden, yedi harf üzere indirilişinden, mushaflann yazılmasından ve sûrelerle, âyet ve keli­melerinin sayısından bahseder. [12] Ebu´l-Hasen el-Aş´arî, eseri: «el-Muh-tezen fi Ulûn-ıi´l-Kur´an» olup gerçekten değerli bir eserdir [13]Ebu Bekir es-Sicistânî [14] garîbu´l-Kur´an konusunda eser yermiştir.

Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kerhî (Öl. 360 dolay­larında). Eseri: Nuketu´l-Kur´an ed-Dâlletu ale´l-Beyân fî Envaı´l-Ulûmi ve´l-Ahkâmi´l-Munbietı an ihtilâfı´l-Enâmsdır.[15] Muhammed b. Ali el-Udfevî (öl. 388). Eserî «el-lstığnâ[16] fî Uiûmi´l-Kur´an» olup yirmi cilttir.

Beşinci asır: Ali b. İbrahim b. Said ei-Hûfî [17] Eserleri: «el-Burhan îî Ulûmi´l-Kur´an» ve «İ´rabu´l-Kur´an» dır.

Ebu Amr ed-Dânî (öl. 444). Eserleri: «et-Teysir fî Kiraâti´s-seb» ve sel-Muhkem fî´n-Nukat» tır.

Altıncı Asır: Ebu´l-Kasim Abdurrahman es-Suheylî [18] lakabıyla tanı­nır. Mubhemâtu´l-Kur´an konusunda eser vermiştir.Aiemu´d-Din es-Sahâv [19] kıraatlerle ilgili eser vermiştir.

Daha sonra Kur´anla ilgili yeni ilimler ortaya çıktı: Bedâyiu´l-Kur´an [20] Huoecu´l-Kur´an [21] Eksamu´l-Kur´an [22] ve Emsâlu´l Kur´an [23]Kur´anla ilgili çalışmalarda takip edilen metod, teferruat üzerinde de durmaktır. Onun için bu ilimlerin hepsini içine alan kısa bir İsim gerekiyor­du. İşte bu ilme, Ulûmu´l-Kur´an (Kur´an İlimleri) ismi verildi.Şafiî (r.a.) Yemen´de Alevî gurubun reisi olduğu ithamı ile demir zin­cirlerle bağlanmış olduğu halde Bağdad´da Harun Reşîd´in huzuruna geti­rildiğinde Reşit ona: Şafiî Allah´ın Kitabı hakkında bilgin nedir? İlk sorumu buradan başlatıyorum: Çünkü Allah´ın Kitabı kendisiyle başlanmaya daha evlâdır, dedi. Şafiî cevap verdi: Allah´ın kitaplarından hangisini soruyorsun ya Emire´l-Mü´minin? Çünkü pekçok kitap indirmiştir. Harun Reşid: Güzel söyledin. Lâkin ben. Amcam oğlu Muhammed (s.a.v.) e indirilen Allah´ın Kitabından sormuştum, dedi. Bunun üzerine Şafiî şöyle dedi. Kur´amn ilim­leri çoktur. Bana muhkem ve müteşâbihinden mi soruyorsun? Taksim ve te´hirinden mi soruyorsun? Nasıh ve mensuhundan mı soruyorsun? [24] vs.

Bazı araştırmacılara göre-şumullu manasıyla Ulûmu´l-Kur´an istilanı, el-Hûfî olarak şöhret bulan Ali b. İbrahim b. Saîd´in (öl. 430) «el-Burhan fî Ufûmi´l-Kur´an» isimli kitabıyla başlar. Kitap otuz cilt olup birbirini takip

32/a Bk. ei-ltkan, 2/225-228. Ibnu´l-Kayyım bu konuda müstakil eser yazmıştır. Müte-ahhirinden Abdulhamit el-Ferâhînin de «İm´ân fî Eksâmi´l-Kur´an» isminde müstakil bir eseri vardır.

etmeyen müteferrik onbeş cildi Kahire´de Dâru´l-Kütüpde Tefsİr-59 no´da mahfuzdur. Keşfu´z-Zunûn sahibi bu eser için şöyle demektedir: «Onda ga-ribu´i-Kur´an, İ´rab ve tefsirden bahsetmektedir.»

Lâkin az Önce Kur´an çalışmalarını konu alan kitaplardan bahsetmiş, ve «Ulûmu´l-Kur´an» terkibini sarahaten ihtiva edenlerin isimlerini vermiş­tik. Bize göre İbnu´l-Merzebân´ın üçüncü asırda yazdığı eser, bu konuda ilk eserdir.Altıncı asırda İbnu´l-Cevzî (öl. 597) Kur´an´ta ilgili iki eser yazdı: «Fu-nûnu´l-Efnân fî Acaibi Ulûmi´l-Kur´an [25] ve «el-Mücteba fî Ulûmin Tete-allaku bi´l-Kur´an». Bu kitapların her ikisinin Kahire´de Dâru´l-Kütüpte yaz­ması mevcuttur.

Yedinci asırda Alemu´d-Dİn es-Sehâvî {öl. 643) «Cemâlu´l-Kurra1 ve Ke-mâlu´l-lkrâ» [26] Ebu Şâme de (öl. 665) sel-Murşidu´l-Vecîz fîmâ Yeteallaku bii´-Kur´ani´l-Aziz» isimli eserini yazdı.

Sekizinci asırda Bedruddin ez~Zerkeşî (öl. 794) [27] «el-Burhan fî Ulû­mi´l-Kur´an» adlı eserini yazmıştır ki Ebu´î-Fazl ibrahim eseri yayına hazır­lamış ve övgüye layık, bir tahkik, yapmıştır.

Dokuzuncu asırda bu konuda yapılan telifler çoğaldı. Celâiuddin e!-BuI-kînî [28] «Mevakiu´i-Ulûm min Mevakii´n-Nucûm» [29] isimli eserini, yazmış-tir. Muhammed b. Süleyman eî-Köfîyeci de föi 879)[30] bir eser yazmış-ûr. es-Sayatfdu eserden öaâseder ve müefû´fmın, eserinden daha ustun hır

bir malumatımız yoktur. es-Suyutî (öl. 911) de önce «et-Tahbir fî Ulûmi´t-

29/b el-ltkan, 1/3. es-Suyûti kitap için: «Tertibli ve güzel bîr kitap» olduğunu belirtir.

Tefsir» İsimli eserini yazmış ve ardından «el-İîkan fî Ulûmi´l-Kur´an»ı yaz­mıştır.[31]

Son asırda birçok âlim Kur´an ve Kur´an´tn tarih ve ilimleri hakkında eser vermeye yönelmiştir: Tahir el-Cezairî, «et-Tıbyan liba´zı´i-Mebahisi´k Müteallıkatİ bi´l-Kur´an» isimli eserini, Muhammed Cemâluddin el-Kasımî «Mehasınu´t-Te´vîl» isimli eserini, Muhammed AN Selame «Menhecu´l-Fur-kan fî Ulûmi´l-Kur´an» Tantâvî Cevheri «el-Cevahir fî Tefsirî´l-Kur´ani´l-Ke-rim.» .

Arab dilinin büyük edibi Mustafa Sadık er-Rafîi (İ´cazu´l-Kur´an) isimli eserini. Malik b. Nebî «ez-Zâhiretu´l-Kur´anİyye» İsimii eserini -ki bu eser Seyyid Kutub, «et-Tasvîru´l-Fennî fı´1-Kuran» ve «Fî Zılâli´l- Kur´ân» isimli vahiy konusunda değerli bir araştırmadır. -Muhammed Reşid Rıza «Tefsî-ru´l Kur´ani´I-Hakîm» isimli eserini ki bu eserde Kur´an ilimleriyle ilgili pek çok malumat vardır ve Dr. Muhammed Abdullah Drâz «en-Nebeu´I-Azîm, Nazaratun Cedide fi´l-Kur´an» isimli eserini yazmıştır. [32]


Nüzul Sebebleri


Allah her şeye bir kader takdir ettiği gibi herşeye bir sebeb de tayın etmiştir. Her doğan, ancak bazı sebep ve devrelerden sonra hayat nurunu görür. Varlıkta her olay mukaddimelerden sonra vuku bulur. İç ve dış olay­lar ancak zemin hazırlandıktan ve ortam gerçekleştikten sonra meydana gelir. «Aliah´ın yarattıkları arasında uyguladığı yasası budur. O´nun yasa­sında değişme bulamazsın».

Tarih kadar bu yasanın doğruluğuna ve hayat olaylarına uygunluğuna şehadet eden başka birşey yoktur: Derin görüşlü ve doğru neticelere var­mak için titiz davranan hiç bir tarihçi olayların sebeplerini ve onlara etki eden faktörleri görmezlikten gelemez.

Lâkin mukaddimelerden hareketle neticelere varmaya ve sebepler arasından hakikatleri ortaya çıkarmaya muhtaç olan sadece tarih değildir. Müsbet İlimler de, sosyolojik çalışmalar da ve edebi sanatlar da bu konu-. da tarihe ortaktır. Onlar da sebep ve musebbepleri değerlendirirler. Birta­kım prensip ve kurallara dayanarak neticeye varırlar.

Bu İlimlerden her birinin, eşyanın sebeplerini araştırmaya ne derece muhtaç olduğunu ortaya koyma hususunda bilgi yolları arasında karşılaş­tırma yapacak değiliz. Burada bizi ilgilendiren, onlardan, bu dini araştırma­mıza daha sıkı ilişkisi ve benzerliği bulunanıdır. Araştırmamızla daha çok ilişkisi olan ve ona daha çok benzeyeni okunup duyulan ya da okunup gö­rülen edebi sanattır. Bu alanda herhangi bir parçayı doğru bir şekilde an­lamak ve sağlıklı bir şekilde onun zevkine varmak sanatkârı böyle düşün­meye sevkeden psikolojik ve içtimai şartları öğrenip bu hususta perdeyi aralamakla mümkündün Ancak bu mukaddimeden sonra seçtiği kelimeler­le anlatmak istedikleri mefhumlar bizim için anlam kazanır.

Edebiyat araştırmacısı kelime haznesi ve Arap dilinden pek çok şiir ezberlemiş olmakla övünebilir. Edebi çalışmalara yakın olmak ve belagat sahibi kimselerin üslûplarından zevk almakla iftihar edebilir. Ama nihayet üstün şiirden kendisine bir kaside arzedilir ve bu kasidenin demek istedi­ği ortam kendisine sorulur. Birden gevelemeye başlar. Tereddüd eder. Tö­kezlenip düşer. Çünkü kasidenin medih olduğunu sanır, ama o kaside me-dih değildir, hicviyedir. Yahut gazel olduğunu sanır ama gazel değil şikâ­yetnamedir. Veya barışa davet ettiğini sanır ama savaşa teşviktir. Ya da savaş kahramaniığıyia ilgili bir işaret vardır. Ama beyitleri barışı müjdele­mektedir.Meselâ şiirden zevk alan araştırmacı, Sa´d b. Malik´in şu sözlerini okur.

Şiirde geçen kelimelere hemen yakınlık duyar. Hepsi kolay ve anlaşı­lır durumda. Lugata bakmaya bile ihtiyaç duymaz. Neredeyse alelacele be­yitleri açıklamaya girişecek. Ama başlarken bir kelime dikkatini çekecek « J«*ljl » kelimesi! Fail olmak üzere merfu yahut meful olmak üzere mensup olabileceği kanaatına varır. Topluluklar mı savaştan vazgeçmiş. ve savaş alanından uzak durarak selameti ona tercih etmişler? Yoksa sa­vaş mı toplulukları oturmaya ve safdışı kalmaya zorlayıp, onları zelil kılmış, nihayet düşmana teslim olmuş ve elleri kolları bağlanıp ister istemez din­lenmeye mahkûm olmuşlardır? O halde şiirin matlaında savaş ateşi kızış­tırılıyor ve savaşa katılmayıp oturanlar hicvediliyor? Ne kötü bir savaş! Yazıklar olsun o savaşa katılmayanlara?. Yoksa, onur kıran ve büyükleri zelil kılan savaş mı yeriliyor? Ne kötüdür o! Ya o ateşi, ne çirkindir! Nö yakıcıdır! O savaşın barışa dönüşmesi ne büyük bir isabettir!

Sa´d b. Malik´in bu şiiri söylediği şartlar bilindiğinde araştırmacının kararsızlığı uzun sürmez. Gelen rivayet ve haberler arasında Sa´dın «bura­da, savaştan uzak kalmayı ve ona yanaşmamayı tercih etmekle bilinen et-Haris b. Ubad´i hedef aldığını» [33] görecektir. Sanki burada şair savaşı kışkırtıyor ki savaş erlerinden hiçbiri zillet ve alçaklığı tercih etmesin.

Kasidenin düzenlendiği ortam, onu doğru bir şekilde anlamaya yar­dımcı oluyor, kasideden zevk almayı kolaylaştırıyor ve edebi açıklaması ile omuz omuza yürüyorsa, âyetin İnişine sebep olayların bilinmesi elbette onun daha doğru anlaşılmasını kolaylaştıracak ve en uygun te´vil ve tefsi­rinin yapılmasına yardımcı olacaktır.

Burada tefsir konusunda değeri çok yüce bir meseleyle karşı karşıya-yız. Müfessirlerin görüşleri bütün düğümleri çözmüş, bütün şüpheleri izale etmiş ve her icmali tefsil etmiş değildir.

Kur´anda, dil ve onun kural ve âdabından öte birşeyle karşı karşıyayız, Kur´anda, ifade gölgeleri ayetlerdeki kelimelerin ilhamları kıssa ve tablola­rında çeşitli tasvir şekilleri efbetteki canlı olaylara, konuşan vakıalara ve müşahhas tablolara sıkı sıkıya bağlıdır. Sanki bu olayların kahramanları

hayat sahnesinde gîdip-gelîyorlar. Donuk luğavi şerhler ve kuru belagat İstilahlan olayların kesin haberlerini nereden ortaya koyabilir, olayların gizli sırlarının perdesini nasıl aralayabilirler? Onlar, olayların o tatlı seda­larım bile kulaklarda çınlatmaktan âcizdir.

Nihayet Kur´anda tarihin kendisinin de ötesinde bir durumla karşı kar-şıyayız. Tarihî sebeb-i nuzül üzerinde durursak, herşeyin sonuna varmış olmayız. Çünkü tarih ne büyük bir yalancıdır! Tarihçiler onun diliyle ne bü­yük yalanlar söylerler! Tarihte ne gedikler ve doldurulması gerken açıklar vardır! Ama dinî bakış açısı yönünden nuzûl sebeplerine gelince, ancak onun sayesinde vakıanın kendisini; en azından suretini görürüz. İnsanın kendisini görürüz, gölgesini değil. Hakkı müşahade ederiz, yankısını değil. O halde muhakkik âlimler, nuzûl sebeblerini bilmeyen bir kimsenin Kur´a-nın tefsirine cüret etmesini haram saymışlarsa [34] bunun şaşılacak bir tarafı yoktur. El-Vahidi [35] «Bir âyetin tefsiri, o âyetin kıssası ve iniş se­bebi bilinmeden yapılamaz» [36] Deyince mübalağa etmiş sayılır mı?

Nuzûl sebebinin âyetin «kıssası» şeklinde ifade edilmesi ince bir zevke işaret etmektedir. Yüce dinî gayenin yanında bir de sanat gayesini ihsas ettirir gibidir: Nuzûl sebebi, gerçek hayattan vuku bulmuş bir hikâyedir. Olayın geçtiği yeriyle, zamanıyia, çıkmazları ve çözümleriyle, şahısları ve olaylarıyla gerçek bir kıssa... Onun sayesinde Kur´an âyetleri her zaman ve mekânda büyük bir şevk ve istekle okunur. Benzerleri olan kimselerin ve geçmişlerinin başlarından geçen olayları ard arda arzetmekle okuyucu­ların üzerindeki uyuşukluğu birden söküp atar. Sanki bu olaylar kendi baş­larından geçmiştir. Çünkü Allah´ın âyetlerini okudukları zaman sanki ken­di hikâyelerini yahut gök mûsikîsine coştukları zaman sanki kendi başla­rından geçmiş kıssaları okuyorlar!

Onun içindir ki insanların nüzul sebeplerini bilmemeleri çoğu zaman onları şüphe ve mübhem durumlara düşürmekte, âyetleri olduklarından başka manalara çekmelerine sebep olmakta ve Allah´ın âyetleri indirdiği ilâhi hikmetleri tesbit edememekteler. Nitekim Mervan b. Hakem, Yüce Allah´ın: «Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananla­rın, sakın sakın onların azabtan kurtulacaklarını sanma; elem verici azap onlaradır.» [37] Âyetini okuduğu zaman, bu ayetin iniş sebebini bilmediği için azabın müminlere olacağı vehmine kapılmış ve kapıcısına: Ya Rafi´ İb-

nu Abbasa git ve, kendisine verilenden dolayı her sevinen ve yaptığından dolayı övülmeyi seven kimse azapiandırılacaksa, kesinlikle hepimizin azap-landırılacağım söyle, demiştir. Bunun üzerine İbnu Abbas şöyle demiştir: Si­zin bu âyetle ne ilişkiniz var! Peygamber (S.A.V.) Yahudileri çağırmış ve onlara bildikleri bir şeyi sormuştu. Onlarsa bildiklerini gizlemiş ve O´na başka şeyler söylemişlerdi. Böylece, kendilerinden sorduğunu yanlış ce­vaplandırdıkları halde O´na iyilik yaptıklarını göstermeye gayret etmiş ve o gizlediklerinden dolayı kazandıklarına sevinmişlerdi. İbnu Abbas daha son­ra Yüce Allah´ın; «Allah kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksı­nız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı» âyetini «yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla öğünen» e kadar okumuştur. [38] Ancak nüzul sebebi bilindiği zaman buradaki mübhemlik ortadan kalkacaktır.

Şayet nüzul sebebinin açıklaması olmasaydı insanlar, yüce Allah´ın el-Maide süresindeki «inananlara ve yararlı iş işleyenlere, daha (önceleri) tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur» [39] âyetinin zahirine bakıp günümüzde alkollü içki içmeye devam edeceklerdir. Rivayet edilir ki: Osman b. Maz´un ve Amr b. Malikerb bu âyetin nüzul sebebini bilmedik­leri için hamnn -alkollü içkinin- mubah olduğunu, söylüyorlardı. Nitekim el-Hasan ve başkalarının da belirttiği gibi içkinin haram kılındığı bildiril­diği zaman, sahabe: «Şimdi ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak, içki midelerinde olduğu halde öldüler? Oysa Allah onun pislik olduğunu söylü­yor.» dediler. Bunun üzerine şu âyet inmiştir: «İnananlara ve yararlı iş iş­leyenlere (önceleri) tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur.» [40]

Şayet nüzul sebeblerinin yol göstericiliği olmasaydı, insanlar Yüce Al­lah´ın, Doğu da batı da Allah´ındır, nereye dönerseniz Allah´ın yönü ora­sıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir.» [41]sözünden ilk ak­la gelenle amel eder ve namazda diledikleri yöne yönelirlerdi. Lâkin nüzul sebebini bilen şu neticeyi çıkarır ki, müminlerden bir gurup zifiri karanlık bir gecede namaz kılmış ve kıblenin hangi tarafta olduğunu kestirememiş-lerdir. Onun için her biri içtihadına uyrfrak durduğu yöne namazını kılmış tır:» [42] Allah onlardan hiç birinin amelini boşa çıkarmamış, ve kâbe´ye yö-nelmemş olsa bile sevabını vermiştir. Çünkü o zifiri karanlıkta kıblenin han-, gi tarafta olduğunu bilme imkânına sahip değildiler.

Konumuz özel nüzul sebebleri bulunan âyetler olduğundan daha çok geçmiş milletlerin peygamberiyle olan olaylarını konu edinen, yahut bazıgeçmiş vakıaları vasfeden veya gaybî gelecek haberleri anlatan ya da kı­yametin kopmasını, kıyamet sahnelerini veya cennet ve cehennem ahvali­ni anlatan âyetlerde olduğu gibi bir soru veya olaya mebni olmadan inen âyetler üzerinde durmuyoruz. Bu gibi âyetler pek çoktur. Allah onları, dos­doğru yola kavuşturmak için indirmiş ve bir soruya cevap yahut bir olaya mebni olarak inmemiş bulunan bu âyetleri Kur´ânî sibak ve siyak içerisin­de yerli yerine yerleştirmiştir. Es-Suyûtî şöyle demektedir: «Bir olayın nü­zul sebebi olabilmesi için, o olayın âyetin indiği günlerde vukuu bulmuş olması gerekir. Böylece el-yahidî´nin, Habeşistanlıların Mekkeye saidınla-rını el-FÎI sûresinin nüzul sebebi olarak göstermesi doğru değildir. Bunun nüzul sebebiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Aksine bu, Hz. Nuh´un kıssası, Âd ve Semûd ile Kabe´nin bina edilmesi v,e benzeri kıssalarda ol­duğu gibi geçmiş vak´aları haber vermekten ibarettir. El-Vahİdi´nin «Allah, İbrahim´i dost edindi» âyetinde Hz. İbrahim´i dost edinmesini nüzul sebebi olarak anlatması da bu kabildendir. Bunun da, nüzul sebebiyle bir ilişkisi yoktur. [43]O halde konumuz: «Kendisi sebebiyle, onu içererek yahut ona cevap olarak veya hükmüne mebnî olarak âyet veya âyetlerin indiği şeyi» tanı­makla ilgilidir. «Nüzul sebebi» olarak ifade ettiğimiz, işte budur.

Nüzul sebebi için yaptığımız bu tarif, Kur´an âyetlerinin iki kısma ayrıl­masını gerektirir: Nüzul sebebiyle ilişkisi olan âyetler ve ilişkisi olmayan âyetler. Onun için Hz. Ali, İbnu mesud ve başka âlim sahabeden nakle­dilen: «Hiç bir âyet inmemiştir ki onlar, ne hususta, kimin hakkında ve ne­rede indiğini bilmesinler» [44] sözünün harfi manasıyla alınmaması gere­kir. Onlardan biri bu hususta yemin etmiş olsa bile [45] Onlar, bu sözleriy­le ya-Arabiarın mübalağa sanatına uyarak- Kur´an-ı Kerim´e gösterdikleri ilgiyi ve onunla İlgili olan herşeyi takip ettiklerini ifade etmek istemişlerdir, ya da Rasulüliah (sav) zamanında duyduklarına ve şahit olduklarına hüsn-i zan besleyip bildiklerini halka aktarma ve ölümleriyle bu bildiklerini bera­ber götürmeme arzularından böyle konuşmuşlardır. Her ne kadar aklen, inen her âyetin nuzûl sebebini bizzat tesbit etmemiş oldukları muhtemel ise de, başka sahabiden onu duymuş olabilirler ve başkası vasıtasıyla onu öğrenmiş olsalar bile, kendilerini, kendi kulaklarıyle duymuş gibi kabul ede­bilirler. Yahut raviler nakilde mübalağa ederek söylemediklerini de onlara nisbet etmişlerdir. Aslında bu ifadelerde bir nevi övünme vardır kî bunu, onların söylemiş olduğunu kabul etmek zordur. Onlar ki, her alanda te-vazularıyla ve din hususunda fetva vermekten sakınmada ortaya koyduk­ları üstün edebleriyle darb-i mesei olmuşlardır.

Ayrıca biliyoruz ki, sahabe Kur´an´ı öğrenmeye büyük önem veri­yor, onu göğüslerinde ve satırlarda toplamakla meşgul oluyorlardı. Kur´-an´Ia meşguliyetleri vakitlerinin büyük bir kısmını kapsıyor ve duy­gularının tamamına hakim oluyordu. Vahiy, bir olay veya olaylar­dan sonra her an için bir veya bir kaç ayet getiriyordu. Yahut en azından her an için gelmesi ihtimal dahilindeydi. O halde sahabenin, her inen ayetin nuzül sebebini tesbit edecek vakti nasıl oluyordu.? Ayetlerin indiği zaman ve mekanda her zaman için nasıl hazır bulunuyorlardı. Şayet bazıları her duyduğunu ezberleme yahut onu yazarak tesbit etme yönüne gitmiş olsa bile, acaba nüzul sebebi olarak ezberlediği ve bildiğinin alın­ması mecburiyeti var mıdır? [46]

Sağlıklı manttk, her birinin, bizzat kendisinin duyma imkânına kavuş­tuğu âyetler hakkında kesin bir bilgi ile konuştuğuna hükmeder. Lâkin biz­zat kendisinin, bazı sebepleri bilmediğini de uzak görmediğimiz gibi Kur´an-la ilgili çalışmalarda bulunan âlimlerin bu sebeplerden birçoğunu bilmemiş olacaklarını da uzak görmüyoruz. Zaman geçtikçe de temel ve saf kaynak­tan uzaklaştıkları için bu konuda bilgisizlikleri artmaya devam etmiştir. Onun içindir ki selef-i salih âlimleri, nüzul sebebleriyle ilgili rivayetlere şid­detle bağlıydı.

İşte, ibnu Sîrin, [47] şöyle demektedir: Ubeyde´ye Kur´andan bir âyeti sordum. «Allahtan kork ve doğru söyle: Kur´an´in hangi hususlarda indiril­diğini bilenler göçüp gitti» karşılığını verdi [48] Lâkin bu korku onları, bu gibi konularda sahabeden gelen haberleri kabuletmekten alıkoymadı. Bu hususta delilleri de tartışma kabul etmez. Onlara göre «Sahabe sözüne karşı görüş ileri sürmenin ve içtihadın yeri yoktur. Aksine onun dayanağı nakil ve sema´dır. Sahabinîn onu Peygamber (S.A.V.) den duymuş olabi­leceğine hamledilir. Çünkü kendiliğinden söylemiş olması cidden uzak bir ihtimaldir.» [49]

Bu hususta tabii´nin sözü sahih rivayetten sayılmaz. Ama bu söz, sa­habeden rivayetleri sabit olan İkrime, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ata, Ha-san-ı Basrî, Said b. el-Müseyyeb ve ed-Dahhak gibi tefsir imamlarından birinin rivayet ettiği başka mursel bir rivayetle destekleniyorsa, durum de­ğişir. [50]

Kur´an´ın Indlrlllşi zamanında yaşayan sahabinin ve sahabiden direkt olarak rivayet eden tabiinin haberlerini kabul etmekle, anlaşılıyor ki, riva­yetin sahih olmasının şart koşulmasından gaye, olayın bizzat müşahede edilmiş olması veya olayın yahut Kur´an´dan birşeyin indirilmesine sebep olan sorunun duyulması hususlarının kesinlik kazanmasıdır.

Belkide bu kesinliktir ki, bütün âlimlerin, nuzül Sebebini bilme yolunu sadece sahih rivayete hasretmelerine ve bu gibi bir konuda ictihad ve görüş ileri sürmeyi kesinlikle reddetmelerine sebep olmuştur. ei-Vahidi şu sözüyle buna işaret etmektedir: «Kur´anın nuzül sebebi ancak rivayet ve tenzil dönemine şahid olan ve bu hususa büyük önem veren kimselerden duyma ile tesbit edilir. Bunun dışında nüzul sebepleriyle ilgili söz söyle­mek caiz olmaz» [51] el-Vahidi daha sonra selef-i şalinin, bilmeden ve bîr-şeye dayanmadan Kur´an´a karşı yalan söylemiş olma korkusuyla nuzui sebepleri hakkında söz söylemekten sakınmalarını tasvir eder ve sözü bu sebeplerle ilgili rivayetleri ciddiye almayan cağının âlimlerine getirerek on­ları kınar. Sanki onlar Allanın, kendisine karşı iftira edenlere vadettiği aza­ba cridınş etmiyorlardır. Üzülerek derki: «Günümüzde herkes kendiliğinden bir şey uyduruyor, yalan ve iftira ediyor. Yularını cehalete teslim ediyor. Hem de âyetin sebebini bilmeyene vadedilen cezayı hiç düşünmeden.» [52]

Dinde bilmeden konuşan ve apaçık iftiraya dalanlar zümresinden ol­mamak için itiraf ediyor- ve çağımızın âlimlerini de - itirafa davet ediyo­ruz ki, hepimiz, bizi Kur´an´ın nüzul sebeplerine ulaştıran sahih rivayetle­ri araştırma hususunda ne kadar gayret etsek, sorulardan veya sebepler­den sonra inen âyetlerin tamamını ihata edemeyiz, Bu, bu alanda vârid olan rivayetleri dikkatli bir eleştiriden geçirdikten sonra ince ve ştırnutSu malumat ihtiva eden pek çok eser telif etmemizi gerektiriyor.

Nuzü! sebepleriyle ilgili geçmiş müelliflerin kendi eserleri şiddetli eleş­tirilere tabi tutulmuştur. Oysa bu müellifler üstün bir vera´ ve güvenilir ilmt hassasiyetle şöhret bulmuş kimselerdir. Onun için bu gün söyliyecekleri-miz daha şiddetli eleştirilere tabi tutulacaktır. Daha acı bir şekilde sorgu­ya tabi tutulacağız!

Meselâ es-Suyütİ -bu ilimde müstakil eser verenleri zikrettikten ve -el-Vahidinin kitabını eksik olmakla tenkid ettikten sonra [53]el-Ca´berî´nin [54] bu kitabı ihtisarını ve «bir ilâve yapmaksızın senedlerini hazfetmesini» eleştirir. Es-Suyuti daha sonra Şeyhül-İslâm Ebu´l-Fazl b. Hacer´in [55] nu-zül sebepleriyle ilgili bir eser yazdığını ancak «Kitabı temize çekme imkâ­nını bulmadan vefat ettiğini, kitabın müsvedde halinde kaldığını» ve bu müsveddeyi tam olarak inceleyemediğîni haber verir. Es-Suyuti´riin ifadesi, müsveddenin bir kısmını yahut tamamını okuduğuna işaret etmekle birlikte bu eseri beğendiğine dair hiçbir işareti bulunmamaktadır. Aksine, kendi eserini terazinin bir kefesine, kendisinden önceki müelliflerin eserlerini bir kefeye koyduğuna ve kendi eserini «Şümullü ve lüzumsuzluklardan ayıklan­mış ve bu konuda eşsizlikle» nitelediğine göre İbnu Hacer´in eserini de eleş­tirme eğiliminde olduğu anlaşılmaktadır. es-Suyûti´nin sözkonusu eseri: «Lubâbu´n-Nükül fi Eshabi´n- Nuzübdir. [56] Bizce es-Suyuti´nin kitabıyla övünmesinin büyük bir değeri olmayabi­lir. Son asırlarda deriemeci bu tip alimlerin çeşitli eserlerinde bu-tür şata­fatlı öğünme namelerine alıştık. Bu tatsız nağmeyi özellikle es-Suyuti´nin eserlerinde görmeyi garipsemez hale geldik. Allah rahmet etsin ve günah­larını bağışlasın. Lâkin burada bizi ilgilendiren bu övünmenin iş´ar ettiği eski kitaplarda gerçekten mevcut olan eksikliktir. Şayet o eserlerin mü­kemmelliğine gölge düşüren eksiklik olmasaydı, es-Suyuti ve başka âlim­ler onları zayıflık ve eksiklikle niteleme cesaretinde bulunamazlardı...Keşke bu eserlerde zayıf taraf sadece eksik olmaları olaydı. Ne yazık ki bu eserler tarihi hatalar, mantıki mugalatalar, acayip mübalağalar ve garip nevadirle de doludur!

Meselâ el-Vahidî, Aüah TeâlÖ´nın: «Allah´ın mescidlerinde O´nun ismi­nin anılmasını yasak eden ve yıkılmalarına çalışan kimseden daha zalim kim vardır? Onların oralara korkmadan girememeleri gerekir. Dünyada re­zillik onlaradır, âhireîte de büyük azap da onlaradır,» [57] âyetini okur ve bundan, mabedleri küçük gören, dini ibadetlere engel olanlarla, mukadde­sata saldıran ve mescidlerin yıkılmasına çalışanlara genel olarak azap va-dediidiği neticesini çıkarmaz. Aksine fahiş bir tarihi hataya düşer. Ayrıca bu düştüğü hata sadece kendisini ilgilendirseydi durum yine basitti. Lâkin bu hatayı Allah´ın kitabındaki bir nassa hamleden Oysa ne kendisinin ve ne de başkasının, hatasını Kur´an´a yüklemeye hakkı vardın Ne gariptir ki ei-Vahidi, bu ayetin, Bâbil´li Buhtunasr hakkında indiğini Buhtunasr ve et-baının yahudilere saldırarak Beytu´l-Makdis´i yıktıklarını, Bizanslı hiristiyan-lann da onlara yardımcı olduklarını söyleyen Katade´nin görüşünü naklet­mekten çekinmez. [58] Beytu´l Makdis´in yıktırılmasında hiristiyaniarın Buhtunasr´la elbirliği yaptıklarını zikreden Halbuki Buhtunasr´in bu olayı Hz. İsa´nın doğumundan 633 sene önce olmuştun [59]İki husustan dolayı e!-Vahidi´nin bu hatası affedilir: Birincisi: O, tarih­çiler arasında sayılmaz, ikincisi: El-Vahidi Katade´nin görüşünü benimsedi­ğini söylememiş ve her ne kadar konuyla ilgili olarak ondan sonra bir tef­sir zikretmişse de Katade´nin görüşünü, onda bir sakınca yokmuş gibi bir yorum yapmadan zikretmekle yetinmiştir. Her iki durum da muhtemel ola­bilin Birinci te´vil, ei-Kelbi kanalıyla gelen İbnu Abbas´in sözüdür: «Âyet, /Romalı Titus ve hiristiyan etbaı hakkında inmiştir. Çünkü onlar İsrailoğulla-nna saldırmışlar, savaşçılarını öldürmüş, çoluk çocuklarını esir almış, Tev-ıratı yakmış ve Beytu´l-Makdis´i tahrip edip içine leş atmışlardır.» Tarihçile­rin nazarında bu tevilde bir engel yoktur. Çünkü Titüs´un Beytul-Makdis´e girişi ve orayı yıkması, Hz. İsa´dan yetmiş yıl sonra olmuştur. Son tefsir yi­ne İbnu Abbas´ın sözüdür. Lâkin bu rivayet Ata, [60] kanalıyla gelmiştir. Buna göre: «Mekke müşrikleri hakkında inmiştir. Onların, müslümanları; Mescid´i Haram´da Allah Teâiayi anmaktan alıkoymaları Sözkonusu edil­mektedir.» İbnu Abbas bununla Hudeybiye umresi olayına, işaret etmekte­dir. Belki de bu te´vil ilk bakışta Kur´anî ve tarihî akışa daha yakın görün­mektedir. Yahut en azından Titüs olayından daha çok ihtimal dahilindedir. Çünkü Titüs olayının üzerinden uzun müddet geçmiştir. Âyetin bu olay ile bir münasebeti yoktur. Lâkin el-Vahidi bu te´vile karşı çıkar ve Arap müş­riklerin cahitiyet döneminde Mescid´i Haram´ı tamir ettiklerini ve onu şeref

ve övünç kaynağı olarak kabul ettiklerini onu, asla yıkmaya kalkışmadık­larını söyler. Âyet sadece bir yönden onları ilgilendirir ki o da: Hudeybiye yılı Peygamber ve ashabının Mekkeye girmelerine enjjel olmalarıdır. [61]

Hatta el-Vahidi´nin -tarihi olayları bilmeyişinden dolayı- içine düştüğü fahiş hata, Yahudilerin «İkinci Buhtunasr» diye isimlendirdikleri Romalı Adrtnal´a hamlederek mazur görülebilirler. Çünkü Adrinal Hz. İsa´dan yüzo-tuz yıl sonra gelmiş ve Orşelim harabeleri üzerine bir şehir kurarak bu şeh­ri süslemiş, hamamlar inşa etmiştir. Süleyman heykelinin harabeleri üze­rinde bir heykel dikmiştir. Yahudilerin şehre girmelerini yasaklamıştır. Şeh­re girmenin cezası, ölüm idi. [62] El-Vahidi´nin bu kusurunu görmemezlik-ten gelsek bile müfessir ve tarihçi İbnu Gerir için ne mazeret bulacağız. O. el-Vahidi´nin yaptığı gibi Buhtunasr hadisesini zikretmekle yetinmez, âde­ti olduğu üzere kaviller arasından bir seçim yapar ve Buhtunasr olayını tercih ederek şöyle der: «Âyetin tevili ile ilgili naklettiğim tevillerin en uy­gunu, Allah Teâiâ´nın, «Allah´ın mescidlerinde isminin anılmasına engel olandan daha zalim kim vardır» sözüyle hiristiyanları kasdettiğidir. Çünkü Beytü´l Makdisi yıkanlar ve Buhtunasr´a yardım ederek İsrailoğulları mümin­lerinin, Buhtunnasr´in ayrılışından sonra Beytu´l Makdis´te namaz kılmala­rını engelleyenler onlardır.»?! [63] Güvenilir bir tarihçi ve hafız olan İbnu Cerîr´e ne oldu da bu görüşü tercih ediyor? İlmi ölçüler içerisinde düşün­düğümüz zaman onun gibi bir tarihçinin sözünü «İkinci Buhtunasr»a ham­lederek onu savunabilir miyiz? yoksa büyük âlimlerin ve en güvenilir ha­fızların tarihi hatalara düştüklerini mi kabul edeceğiz?Nuzül sebepleri arasına sokulmaya çalışılan ve Kur´an´ın söylemediği­ni ona söyleten benzeri tarihi hataları sıralayıp dökecek olursak konuyu çok uzatmış olacağız. Ancak bu hataların ardında gizli duran sırra parmak basmak için bunu fırsat biliyor ve bu hataların, âlimlerin çoğunun, her âye­tin nuzül sebebinin bulunduğunu sanmalarından ileri geldiği soyuyoruz. On­lara göre, sebep ve neticeleri kendileriyle birlikte tarihe gömülen geçmiş milletlerle ilgili vak´alann bile nuzül sebebi aranacaksa, bunun ister mü­minlerden, ister müşriklerden ve ister kendilerine kitap verilenlerden olsun Rasulüliah (S.A.V.) in zamanında yaşayanlar arasından seçilmesi daha uy­gun olacaktır.Sözkonusu ettiğimiz âyetin nuzül sebebinin Buhtunasr yahut Titus´-un Beytu´i-Makdis´e girişi olduğu söyleneceği yerde Kur´an´ın bu âyettenönceki akışı derin bir incelemeye tabi tutulduğunda bunun genel olarak kitap ehli ve benzerlerine yapılmış bir hitap olduğuğu görülecektir. Netice olarak mabedlerin kudsiyetine el uzatanların hepsi bu hitabın muhatabıdır.İster böyle bir olay kendi dönemier/ncle vuku bulmamı? vlm yolM ger­çekten o ana kadar vukubulmamış olsun ister gelecekte vukubulsun far-ketmez. Âyette böyle bir hitabın bulunması» şahısların, yer ve zamanın ta­yin edilmesini gerektirmez. Âyet, hangi zaman ve mekânda olursa olsun mabedleri yıkmaya teşebbüs eden herkese şiddetli bir ikazdır.Tevilde böyle bir metodun tercih edilmesi müfessiri nuzül sebepleri konusunda çıkmazlara girmekten kurtaracak ve Kur´an´da bazı sûre ve âyetlerin belli bir sebebe mebni olmadan indiklerini kabul ettirecektir. Man­tığın kendisi de her sûre ve âyetin başlangıçta bir sebebinin bulunmasını gerekli kılmaz. Yahut hakiki bir sebep olarak sayılamayacak genel bir se-beb söz konusu olabilir. Kur´an´ın muhtelif yerlerde çeşitli yönleriyle anla­tılan Hz. Musa´nın kıssasında olduğu gibi... Nitekim bu kıssa başlangıçta bir sebebe mebni olarak inmemiştir. Ama mutlaka ona bir sebep bulmak gerekiyorsa, çeşitli yerlerde sözkonusu edilen bu kıssanın hepsinin sebebi, genel bir sebebe dayanmaktadır ki o da, Peygamber (s.a.v.J in teselli edil­mesi ve katı kalbli azgın kavminden karşılaştığı sıkıntılar içerisinde kalbi­nin güçlendirilmesidir. Evet Hz. Musanın kıssasını tasvir eden âyetler, -Hz. Musa zamanında inmediklerinden- Hz. Muhammed´in teselli edilmesi için inmişlerdir, denilir. Çünkü inişleri Hz. Muhammed zamanında olmuştur. Onlar için, sebeb olarak Hz. Musa ve kavmi gösterilemez. Çünkü o kıssa tarihe gömüldükten ve üzerinden asırlar ve nesiller geçtikten sonra bu âyetler İnmiştir.

O halde Hz. Yusuf kıssasının, sahabenin: Rasûlüllahtan bir kıssa an­latmasını istemeleri üzerin© İndiğine itiraz etmenin anlamı yoktur. Bu istek üzerine Allah Teâlâ: «Elif, Lam, Râ, Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab´ın ayetleridir.» ve «Sana en güzel kıssaları anlatıyoruz» diye başlayan kıssa­yı indirmiştir. [64] Çünkü sûrenin yalnız ilk âyetlerinin değil, tamamının so­ru soran sahabeyi ilgilendirdiği apaçıktır. Kendileri için öğüt ve ibretler İh­tiva eden Kur´anî kıssalara susamışlar ve Rasülüllah (S.A.V.) e kıssaların en güzelini dinleme orzusunda olduklarını belirtmişlerdir [65] Bunda ga-ripsenecek bir durumda yoktur. Yine Yahudilerin Zülkarneyn´i sormaları da

yadırganmaz. Nitekim Katade şöyle diyor: «Yahudiler Peygamber (SAV.) den Züikarneyn´i sordular. Bunun üzerine Allah Teâla şu âyeti indirdi: «Sa­na Zülkarney´ni sorarlar, onu size anlatacağım de.» [66]

Onun için başlangıçta bir sebebe mebni olmadan inen kısmı açıkla­yan ifademizde kati davranmadık. Bu kısmın, geçmiş vö.k´alarla ilgili âyet­lerin ne hepsini, hatta çoğunu ve Kur´an kıssalarının hepsini hatta ekseri­yetini ve ne de kıyamet sahnelerinin; oennet ve cehennem tasvirlerinin ta­mamını veya büyük bir kısmım ihtiva ettiğini söyledik. Bu konularda inen bazı âyetlerin sebeblerinin bulunmasına mani yoktur. Lâkin gerek ferdi ve gerek içtimai konularla ilgili hukuki meseleleri anlatan âyetlerle bu gibi konulardan bahseden âyetler arasında bir karşılaştırma yaptığımız zaman bu âyetlerin diğer âyetlere nazaran nuzûi sebeplerine daha az muhtaç ol­dukları gözden kaçmamaktadır. Okuyucunun gözüne ibadet ahkamı, muamelat, helâl ve haram, cihad, şahsi haller, medeni hukuk ya da devlet­ler arası antlaşmalarla ilgili bir âyet iliştiğinde hemen onun nüzul sebebini düşünme ihtiyacını duyar. Çünkü ancak nuzül sebebini bulduğu zaman bu âyetlere açık ve tam anlaşılır bir mana verebilir.

Kasden yapılmayan fakat müfessirlerin geçmiş olayları nuzül sebep­leri arasına sokma mübalağalarından kaynaklanan bu hataları görmemez-likten gelsek, sebeplerle ilgili rivayetler hususunda da başka birtakım engel­lerle karşılaşıyoruz. Her zaman sahih rivayetin ibaresinde nuzül sebebi ol­duğunu açıklayan sarih bir ifade bulunmayabilir. Aksine bazen bu ifada açık, bazen de sebeb olma ihtimali olabileceği gibi olmaya da bilir. Şayet râvi, sebep lafzıyla bunu açıkça ifade ediyor vediyorsa yahut olay nakledildikten ya da Rasûlullah (SAV.) e müteveccih bir sual sorulduktan sonra «nûzül» maddesinin başında takip ifade eden

bir «fe» bulunup denili­yorsa bu sebep hususunda apaçık bir nasstır. Ama ifadesiyle yetiniliyorsa bu ifade sebep ifade edebileceği gibi âyetin ihtiva ettiği hüküm de belirtilmek isteniyor olabilir. ez-Zerkeşi, «el-Burhan» da şöyle demektedir: «Sahabe ve tabiînin âdetlerindendir. Onlardan biri:dediği zaman bununla o âyetin o hükmü ihtiva etti­ğini kasteder, o hususun âyetin nuzûl sebebi olduğunu değil. Hadisçiler-den bir gurup ise, İbnu Ömerin âveti nQkkındaki sö­zünde olduğu gibi bunu müsned merfu kabul ederler. Ancak imam Ahmed, Müslim ve başkaları bunu müsnedden kabul etmez, delil getirme ve te´vil kabilinden sayarlar. Bu, hüküm için âyeti delil getirmektir, nakil ve vukubu-lani ifade etmek için değil.» [67] Bu sebeple bir râvi: «Bu âyet şunun hakkında inmiştir» derse ve başkası da başka birşey hakkında indiğini soyu­yorsa, bu takdirde lafız iki görüşe de muhtemel ise ikisine hamledilir ve bunda bir çelişki yoktur. Değilse, görüşlerden hangisine delalet ediyor ve sözün gelişi hangisi İçin daha uygun düşüyorsa, o tercih edilir. Ama râvi-lerden biri, açık bir şekilde «âyet şu hususta inmiştir» demişse, o zaman ona hamledilir ve o takdim edilir. .

Şayet inen bir âyet veya ayetler için birden fazla sebep gösteriliyorsa, bu durumda âlimlerin gayet hassas ölçüleri vardır. Ona dayanarak ya ri­vayetlerden birini tercih ederler ya da makbule geçecek şekilde aralarını uzlaştinrlar.

Şayet sahih iki rivayet bulunur ve aralarında bir tercih yapamazsak, aralarını bulur ve âyeti, bu iki sebebe hamlederiz.

Bunun misali Buharı ve Müslimin rivayet ettikleri- lafız Buharİ´nİndir-şu hadis ile yine Buharinin naklettiği diğer bir hadistir. İik hadis şöyle: Seni b. Sa´d den rivayete göre Aciân oğullarından Uveymir, Aclân oğullarının büyüğü olan Âsim b. Adiyy´e gelerek şöyle sorar: - Siz ne dersiniz? Bir kimse karısıyle birlikte birini {zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zâniyi ö/dürmeli, siz de onu (kısas olarak) öldürmen misiniz? Yoksa, bu kimse ne yapmalı? Lütfen bu meseleyi Rasûlüllah (S.A.V.)e benim için sorar mısınız? der. Bunun üzerine Âsim, Rasûlüllah´a gelip: Ya Rasûlüllah: diye söze bağ­layıp sordu. Lâkin Rasûlüllah (S.A.V.) böyle bir sorunun sorulmasını hoş görmeyip ayıpladı.

Sonra Uveymir, Âsim b. Adiyy´e durumu sordu. O da, Rasûlüllah böyle meselelerin sorulmasını çirkin buldu ve ayıpladı, karşılığını verdi. Bunun üzerine Uveymir; Vallahi ben çekinmem bunu kendim Rasû´.üllah´a sorarım, dedi ve gidip: -Ya Rasûlallah: Bir kimse karısıyla beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zâniyi öldürmeli, sonra siz de (kısas ola­rak) onu öldürmeli misiniz? Yoksa, bu adam ne yapmalı diye sordu. Bunun üzerine Rasûli Ekrem:

— Ey Uveymir! Senin ve karının hakkında Allah Teâla Kur´an (âyeti) gönderdi, dedi. Ve bu karı, kocaya Allah Teâlâ´nın Kur´an´da öğrettiği üze­re mülâane etmelerini emretti» [68]

Diğer hadis de Buhari´nİn olup şöyledir: İbnu Abbas´dan rivayete göre Hilâl b. Umeyye peygamber (S.A.V.) in huzurunda karısına Şerik b. Sehmâ ile zina etti diye söz attı. Rasûlüllah da Hilâl´e:

— Dört şahidini hazırla, yahut arkana had (vurulur) buyurdu. Bunun üzerine Hilâl:

— Ya Rasûlallah. Birimiz karısının üstünde bir erkek görürse, şahid aramaya mı gidecek? (şahid getirinceye kadar savuşmaz mı?) diye itiraz etti. Rasûlüllah:

— Sen şahidlerini hazırla. Aksi takdirde arkana hadd-i kazf (seksen değnek) vurulur, demeye devam etti. Bunun üzerine Hilâl b. Ümeyye:

— Ya Rasûlallah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ´-ya yemin ederim ki. muhakkak ben kesin olarak doğru soyuyorum. Ve emi* nim ki, Ailah benim arkamı hadden kurtaracak bir vahiy, bir âyet göndere­cektir, dedi. Bu sırada hemen Cibril indi ve Rasülullah´a

[69] âyetini tâ kavli şerifine kadar getirdi. [70]

Bu iki oiay arasında geçen müddet az olduğundan aralarını cemetmek kolaydır. Bu iki sahabeden biri Rasûlüllah (S.A.V.) e konu hakkında soru sormuş ve Rasûlüllah henüz ona cevap vermeden diğeri de gelip aynı hu­susu sormuştur. Ardından da Allah Teâlâ bu iki soruya karşılık en-Nur sü­resindeki mulâane âyetlerini indirmiştir.

Hafız el-Hatib´in dediği gibi «ayni anda sormuş olmaları da» uzak bir İhtimal değildir. Âyetin birden fazlaya hamledilmesi açıktır ve evlâ olan da budur. Sebebin birden fazla olmasında bir sakınca yoktur.» Nitekim İbnu Hacer de ayni şeyi söylemektedir. [71]

Şayet her iki rivayet sahih olup aralarında bir tercih yapamadığımız gibi olayların vukuu arasında geçen müddet uzun olduğundan ikisini ce-metme imkânımız yoksa, âyetin iki defa indiğine hüküm veririz.

Buna misâl: el-Beyhaki ve el-Bezzâr´ın Ebu Hureyre´den rivaytlerine göre Peygamber (S.A.V.) şehid düşen Hz. Hamza´nin başında durmuş ve kendisine işkence yapılarak şurasının burasının kesildiğini görerek şöyle demiştir: «Sana bu yaptıklarına karşılık onlardan yetmiş kişiye aynı şeyi yapacağım. Peygamber (s.a.v.) (henüz orada) duruyorken Cibril en-Nahl sûresinin şu son âyetlerini indirdi: «Eğer ceza vermek isterseniz size ya­pılanın ayniyle mukabele edin... (Surenin sonuna kadar ki üç ayet) [72]

Et-Tirmizi ve el Hakim, Ubeyy b. Ka´bin şöyle dediğini rivayet ederler: «Uhud savaşında Ensardan altmışdört kişi ve muhacirinden altı kişi şehid düştü. Şehit düşenler arasında Hz. Hamza da vardı. Ona İşkence ederek azalarını kesmişlerdi. Ensâr dedi ki: Birgün böyle fırsatını bulursak, onla-

ra daha fazlasını yapacağız. Mekke´nin fethedildiği gün Allah: «Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın ayniyle mukabele edin...» âyetini indirdi.[73]

Burada İki rivayetin arasını cemedemîyoruz. Çünkü iki olay arasında uzun bir müddet vardır. Rivayetlerden biri Uhud gazvesiyle diğeri de Mek­ke´nin fethiyle ilgilidir. Arada birkaç sene vardır. Onun için âyetlerin iki de­fa inmiş olabileceğinden başka bir çıkar yol yoktur. Önce Uhud gazvesin­de, bilahare Mekke´nin fethinden sonra inmişlerdir.

Yine Buhari´nin e!-Müseyyeb´ten rivayet ettiği: Ebu Talib vefat etmek üzere iken Peygamber (s.a.v.) onun yanına geldi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Umeyye de orada bulunuyorlardı. Peygamber (s.a.v.): Ebu talib´e «Amca, «lâ ilahe illallah» de, Allah yanında onu sana delil getireyim» çtedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye: Ey Ebu Talib! Abdulmuttaüb mille­tinden (dininden) yüz mü çevireceksin? Diyerek ona engel oldular. Rasû-lüllah (S.A.V.) «İyi bil amcacığım! Yemin ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehyolunmadikça Allah´tan sana af ve mağfiret dileyeceğim.» dedi. Bunun üzerine: «Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamber´e ve müminle­re yaraşmaz...» sözünden «O, onlara karşı şefkatli ve merhametlidir» [74] sözüne kadar indirildi.

Bu âyet et-Tevbe süresinden olup Medine´de son zamanlarda indiğine dair ittifak vardır. Halbuki Ebu Talib´in ölümü Mekke´de olmuştur. [75]

Yine «ihlas» sûresinin Mekke´de müşriklere, Medine´de de Kitap Ehli­ne cevap olarak indiği rivayet edilir. [76] Nüzulün birden fazla olmuş ol­masında bir sakınca yoktur. Ez-Zerkeşi şöyle demektedir: «Bir şey, şanını yüceltmek ve sebebi tekerrür ettiğinde unutulması korkusuyla onu bir da­ha hatırlatmak için iki defa inebilir. Nitekim Fatiha sûresinin bir defa Mek­ke´de bir defa da Medine´de olmak üzere iki defa indiği rivayet edilir.» [77]

Şayet her iki rivayet sahih olur ama ya birinin diğerinden daha sahih olması, ya da birinin ravisi bizzat olayı müşahade etttiği halde diğerinin müşahade etmemiş olması sebebiyle rivayetlerden birini tercih edebiliriz. Hiç şüphesiz bu durumda nuzül sebebi tercih edilen ve daha sahih olan ri­vayet alınır.

Buna misal: Buhari´nin Ibnu Mesud´dan şu rivayetidir. İbnu mesud ´ şöyle dedi: Peygamber (s.a.v.) le birlikte Medine´de yürüyorduk. Peygam-ber (S.A.V.) bir hurma dalına dayanarak yürüyordu. Yanımızdan bir gurup yahudi geçti. Biribirlerine, ondan birşey sorsak diye fısıldaştılar. Sonra: Bi­ze ruhtan bahset dediler. Peygamber (S.A.V.) doğruldu ve başını kaldırıp bir müddet öylece durdu. Anladım ki kendisine vahiy geldi. Nihayet vahiy ayrıldı ve Rasulüllah ardından şöyle dedi: «Deki ruh, Rabbtmın işinden-dir. Size ilimden ancak azı verilmiştir.»[78]Misalimizin diğer rivayeti ise, Tirmizînin İbnu Abbas´tan rivayet ettiği ve sahihtir dediği şu rivayettir: İbnu Abbas dedi ki: «Kureyş, yahudilere Bize birşeyler öğretin de şu adamdan soralım, dediler. Bunun üzerine on­lar da ruhtan sordular ve Allah: «Sana «ruh»u sorarlar. De ki: Rabbimin emri (cümlesin) dendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.» âyetini indirdi. [79] Burada iki rvayet vardır. Rivayetlerden biri Buharnî´nin olup sahih bir rivayettir. Diğeri ise Tirmîzi´nindir ve Tirmizî, sahih olduğu­nu söylemektedir. Ancak cumhur, Buharı´nin Sahihini Tirmizi´nİn sahihine takdim ettiği için birinci rivayet tercih edilir. Ayrıca bu rivayette ibnu Me-sud olayda hazır bulunmuş ve onu bizzat müşahade etmiştir. Elbetteki gö­ren duyan durumunda değildir. Birinci rivayetin tercihinde ikinci etken bu­dur. Hatta bu vecih, tercih hususunda daha güçlüdür. [80]

Başka sahih rivayet bulunduğu halde ondan daha sahih ve ona göre tercih edilen bir rivayet bulunduğu için sahih olan bir rivayet terkedildiği-ne göre, rivayetlerden biri sahih olup diğeri sahîh olmadığında sahih ola­nın tercih, edileceği tabiidir.

Buna misal: Rivayetlerden biri Buhari Müslim ve başkalarının Cün-düb´ten yaptıkları şu rivayet ki, bu rivayette Cündüp şöyle demektedir: «Peygamber {S.A.V.) bir ara keyfsizlendi de bir veya iki gece (namaza) kalkmadı. O sıra bir kadm gelip: Ya Muhammed, bakıyorum şeytanın se­ni terketmiş, dedi. Bunun üzerine Allah: «Kuşluk hakkı için! Rabbin seni bırakmadı ve sana danlmadı.» âyetini indirdi [81]

Diğer rivayet ise, et-Töbarani ve İbnu Ebi Şeybe´nin Hafs bin Meyse-reden, onun, anasından ve onun da Rasûlültah´ın hizmetçisi olan annesin­den yaptığı rivayettir. İşte Rasulüllahın hizmetçisi olan bu hanım şöyle diyor: Bir köpek yavrusu Peygamber (S.A.V.) in evine girdi ve divanın altına sokuldu. Meğer orada ölmüş, Peygamber (S.A.V.) e dört gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine peygamber: «Ya Havle, Rasulüllahın evinde ne

oldu ki Cibril bana gelmez oldu!» O zaman kendi kendime: Kalkıp evi sü­pürüp temizlesem, dedim ve divanın altını da süpürdüm. O ölen yavruyu çıkarıp attım. Bir baktım Rasulüilah (S.A.V.) sakalı tir tir titrer olduğu hal­de geldi. Vahiy geldiğinde kendisini titreme tutardı. O zaman Allah: «Kuş­luk hakkı için» sözünden «ve sende hoşnut olacaksın» sözüne kadar indir­di.»

İkinci rivayette uydurma kokusu açıktır. Bu rivayette geçen her kelime ve anlatılan her anlam dehşet verici ve gariptir. Halbuki birinci rivayet sa­hih oiup böyle bir rivayet karşısında tereddüt gösterip: Acaba bu rivayet­lerden hangisini alalım şeklinde bir şüpheye kapılmak yersizdir. Çünkü sahihin karşısında batılın bir değeri yoktur. İbn Hacer şöyle demektedir: «Köpek yavrusu sebebiyle Cibril´in gecikmesi olayı meşhurdur. Lâkin âye­tin nuzül sebebi oluşu gariptir ve rivayetin senedinde tanınmayan vardır. Elbette burada mutemet olan, sahih olanıdır.» [82]

Bazen tek olay, Kur´an´dan iki veya daha fazla nuzüle sebep olabilir. Sözleriyle bunu kastederler.

Tek olayın iki nuzüle sebep olmasına misâl; İbnu Cerir et-Taberi, et-Tabarani ve Ibnu Merdevey´in ibnu Abbas´tan naklettikleri şu rivayet ki, bu rivayette İbnu Abbas şöyle demektedir: «Rasulüilah (S.A.V.) bir ağacın gölgesinde oturuyordu, şöyle buyurdu: Size şeytanın gözleriyle bakan biri gelecek, geldiğinde onunla konuşmayın. Onlar henüz orada otururlarken mavi gözlü biri çikageldi. Rasulüilah {S.A.V.) onu çağırdı ve: «Senle arka­daşların ne diye bana sövüyorsunuz?» dedi. Adam gidip arkadaşlarını ça­ğırdı. Rasulüilah hakkında kötü söz söylemediklerine dair Allah´a yemin ettiler. Nihayet Rasulüilah onlardan vazgeçti, O zaman Allaha Teâlâ şu âyeti indirdi: «And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkâr edip küfür sözünü söylemişler İken, söylemedik diye Allah´a yemin ettiler, başarama­yacakları birşeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öc almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can yakıcı azaba uğ­ratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları yoktur. [83]

El-Hakim, bu hadisi aynı lafızla rivayet eder ve Allah şu âyetleri İndirdi der: «Allah, onların hepsini tekrar dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi O´-na yemin ederler; kendilerine bir yarar sağlayacağını sanırlar. Dikkat edin; onlar şüphesiz yalancıdırlar. Şeytan onların başlarına dikilip Allah´ı anma­yı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin; şeytanın ta­raftarları elbette hüsrandadır» [84]

Tek olayın ikiden fazla nuzüle sebep oluşuna misal: El-Hakim ve Tir-mizi´nin, Ummu seleme´den yaptıkları şu rivayettir. Bu rivayette Ummu Se-•lerne şöyle demektedir; Ya rasulallah! Hicret meselesinde Allah´ın kadın­lardan bahsettiğini duymadım, dedim. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: «Rableri dualarını kabul etti: «Bir birinden meydana gelen sizlerden, er­kek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, Memeketlerinden çıkarılanların, yolumda ezaya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. And olsun ki, Allah katında bir nimet olarak, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ni­metin güzeli Allah katındadır.»[85]

El-Hakim yine Ummuseleme´nin şöyle dediğini rivayet eden Dedim ki: Ya Rasulallah, erkekleri zikrediyorsun ama kadınlardan bahsetmiyorsun! Bunun üzerine Yüce Allah: «Allah´ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyler] özlemeyin:..» [86]âyeti ile «Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın müminler, boyun eğen erkekler ve kadınlar, doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkek ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve ka­dınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah´ı çok anan erkekler ve kadın­lar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.» [87] âyeti ve bir de: «Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun amel edenin amelini boşa çıkarmam... (Yukarıdaki Âli İmran âyetle­ri) [88] indirdi. [89]

Bu anlattıklarımız, muhakkik müfessirlerin nuzül sebepleriyle ilgili ri­vayetleri tercihlerinden bazı numuneler. Gördüğümüz gibi bu ölçüler iyi se­çim, derin eleştiri, üstün zevk ve parlak tesbitlerle eşsizdir. Böylece o gü-venüir âlimler nuzûl sebeplerinin anahtarlarına el koymuş ve onları aşırı gi­denlerin ve acelecilerin ellerinin ulaşamayacağı bir yere koyabilmişler ve tarihçilerin temelsiz vehimlerine dalmalarına engel olabilmişlerdir. Çünkü bu âlimler, Kur´an araştırmalarını tarih rivayetlerinin üstünde tuttukları gi­bi tefsir ilmi ve luğatla beyan kurallarının da üstünde tutmuşlardır.

Bu parlak eleştiri çalışmalarının ışığında o muhakkikler âyetlerin, keş­fettikleri ferdî ve özel sebeplerden dolayı inişlerinin bu âyetlerin Kur´an´ın genel akışı içerisinde münasip yerlerine oturtulmalarına ters düşmediğini

kendi gözleriyle görmüşler gibiydiler. Çünkü Kur´an´ı Kerim, sebeplere mebni ve çeşitli zamanlarda vukubuian olaylara tabi olarak parça" parça iniyordu. Peygamber (SAV.) de vahiy mefhumunu tesbit ve Kur´an´ın naz­mına riayet ederek Allahtan aldığı emir ile inen bu âyet ve âyetleri kendile­rine münasip düşen yerlerine yazılmasını emrediyordu. [90]

Onların tarihî sebep ile edebî üslûp arasını cemetmeleri, kalemin ifa­de edemeyeceği üstün eleştiri ve sanat duygularını sergilemektedir. Nü­zul sebeplerini tesbit için zamanı şart koşmada ne tarihi hakikatleri ve ne de üslûbun gözetilmesi için zaman mefhumunu bir tarafa atarken sanat bütünlüğünü görmernezlikten geldiler. Çünkü-ez-Zerkeşi´nİn de belirttiği gi­bi -nuzül sebeplerinde zaman şartı mevcut olduğu halde genel uslûb söz konusu olduğundan bu şart ortadan kalkmaktadır. Çünkü burada sözkonu-su olan, âyetin kendisine münasip düşen yere konulmasıdır. [91]

Tertip açısından hikmete uygun olarak satırlara yerleştirilen ve iniş açısından olaylara tâbi olarak göğüslerde ezberlenen âyetler ne de çok­tur!

Allah Teâlâ´nın en-Nisa süresindeki «Kendilerine Kitap verilmiş olan­ların puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: «Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar» dediklerini görmedin mi?»[92] âyeti Ka´bu´l-Eşref is­minde ehli kitaptan biri hakkında inmiştir. Bu zat Mekke´ye gelmiş ve Bedir gazvesinde öldürülenleri görmüştü de kâfirleri, öçlerini almak ve Peygamber (S.A.V.) e saldırmak için teşvik etmişti. O zaman müşrikler kendisine, kendilerinin mi, yoksa müslümantarın mı doğru yolda oldukları­nı sormuşlar ve o da duygularını istismar ederek onların, müminlerden da­ha çok doğru yolda olduklarını söylemiştir. [93]

Bu adamla bu sözde ona ortak olanlar hakkındaki ayetler sıralandık­tan sonra Kur´ânî anlatım, emanetlerin ehline verilmesiyle ilgili yeni bir âyet ve yeni bir konuya yönelerek şöyle buyurmaktadır: «Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..» [94]Bu âyet-müfessirlerin de be­lirttiği gibi- Kabe´nin bakıcısı Osman b. Talha b. Ebî Talha el-Abderî hak­kında nazil olmuştur. O sıra Rasûlüilah (S.A.V.) Kâbenin anahtarını almış ve tekrar kendisine iade etmişti. [95] O halde bu âyet Mekke´nin fethinde, diğeri ise, Bedir savaşından,sonra Ka´b b. el-Eşref olayında inmiştir. Her iki âyetin inişi arasında altı yıl vardır. Durum böyle olduğuna göre aoaba

neden bu âyetler yan yana dizilmiştir. Aradaki bunca müddet farkına rağ­men bu meseleler neden ard arda zikredilmiştir?.

Muhakkik âlimler bu iki mesele arasında ortak bağı bulmuş ve onlar­dan neredeyse yapısı sağlam, cüzleri birbirine sıkı sıkıya bağlı, sarmaş do­laş olmuş birtek konu çıkartmışlardır. Çünkü müşriklerin duygularına yağ sürüp onlara: Siz inananlardan daha doğru yoldasınız, diyenler Kitap Ehli olup kendi kitaplarında Peygamber (SAV.) İn gelişinden ve onun nitelik­lerinden söz edilmekte ve bu emaneti giziemiyeceklerine dair kendilerin­den teminat alınmaktadır. Ama onlar bu emanete ihanet etmiş ve onu ye­rine getirmemişlerdir. Onların bu ihanet hususunda tutumları, emanetleri yüklendikleri halde sonradan buna sahip çıkmayanların tutumuna benze­mektedir. O halde onların ve onlarla birlikte her insanın emanetin manası­na ve onlarla birlikte her insanın sorumlu oJduğu her hususta emanetin ma­nasını kavramaya çağrılması münasip düşmektedir.

O halde müfessirler sözün nazmını doğrulayan âyetler arasındaki mü­nasebeti her müşahede ettiklerinde nuzül sebeplerini tanımaya takdim edince mübalağa etmiş sayılmazlar. Hele aradaki münasebet yönü nuzûl sebebini bilmeye mebni olduğu zaman nuzûl sebebini anlatmakla başla­mayı gerekli görmekle ilmî tahkikin zirvesine ulaşırlar. Nitekim «emanetle­rin ehline verilmesi» âyetinde, âyetin nuzûl sebebi bilinmediği takdirde: sı-, radan bir okuyucunun bu âyetin Kur´an´î usîûp içerisinde öncesi ve sonra­sı ile münasebeti bulmak mümkün olmayacaktır.

Müfessirler, -sebepleri önce zikretme âdetlerine rağmen- Kur´an âyet­leri arasındaki bağın güçlülüğünü ve âyetlerin biribirlertyle uyum içerisin­de oluşlarını, kelime ve cümlelerinin dizilişini ortaya koymak için aradaki münasebeti mi yoksa sebebi mi daha öne zikretmenin daha uygun düşe­ceği hususunu araştırmaları büyük bir ilim olup Kur´an´ın latif ve parlak yönlerinin bir çoğu bu ilimde gizlidir. Ahkâm ve hukuk kaidelerinin birçoğu yine bu ilmin ışığında açıklanmıştır. Onun için bu Ümi Bağdat´ta ortaya çı­karan Ebu Bekr en-Neysâbûri, [96]beldesinin âlimlerini, ayetler arası mü­nasebeti bilmemekten dolayı suçlamıştır. Kendisine bir âyet veya sûre okun­duğunda hemen kollarını sıvar ve: Bu âyet neden bu âyetin yanında zikre­dilmiştir? Bu sûrenin diğer sûrenin yanına konmasındaki hikmet nedir? So­ruları üzerinde dururdu. [97]

Ebu Bekr en-Neysâbûri´nin ayetler arasındaki münasebeti ortaya koy-, ma eğilimi, yeni bir eğilimdir. Doğrusu araştırılması gereken ve sonuçları­na inanılan, âyetler arasındaki münasebettir. Herşeyden önce âyetin duru-

mu araştırılır: Kendisinden öncesini tamamlayıcı mahiyette midir, yoksa müstakil midir? Şayet müstakil ise, öncesiyle münasebet yönü nedir? Ne­den buraya konulmuştur?

Sûreler arasındaki münasebeti araştırma meselesine gelince, bu, sü­relerin tertibinin tevkifi oluşuna dayanmaktadır. Aslında biz de sûrelerin tevkifi olduğu görüşündeyiz. Ancak sûrelerin tertibinin tevkifi oluşu, her sûrenin kendisinden önceki ve sonraki sûreye yakınlık bağlarıyla bağlı ol­masını gerekli kılmaz. Nitekim tertibi tevkifi olan ayetler de her biri ayrı bir sebep için İnmişse aklen yekdiğerine bağlı olmaları gerekli değildir. Tek sûreye hâkim olan, bir birine bağlı olan bölümlerinin meydana getirdi­ği cüzlerden oluşan bariz ve külli bir konusunun olmasıdır. Lâkin her sûre­de konu bütünlüğünün olması, bütün sûrelerin topluca bir konu bütünlü­ğüne sahip olmalarını gerektirmez. Müfessirler de böyle bir zorlanmaya iltifat etmemiş önceki sûrenin sonu ile onu takip eden sûrenin başlangıcı arasındaki bağı zikretmekle yetinmişlerdir. Şayet besmele ile biribirlerin-den ayrılmış olmasalardı ayetler araş: bağ cüz´î olurdu. Onun için sûre ara­sında şümullü ve külli bir bağ aranmaz.

Bizce ayetlerle sûreler arasında görünen tenasub çeşitlerinin teme! ölçüsü, konular arasındaki benzerliğe bağlıdır. Şayet başlangıç ve sonuç­ları biribirine bağlı muttahid konularda bir münasebet varsa, bu tenasüb makul ve makbuldür. Ama çeşitli sebeplerle biribiriyle ilişkisi bulunmayan konularda bir münasebet kurulmaya çalışılıyorsa, bunun,tenasüble bir iliş-^ kisi yoktur.

Bu ince ve hassas ölçüyü ilgilendirenin asgarisi, ayetler arası ve sü­reler arası münasebet yönünün bazan gizli ve bazen de açık olmasıdır. Ancak âyetler arasında gizli oluşu az olduğu halde sûreler arasında açık oluşu nâdirdir. Çünkü çoğu zaman sözün tek âyetle bitmesi yok denecek kadar azdır. Bir konudaki âyetler ya biribirlerini pekiştirip açıklayarak, ya birbirlerine affedilerek, ya birbirlerini istisna ve hasrederek, ya da biribirlerine ilaveler yaparak biribirlerini takip ederler. Öyleki biribirlerini takip eden âyetler sanki biribirlerine eş ve benzerdir.

Yüce Allah´ın: «Ey Muhammedi sana yeni doğan ayları sorarlar De ki:» Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. «Evlere arka taraftan gir­meniz İyi değildir. Fakat iyilik (eden; Allah´a muhalefetten) sakınandır.» [98]sözünü okuyan, ister istemez şunu soracaktır: Hilallerin ahkâmı ile evlere girmenin hükmü arasında ne gibi bir ilişki yardır? Ama sonra bu­radaki ilginin altında yatan sırrın, Kur´an-ı Kerimin, soru soranların soru­larının yersiz olduğuna İşaret etmesi olduğunu mecburen kabul edecek­tir. Onlar hilallerin neden tam ve eksik (hilâl şekli) oluşlarının hikmetini sor­duklarında sanki onlara şöyle diyor: «Allah neyi yaparsa onda açık bir hik-

metin ve kullarının menfaatinin mevcudiyeti malumdur. Siz bırakın bunu sormayı da, iyilikten olmadığı halde iyilik olduğunu sandığınız bu davra­nışa bakın.» [99]

Açıktır ki, hilâller âyetinde, bir âyetten ard arda zikredilmiş iki ter­kip arasındaki bağı ortaya koyduk. Bu bağı ortaya çıkarmaya mecbur kal­dık ki, âyetin sonu, başlangıcında kopuk görünmesin. Ama her biri, fasıla alarak isimlendirilen nağme bütünlüğüyle diğerinden müstakil olan iki ayet arasındaki münasebeti ortaya çıkarmaya mecbur değil miyiz.? Âyet başla­rının, onları diğer ayetlerden ayıran işaretler yahut ayırıcı remizler olmasını kim gerekli kılmıştır?

Allah teâlâ´nın:

«Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?» [100], sözünü okuyup göğün yükseltilmesinin, devenin yaratılışından kopuk, dağ­ların dikilişinin, göğün yükseltilmesinden bağımsız ve yerin yayılmasının, dağların dikilmesiyle hiç ilişkisi bulunmayan bir husus olarak görüp bütün bu âyetleri bir arada toplayan yönü yahut fikrî b´ağı görmemezlikten mi ge­leceğiz? Aralarında en azından, her nerede bulunursa bulunsun insan na­zarına arzolunan kevnî tablolar mecmuasının tasviri yönünden bir nevi mü­nasebet yok mudur? Öyle bir tablo ki bütün boyut ve anlamlan tam bir bütünlük arzediyor, yükseltilmiş gök, serilmiş yer, tepeleri yüksek dağlar ve sırtlarından hörgüçleri fırlamış develer! [101] Bu âyetlerin biribiriyle bağlı­lığı ve münasebetiyle ilgili olarak ez-Zerkeşi´nin ibaresini alıp bu Kur´an´a muhatap olan Arap çevresiyle bir bütünlük arzeden yankılarını tekrar ede­rek onun söylediği şu sözleri bilmem söyleyebilir miyiz?: «Göçebe hayatı yaşayanların âdetleri ve alışageldikleri göz önünde bulundurularak bu âyet­ler bir arada, söylenmiştir. Çünkü göçebelerin geçimlerinin temel dayana­ğı, develeridir. Onun için en çok deveye önem verirler. Develeri de ancak otlayarak ve su içerek yaşayabilir ki bu da, yağmurun yağmasıyla olur Gözlerini göğün bir bu yanına bir o yanına çevirmeleri bundandır. Ayrıca onları barındıracak bir sığınağa ve koruyacak bir korunma yerine de" ihti­yaçları vardır. Bu hususta ise, dağlar gibisi yoktur. Bir de, bir yerde uzun müddet kalamayacakları için bir yerden başka bir yere göç etmek mecbu­riyetindedirler. Şayet göçebe biri ihtiyaçlarını hayalinden geçirecek olsa bu âyetlerde sıralanan şeyler, zikredildikleri üzer© hayalinden resmi gecite girerler.»?! [102]

Yoksa Yüce Allah´ın: «Ey Muhammed! Cebrail sana Kur´an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.» [103] Sözünü mü okuyacağız. Bir tarafında «Özürlerini sayıp dökse de, insanoğ­lu artık kendi kendinin şahididir.» [104] Diğer tarafında ise: «Hayır, hayır; ey insanlar! sizler, çarçabuk geçen (bu dünyayı) seversiniz. Ahireti bıra­kırsınız.» [105] sözleri vardır. Evet bu âyetleri okur da hepsinin arasında her hangi bir bağ görmez miyiz? Burada dünyanın «çarçabuk geçen» ile isimlendirilmesi, hayatın kısalığına işaret olup Peygamberin vahyi alırken acele etmesi ve onunla birlikte dilini depretmesîyle bir uyum içinde değil midir? Sanki Allah (c.c.) ona şöyle diyor: «Sana vahyediieni düşün insan­oğlu bu kısa ve geçici olan dünya hayatındaki aceleciliği seni de hakimi­yet altına almasın». [106]

O halde ez-Zemahşerî´nin «Ey Âdem oğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü İse bunlardan daha hayırlıdır.» [107] ayeti ile «Ey âdem oğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana ve babanızı cennet­ten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın[108] ayeti arasında zikrettiği müna­sebet yönü doğrudur. ez-Zamahşeri, ayıp yerlerin açığa çıkmasından ve yaprakların onları Örtmesinden bahsedildikten sonra birinci ayetin bir ge­çiş olarak zikredildiğini söyler. Böylece Allah´ın elbiseyi yaratmakla İnsan üzerindeki minneti ortaya çıkıyor ve çıplakla ayıp yerlerin görünmesinin ne kadar şahsiyet düşürücü ve çirkin birşey olduğu, örtünmenin, takva kapı­larından büyük bir kapı olduğu anlatılıyor.

Yine benzeştirme -yâni benzeri benzere ekleme- tenâsüb yönlerinden makbul bir edebi yöndür. Yüoe Allah´ın: «Nitekim, Rabbin seni hak uğrun­da evinden savaş için çıkarmıştı. Oysa müslümanların birtakımı bundan

hoşjanmamıştır.» [109] ayeti ile bundan önceki: «İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cö­mertçe verilmiş rızıklar vardır.» [110] ayeti arasında bu durum söz konu­sudur. Allah, Elçisine savaş ganimetlerini emrine uygun olarak taksim etmesini isterken sahabeden bazısı bu taksimattan hoşlanmamıştı. Nite­kim savaşa çıkıldığında da bazıları savaşmaktan hoşlanmamıştı. Böy­lece ganimetin taksiminden hoşlanmamalarını, savaşa çıkmaktan hoşlan­mamalarına, benzetmiştir. [111]

Kur´an okuyucusunun âyetler arasındaki tenasübü görebilmesi için bazen edebî zevkine ve bazen fıtrî mantığına müracaat etmesi gerekir. O zaman lafızların Istilahî veya felsefî manalarını kafasında canlandırmadan orada ya genel veya özel, ya zihni, veya harici, ya aklî veya hissî ya da hayali bir bağ bulacaktır. Çoğu zaman ayetler arası bağ illet ve malûlün söz konusu edilişine göre bir bu yandan, bir o yandan sözkonusu olur. Şa­yet âyetler biribirlerinin aynı doğrultuda aralarında bir bağ yoksa biribir-Jerinin zıttı olmakla aralarında bir bağ bulunur. Azabın zikredilmesinden ;sonra rahmetin zikredilmesi, cehennemin nitelenmesinden sonra cennetin nitelenmesi, akıllar tahrik edildikten sonra kalblerin yönlendirilmesi gibi. ´Çıkarılacak öğüt, âyetler arası münasebet yönlerini parlak ve zorlanılma­yacak bir şekilde yakalayan bu fıtrî mantığa dayanır. Öyle sanıyoruz ki, bu yönleri ortaya çıkarmada kapalılık, ancak sûreler arası münasebeti ya­kalama hususunda çoktur. Şayet Ebu Ca´fer b. ez-Zübeyr´in «el-Burhan fi Münasebeti Tertibi Suveri´l Kur´an» isimli kitabı bize ulaşmış olsaydı bu kapalılığa dair birtakım örnek ve şekillerle karşılaşırdık. Müfessirlerin bu nevi münasebet üzerinde pek durmamalarını, sadece bu yönün ince ve hassas oluşundan ileri geldiğini sanmıyoruz. Aksine, bunun hem fayda­cı yoktur, hem de pek çok zorlanmalara sebep olmaktadır. Öyle ki, bu konuyu zorlayanlar, âyetlerin başta, ortada veya sonda olduğuna ve hangi ^konuyla ilişkili bulunduğuna bakmadan iki sûre arasında benzer iki kelime veya âyet bulmak için sarfettikleri çabadan nefesleri tutuluyor.

Varsınlar el-Bakara sûresinin «Elif, Lam, Mim. Bu o kitaptır ki, onda ışüphe yoktur» sözleriyle,başlamasını, Fatiha sûresinde «Bizi doğru yola •eriştir.» [112] sözünde geçen «yol»a işaret olduğunu ileri sürsünler. Sanki onlar, doğru yola kavuşmayı sormuşlar ve bu sorularına karşılık onlara: Ona erişmeyi sorduğunuz yol, kitabın (Kur´an´ın) kendisidir.» denilmiştir. [113] Varsınlar, Fâtır sûresinin «Hamd» ile başlamasını, önceki sûrenin son âyeti olan: «Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim, daha önce kendilerine benzeyenlere de ayni şey yapılmıştı. Çünküonlar şüphe ve endişe içindeydiler.» [114] âyetine münasip olduğunu ileri sürsünler. el-İsra süresinin «tahmid» ile başlaması arasında bir bağ bulun­duğunu ve sebebinin de «teşbihin tahmidden üstün oluşu olduğunu» [115]sansınlar. EI-Kevser suresinin, el-Maûn sûresinin karşılığı olduğunu ve bu­nun için de ondan sonra gelmesinin münasip düştüğünü, çünkü öncekinde münafığın dört hususla: Cimrilikle, namazı terketmekle, namazda riya yap­makla ve zekâtı engellemekle nitelendiğini, cimriliğin karşılığında: «Biz sa­ha kevseri verdik» yani bol hayır verdik. Namazı terketmenin karşılığında «Namaz kıl» yani namaza devam et, emrinin geldiğini, riyanın karşılığında «Rabbına» yani insanlar için değil, «Rabbın İçin» denildiğini ve zekâtı en­gellemenin karşılığında da «Kurban kes» [116] yani kurban etlerinin dağıtıl­ması istenildiğini söylesinler. Bütün bunlardan sonra el-Ahfeş´in, Kureyş sûresinin el-Fil süresiyle irtibatının «Firavun´ın adamları onu yitik olarak aldılar. Kendileri için bir düşman ve dert olsun diye..» [117] ayeti kabilin­den olduğunu, Allah, Firavun´un adamlarının Hz. Musa´yı almalarının ne­ticesi de nasıl başlarına dert kıldıysa fil ehlinin uğradıkları âkibet de Ku­reyş ehli için emniyet ve selâmet kılmıştır. [118] demesi ne .garip bir zor­lanmadır!

Âyet ve sûreler arası münasebet hususunda zorlananlar ne kadar zor­lanırsa zorlansın, muhakkik rnüfessirlerimiz bu zorlanmadan yüzcevirmek-le en güzelini yapmışlardır. Çeşitli hüküm ve farklı yirmi küsur sene içeri­sinde inen bu Kur´an sûrelerinin her birinde ayetlerin tam ve mükemmel bir uyum içerisinde olduğuna hem kendileri inanmışlar ve hem de araştır­macıları inandırmışlar, zorlanmalara iltifat etmemişlerdir. Hem âyetler ara­sında öyle bir uyum var ki, çoğu zaman nuzül sebebine ihtiyaç bile kalma­maktadır. Daha sonra bütün bu Sûreler, - tam bir uyum içerisinde olan ayeileriyle - zamanın boynunu süsleyen ve yüzondört taneden oluşan bir gerdanlık olarak ortaya çıkmışlardır.

Kur´an´ı, sanat uyumuna en çok önem veren kitap olarak görürsün. Yine görürsün ki, muhakkik âlimlerimiz bu uyumu yakalamak İçin araştır­macıların en gayretlileridir. Şayet nuzül sebepleri bilinmiyorsa yahut bilini­yor da, zapdediimemişse veya zabtedilmiş ama şöhret bulmamışsa âyet­ler arası bağ ve ilgi daha da güçlendiriliyor. Böylece âyetler, akışları içe­risinde daha bir hareketlilik ve aksiyon kazanıyor. Bütün bunlarda,,değeri büyük münasebetin bilinmesiyle çeşitli uyum şekilleri ortaya çıkıyor.

Nuzül sebepleri zikredilmediği takdirde - ayetler arası münasebet yo­lunun dışında ya yerlerini alan başka uyum şekilleri vardır ya da parlak ve canlı tablolar çizilerek onların medlulleri pekiştirilmektedir.

Göz Kur´an´ın üç yerinde bu yeni uyum şekillerini görmekte güçlük çekmez. Bu şekillerden biri, nuzül sebeplerini aşıp başka hususları ,da kap­sadıkları hususunda âlimler arasında ittifak bulunan âyetlerdir. Diğeri özel bir sebep için inmiş olsalar bile umum bildiren ifadelerle gelen âyetlerdir. Üçüncüsü ise, zaman ve mekânı aşan ve münasebetlerle sebeplerin ötesi­ne uzanan insanî örnekler çizen âyetlerdir.

el-Mücadile sûresinin başta raf m da ki zihâr âyetleri, karısına zihar ya­pan ve onu annesinin sırtı gibi kendisine haram kılan Evs b. es-Sâmit hak­kında İnmiştir. Âyetler, zihar yapmanın keffaretinin bîr köleyi azat etme-veya ard arda iki ay oruç tutma yahut altmış fakiri doyurma olduğunu açık­lamıştı. Sonra Seleme b. Sahr´m başından da benzer bir olay geçti. Rama­zan ayı çıkıncaya kadar karısına zihar yaptı. Durumunu Peygamber (SAV.) e arzedince, Rasulullah Evs hakkında inen âyetlerle ona fetva verdi. Sele-me´nin soruşu, âyetlerin iniş sebebi değildi. Nüzullerine sebeb Evs´İn soru­su idi. Ancak âlimler bu âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olaylar için de ge­çerli olduklarına dair ittifak etmişlerdir. [119]

İfk hadisesinde kazıf haddi. Müminlerin anası Hz. Aişe (R.A.) ya iftira edenler hakkında İndi. [120] Ona iftira edenler de belli idi. Lâkin kazıf had­di onlar için geçerli olduğu gibi başkaları İçin de geçerli oldu. Halbuki on­lar kazfın en çirkinini irtikab etmiş müminlerin anasına iftira etmişlerdi. Bir topluluğun anasına iftira eden, hepsine iftira etmiş gibidir. Nihayet âyet mutlak olarak geldi ve «el-Muhsanât: evli kadınlar» lafzı Hz. Aişe´yi de başka evli kadınları da içine aldı: «Evli kadınlara zina isnad edip de sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurunuz.» [121]

Âyetlerin, sebeplerinin dışındaki olayları da kapsadığını söylerken cumhuru ulemâ, sebebin hususiliği yerine lafzın umûmî (mutlak) oluşuna ´dayanmıştır. Mutlak olarak gelen ve belli özel bir sebep üzere inmiş olan Kur´an nassı, sebep olan olaylardaki fertleri kapsadığı gibi, sebep olan olaya karışmamış olanları da kapsar. Çünkü Kur´anın umum ifade eden la­fızlarının belli bir şahsa yöneltilmesi makul değildir. İbnu Teymiyye şöyle der: «Âlimler her ne kadar bir sebebe dayalı olarak vârid olan ve umum İfade ederi lafzın, sebebine özgü olup olmadığında ihtilafa düşmüş iseler de, hiç bir kimse: Kur´an ve sünnetin umum ifade eden lafızlarının belli, bir şahsa has olduğunu söylememiştir. Söylenebilecek olan: Onun, o şahsın durumunda olana has olduğu ve benzerlerin hepsini içine aldığıdır. Umum

İfade etme sadece lafızda kalmaz. Belli bir sebebi olan âyet şayet emir ve­ya nehiy ise, o şahsı kapsadığı gibi, onun durumunda olan diğer şahıslan da kapsar. [122]

Misal olarak İslam´ın Medine´ye girmesiyle başlayan nifak hareketini ele alalım. Tarihi olayların yönlendirilmesinde bunun açık etkisi vardır. Ra-sûlullah´ın hicretinden vefatına kadar çeşitli görüntü ve şekiller olmuştur. Onun için Kur´an´ı Kerim bir çok sûrenin âyetlerinde ona savaş açmalı, hi­le ve desiseleri üzerinde durmalıydı. Öyleki, isimlerini taşıyan bir sûre bile inmiştir. Özel isimleriyle isimlendirilen bu sûre, ismine uygun olarak onları ele alıp işlemiş ve onlar için en aşağılayıcı bir tablo çizerek, onları ahmak­lık ve donuklukla nitelemiş ve duvarlara dayandırılmış kof ve işe yaramaz heykeller olarak tasvif etmiş, dış görünüşlerinin aldatıcılığına ve hoşa gi­den cüsselerinin muntazamliğına rağmen, her bir hışıltı ve ses duyduğun­da yüreği hoplayan farelerden daha ödlek olduklarını belirtmiştir. İşte o mûciz ayetlerden biri, dış görünüşleriyle asıl iç yüzlerini ne güzel tasvir ediyor: «Ey Muhammed; Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider; tıpkı, sıralanmış kof kütük gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar; onlar düşmandır, onlardan çekin; Allah canlarını alsın, nasılda aldatılıp döndürülüyorlar!» [123]

Kur´an´ı Kerîmin bu umum İfade eden laftzlarıyla, sadece iniş döne­minde yaşayan sonra da ölüp giden Evs ve Hazredi bir gurup münafığı kasdettiğini söylemek akıl kârı mıdır? [124] Şayet o gurubu ilk plânda ele almış ve karakterlerini tam olarak nitelemişse, bu âyetleri ve benzerlerini şümullü ve genel bir ibret, bu sınıftan geçmiş ve kıyamete kadar gelecek­lere parlak ve ebedî «bir örnek» olmaktan alıkoyan aklî bir engel var mı­dır? [125] Buna benzer âyetlerin Evs ve Hazredi münafıklarla birlikte on­ların durumunda olanları da kapsadığını, bu âyetler her ne kadar Evs ve Hazrecliler hakkında inmişse de benzeri münafıkları da kasdettiğini söyle­yen İbnu Abbas, Ebu´İ Âliye, el-Hasen, Katade ve es-Süddî gibi müfessir-lerimizin haklı olmadıklarını söylemek mümkün müdür? [126]

Rasulullah´ın dönemindeki ilk İslâmî savaşlarda müslümanların dış düşmana karşı uyanık olmaları gerektiği gibi, iç düşmana karşıda, -hatta buna karşı daha uyanık- olmalıydılar. En-Nisa sûre­sinde bazı âyetler, müminlerin safında kendilerini onlara benzeten bir topluluğun bulunduğu ve bunların savaş alanında gayretleri kösteklemek ve cesaretleri kırmaktan, müslüman saflar arasında korku ve bozgunluk tohumları ekmekten başka bir fonksiyonları olmadığını dile getirdi. Savaşa her çağırıldıklarında geciken ve sallananlar onlardır. Geride kalan ve sava­şın nasıl olacağını gözleyenler onlardır. Netice kopkoyu karanlık mı, yoksa parlak bir aydınlık mı? Allah, samimi mücahitleri imtihan etmek için bela ve sıkıntıya dûçâr etti mi, geride kalıp oturanlar, bu oturuşlarına sevindiler. Onları yenilgi, öldürülme ve yaralanmadan kurtaran bu kaçış nimetine ka­sıla kasıla ferahlandılar. Allah, mücahitleri düşmanlarına karşı galip geti­rince, o geride kalanlar hemen pişmanlık duyarlar. Keşke kendileri de sa­vaşa katılmış olsalardı. O zaman onlara da ganimetten pay verilecekti. Bu psikolojik tasvirin şu âyette gözler önüne serildiğini görüyoruz: «Şüphesiz aranızda pek ağır davrananlar vardır; size bir musibet gelirse: «Allah ba­na iyilikte bulundu, çünkü onlarla beraber bulunmadım» der. Allah´tan size bir nimet erişirse, and olsun ki, sizinle kendi arasında bir dostluk yok­muş gibi: «Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı ka~ zansaydım» der.» [127]

Lâkin Kur´an´ı Kerim bu ruhî durumu tasvir için bu veciz iki âyeti seçin­ce, bü âyetler, -Mücahid, Katade ve başka müfessirler aksini iddia etse bi­le [128]-Peygamber (S.A.V.) zamanında vukubuirnuş belli bir savaştaki ima­nı zayıf belli bir kaç kişiyi kasdetmemiştir.. Aksine bu iki âyetle o yaratıcı fırçasıyla her zaman ve her yerde tekerrür eden ve her asırda var olan bel­li insanların belli bir sınıfının parlak bir tablosunu çiziyor. İbnü Cüreyr bu iki âyetin tefsirinde şöyle derken meseleyi kökten kavramıştır: «Bu âyet­ler, münafığın vasfı ile ilgilidir. Münafık, müslümanları Allah yolunda cihad etmekten oyalar ve aüşmanlar müslümanlardan her adam öldürdüklerin­de sevinirler. Ama müslümanlar başarıya ulaşınca da kıskançlık duyguları kabarır. [129]

Buna vahyin çeşitli şekillerini kıyaslayabiliriz. Meselâ, Hümeze suresi­nin itk âyetlerinin karşımıza çıkardığı tabloyu kıyaslayalım. Bu âyetlerde, durmadan insanlara dil uzatan ve alayoi tavırlarla onlara hakaret eden, on­lara haklarını vermeyen, şahsiyetlerini küçümseyen ve kendisinin bu dün­ya hayatındaki değeri, topladığı ve durmadan hesabını yaptığı maldan iba­ret olan ve varlıkta herşey son bulduğunda malının kendisini ebedî kılaca­ğını sanan alçak ve kötü bir insanın vasıfları çiziliyor. İşte bu basit ve ha­kir insan hakkında âyetler şöyle diyor: «Mal toplayarak onu teker teker sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini

ölümsüz kılacağını sanır.» [130] Bazı müfessirler bu sûrenin çerçevesini daraltarak derler ki: «Bu kişiden maksat ei-Ahnes b. Şerîk´dir.» [131] ez-Zamahşerî, bu âyetin ona has olduğunu söyleyenlere karşı çıkıyor ve gö­rünüşü bütün açıklığıyla şöyle ilân ediyor: «Sebebin özel fakat vaîdin ge­nel olması caizdir. O çirkin işi yapan herkesi içine alır. Lâkin hakkında nassın varid olduğu kimsenin temel hedef olması, onun için daha sakındı-rıcı ve daha aşağılayıcıdır. [132] İmam ez-Zerkeşî «Sebebin Hususiliği ve Lafzın Umumilği» şeklinde bir başlık açınca bunu kasdetmek «Sebeb hu­sûsi ve lafız umûmî olabilir. Tâ ki ibretin umûmî olduğuna uyarı olsun.» [133] demiştir. Sonra da ez-Zamahşerî´nin yukarıya naklettiğimiz «Hüme-ze» sûresinin tefsirinde söylediklerini delil olarak getirir.

Her nesilde tekerrür eden ve her çevrede benzerine rastlanan bu be­şerî «örnekler» başlangıçta belli şahıslar nüzullerine sebeb olmuş ve âyet-îer başlangıçta onları kastediyordu. Ama Kur´anda öyle beşeri gurubtardan bahsedilir ki, müfessirler bu âyetlerle kimleri tayin etmek için ne kadar gayret etseler de onları tayin edemezler. Çünkü bu âyetler zaman, mekan ve şahıslar üstüdür. Başlangıçta da her hangi bir sebeb ve mukaddime üzere inmemişlerdir. Sanki onlar, insan cinsini biribirine benzer bir bütün olarak yahut bu cinsten biribirine benzeyen özellikler taşıyan fertleri tasvir eden sanat tablolarıdır.

Yüce Allah´ın: «İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen dar­lıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşlerinde tutumsuz olanlara yaptıkları böylece güzel görünür»[134] âyetinin tevilinde müfessirler hoşlarına gideni söylesinler. Onlardan hiç biri bu eşsiz ve canlı tablodan kastedilen şahsı tayin edemez. Bana göre hiçbir kimse, çağımızın İslamcı mûcid ya­zarı üstad Seyyid Kutub´un bu âyette tesbit ettiği insan psikolojisine uyum­dan daha güzelini, daha mükemmelini ve daha doğrusunu ortaya koyan ol­mamıştır. O, şöyle diyor: «İnsan, gerçekten de böyledir: Darlığa düşüp ha­yatından ümidini kesti mi, kendine gelir ve O büyük gücü hatırlar. İşte o zaman O´na sığınır. Ama o darlığı atlatır ve hayat engelleri ortadan kalktı mı, varlığındaki dinamizm harekete geçer ve hayat tutkusu tekrar kabarjr. Hemen onların peşine takılır gider. Sanki daha dün hiç bir şeyle karşılaş-mamışçasına!» [135]

İnsan tipleri, insan karakterleri miktannca değişiklik arzeder: iyi ola­nı vardır, kötü olanı. Yücesi vardır, hakîr olanı. Mü´min olanı vardır, kâfir olanı. Ağır başlısı vardır, aceleci olanı. Düşman olanı vardır, dost olanı. Âlim olanı vardır, cahil olanı. Araştırmacı Kur´an´da bütün bu tiplere rast­lar.

Şayet burada Kur´an´ın edebî yönünü anlatmayı uygun görseydik, bu insan tiplerini Kur´an´a daldırdığımız fırça ile çizmeye gayret ederdik. Lâkin biz burada nüzul sebeplerini, âlimlerin takip ettiği metodla Kur´an ilimlerin­den birini anlatmaya çalışıyoruz. Nüzul sebebi bulunmayan âyetlerin ındi-riliş sebeplerinin, her zaman ve mekanda yaşayan canlıların kendileri ol­duğunu isbatlamaya gayret ediyoruz. [136]


Mekki-Medeni


Peygamber (s.a.v.) bi´setten önce bir ömür boyu kitap ve iman nedir bilmiyordu. Sonra Allah (c.c.) onu, mesajının tebliği İçin seçti; ona vahiy gönderdi. Önce gelip geçmiş peygamberler gibi kırk yaşında ona peygam­berlik verdi ki, fikrî yönden daha olgun, azim, ifade ve kararlılık bakımın­dan daha güçlü ve daha geniş tecrübeli, kalbi daha dayanıklı olsun.

Bazı müfessirler, Peygamberin bi´setten önceki yaşını Kur´an nassla-nndan çıkarmaya koyuldular. Allah Teâlân´m peygamberinin dili üzere söy­lediği; «Daha önce aranızda bir ömür boyu bulundum.» [137] sözünden başkasını bulamayınca âyette geçen «ömür» lafzının kesinlikle kırk yaşla eşanlamlı olduğu sonucuna vardılar. [138] Lugâtın medlulü ile tarih olgu­su arasında bu gibi nice aceleci tefsirleri biribirine karıştırdılar!

«Ömür» kelimesi yalnız başına, onların verdiği hükümden hiç bir şey ifade etmez. Lugavî medlulünde belli bir sayıya açık her hangi bir İşaret ´yoktur. Lâkin- cümle içerisindeki yerinden yahut tarihin akışından- bir ne­vi işaretle bir düşünce verebilir. Kırk yaşının, âyette geçen «ondan önce bir ömür boyu» sözleriyle eşanlamlı olduğuna hüküm verenler haddi za­tında önce Rasulullah´ın hayat hikâyesini göz önünde bulundurmuş sonra Kur´anî ifadeyi bu vakıaya uydurmuşlardır.

Âyetin tefsiri hakkında müsteşriklerin yaydıkları şüphelere gelince, bunlar ya bilen bir kişinin ya da ahmak bir cahilin mugalatalarıdır: Onlar, vahyin başlangıcında Peygamberin yaşını tesbit etmek için araştırmacının dayanabileceği bir delilin bulunmadığını ileri sürerler. [139] Bazıları da ri­vayetlerin biribirlerini tutmamalarından dolayı biryaş belirlemenin mümkün olmadığını söylerler. [140] Kimileri de Arabların ve Sami ırkının büyük ço­ğunluğunun, kırk sayısına sinirsel bir özellik atfettiklerinden dolayı Pey-gamber´e kırk yaşında Peygamberliğin geldiği iddiasının ortaya atıldığı hükmüne varmaktadır. [141]

Mugalataları bilerektir. Rivayetlerin biribirlerini tutmadıkları hususun­daki iddiaların bir yalandan ibaret olduğunu onlar da biliyorlar. Çünkü çe­şitli rivayetlerin bulunması, kesin olarak rivayetlerin biribirlerini tutmadık­ları anlamına gelmez. Rivayetlerin hepsi aynı kuvvette olup aralarında bir tercih yapma mümkün olmadığı zaman rivayetler arası çelişki söz konusu olabilir. Hadis eleştirmenlerinin hassas ilmî İstılahlarında çelişki buna de­nir. [142] Ama bir rivayet diğerine tercih edilebiliyorsa, artık rivayetler ara­sında çelişki vardır denemez. Tarihçiler varsın Peygamberin yaşıyla ilgili onlarca rivayet nakletsin. [143] Tefsir ehlinden muhakkiklerin tercih etti­ği gibi [144] bu rivayetlerin en meşhuru, en sahih olanıdır.

Müsteşriklerin cehaletleri yahut tecâhülleri, Arab ve Sami ırkınca sır­larla dolu tılsımlı sayıyı tesbit karşısında hakiki yahut göstermelik hayret-terindedir. Bu sayı bazen kırk, bazen yedi veya yetmiştir. [145] Bilmiyor­lar ki bazı sayılarda gösterilen mübalağa - her ne kadar gerçek bir vakıa ise de- her zaman için bu sayıların gerçek karşılıklarının var oluşunu en­gellemez ve en güvenilir rivayet gerçek mefhumlarını destekliyorsa, acaba gerçek manaları mı, yoksa mecazi manaiarı mı kastedilmiş şeklinde tered­düt etmeye gerek kalmaz.

O halde bu müsteşriklerin mugalatalarına ve tecahüllerine karşı çıkıp ne âyette geçen «ömür» kelimesine dayanarak ve ne de bu garip rakam hakkındaki Sâmilerin inançlarının etkisinde kalarak, aksine, meşhur vq sahih rivayetlere dayanarak Allah´ın Peygamberine kırk yaşında Peygam­berliği verdiğini söyleyeceğiz. O rivayetler ki, havas ve avam arasındaki yaygınlığıyla nerdeyse tevatür derecesine ulaşmıştır.

Hiç şüphesiz vahyin başlangıcında Peygamberin yaşı hakkında ileri sürülen şüphe, Mekkede İslâmî davetin başlangıcı ve ardından hem Mek-kede ve hem de ondan sonra Medinede vahyin merhaleleriyle ilgili haber­ler hususunda şüpheler saçmak için bir mukaddimedir. Şayet vahyin baş­langıcı kapalı kalır ve bu husus tesbit edilemiyorsa bundan sonraki âyetle­rin İnişleri nasıl tesbit edilebilsin?

Şu anda - vahyin başlangıcı hakkında her türlü şüphe ve kapalilığ! giderip Peygamberlik gelmezden önce Rasuluilah (s.a.v.) in yaşını vuzuha kavuşturduktan sonra - daha önce bu kitapta anlatılanlara; vahiy vakıası­na, ferdî veya içtimaî münasebetlere binaen Kur´an´m parça parça indirilişine, Kur´an´ın toplanması, ezberlenmesi, çoğaltılması ve resmi ile ilgili haberlere, nüzul sebeplerine, âyetler arasındaki münasebetlere güvenle inandığımız gibi muhakkak imamlarımızın başlangıcı, sonucu ve aradaki merhale hakkındaki bize sunduklarını da gönül huzuruyla kabuledebitirîz. Çünkü gerçekten bu âlimlerimizin gösterdiği büyük hassasiyet, Kur´an hakkındaki samimiyet ve endişeleri, tarihî gerçekleri ihmal etmedikleri gi­bi sanat uyumuyla ilgili titiz eleştirileri takdire layıktır.

Kur´an ilimlerini bir değerlendirmeye tabi tutacak olursak Mekkî ve Me­denî âyetlerle sureleri bilmek için rivayetleri tahkike tabi tutma ve sağlıklı tarihe muhtaç olduğumuz hususunda bir şüphemiz olmamalıdır. En azın­dan bu konu, nuzûl sebeplerinden daha çok bunlara muhtaçtır. Çünkü se­bepleri bilmek, ferdî ve içtimaî münasebetlerle ilgili belli bazı cüz´i mese­leler ihtiva eder. Başlangıçta sebeplere mebni olarak inmemiş bulunan di­ğer Kur´anî tafsilattan her hangi bir şeyle ilgilenmez. [146] Ama Mekkî ve Medenî´yi bilme ilmi Kur´an´ın tamamını sûre sûre ve âyet âyet ele almayı gerektirir. Kur´an´daki her sûre ya Mekkî veya Medenîdir. Ayrıca Mekkî olan bir sûrede Medenî âyetler, Medenî olan bir sûrede Mekkî âyetler bulu­nabilir. Kur´an´da her bir âyetin kimliği bellidir, hayatı bellidir. Kendi zümre­sinden başkasına karışırsa, güvenilir âlimler onu öyle hassas ölçülerle eleştiriye tabi tutarlar ki, Mekkî mi yahut Medenî mi olduğunu hemen he­men kesinlik derecesinde tesbit ederler.

O halde Mekkî ve Medenî ilmi kendisini kuşatan büyük ilgiye değer bir bilgi olup İslâm davetinin merhalelerini ve olaylarla tedrici olarak geli­şen hikmet dolu adımlarını tesbit etmek, hem Mekke, hem de Medİnede ve diğer yerlerde, yaşayanlarla ilişkilerini inceleyebilmek ve hem mü´min-lere, hem müşriklere ve hem de ehîi kitaba yapılan çeşitli hitapları zaptede-bilmek İçin gerekli bir ilimdir.

Bu ilmi hakkı ile ihata etmek bu geniş çerçeveli hususları bilmekle mümkün olduğundan konulan ve şekilleri de pek çoktur. O, hem zaman açı­sından bir tertip, hem mekân bakımından bir tahdit, hem konu bakımından bölümlere ayırma ve şahsî bakımdan da bir tayindir. «Mekkî, hicretten sonra da olsa Mekke de nazil olandır.» diyen mekânı göz önünde bulun­durmuştur. «Mekkî, Mekkelilere hitap eden ve Medenî de Medinelilere hitap edendir» diyen, muhatap olan şahısları gözetmiştir. «Mekkî, Mekke dışında nazil olmuş olsa bile Rasululah´ın Medine´ye, hicretinden önce nâ-zil olandır. Medenî İse, Medenî nazil olandır.» diyen, İslâm´ı davet mer­halelerinde zaman sırasını gözetmiştir ki, meşhur olan görüş budur. Biz bu son tarifi alırken diğer tariflerde geçen zaman, mekân ve şahıslara da dikkat çekecek ve onları okuyucudan gizlemeyeceğiz. [147] Hatta dördün­cü bir unsur olan konu unsurunu da ihmal etmeyeceğiz.

İşte el-Mümtehine sûresi, mekân göz önünde bulundurulduğu zaman başından sonuna kadar [148] Medine´de nazil olmuştur. Zamanı göz önün­de bulundurduğumuzda hicretten sonra inmiştir. Şahısları söz konusu etti­ğimiz zaman Mekke ehline hitaptır. Ama konusunu öğrenmek istediğimiz­de mü´minlerin kalblerini temizleyip olgunlaştıran içtimaî bir rehberliği kapsamaktadır. Onun için âlimler onu, «Medine´de nazil olan ve hükmü Mekkî olanlar» arasında mütalaa etmişlerdir. [149]

Yüce Allah´ın «Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca ta-nıyasmız.» [150] âyeti. Mekân söz konusu olduğunda Mekke´de ama za­man gözönünde bulundurulsa fetih günü hicretten sonra inmiştir. Konu göz önünde bulundurulduğunda, tanışmaya davet etmekte ve insanların hepsi­nin aslının bir olduğuna dikkati çekmektedir. Şahıslar gözetildiğinde ise, hem Mekke ve hem de Medine ehline hitaptır. Onun için âlimler ona ne Mekkî deyip geçmişler ve ne de kesin olarak Medenî demişlerdir. Aksine onu, «Mekke´de nazil olupta hükmü Medenî olanlar» arasında mütalaa et­mişlerdir.

Kaldı ki Mekkî ve Medenî için yapılan zaman taksimini tercih ederken tereddüt etmiyoruz. Çünkü tarihle sıkı sıkıya ilişkisi bulunan bir konuyla karşı karşıyayiz. Başlangıçta, ara dönemde ve sonda Mekke veya Medine´­de nazil olanı tesbit etmeyi hedef aldığımız müddetçe mekân taksimini se-çemeyiz. Biribirini takipeden bu dönemler, zaman tertibini seçmeyi gerekli kılmaktadır. Şahısların tayini ve konuların tesbitine gelince bunlar ikinci plânda olan hususlar olup olaylarla gelişen zaman tertibi içerisinde müna­sip yerlerini işgal ederler.

Psikolojik dururniarla içtimaî dönemleri göz önünde bulunduran ve çevrenin hayat ve canlılar üzerindeki etkisini de görmemezlikten gelme­yen bu zaman tertibini muhakkik âlimlerimiz bnimsemiş ve ona o derece önem vermişler ki, İslâm davetinin merhalelerini bilmeyen bir kimsenin, Allah´ın Kitabını tefsir ve izaha kalkışmasına karşı çıkmışlardır. Ebu´l Ka­sım el-Hasen b. Muhammed b. Habîb en~Neysâbûrî [151] şöyle demekte­dir: «Kur´an ilimlerinin en yücelerinden biri, onun nüzulünü, nüzul yerini ve hem Mekke´de nemde Medine´de başlangıçta, arada ve sonda inenlerin İniş sırasını, daha sonra Mekke´de nazil olup hükmü Medenî ve Medine´de nazil olup hükmü Mekkî olanı bilme ilmidir. [152]

Burada Ebu´l Kasım el-Neysâbûrî´nin sözlerinden bizi ilgilendiren, Kur´an´ın tamamını zaman açısından açıkça altı merhaleye taksim etmesi­dir: Üçü Mekke´de olup başlangıç, ara ve son merhalelerdir. Ondan sonra da Medine için aynı taksim yapılmıştır. Bazı müsteşriklerin nüzul sebeple­rini temel alarak Kur´an´ı altı veya dört merhaleye taksim etmeleri -az son­ra göreceğimiz gibi- bizatihi zararlı bir şey değildir. Çünkü büyük âlimleri­miz de buna benzer taksimatta bulunmuşlardır. Ama sahih rivayetler bir tarafa atılıp ham ve temelsiz görüşlere dayanarak taksimat yapılırsa, işte o zaman zarar sözkonusu olur.

Ebu´l Kasım en-Neysâbûrî´nin bu konudaki sözlerinin tamamını aldığı­mızda - zaman taksimine bağlılığını ifade ettikten sonra - buna, bizce kü­çük ve basit fakat kendisince çok önemli ve büyük cüz´i meseleler ilave eder. Ona göre Allah´ın Kitabını tefsir ve izah ile ilgilenen herkesin bunla­rı bilmesi farzdır. Muhakkik her müfessirin aynı zamanda «Mekke´de Medi­ne ehli hakkında ve Medine´de Mekke ehli hakkında inenleri, sonra Mede­nî olup Mekkî olana benzeyeni ve Mekkî olup Medenî olana benzeyeni, Cuhfe´de [153] ineni, Beytu´l Makdis, Taif ve Hudeybiye´de nazil olanı, ayrı­ca gece nazil olanla gündüz nazil olanı, Mekkî surelerdeki Medenî âyet­leri ve Medenî surelerdeki Mekkî âyetleri, daha sonra Mekke´den Medine´­ye ve Medine´den Habeşistan´a taşınanı ve ayrıca mücmel olarak inen ile müfesser olarak ineni, bir de hakkında ihtilaf bulunup bazılarının Mekkî dediğine diğer bazılarının Medenîdir dediklerini bilmesi gerekir. Bu yirmi-beş veçhi bilmeyen ve onları biribirlerinden ayırt edemeyen bir kimsenin Allah kitabı hakkında söz söylemesi caiz değildir.»[154]

Bütün bu ihtilafı tam olarak bütün tafsilatıyla anlatabilecek durumda olmadığımızı itiraf edelim. Çünkü bu konulardan her biri büyük bir cildi doldurur. Hatta böyle bir cilt bile maksadı tam anlatamaz ve susuzun su­suzluğunu gideremez. -Vahiy merhalelerini inceleme hususunda âlimleri­mizin sarfettiği gayreti gösterme bakımından - bazı rivayetler üzerinde durmamız yeterli olacaktır. Bu rivayetleri nakledenler, sadece Mekke´de yahut Medine´de veya hicretten önce yahut hicretten sonra inmiştir de­mekle yetinmemiş bu Yüce kitap hakkındaki gayretleri araştırma, inceleme ve tedkiklerin zirvesine ulaşmıştır. En basit tafsilat ve en küçük cüz´iyatı bile zikretmekten geri kalmamışlardır.

Meselâ genel olarak Kur´an´tn çoğunluğu gündüz inmiştir. [155] Ama âlimlerimiz bazı cüz´i durumlarda bu kuralın geçerli olmadığını gördüler.

Çünkü Meryem sûresi gece inmiştir. Et-Tabarânî´nin [156] Ebu Meryem el-Gassânî´den yaptığı rivayete göre o şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.v.) e gidip «bu gece bir kızım oldu» dedim. Rasûlullah (s.a.v.): «Bana da bu gece Meryem sûresi indi. Sen de kızına Meryem ismini ver» [157] buyurdu. e!~ Feth sûresinin baş tarafı gece inmiştir. Buhâri´nin Hz. Ömer´den naklettiği­ne göre Rasûlullah (sa.v.): «Bu gece bana öyle bir sûre indi ki o, güneşin üzerinde doğduğu her şeyderr daha sevimlidir» demiş ve sonra dil âyetini okumuştur. [158] Yine el-Hacc sûresinin başındaki âyetleri, Benu Mustalik gazvesi sırasında gece inmiştir. [159]

Kişi -sahih rivayetleri kendisine dayanarak aldığında- Kur´an´dan ine­nin, gecenin hangi bölümünde; ortasında mı yoksa evvelinde veya sonun­da mı indiğini bile bazen tesbit edebilir. Şu anda Rasûlullah (s.a.v.) i sa­bah namazının son rek´atında-Sahih-i Buhârî´de rivayet edildiği gibi-Ailaft Teâlâ´nın « • i^´vt^-.sl^J » [160]sözünün indiği zamanı tahayyül edi­yorum. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) in kıldan yapılmış bir çadırda geceleyişini ve ashabtan bazısının çadır önünde ona bekçilik yapmalarını hayalimde canlandırıyorum. Geceden bir miktar geçtikten sonra [161] dU*. Üj » « y-ü´^. âyeti inmiştir. Yine son olarak onu, mü´minlerin anası Ümmü Seleme´nin yanında tahayyül ediyorum. Savaştan geri kalanları söz konu­su eden üç âyet [162] indiğinde gecenin üçte ikisi geçmişti. [163] Gece bir kış gecesi olup hava soğuk olabilir. Ravî, işi sağlama bağlamak için bu zifri karanlık geceyi bile tavsif etmekten geri kalmıyor. En cüz´i bir mese­lenin, bugün bizim için ne kadar basit ve değersiz olursa olsun, ravî için dinî ve içtimaî büyük bir değeri vardır. Onu olduğu gibi tasvir ediyor. Ona ne bir şey ilave ediyor ve ne de eksiltiyor. İşte Ahzâb gecesi herkes dağılmış ve Rasûlullah´ın yanında on iki sahabe vardı ki bunlar arasında değerli sa-habî Huzeyfe de bulunuyordu. Rasûlullah ona: Kalk ve ordu karargahına git, demişti. Huzeyfe Rasûlullah´a: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, senden utandığım için kalkıp gittim. Yoksa bu soğukta gidemezdim, ceva­bını verdi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: «Ey iman edenler* Size karşı düşman askeri geldiği zaman, Allah´ın size olan nimetini hatırla­yın. Biz, onların üzerine şiddetli bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz askerlergöndermiştik. Allah, işlediğiniz şeyleri görendir.» [164] Buna karşılık Te-bûk gazvesinde nazil olan âyetlerin çok sıcak bir günde indiklerini ve o za­man münafıklardan bir şahsın: «Bu sıcakta savaşa çıkmayın,» dediğini, bunun üzerine Allah´ın: «De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.» [165] âye­tini indirdiğini görüyoruz.

Kur´an´in çoğunluğu hazarda inmişse de, Rasûlullah {s.a.v.}in davet için buradan oraya gitmesi, kalbini sabit kılmak ve cihadını destekleyip pe­kiştirmek için bazı seferlerinde de inen âyetler olmuştur. Ravîler çoğu za­man bunu: Şu âyet veya âyetler Peygambere bir yolculuğunda indi, gibi ifadelerle anlatırlar. Hatta pek çoğunda bu yolculuğun zaman ve mekânı bile zikredilmektedir. Sahih-i Buharî´de Hz. Ömer´den yapılan rivayete göre: «Bugün size dininizi tamamladım,» [166] âyeti Veda haca yılında cuma gü­nü arife akşamı nazil olmuştur. el-Beyhakî´nin «Delâil» inde anlatıldığına göre en-Nahl sûresinin son âyetleri Uhud savaşında şehid düşen [167]Hz. Hamza´nın cesedi başında durduğu sırada inmiştir.

Rasûlullah (s.a.v.) in hayatı peş peşe devam eden bir cihad silsilesi­dir. Onun için vahiyden bir çoğu savaş sıralarında inmiştir. Bedir Savaşı´-nın sonunda el-Enfâl sûresinin ilk âyetleri inmiştir. [168] Hudeybiye umresinde: «Evlere arkalarından girmeniz iyi değildir, iyi kimse kötü­lükten sakınan kimsedir. Evlere kapılarından girin, Allah´tan sakınınız ki muradınıza eresiniz.» [169] âyeti, Tebük´te de: «Memleketinden çıkarmak için seni neredeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi.» [170] âyeti inmiştir. es-Suyutî buna başka misaller de ss-ralar. Dileyen el-îtkan´a müracaat etsin. [171]

İsrâ ve Miraç gecesi, zaman itibariyle bir geceden başka bir şey de­ğildir. Lâkin o, Allah´ın ilminde uzak ezelden gelen bir parçadır. Kur´an´t Kerîmden bazı âyetler bu mukaddes gecede inmiştir. Şayet rivayet sahih ise, Allah Teâlâ´mn: «Ey Muhammedi Senden önce gönderdiğimiz Pey­gamberlere sor, Biz, Rahman olan Allah´tan başka kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış mıyız?» [172]âyeti, Allah Teâiâ kulunu gece yürüyüşüne çı­kardığında Beyt´ül Mukaddes´te inmiştir. [173] el-Bakara sûresinin son iki âyeti-îbnul Arabînin de belirttiği gibi- Miraç esnasında Muhamrned Rabbinın büyük âyetlerini gördüğü zaman «Gök İle yer arasında fezada İnmiş-[erdir.» [174]

Bu derîn araştırma ve en cüz´i tafsilatı bile kaçırmama bazılarınca önemsiz karşılanabilir. Ama râvilerle âlimlerin yanında bunun bir yorumu vardır, ve o da: Rivayetin doğruluğu ve Allah´ın Kitabından Mekkî ile Me­denî olanı tesbit için mümkün olabilecek güvenin zirveye ulaşmış olması­dır.

Bu hassas ve derin araştırma temeline dayalı olarak âlimler Mekkî sûrelerde Medenî âyetlere benzeyenlerle Medenî sûrelerde Mekkî âyetlere benziyenleri biribirinden ayırmışlardır. [175] Burada «benzer» ifadesinden gayeleri açıktır. Onlar her sûrenin genel karakterini ve sonra da bu karakte­re benzer karakteri- öyle ki, neredeyse bu, diğerine eklenecek durumda­dır- yakın benzerlikteki karakteri göz önünde bulundururlar. Meselâ Mek­kî olan Hûd sûresinde «Gündüzün iki ucunda namaz kıl.» [176]âyeti mev-cud ise, bu, Medenî âyetlere benzese bile Medenî sayılmasını zarurî kıl­maz. Medenî olan el-Enfal sûresinde: «Allahımız! Eğer bu kitap, gerçekten senin katından ise biz© gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver» de^ mislerdi.» [177]âyetini okuyorsan, her ne kadar bunda Mekkî âyetlerden gölge ve alâmetler mevcud ise de onun Mekkî o´duğuna hüküm veremez­sin.

Çoğu zaman belli bazı şartlar, Kur´an´dan inenin bir yerden başka bir yere taşınmasını gerekli kıldığı durumlarda Mekkî ile Medenî arasındaki ye­kin benzerlik yönü aceleci araştırmacıları İslâm davet tarihinde hassas ve değeri büyük bir merhaleyi araştırmaktan yüz çevirmelerine sebep olabi-!ir. Lâkin güvenilir âlimler bu konunun tamamını bize aktarmışlardır. Kur´-an´da her âyetin hatta her lafzın tarihi, hal tercemesi vardır. Müfessir-Eerin pîrs Taberî´den Yüce Allah´ın «Ey Muhammedi Sana hürmetti aydan ye onda savaşmaktan sorarlar...» [178] sözünün Medine´den Mekke´ye tasındığını öğreniyoruz. [179] Kurtubî´den [180] «Ey inananlar! Allah´tan sa­kının, inanmışsanız, faizden, artakalmış hesaptan vazgeçin.» [181] sözünün Berae sûresinin başındaki âyetlerle birlikte Medine´den Mekke´ye taşındı­ğını öğreniyoruz. Hz. Ali daha sonra bu âyeti Kurban günü halka okumuş­tur. [182]

Âlimlerimizin, davetin geçirdiği devreleri îesbit ve en küçük husus­tan bile kaçırmamak için rivayetleri .açıklayıp zaptetme hususunda övgüye değer bunca gayretlerine rağmen, müsteşriklerin râvi ve rivayetlerin doğ­ruluğu hakkında şüpheler yayarak asılsız olduklarını İddia etmeleri karşı­sında hayrete düşmemek elde değildir. [183]

Müsteşriklerin, Kur´an´i iniş sırasına göre tertip edebileceklerini söy­lemekle biriikte bu tertipkonusunda her türlü sahih rivayeti reddetmeleri gerçekten garip ve gülünçtür. Şayet rivayetler konusunda katı davranıp ancak sahih olanları kabul edebileceklerini söyleselerdi mesele basitieşir-di. Çünkü İslâm âlimlerinin kendileri, Mekkî ve Medenî İle Kur´an vahyinin merhalelerine ışık tutan konularda, sûre ve âyetlerin tertibinde, talimat vs irşatlarının tedriciliği meselesinde zayıf rivayetleri reddederler. Kaldı ki müsteşrikler arasında bile bu konuyu bize pek ters düşmeyen çerçeve içe­risinde işleyenler vardır. Nitekim H. Grimme, Kur´an sûrelerinin tertibinde İslâmî rivayet ve senetlere dayanmıştır. [184] Bununla birlikte onun da tenkid edilecek noktaları vardır. Bunlardan biri, rivayetlerin sahihini zayı­fından ayıklayamaması ve sair müsteşriklerde olduğu gibi bu konudaki ac­zi. Onun için Kur´an´ın tertibinde bazen zayıf ve bazen bâtıl rivayetlere dayalı çürük bir temele dayanmaya aldırış etmez. İkinci nokta İse, rivayet­lere saygı konusunda kendisi için tayin etmiş olduğu metoddan ayrılması ve neticede Kur´an´ın vahiy merhaleleri konusunda müsteşrik Noldeke´nin görüşlerini rehber edinmesidir. [185]

Müsteşrik Noldeke, müslümanların takip ettiği metoddan ayrı bîr me-todla Kur´an´ın zaman bakımından bir tertibinin yapılması gerektiğine ina­nıyordu. Onun için kendisine has bir metod tespit etti ve bu metoddan, bir çokları etkilendi. Bunun sonucunda ortaya çıkan tertip bütün müsteş­riklerin kafasını kurcalamaya başladı. Kur´an konusundaki araştırmalar âleminde en tehlikeli sonuçlar bu tertibe dayandırılmaya çalışıldı.

.Ondokuzuncu asrın ortalarında Avrupa´da Kur´an sûrelerinin tertibi ve tarihi merhaleleri inceleme konularında yeni çalışmalar ortaya çıktı. Bu çalışmalardan biri, beşi Mekke´de ve biri Medine´de olmak üzere Kur´-an´ı altı merhaleye taksim eden William Muir´in çalışmasıdır. [186] Bu tak­simi yaparken büyük çapta Rasûlullah´ın hayatı ve hayatı İle ilgili riva­yetlere dayanır. Bu konuda tenkitçi bir çalışmada bulunarak tarihi bir ta­kım malumat toplamıştır. [187] Lâkin - bununla birlikte - birçok hatalara düşmüş ve asılsız rivayetlere dayanmıştır. Bu konuda kendisiyle Grimme arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün ve kolay olacaktır.

Diğer bir çalışma ise, VVeil´in 1844 yılında başlattığı ve ancak 1872 yı­lında nihaî şeklini alan çalışmadır ki, bu çalışmada İslâmî rivayet ve senet­lere hiç değer verilmez. [188] BlachĞre´in çalışmayı «gerçekten faydalı ye­gâne metod» [189] olarak nitelendirmesi de bundan dolayıdır. Daha önce de Noldeke´nin nazarında Kur´an´ın tertibi konusunda en cesur çalışmadır. Onun için Noldeke çalışmalarının bir çoğunu ona dayandırır.

Weil ise, Kur´anî merhaleleri üçü Mekke´de ve biri Medine´de olmak üzere dörde ayırmıştır. Noldeke de 1860 yılında yayınladığı «Kur´an Tarihi» [190] kitabında her merhalenin muhteviyatında basit bir takım değişiklik­ler yaparak aynı yolu takip etti. Schvvally´le birlikte kitabı düzeltme ve ilâ­velerle ikinci defa yayınladığında da yine basit-bazı tadilat ile aynı yoldan gitmiştir.

R. Be!!, [191] Rodvvell [192] ve Blachere [193] de bu metoddan etki­lenmiştir. Ancak Biachere´in Kur´an tercemesi, kanaatimizce kendisine ha­kim olan ilmi ruhtan dolayı tercümelerin en üstünüdür. Onun değerini dü­şüren, Kur´an sûreleri için tesbit edilmiş olan zaman tertibidir. Biachere´in kendisi, İslâmî merhaleleri tesbit, sûrelerin tertibi, talimatın tedriei olarak gelişi gibi hususlarda sadece, Kur´an´a dayanmanın bir takım zorlanmalar­dan hali olmadığını belirtir. Yine ona göre Kur´an´ın sustuğu bir şey Rasû-iullah´ın hayatı ye sahabenin ondan rivayet ettikleri haberlerle vuzuha ka­vuşmaz. Bunlar, ancak Kur´an nassında zikredilen ikinci plânda tamam­larlar. [194]

Biz ise, yukarıda anlattıklarımızdan sonra Mekkî ve Medenîyi tesbit huşunda âlimlerimizin sahih rivayeti biricik yol olarak seçmelerini, zayıf rivayetleri reddetmelerini, Kur´an´ın zaman bakımından daha mükemmel ve üstün bir tertibi için bunu kaçınılmaz şart olarak kabul etmelerini tabiî karşılıyoruz. Bu sahadaki rivayetler, ancak vahyin indiği zaman ve mekân­da orada hazır bulunan sahabeden yahut bu konudaki açıklamayı onlardan duymuş olan tabiînden gelebilir. Rasûlullah (s.a.v.) den İse bu kabilden bir rivayet varid değildir. Çünkü o, Kadı Ebu Bekr´in [195] de «el-întişar» da belirttiği gibi, «bununla emrolunmamıştı ve Allah bunun ilmini ümmete de farz kılmamıştır» [196] Hiç şüphesiz sahabeden birçoğu Mekkî ve Medenî hakkında tam bir bilgiye sahipti, Bu sayede rivayet tefsirleri ve Kur´an ilim­leriyle ilgili kitaplar ince teferruat ve cüz´iyatı ihtiva etmektedirler. Misal ve delil bulma kabilinden bir kaç tanesine işaret etmiştik. İbnu Mesud´un: «Ondan başka ilah bulunmayana yemin ederim, Allah´ın Kitabından hiç bir âyet inmemiştir ki, o âyetin kim hakkında ve nerede indiğini bilmeyeyim.» [197] sözünden sahabenin bu konularda bilgilerinin ne kadar derin olduğu­nu anlıyoruz. Lâkin İbni Mesud - geniş malumatıyla bu ilme ne kadar hiz­met etmişse etsin - sahabe arasında bu yemini eden yalnız kendisi değil­dir. Hz. Ali de ona benzer bir yeminde bulunmuştur. Ayrıea sahabe arasın­da bu büyük iki sahabînin şahit olduklarına şahit olma imkanına sahip olanların varlığı şüphesizdir. Belki de, onların gördüklerinden daha fazla­sına şahit olanlar bile vardır. Hatta sahabenin cahilleri arasında, âlimleri­nin ve meşhurlarının gözünden kaçan birşeyi rivayetleriyle bize ulaştıran­ların bulunacağını uzak görmüyoruz. [198]

Onun için sahih rivayete dayanmak, fikir imali ve İçtihatta bulunmaya ters değildir. Özellikle rivayetin sarih nass olmadığı konularda bu durum daha da geçerlidir.. Bu içtihadın Mekkî ve Medenî araştırmasında çeşitli şekilleri ve muhtelif nevileri vardır. Bazı sûrelerin Mekkî mi yoksa Mede­nî mi oluşlarında, Medenî bir sûrede Mekkî âyetlerin veya Mekkî bir sû­rede Medenî âyetlerin istisna edilmesinde, Mekke veya Medinede indirilen­lerin tertibinde ve Mekkî ile Medenilerin her birinde uslûb ve konu özellik­lerinde ihtilaflar olabilir. Bu ihtilafı çözmenin yolu ise, ancak bir nevi icti-had ile mümkün olabilir.

en-Nahhas, [199] «Hiç şüphesiz Allah size emanetleri ehline teslim et­menizi emreder.» [200] âyetine dayanarak en-Nîsa sûresinin Mekkî olduğu-nu oünkü bu âyetin, Kabe´nin anahtarları meselesiyle tam bir uyum içeri­sinde bulunduğunu ileri sürer. es-Suyutî, bu görüşü zayıf bularak ona kar­şı çıkar ve şöyle der: «Bu, çürük bir dayanaktır. Çünkü büyük çoğunluğu Medine´de inen uzun bir sûrenin bir veya bir kaç âyetinin Mekke´de inmiş oiması o sûreyi Mekkî kılmaz. Özellikle, hicretten sonra inen âyetlerin Me­denî olduğu görüşü tercih edildiğine göre en-Nisâ sûresi için Mekkîdir di­yemeyiz. Sûrenin âyetlerinin nuzûl sebeplerine müracaat eden yukardaki görüşün reddedildiğini görecektir. Buhârî´nin Hz. Aişeden naklettiği: «eî-Bakara ve en-Nisa´ sûreleri indiğinde Rasûlullah´ın yanındaydım.» sözü onu reddetmektedir. Çünkü Hz. Aişe´nin hicretten sonra Rasûiullah´n ya­nına geldiği ittifakla kabul edilen bir husustur.» [201]

Gerek Mekkî ve gerek Medenî sûrelerde istisna edilen âyetler rhevcud olduğundan bu istisna hususunda bazı âlimler nakle değil, içtihada dayan­mışlardır. [202] Ayrıca bu, İbni Abbas´tan varid olan: «Bir sûrenin başlan­gıcı Mekkede inmişse, o sûre Mekkî olarak yazılır, sonra Allah dilediğini ona ilave ederdi.» sözlerine ters değildir. Çünkü Mekkînin Medenîye veya Medenînin Mekkîye ilave edilmesinde hikmet yönü içtihat yoluyla bilinir: Meselâ el-İsrâ sûresi Mekkîdir. Ancak: «Ey Muhammedi Seni, sana vahyet-tiğimden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman İçin uğraşırlar.» [203] âyetini ondan istisna ederler. Bunun Mekkî bir âyet olduğunu tercih ederek bu âyet «Sakîf elçileri hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (s.a.v.) e, gel­miş ve saçma isteklerde bulunarak: İlahlarımızdan dolayı bizi faydalandır ki onlara hediye edileni alalım. Bu hediyeyi aldık mı, bu putları kırar ve İs-lâmı kabul ederiz. Ayrıca Mekke mukaddes kılındığı gibi vadimizi de mukad­des kıl ki Araplar, onlara karşı üstünlüğümüzü bilsinler» [204] demişlerdi Kızılelma cad Şair Mehmet Emin sok. no: 35 Meditaş Erdal

Alimler - rivayet ve senetlere dayanarak - Mekkî ve Medenî süreleri tayin ederler [205] Sonra nuzûl sıralarına göre onları tertip ederler. Bunun­la birlikte Kur´andan ilk inen ile son olarak inen hakkında ihtilaf vardır. [206] Hatta Müslümanların, namazlarının her rekatında okudukları Fati­ha sûresi hakkında bile ihtilaf vardır. Bazılarına göre Fatiha sûresi Mekkî-dir, bazılarına göre de Medenîdir. [207] Başka bir topluluk ise, üçüncü bir görüş ileri sürerek iki defa nazil olduğunu söylemektedir. [208] Yine bazı­larına göre Mekke´de ilk inen o dur. O halde bu görüşe göre Kur´an´dan ilk inen Fatiha olmaktadır. [209] Diğer bazılarına göre ise, ondan önce na­zil olan bir kaç sûre vardır. Bu gibi durumlarda âlimler delil getirme ve görüşlerini isbatlama hususunda yarışırlar. Getirdikleri deliller naklî ol­maktan çok içtihada daha yakındır. Misâl olarak el-Vahidî gibi bir âlim, Rasûlullah (s.a.v.) iri Mekke´de on kusur sene kalarak Fatiha´sız namaz kılmış olmasını garipsiyor. [210] Halbuki -bildiğimiz gibi- el-Vahidî «Esbâ-bun-Nuzul» isimli meşhur kitabında sadece rivayet ve senetlere önem ver­mektedir. Lâkin nakil ve nass sahiblerinin yanında da ictihad ve istinbot kapısı ardına kadar açıktır.

Müsteşrik Blachere, el-Vâhîdî´nin buradaki düşüncesini ictihad ve is-tinbat için bir gayret olarak değerlendireceğine, konuyu çözümlemek için bütün umutlarını yitirmiş âciz kimsenin cahilliğini itiraf etmesi ve kurtulu­şunu bu itirafta bulanın tavrı olarak nitelendirir. [211] Bize göre burada Blachere çok katı ve mübalağacıdır. Âlim olan bir kişi Kür´an vahyinin ter­tibi gibi önemli bir konuda, hemen kesin kararını veremez. el-Vâhİdî´nin yaptığı gibi -bir şeyi diğerine tercih eder. Cehalet her zaman kesin sonuç­larla tedavi olunmaz. Bazan tercih yalnız başına ilim ve marifet tahsili İçin yeterlidir. Burada maksadımız, el-Vâhidî´yi savunmak değildir. Aksine, Mek-kî ve Medenî´nin cüziyyatı hakkında bize ulaşan ilim çoğu zaman İctihad yoluyla bize ulaştığına ve bir şey hakkında ilmin subutu için aklın nakil gi­bi ve kıyasın da sema´ gibi olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. el-Ca´beri: «Mekkî ve Medenîyi bilmenin iki yolu vardır: Semaî ve kıyası» [212]derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Semaîyi tarif ederken onun, «Mekke-de yahut Medinede nazil olduğuna dair bize haber ulaşandır» şeklinde ta­rif eder. Sonra kıyası için misal ve deliller zikreder. Zikrettiği misalleri, Kur´an´ia uğraşan ve ilimleriyle uslûblannın zevkine eren âlimlerin misalle­riyle bir araya getirdiğimizde hepsinden, Mekkî sûreyi Medenîsinden ayıran

kıyası bir ölçüye varabilir ve onunla, onlardan her birinin karakter ve özel­liklerini tesbit edebiliriz. Ayrıca göreceğiz ki bu ölçü uygulanmakta ve ge­çerli olmaktadır. Bu ölçüye göre Mekkî sûrelerin özellikleri şunlardır:

1- içinde secde bulunan her sûre Mekkîdir. [213]

2- İçinde «» lafzı bulunan her sûre Mekkîdir ve bu kelime Kur´-an´ın ancak son yarısında geçmektedir. [214]

3- el-Hacc sûresi hariç hitabını bulundurup hitabını bulundurmayanher sûre Mekkîdir. Ancak el-Hacc sûre­sinin sonlarında [215]âyeti geçmektedir ve bu sûrenin´Mekkî olduğunu bir çok âlim söylemektedir.

4- el-Bakara sûresi hariç Peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin kıs­salarını ihtiva eden her sûre Mekkîdir. [216]

5- Yine eİ-Bakara sûresi hariç Hz. Âdem ve Idris Kıssaslannı ihtiva eden her sûre Mekkîdir. [217]

6- «Elif-Lâm-mîm» ve «Elif-Löm-Ra» gibi hece harfleriyle başlayan her sûre Mekkîdir. Ancak ez-Zehrâvân (el-Bakara ve Âİu İmrân) sûreleri bunaan hariçtir. [218]

Bu altı özellik -istisnaları bir tarafa bırakalım- kesin alametlerdir. Ayrı­ca genel Mekkî sûreleri ayıran bazı alametler vardır ki, Mekkî sûrelerde cokca rastlanan ve yaygın olan bu alametler şunlardır:

1- Âyet ve sûrelerin kısalığı, veciz olmaları hareketli bir anlatım ve ses âhengine sahip olmaları.

2- Allah´a ve Âhiret gününe davet ve cennetle cehennem tasviri.

3- Üstün ahlâka ve iyilik üzere doğru yolu tutmaya davet.

4- Müşriklerle mücadele ve düşüncelerinin basitliğini ortaya koyma.

5- Arabların üslûbuna uyularak «yemin» in çokça kullanılması. [219]

Medenî sûrelere gelince, onların kesin özelliklen şunlardır:

1- Cihada izin verildiği, cihadın söz konusu edildiği ve ahkâmının açıklandığı her sûre Medenîdir.

2- Hudud ve miras hükümlerini ihtiva eden, medenî, içtimaî ve dev­letlerarası hukukdan bahseden her sûre Medenîdir. [220]

3- el-Ankebût sGresi hariç münafıklardan bahseden her sûre Mede­nîdir. el-Ankebut sûresi ise, Mekkîdir. [221]Ancak bu sûrenin ilk onbir âye­ti Medenî olup onlarda münafıklardan bahsedilmektedir.

4- Ehl-i Kitapla mücadele edilen ve dinlen hususunda katı olmama­larını öğütleyen her sûre Medenîdir:[222]

Daha çok Medenî sûrelerde görülen genel alâmetler ise, şunlardır:

1- Sûrelerinin çoğu ve bazı âyetleri uzundur. Anlatıma itnab ve hu­kukî meseleleri konu edinen bir durgunluk hakimdir.

2- Dinî hakikatler tafsilatlı delillerle anlatılır.

Bu konu ve uslûb özellikleri ister kesin olsun İster ağlabiyet kabilin­den olsun İslâm´ın emirlerinde takip ettiği tedriç hikmetini tasvir etmekte­dir. Medine ehline yapılan hitabın Mekke ehline yapılanın aynısı olması mümkün değildir. Çünkü Medinedeki yeni çevre teşrî ve yeni toplumun ku­rulmasında açıklamaların yapılmasını gerekli kılıyordu. Daha önce veciz bir anlatım takip edilmişken şimdi İtnaba ve mücmeli tafsile ihtiyaç vardı. Her âyet ve sûrede muhatapların durumu gözetilmeliydi.

Mekke´de azgın ve inatçı bir topluluk vardı. Rasûlullah´a ve mü´minle-re işkence ediyorlardı. Onun için Rasûlullah (s.a.v.) e: «Ey Muhammedi Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz.» [223] «Senden ön­ce nice Peygamberler yalanlandı.» [224] ve «Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmağa koyulsalar: «Gözlerimiz döndü, biz her halde büyülen­dik» derler» [225] gibi âyetlerin inmesi münasipti. Böylece Mekke´de Müş­rikleri kınayan, düşüncelerinin basitliğiyle alay eden ve Rasûlullah´la Mü´-minleri teselli eden, onlara müsamaha ve yumuşak davranmayı öğütleyen âyetlerin inişi çoğaldı,

Medine´ye gelince, hicretten sonra burada üç sınıf insan bulunuyordu: .

a- Mü´minlerden, Muhacirlerle Ensâr. Münafıklar.

c- Yahudiler. Kur´an Yahudilerle tartışmaya girerek onları orada eşit olan bir kelimeye davet etti. Münafıkların kötülüklerini ortaya dökerek on­ları rezil ü rüsvay etti. Mü´minlere gelince, doğru yolda devam etmeleri için -bir yandan- onları cesaretlendirdi. -Diğer yandan- barış ve savaşla, fert ve toplumla, siyaset ve iktisatla, ilgili emirleri ve hukukî kuralları izah etti. Misal olarak zekâtı ele alalım. Mekke´de farz kılınmasının bir anlamı yoktu. Çünkü müsiümanların hepsi fakir ve baskı altında bulunuyorlardı. Korku namazını ele alalım?. Bu namaz sadece savaşta kılınan bir namazdır. Bu­nun da Mekke´de teşriî mümkün değildir. Çünkü mü´minlere ancak Medi´-ne´de savaşma İzni verilmiştir. Onun için Mekkî sûrelerde cihada ve cihad-la İlgili hükümlere asla rastlanamaz.

Şayet Ebu´l-Kasım en-Neysâbûrî´nrn Mekkî ve Medenî tertibinde ta­kip ettiği kronolojik tarihî metodu alacak olursak, - onu uygulamanın ve etkisinde kalmanın bir neticesi olarak - gerek Mekkî ve gerek Medenî sû­releri üç merhaleye ayırmamız gerekiyor: Başlangıçta inenler, arada İnen­ler ve sonda inenler. Sahih senetleri ve Hadis eleştirmenlerinin ölçülerini

kendimize rehber edindiğimizde bu merhaleleri tesbit için fazla bir zorluk çekmeyiz. Medenîlerde tereddüdümüz daha da az olacaktır. Hatta anılma­ya değmez bir seviyeye inecektir. Çünkü Medine´de İslâmiyet yayılmış, Kur´an ezberlenmiş, onu okuyan ve yazanlar çoğalmış, rivayet ve dinde bilgi sahibi olma kolaylaşmıştır. Mekkî kısma gelince, olayların kendi man­tığı, merhalelerin tasviri konusunda bir takım tereddütlerin vukuunu gerek­ir kılmaktadır. Özellikle ilk zamanlar için bu durum daha da geçerlidir. Çünkü İslâmiyet Mekke´de garip olarak başlamıştır. Vahyin . ilk yıllarında Rasûlullah (s.a.v.) e inanan aneak bir kaç kişi idi. İslâm´a ilk girenler dışın­da hiç kimse için vahyin merhalelerini ve ilk zamanlardaki durumları kesin olarak tesbit mümkün olmamıştır.

Lâkin kronolojik sıra hususunda muhakkik âlimlerin ihtilaf ettiklerini ve hangisinin daha önce olduğunu tesbit etmekten âciz kaldıklarını bir ta­rafa, bırakarak benzer guruplara parmak basacak olursak, gerek Mekkî ve gerek Medenî olanların ilk, orta ve son merhalelere ait bir takım alametler buluruz ki bunlara dayanarak kesin hükmümüzü verebiliriz.

Tarihçi ve müfessirlerin, ilk inen sûreler, modern ifademizle Mekkî merhalelerin ilk merhalesinde inenler olduklarına dair ittifak ettikleri sûre­ler şunlardır: el-Alak, el-Müddessir, et-Tekvîr, el-´lâ, el-Leyl, eş-Şerh, el-Adiyat, et-Tekgsür, ve en-Necm.

Mekke´nin ara merhalesinde inenler: Abese, et-Tîn, el-Karia, el-Kıya-me, el-Mürselat, el-Beled ve el-Hıcr.

Mekke´nin son merhalesinde inenler: es-Saffât, ez-Zuhruf, ed-Duhan, ez-Zarİyâî, el-Kehf, İbrahim ve es-Secde.

Bu üç gurup Mekkî alametleri her ne kabar açıkça taşıyorsa da muh­teva ve uslûb yönünden basit bir takım farklılıklar arzetmektedir. Oysa her gurup,, hatta onlardan.her sûre başlı başına fikrî bir bütünlüğe sahiptir. Özet olarak ve şöyle bir göz atışıyla yapacağımız tahlilde gözümüze çarpa­cak olan, lafızlarında, fasılalarında ve muciz âyetlerinin anlattığı akidele­rinde ortaya çıkan en bariz alâmetlerine işaret etmekten öteye geçmez.

Kur´an´dan ilk inen sûre olan el-Alak sûresinde, insanlığın tarihinde şa­hit olduğu ve insanlığı göğe ve onun sırlarına ulaştıran, yeni bir doğum şeklinde doğan canlı ve büyük bir olayı tasvir ediyor. Sûrenin ilk bölümü Allah´ın elcisi Muhammed´i Yüce Âleme ve Allah´ın adıyla okumaya [226] yöneltiyor. Doğuş da O´ndan, dönüş de O´na. Varlığın sırlarını öğretmekle

insanı yücelten de O. Bu arada «kalem» den bahsedilmesi, ilim ve öğreti­me işarettir. Oysa O, insanı basit bir şeyden, katılaşmış ve korunaklı bir yerde, rahime yapışık bir kandan yaratmıştır. [227]

el-Müddessir sûresinin başlangıcıda -daha önce gördüğümüz gibi va­hiy fetretinden sonra inmiştir- [228] Allah Peygamberini uykusu olmayan bir kalkışa ve tembelliği bulunmayan bir aksiyona çağırmaktadır. Yatağın­dan bîr silkinişte sıçrasın ve sıcak örtüleri bir tarafa atsın. Çünkü Önünde uzun ve ağır bir mücadele vardır. Yakın tehlike, yoldan sapmışları ve gafil­leri kolluyor. Peygamberin, Yüce Rabbini büyük görerek ve bu varlıktaki her türlü komployu küçümseyerek, niyyetinin paklığına alâmet olsun diye elbisesini temizleyerek, her türlü Şirk ve pislikten uzak durarak, azabı ge­rektiren her şeye amansız savaş açarak, minnetsiz ve böbürienmeksizin mücahidlerin ulaşabilecekleri fedakârlığın en âlâsında bulunarak uyuyan­ları uyandırması onun için bir görevdir.[229]

«et-Tekvîr» sûresi akide ve imanla ilişkisi kesik olmayan üç hakikati dile getirmektedir: Kıyamet günü kevnî inkılâb hakikati, ebedî vahiy ve âlem şümul davet hakikati, bir de Alîm ve Hakîm olan Allah´ın meşietine bağlı o-lan İnsanî irade hakikati. [230]

Kevnî inkılâba gelince, sürenin henüz başında dehşet verici bir şekil­de görünmektedir. Soğuyup alevi sönen güneş. Darma dağın olmuş ve par­laklığını yitirmiş yıldızlar. Kökünden sökülen, rüzgarın önünde savrulup se­raba dönüşen ve bulutlar gibi hareket etmeye başlayan dağlar. Onuncu ayına girmiş hamile develer korkudan her yerde yavrularını düşürüyorlar. Oysa bunlar, Arab için ihtimam gösterilmesi gereken en değerli develerdir. Her biri bir vadide dolaşan vahşî hayvanlar korkudan bir araya gelmiş sak­lanacak delik arıyorlar. Suyu alev almış denizler ateş tufanı içerisine giri­yor, alev her tarafı sarıyor. Ruhlar bedenleri buluyor. Katı kalblilikle canlı olarak gömülen kızlar için hesap sorulacak. Henüz hayatın başlangıcında olan bu kızcağızı bir İnsan nasıl olur da diri diri gömebiliyor?

Bu kevnî inkılâb yine amel defterlerinin açılmasını içeriyor. Tâ ki gizli olan hiç bir şey kalmasın hepsi açığa çıksın. Mavi gök kubbe yerinden ka-yıyot*. Cehennem alevlendiriliyor, insan ve taşlardan oluşan yakıtıyla alevi daha da büyüyor. Cennet, damadı kendisine cezbeden gelin gibi süsleniyor ve ehline yaklaşıyor. Neredeyse kollarına atılacak. İşte o zaman insanoğlu önceden kendisine ne hazırladığını görecektir. Azabını hafifletecek azığı da yoktur.Vahiy ve onun karakteriyle ilgili ikinci hakikate hazırlık olsun diye, an­latım, kâinat tablolarından kendisine hayat verilen ve ruh üflenen parlak ve mükemmel tablolara yemin edilerek bir geçiş yapılıyor. Ceylanların sü­züle süzüle dolaşıp daha sonra saklanmak ve yorucu koşudan sonra din­lenmek için yuvasına dönüşü gibi gökte dolaşan ve yörüngesinde gizlen-.mek için dönen gezegenlere, kâinatı karanliğıyla kaplayan ve ne kendisini, ne de önünü gören, körün sağa sola çarpması ve yolunu bulması için bas­tonuyla tecessüste bulunan geceye, gecenin gidişinden sonra doğan, ay­dınlığı görüp harekete geçen, kalbi hayata açılıp çarpmaya ve nefes alıp vermeye başlayan sabaha yemin ediliyor. Allah, bu canlı tablolara yemin ederek: Vahye Muhammed´in her hangi bir müdahalesinin bulunmadığını, göğün emanetini insanlara getirebilecek durumda olan yüce bir meleğin. Arş´m sahibinden aldığı telkinatıyla hareket ettiğini belirtiyor.

Yine Allah bu canlı tablolara yemin ederek: Muhammed´in vahiy hu­susunda güvenilir olduğunu, üstün bir akla sahip bulunduğunu, kendisine Peygamberlik gelmeden önce Mekke´liler arasında kırk yi! yaşadığını ve bu hayat dönemi içerisinde kendisine es-Sâdıkul -Emîn (güvenilir doğru) ismi­ni verdiklerini, işte o güvenilirliğiyle, aralarında şöhret bulan Muhammed´in kendi gözleriyle, gözün kaymadığı apaçık ufukta vahyi gördüğünü söyledi­ğini belirtiyor. Nasıl olur da şimdi ondan şüpheleniyor ve bir takım zanlar ileri sürüyorlar? Nasıl oluyor da onun bîr deli olduğunu ve bu vahyi kendi­sine şeytanların getirdiğini söyleyebiliyorlar?

Bu bölümün kendisinde Allah, Mekke´lüere bu vahyin sadece onlara hitap etmediğini, aksine âlemşümul bir davet olduğunu [231] hatırlatarak bugün için ona ne kadar karşı koysalar da, mü´minleri kovsalar da er geç başarıya ulaşacağını bildiriyor. Hakkı ve hidayeti bulmak isteyene bu dâ­vanın kapısı ardına kadar açıktır.

Üçüncü hakikate gelince, «et-Tekvîr» sûresi tek, kesin ve son bir âyet­le izah ediliyor. Bu âyet kat´î bir şekilde gerçek iradenin, Allah´ın iradesi olduğunu belirtiyor. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah´ın iradesinden ayrı hiç kimsenin iradesi yoktur. Takdir eden ve doğru yola

ulaştıran sadece O´dur. İnsana irade veren de O´dur. İnsanoğlu kendisine verilen bu irade olmasaydı teklif ile şereflenmezdi.

«el-A´lâ» sûresinde [232] herşeyi yerli yerinde yaratan, ona yol çizen ve varlığının sebebini bulmayı ona bahşedenin ismini yüceltmekten yeryü­zünde her canlıya yeşil ottan ve siyaha çalan kurumuş ottan rızkını takdir ederken yaratıklarındaki bazı eserlerini arzetme, Kur´an´ı Peygambere ez­berletme ve Peygamberden bir çaba olmadan hiç bir harfi yitirmeksizin, hiç unutmaksızin onu kalbine nakşetme hususundaki Rabbânî kefaletten bahsedilmektedir. Çünkü ezberlemek de unutmak gibidir. Her ikisi de hiç bir şeyle kayıtlı olmayan İlâhî meşiete bağlıdır. Her zaman yanılma ve unut­maya maruz olan insana bağlı değildir. Ayrıca bu kolay daveti taşımak için Peygambere ve mü´minlere kolaylık gösterileceği, bu büyük emaneti yerine getirebilecekleri müjdesinden söz edilmektedir. Yine bu mukaddes dâva karşısında insanların takınacağı değişik tavırlar anlatılmaktadır: Onlardan bir kısmı Allah´a inanıyor, O´nun rahmetini diliyor ve azabından korkuyor. Bir kısmı bu dünyada kendi kendisine kötülük ederek bedbahtlaşıyor, âhi-rette şiddetli ve acıklı azaba çarptırılmasına sebep oluyor: Cehennemde ne öiüp rahatlayacak ve ne de huzur ve güven içerisinde yaşayacaktır. Sure­de ayrıca selim her fıtrat sahibine, kurtuluşun temizlikte, hüsranın da pis­likte olduğu ifade edilmekte ve dünyanın geçiciliğiyle âhiretin ebedîliği ko­nusunda insanlar uyarılmaktadır. Sûrenin sonunda ise, dinin birliği hatır­latılmaktadır. Onu Muhammed´în kalbine indiren Yüce Yaratıcı daha önce Peygamberlerin atası Hz. İbrahim ve Kelîmullah Hz. Musa´ya da benzerini indirmişti. Hepsinde akide ve talimat birliği vardır. Kaynakları da birdir ve âlemlerin Rabbı Allah´tır. [233]

«el-Leyl» sûresinde [234] Allah, gece ve gündüzün değişmesine ve erkekle dişinin yaratılmasına yemin etmektedir. İnsanların hayatta tuttuk­ları yollar değişik olduğundan varacakları yerler de değişik olacaktır. Nasıl aydınlık olan gündüz.karanlık olan gecenin karşıtı ise ve lâtîf dişinin karak­teri katı erkeğin karakterine ters düşüyorsa, müttakîlerin hareketleri de kötülerin hareketine ve mükâfatları da onların cezalarına terstir. Allah an­cak O´nun yolunda infâk edip O´ndan sakınan kalbten razı olur.

«el-înşirah» sûresinde ince ve tatlı bir münacat vardır. Onda Allah Peygamberinin içinde bulunduğu ve belini çökertip nerdeyse altında ezileceğî yükü gideriyor. Bu sıkıntıların son bulacağına, işinin kolaylaşacağına, yer ve gökte şanının yüceltileceğine, sabah-akşam adının kendi adıyla be­raber anılacağına dair müjde veriyor, dünya meşgalelerinden her uzak kal­dığında uzun davet yolunda kendisine ibadet etmesini öğütlüyor, [235]

 
Alıntı ile Cevapla

 

Etiketler
kur´an, İlimleri


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık