![]() |
Cevap: HiçLiğim.. Duvarlar kan kırmızı duvarlar kan kırmızı değil duvarlar siyah dışarıda yağmur mu kar mı yağıyor anlamak zor ama karanlık mâvi mâvi uçuşuyor hayaller zihin gök kubbesinde yağma var yangın sesinde feryât figân sobada çıtır çıtır yanan büyük yelkenli gezdiği denizler kurtaramaz artık soba benim ben engin denizlerin hani o yağlı yosunlu işkence tortusundan yoğrulmuş halı kimin halı bilinmez alt dudağın titremeye başlayınca gel önce gelme ağıdıma düşme düşüme bulaşma koyunun çıngırağı kapının zili zilin dili çalıyor ama bakmayacağım beklediğim yok çünkü |
Cevap: HiçLiğim.. Gerçek ve düş arasındaki çizgiyi silmek Düne doğru yaşamak bir kere daha Etrafta dönüp duran insanlar Sabaha kadar düşünülülen bir tek an Günlerce dilden düşmeyen aynı nakarat Sarı sayfanın üstünde sarı bir gül yaprağı Gülümseyen bir yüz Konuşulmayan zamanları dolduran konuşmalar Özenle katlanıp sandığa konulan anılar Beyaz sayfanın üzerinde sarı bir gül yaprağı 'Kızma anne yağmur benimle konuşurken uyuyamazki' |
Cevap: HiçLiğim.. Her akşamüstü kırılan günü toplarım kalbinde onulmaz yaralar parçalar sensiz kılarsa beni. Şizofreniye ayarlı yüreğimde tasmalarla ben artık buralara sığamam süveyda gölgesi sararsa benliğimi sorgu da başlar o zaman bağışlanamam sıcak ilgilerden boşanıp akan gözyaşımı tutamam kahrolurum teklifinde eğildiğim anı tekrar yaşasam. Beynimi perçinleyip düştüm yollarına albenili duygulardan uzak kimliğimi yırtarak sevincine ortak oldum herşeye rağmen umarsız göründüm elim yatkınken her işe. Sonsuz uğuldamalar biçildi kulağıma bu çağda sonrasını hatırlamadığım düşlere uyandım dalgalı sularda aksimi gördüm irkildim: -bu ben miyim,yüzümü getirin bana! Yağmuru olmasa bu şehri terkederdim sınav günlerini ularken alnımın perçemine yakını ıraklaştıran seyahatlere mecbur gibi sen olmasan sen olmasan bu gülüşü kullanmazdım kanat sesleri kulağımda uğuldarken biteviye sonsuz ölümler biçilir geride kalan en son kişiye piyangolar vurur belki aklanır bu şehir de şizofrenik düş yorgunluğu kalırsa bana |
Cevap: HiçLiğim.. bir ölümün başlangıcıydı doğmak ölü doğmak yada doğarken ölmek gözlerini ölüme açmak ölümle açmak ağlıyamadılar diye öldüler zaten... ağlıyamadılar diye kahroldular yada kahrolamadan öldüler, belkide hiç doğmadılar bir ölüm doğmuştu.. ama bir ölü doğmamıştı çünki hiç ölmemişti ve yaşamamıştı... yada canlıydı,ama gözlerini açamamıştı belkide gözleri yoktu oluşmamıştı... meleklerin ağladığı bir andı, bir ana rahminde, karanlık bir zamandı.. ve kin doldu gözlerine, gözleri; büyüdü gecenin oluşmamış elleriyle; kendini boğdu cenin.. Yapraklar intihar etmisti tutuntuğu dallardan Hepsi yola serilmisti; cansızca yatıyordu.... Çıkarmışlardı sonbaharı kahverengi masallardan, Güneş; ufkuma, karanlık katıyordu... Bende delirdi gece... Bende delirdi saat; Şizofrenim; soru sorma! ! Veremem izahat.... Yine içime düşer; Yok bir şeyin endisesi; Sivrildikçe keskinleşir, Bir çemberin kösesi. Her sey göz yanılgısı, Hersey: sanrı Neden almaz ruhumu; Aklimi alan tanrı? |
Cevap: HiçLiğim.. İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi. Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu. Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî. Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi. Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu: - Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur? - Evet, hem de sonsuza kadar. Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi. Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu. Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu. Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu. Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi. Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu. Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu. Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi. Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı. |
Cevap: HiçLiğim.. Artık daha fazla böyle yaşayamazdı. İçindeki o sadece ve sadece kendisine ait olan özü ortaya çıkarmak ve onu yaşatmak istiyordu. Çünkü böyle, birden fazla ve kendisinin olmayan ve gerçek mi sahte mi olduğunun ayırdına varamadığı kişilikleri taşıyordu, sıkıntılı bir yük gibi... Peki, gerçek ve sadece ona ait bir özü var mıydı onun? Varsa neredeydi ve kimdi o? Öylesine çok maske kullanmış, öylesine çok değişik kalıplara girmiş, şekil değiştirmek zorunda kalmıştı ki, gerçek niteliğini yitirmiş olarak duruyordu. |
Cevap: HiçLiğim.. Ellerini keseceğiz dediler, Parmakların kalem tutmasın, Özgürlük türküleri yazmasın. Kolun kasalsın, yükseklere uzanmasın. Gözlerini oyazacağız dediler, Işığı, güneşi, aydınlığı görmesin. Dilini koparacağız dediler. O anlaşılmaz sözcükler Ağzından çıkmasın, Söyleyeceklerin boğazından tıkansın. Ayaklarını koparacağız dediler Bacakların kör-kötürüm kalsın Bağımsızlık yürüyüşüne kaltılmasın.. Kesin dedim alçaklar kesin, Oyun, koparın, kırın dedim Özgürlük düşmanları, Yapın yapabildiğinizi Alamazsınız kafamfdan Baskıyla, zorbalıkla, zulümle Susturamazsınız, yok edemezsiniz Düşüncelerimi, özlemlerimi... Kafamdan çıkaramazsınız, Özgürlük hasretimi, beklentilerimi Dilimin ucundan alamazsınız Kardeşlik türküleri, konuştuğum O güzel sözcüklerimi... |
Cevap: HiçLiğim.. "bu şehr-i stanbul ki, bi mislü bahâdır. bir sengine yekpâre acem mülkü fedâdır" // insanların şehri yoktur; // şehrin insanları vardır... // şehirleri teslim aldığını zannetmiştir insan // şehir teslim almıştır onları oysa... // ve; biraz yalnızlık, biraz kalabalık olmaktır istanbul. yaşamayanların bilmediği, bilenlerin ancak yaşadığı ve yaşamak zorunda bırakıldığı bir istanbul'dur kalemin inceldikçe incelen, kağıda dökülen noktasında. size şarkılar söyleyeceğim; istanbulu anlatan yanlarımı deşifre edeceğim. sesimin güzelliğine değil, zaman zaman istanbul’un güzelliğine vurulacak, zaman zaman da acıyan yanlarına âh edecek; bir daha ve bir daha dinlemek isteyeceksiniz... istanbulun kalabalık hülyâlarında, kaybedersiniz kendinizi zaman zaman. kaç köşe başında kaybolup, kaç köşe başında kendinizi bulduğunuzu bilemeyeceksiniz. 'hiç kimse' olup, köşe başlarının kaldırımlara karıştığı noktada, minarelerin göğü delen nidâları arasında, güvercinlerin İstanbul’un kubbelerine çarpan noktasında, derin bir âh çekip, bırakıverirsiniz kendinizi İstanbul’un kollarına. tıpkı bir ağıt gibi; İstanbul’un gözlerinin içine bakarak, dudaklarınıza dökülen ‘istanbul türküsü’nü tellendirirsiniz... ben bir (h)iç / kimse'yim... bir yanımda üşüten bir yalnızlık; diğer yanımda sesime karışmış yokluğun. nedendir ki, çığlıkların yankısıdır uzaklardan gelen. sokaklarda bir gölgedir şair; kendinden kaçak! kafir bir gülümsemedir dudaklardan, an be an dökülen. / hoyrat kalabalıklarda; / bir adın var senin, kirlenmemiş, / beyaz... beyaz'dır düşleriniz, üşüten yalnızlığınız kadar âşikâr... değil sevinçlerinizi, hüzünlerinizi dahi kâr sayarsınız istanbulun üşüyen yanlarında. bir gölge olup istanbulun sokaklarında, yok'luğa karışan sesinizi ararsınız... alaycı, bütün hüzünleri inkâr eden kâfir gülümsemelerinizi bırakırsınız dalgaların koynuna lâkin; umursamazdır istanbul... onun için düş'lerim, en çok beyaza çalar LâL yalnızlığımda. saatlerin adam yutan tiktakları arasında, bir şehir bütün beyazlara inat, en karanlık saatlerinde, sokaklarında kendini o kadar kaybetmiştir. / sarhoş bir ağızda; / eski bir istanbul türküsü. / fahişe bir yatakta, / istanbul hatırası!... bilinmedik hiç bir nakarat yoktur artık. ve bütün şarkılar, hep aynı buruk notayı sayıklamaktadır... bu şehir, âh bu şehir; isyan bayrağını çekmiştir! / bütün fethedilmişliğine karşılık / bir o kadar esir olmuştur... suskundur düşleriniz gecenin LâL noktasında ve bildiğiniz bütün şarkılar sanki hep aynı notayı tellendiriyor, aynı nakaratı seslendiriyor sanırsınız. bu şehirde, kaç değişik şarkı vardır ki söylenegelen ve sonu istanbulla bitmeyen?... bütün beyazlarını terk ederken karanlık saatlerine; bu şehir kendini kaybetmektedir sarhoş ağızlarda. birkaç fahişe yatağın kenarına iliştirilmiş kirli bir nefese isyan etmektedir istanbul. bildiği bütün nakaratları unutmak istercesine, yeniden ve bir daha yazılmak istercesine, isyan bayrağını burçlarına tekrar dikmektedir. “ben ki; fethe susamış şehir, fâtihimi tekrar özlemekteyim”... bütün ümitlerim; kirletilmiş fahişe bir şehrin, yatak ucuna bırakılmış bozuk para gibidir artık. umutlar; serkeş bir rüzgara teslim, beyaza çalarken LâL yalnızlığımın, çıkmaz sokaklara dalan noktasında. gözlerimde asi bir yalnızlık, iki tarafı keskin bıçak; / ne yanımı dönsem hep bir yanım kanar / ve yine ne yanımı dönsem, / bir şair orada yanar... istanbulda ne yalnız kalabiliyor insan ne tam kalabalık. iki tarafı keskin bir bıçak gibi; yani ne yanını dönsen bir yanın kanıyor. istanbulda güvercin olmak hiç zor değil, lâkin yaralı bir güvercin olmak çok zor. bütün çıkmaz sokaklar senin, bütün umutların bir o kadar gâib. ey âsitâne, bütün âsi yanlarımla, fâtihi özlemekteyim seninle beraber ve bilirim ki; bir fâtih doğarsa eğer, bin ulubatlı'nın doğuşunun da müjdecisi olacaktır... düş'lerim; kayıp gidiyor hiç kimse olduğum noktada. bir şair var orada; sokakların kıvrılıp gittiği noktada. bir yanı hep kanar, diğer yanı hep yanar... / LâL yalnızlık... / KâL yalnızlık... hiç kimse'liğimin tescili istanbul. âsi yanlarımın deşifresi ve bir sevgili nasıl 'biricik'leştiriliyorsa, o kadar biricik istanbul. biraz içim kanıyorsa, biraz yaralıysa yüreğim; senin yaraların sebebiyledir. çünkü; ne kadar yaşarsan bir şehirde, o kadar çok o şehir olursun ve ben yaşadıkça istanbul, yaşadıkça yaralı bir güvercin oldum gökkubbenin beni saran noktasında. kıvrılıp gidiyor sokakların, bir mahzen gibi tıpkı. kalabalıklar sarıyor etrafımı. bilinmedik yüzlerin hâin bakışları altında, senin öldürülüşünü seyrediyorum ve sen ne kadar ölürsen; ben o kadar ölüyor, bir o kadar LâL oluyorum... |
Cevap: HiçLiğim.. gecesiyahî yalnızlığında; yokluğun düş kırıkları, paramparça. sersefil düşünceler serkeş; avâre her dem karanlığın kuytusunda ırâk!.. bir şehir artık nasıl ölüyorsa(!) can çekişirken de öylesine canhıraştır. ki, feryatların yankısında muzdarîb çilekeş bir adamdır yorgun, garîb... bir şehir her gün yeditepesiyle intihar senfosinin buruk notalarını çalıyor. belki duymuyorsun / ya da bir şehir sokak sokak nasıl can çekişir / bilmiyorsun... şimdi yüreğim darağacında bir mülteci / ya da esirdir adını anmayan şehirlerin kaçkını. yoksa bir sevda adı yazılmamış / ve varsa bir sevda içinde adın barınmamış; yakılacak birkaç şiir ve bir şair vardır, yorgun, adı anılmamış... LâL mekan; sükût, ve münzevi bir yıldızdır. ya da şiir; yazılmadı(!), LâL... LâL mekânda soyuttur var’lık(!) ki; onun için bastığın yerler ayak izlerine muhtaç / ve tutsak bir yok’luğun çanları çalarken, sükûtun girtabında yok olup gidiyor adın’çin yazdığım bütün şiirler. gözlerin diyorum / yok’lar... ellerim; öylesine titriyorlar ve sen adını yalanlarla boyamış bu şehirde bir o kadar LâL Mekân, bir o kadar hiç kimse’sin / ki; yazık, bilmiyorsun... kaçkınıyım bu şehrin; gecelerinde sayıklarken adını bir hüzün. Lâl Mekânda soyutlaşıyor bütün herşey. artık mülteci bir yalnızlıktır şair; sükûtun girdabında kaybolmuş, birkaç şiirdir, / yakabilirsiniz... ellerim öylesine titrek, gözlerim öylesine gözlerinsiz bir LâL Mekânı seyrederken, bütün düşlerini kaybetmiş, serkeş bir kaldırımsa başkoyduğum, varsın herşey bir yalân olsun. bir şehir yedi tepesiyle; intihar senfosinin notalarını çalarken, içine karışmamış bir adım olsun; yorgun, serkeş, Lâl Mekân. |
Cevap: HiçLiğim.. gayb’a dair düşler kuruyorsun; ki umuda dair bütün yeminleri soluyorsun; nuna ve kaleme andolsun, gayba ve kayba dair ne varsa hepsi bizimdir... diyorsun ki; yusuf’u arıyor yakub ince bir gömleğe yüzünü sürmüş; hasretle çiselerken yağmur, yüzünde damla; titriyorsun, ıslak ve ince bir deri içinde... ağlama demiyorum, ağlamalısın; belki de en girift düşleri kurmalısın. gayba ve kayba dair bütün herşey; kurgulayabildiğin kadar senindir... boşalan bir beyin mi; yoksa gitgide dolan koca bir sünger mi; söyle sufi, sıksan ne çıkar içinden; gayba ve kayba dair? haydi; sık, sıkabilirsen... ibrahimi görüyorum; yakan ve ibrahimi bir o kadar ibrahim yapan ateşin içinde. ağaçlar dal dal seyrine dururken; bütün sihirleri bozuyorsun; gayba ve kayba açılan pencerenden... dikenli telleri düşlüyorsun; ya da telli dikenleri... bir soluk seyrederken alemi, bir ağaç kuytusunda; sessizce izle; bir şair, ağaçların fısıltısını dinlemekte... gayb’a dair düşler kuruyorsun, titrerken bir ıslak deri içerisinde; ey dost, bütün girift düşleri -ve cümleleri- kurmalısın şimdi söyle, boşalan ve dolan nedir?.. ibrahimi seyret, ateşin güle döndüğü yerde. yorulduğun yerde otur; ve dinle, koskoca bir ağaç, sana seslenmekte.... |
Cevap: HiçLiğim.. ’virgülden sonra sonsuzdur hayat’ bir virgül koyuyorum, adımı yazıyorum rengini kaybetmiş duvara. artık sonsuzluğa karışabilirim... bir müzmin yok’sun-luk’tur: her virgül sonrası, sonsuzluğa karışmış bir sûret. adımı kimse anmıyor artık... liman deyince akla hep sevgili gelirdi; - veya belki de direk - virgülden sonra sonsuzluğa karışmış, yitik birer anı(yım) şimdi... artık susuyorum; benimle susuyor gece: karanlıklarını kaybediyor her an. ilmek ilmek büyürken yalnızlığım; bir virgül koyuyorum // herşey kanıyor... |
Cevap: HiçLiğim.. -yine, yeniden hiç kimseye- bir garip rüyaya yatıyorum, hayat: -ya da- bir karmaşa serkeş ruhum yollara tutkun, her an kaybolabilirim... bir şarkı söyle bana: içine gülen yüzünü de koy. gözyaşlarım damlarken gözümden; yüzümü silen bir el de sen ol... ölebilirim: bir nefes ol; son yolculuğun adımlarını solurken, gözlerini gözlerimden ayırma, son bir kez bakabilirim... varlığının değil; bugün yokluğunun otuzüçüncü yıldönümü. hayatın bütün ********liğine rağmen, bir mey de senin için olsun: şerefe!... farzediyorum ki; bir oyun oynadık çocukluktan kalma körebe; oysa ki, ben hep ebe’si oldum hayatın; sense kör’ü... bir garip rüyaya yatıyorum, hadi bir şarkı söyle bana. ölebilirim; bir nefes ol. çanlar, yokluğuna çan’larken, farzedelim, bir oyun oynadık; kör-ebe... |
Cevap: HiçLiğim.. ressama kurban edilmiş bir yalnızlık, vadedilmiş toprağın renklerine karışırken, parmak uçlarında hissettiğin nemdir: hayat! sabır; elif-lâm-mîm-râ ve ilk sabır, dudaklarından dökülen tek hece: aşk! ressama ve şaire kurban edilişin, tanrısal muştusu!... ilk kalemi tutuşun; / sesimin tınısı! ağzına aldığın başparmağın, kemirdiğin tırnaklarının ucundaki yokluğum; / kan kokusu… şimdi usul usul yoklarken geceyi, sokaklara yapışmış ceset parçacıkları; senin dudakların kan, senin dudakların öylesine revândır. ilk kalemi tutuşun; / sesimin tortusu. hayvanî bir istektir târumar, geceyi bilmem kaç kez kolaçan edecektir. özgürlük duvara çarpıyor, örtüler bir bir kalkıyor. bedeninin sığmadığı bu cismânî kentte, ruhunun çırılçıplak geldiği odadır / sesimin hiç dinmeyen yankısı; / Lâ sesimin tortusunda hayvânî bir istekle; dinmeyen bir yankıdır çığlığım: “Lâ”… bütün putları yıkıp, önüne gelmişliğim bundandır… yâr, kan kokusuna yapışıp kalmış bir sabırdır şimdi // ki anlatıyorum, yaşamak kadar ölmeye meyilli, bir o kadar isteklidir ölmek için yaşamaya meyilli… vâdedilmiş topraklarda derin bir hüzünle, bütün hüzünlerimi bir ressama kurban ediyorum… aşk, usul usul yoklarken geceyi, sokaklara ceset parçacıkları yerleşiyor… bir sokak fahişesi köşebaşında ekmek kavgası(!)nda, bütün günahlarından ırak… doğacak ilk ışıkla beraber, gündüzü gecesine böyle karışacak, gözlerine birikmiş hayatın ıslaklığında bir o kadar gayb-olmuş!… yaşamın anlamını soruyorum bir sokak fahişesine: birkaç yetim çocuktan bahsediyor, salyaları birbirine karışmış adam(-cık)ların kirli parmaklarının ardından doğacak güneşle beraber, onları kucaklayıp hayata hazırlamaktan bahsediyor! hâsıl-ı kelâm, günahların girift tanımlamalarından uzak düş’lere uzanıyor, mırıldanıyorum: “keşke herkes fahişe (kadar) olsa!”… ve bütün âsî yanlarımla şehrin duvarına yazıyorum: “Lâ”… bir put daha devriliyor, ibrahim kan ağlıyor!… |
Cevap: HiçLiğim.. ey kapının ardındaki cerâhat; / ki, adınız kalabalıktır. ellerimden değil, zîrâ göbeğimden bağlıyım yaşama ve bir o kadar (n)esîr. şimdi tanrı; duy sesleri şimdi tanrı; duy seslerini ve ey tanrı; / duy sesimi! bilâlin göbeğindeki, / ağlayan taş benim… nehir kıyıları azgın sulara teslim. bütün süslü çerçeveler bir resme yataklık ederken, etrafından akan sular / kan revan, bir ressamın kirli paletinde yalnızlık. sesinin tortusunda titrek bir keman. nûhun gemisindeki tûfânî karmaşa; âh, kalabalık! / duy sesimi; isyân üzeredir şiir! hayat: ana rahminden sürgün… ilk bıçak darbesi ile birbirine girmiş renkler; değildir baştan başa kırmızı, ki renklerin en safı; beyaz, üzerine düşmüş bir siyah lekedir, doğumunla beraber, alnına sürülmüş ilk hayâsızlığın, çıplaklığıdır: “leke”… / âh / en az senin kadar hayâsızım! ressamın paletinden fırlıyor âhenk; / “geldiğin gibi gideceksin!” ve şair haykırmaktadır; / “yazdığım gibi öleceğim!”… tanrı ölmüştür diyordu nietzsche. ey âdem, biliniz ki, nietzsche ölmüştür!.. ve ey tanrı; duy sesi; ki nârâdır, bilâlin göbeğindeki taşın âhıdır… şimdi, süslü çerçeveler yataklık ediyor resimlere, her kare bir başka intiharı resmediyor. kan revan gecenin yontusunda, ressamın gözlerinden akıp gidiyor yalnızlık. sesimin tortusuna gizlediğim bir keman, dışarıda nûhanî ve bir o kadar tûfâni bir karmaşa! ey tanrı, duy sesimi; isyân üzredir şiir!… ana rahminden sürgün bir hayatı soluklarken, bir bıçak darbesidir bütün renkleri birbirine karıştıran ki doğumla beraber alnıma sürülmüştür ilk hayasızlığım. âh ne kadar lekeli ve çıplağım!… ressamın paletinden fırlıyor âhenk, “geldiğin gibi gideceksin” diyor yorgun gözlerle… ve şair, haykırmaktadır; “yazdığım gibi öleceğim, öldüğüm gibi yazacağım!”… |
Cevap: yaLnIzLIk fısıltı: “aşk; körkütük hayâsızdır artık” yağmurlar nehrederken nehirleri; en büyük keşiftir; / rüzgarda dalganan saçların. ay ışığından koparılmış çakıl taşları varken kalbinin kesik taraflarında. ağaçlar yapraklarını; bir o kadar dökmüştür özlemle; yüzünde(n), bir gül açtı ney kokan nefesinde, iki beden birleşmek isterken, örtüsünü sıyırıp atmış aşk’ta, göğüslerinde bir kemancı eli, Ilâhî melodinin, soluğuna tutunmuş sarhoş yarat(t)ıkları! / kemânî ellerim, / keman çalmayı öğrenmiş,ve artık; / günâha kan kokusu bulaşmıştır… âh vaad; / suya kan kokusuyla yazılmıştır. / ve örtü; / bu kanla sıyrılacaktır. özlüyorum seni; ağacın toprağı - yağmuru özlediği, ve bir o kadar muhtaçlığı kadar. eksik olan bütün yanlarımla sesleniyorum sana; / hiç bu kadar çıplak kalınmadı / ve hiç bir özgürlük / bu kadar esir olmadı. çiğneyip geçerken geceyi, bir ressamın kirli paletini darmadağın ediyorum. bir şairin kalemini kırıyorum / ya da; hayır hayır! / bütün şairleri öldürüyorum / (bir kez daha) uçmak istediğin an; / bütün kanatlarımı sana veriyorum. / işte bütün vaadim budur!.. aşkın körkütük hayâsızlığında; artık bütün örtüler sıyrılmıştır, bütün şairler öl(dürül)müştür… / artık; / od’u da yakabilirsiniz!… ağaçlar derin bir hüzünle dökerken yapraklarını, gül kokmuştur nefesin. yağmurlar nehrederken nehirleri, rüzgârın temaşasındadır altın saçların ve örtüsünü sıyırıp atmış körkütük hayasız aşkta, kemânî dokunuşlardır günaha boyanan yanların… vâd-i hakîkat su üzre, kan kokusuyla yazılmıştır ve sıyrılacaksa örtü, yine kan kokusuyla sıyrılmalıdır… ağacın toprağa özlemi, suyun ağaca özlemi gibidir bütün özlemişliklerim ve hürriyet dediğin şey, en az esaretle eşdeğerdir…geceyi yırtarken, ressamın paleti darmadağın! bütün âsi yanlarımla bir şairin kalemini kırıyor, bütün şairleri öldürüyorum: “katiliniz benim!”… vâd-i hakîkatte bütün örtüler sıyrılmış; od yanmaktadır, od od’a düşmüştür!… |
Cevap: HiçLiğim.. sarhoşum şems kadar, “gel” diyenim en az mevlânâ kadar. ve aşk od’una düşmüşüm, en az mecnûn kadar. yusufun düşlerine gebe uykularım, / ki; / karanlık dehlizlerde, / kardeş ihanetleri kolluyorum! / bir gece, ben de düşebilirim, / kuytu kuyulara… kim o? / kimdir o? ben kimim! / ya, sen kimsin? karışıyor yüzler; bak / dünya tersine dönüyor! / ehrâm-ı cinnet! îsa’nın beşiğine tekrar döndüğü yerde, muhammed’in, halime’nin memesini emdiği yerdeyiz. / ihtimal; / onüçüncü havari de pişmandır artık! gel diyenim mevlânâ’nın şemsî aşkı kadar, mecnûn’um çöle düşmüş kadar. yûsuf kadar özleyen kardeşini ve bir o kadar kardeşi tarafından kuyulara atılanım ki kuyu zindandan öte bir saray ise bir o kadar da kuyuları özleyenim: “bir gün ben de düşebilirim!”… kaybedilmiş yüzler, silüet kalabalık; tepetaklak ehrâm, tersine dünya… kardeş cinâyeti ya da cinâyetin kardeşliği! “âh, pişmanlık!”… |
Cevap: HiçLiğim.. cehennet!… günâha dâvet, aşkın “yan!” hâli…fısıltı: “aşk örtüsü kalkmıştır!” aşk örtüsü, bohem yüzümden kalkmıştır ve doğrudur bütün kuşların öldüğü benimle dönmeni istiyorum. kimselerin görmediği bakışlara / gebedir sûretim fikirlerim ve tümcelerimin hepsi; ana sütünden (g)ayrı, meryem misâli doğurmaktadır, her imgesinde îsâyı. hiç bir satırın girmediği koyun, ve gizli dehlizlerin vedahi dehlizlerim kalmamıştır. nârin ellerimden kayıp giderken örtü(lerin); gül bahçesinde konuktur, aşkın “yan!” hali. / işte bir yanım cennet / ve işte diğer yanım cehennem / cehennetvârî bu yalnızlıkta, / gül bahçesidir soluk aldığın her yer. ashâb-ı kehf’i barındırken içimdeki kalabalıklar; bütün mağaralar benim, bütün kehf-î silüetler benim, kapında bir nefes sadâkat-i kıtmîr, (d)okunmamış en güzel şiir, / benim!… aşk; örtüsünü kaldırmıştır…kimselerin görmediği bakışlara gebe sûretim doğruluyor bütün kuşların öldüğünü, ceylanların bir o kadar kalpsiz ve kör kaldığını… her düşüncede îsâ’yı doğuran meryemdir akıl, bir o kadar olmazların girift yanlarına hapsolmuş… yâr; girilmedik hiç bir koyum kalmamıştır, aşk’ın örtüsünü kaldırıp attığı mânâda, bir o kadar çıplağım işte!… örtü; nârin ellerimden kayıp gitmekteyken gül bahçesine konuk olmaktadır aşkın yan(!)ar dön(!)er hâli… bir yanımın cenneti, bir yanımın cehennemi soluduğu bu cehennet âleminde, işte bir o kadar ârâfta, bir o kadar mağaraların muhammedîsiyim…. kapında bir nefes kıtmîr; “yazılmamış en güzel şiir ben’im!” |
Cevap: HiçLiğim.. gitme zamanı.. ho$cakal.. |
Cevap: HiçLiğim.. Ben kimimki, senle dans edeyim? Sonra gel diyen, Koş diyen ni kalbim yokki... Hep seninle titreyen! Boş bakışlar anlatır, Son sözünle kahreden... Dinle sen, Koştuğun bu yolda artık ben yokum! Her düşümde sen gelirsin İsmim oldu belkide. Çık rüyalarımdan artık, Tanrım affet sen beni! Duygu kalmadı. Boş sokaklarında serseri... Kovdum aşka kurban Ellerim soğuk, Ve ruhum artık vur beni! Dudaklarım kilitli, Tek bi söz Çıkmaz sakin eller Kalbin aynası... Neymiş asrın kavgası? Gözlerin yalancı baktı! Korku sarmış her yanı. Git deyince gittim ancak Aklım orda kaldı! Şimdilerde yagmur yağsa, Düşmez oldum yollara! Umursamaz tavırlarımla Artık yepyeni bi ben varım. Sende merhaba de Artık bembeyaz bir sayfaya... Hiç birşeyde kalmasın Bak Bi Halime... Aşk bigünde içine sızan O aşk şeker bi bok değil! Ve kahpelerde çay değil! Pi* eder kral değil... Anemi çalsın taktiğim, Ve eşlik etsin sözlerim... Ha bide s* bakiym, Rab değil kitap değil! Cadde görmedin kızım! Sokaklarım siyah beyaz... O şehri sevmedim kızım, Işık var ancak hep ayaz! Ve malesef sebebi sorma, Çünkü kızgınım biraz! Ne fark eder nasılsa sayıldı Ve geçen o yaz... Ha birde ermişim ya ben, O her bi boktan anlayan! Derdin aşk değil meğer... Şiirlerden hoşlanan! Bunuda al bigün biyerde, Oku bu şiir bana diye! Bu nasıl memleket lan öyle? Kurt kuzuyla g*t g*te... Sakın sen aşık olma. Aptallıkla aynıdır... Bırak sen öyle olma! Can yakar! İnatçıdır... Be Aptalın Daniskası, Nasıl akıttın yaşları! Aptalında aptalıydın. Uçuklardan olmadın! |
Cevap: HiçLiğim.. gidip gidip durdum gözlerinde kalıp kalıp gittim ellerinde -bir sahnesi eksik bu oyunun- bilip bilip sustum içinde /beni delirdiğimde gömün; yarimin gözlerine/ kalk ayağa ve bağır gözlerime gözlerime. delirdi desinler, ellerini sırtında birleştirsinler, sen çırpın ben seyreyleyeyim seni. uzaktan bir garip olurmuş mazlumun hali. “zalimler” diyeyim “bırakın sevsin beni!” ne garip değil mi, sevgilisine yardım edemeyen bir aşığın hali? vuslatım! kaçıp kaçıp sana gelen yanlarıma tutuşturdular gitmelerimi. durdurak bilmeyen ayazlarda kahrolmaktı benim çilem. essin diye beklediğim perilerin kanatlarındaki aheng, artık mutlu kılmıyordu beni. uçurumlara yuvarladığım çakıl taşlarının son sesleri, kısıktı, bıkkın birazda. ellerinden tuttum uçurum çiçeklerinin...solgundular... aynam! devriliyordu ağaçlar rüzgarına. yaprak kıpırdamayan gecelerimde ter döküyordun ya sen, üşümekti sensizliğimin hali. bilmez miydin sen? kanatlarıma can suyu kattığında dönüşüyordum periye ve ışınlanıyordum uzaklığına. yakından seni seyretmek nasip olmayacaktı da bana , birgün saklandığın yerlerden çıkartacaktı sevgim seni. oysa ki uzaklığındaki “deli çığlık”lar tırmalıyordu içimi. gerilerde durmak isteyen seyirciydi sesim. görüntülerin loş odalara gizlendiği gizemli oyunlardan alkışlar yükseltiyordum sana, bir sahnesi eksikti bu oyununun. alnımı serinliğine dayayıp, “başla” dedim sonra. “başla!” ... aynı oyunu sergileyeceğim, senden uzaklarda… /bir de beni öldükten sonra gör; gömüleceğim içine içine/ şimdi yenilgilerimi büyütüyorum içimde. karşımda duran hiçbir kapı seninkine benzemiyor ve hiçbir kapıda senin izlerini göremiyorum. yalnızlığımla dalıyorum senin kalabalıklarına. ulaşmıyor mu sesim? devleşen düşlerime yeniden doğuyorsun aşkla. her saniye büyüyorsun içimde, küçülmen gerektikçe. acımasızca sürüyorum yelkenlerimi ırmaklarına, tırnaklarını bilemiş kadınlardan alıyorum haberlerini. taradığın saçlarıma takılan güller kurudu, değişmiyorum yenileriyle. ellerinin değdiği teller saçlarımdan düşer diye. binlerce kez tekrar ettiriyorum kalbime: "alıştır kendini, sevdiğinin gelmeyeceğine"... tutsaksın sevdiğim / tutsağınım içinde usandım, uslanmaz sevdalarımın dişlilerinde ezilmekten. yüreğime sorsalar bir de, gömüldüğüm topraklar ne anlamlar taşır içimde. sanma ki ölmektir arzum, öldüğümde sana kavuşmaktır umudum. vuslatım! kederli değilim; sevdandır içimde ateşlerle oynayan. dokunma ellerin yanar, dokurum sana gelebilmek için sahte sahte yollar. "şaka" de, hadi; "oyun"de bitsin bu şakadan oyunlar... aynam! düşeceğim beni çağırdığın uçurumlara, gözlerime değer kanatları göklerin... bakışlarını gördüğüm gün, barışacağım ömrümle! coşkun ırmaklardan sesi gelen yarim, sensizdir bir yanım... koşup durduğum kervanların,hiçbirinde yoksun... kalabalıklaşıyorum senin peşine düştükçe ve yalnızlaşıyorum her ümidimi yitirdiğimde... örüyorum yeni baştan düşlerimi... yerimde değilim, ellerini tutmak için kaçtım bu diyarlardan...sana öle öle geleceğim… |
Cevap: HiçLiğim.. gözlerine gece düşen adam! ağlıyor rüzigar omuzlarında... gelirsen! şehirlere küs avcılarla buluşup dağ başlarında, kedere inat, bir avuç köz bırakacağız ışıltımızla. yeniden başlayamayacak kadarım,sensiz buralarda; şehrime revan düşer, şehrine ayaz, habersiz... üşü(t)meyesin, olmyacağım ben sensiz... ellerine yıldız değen adam! susuyor deniz, kıyılarımda... ben bir yakamozum, denizime her el uzattığında... gelsen! şakıyacak bülbüller gül dallarında ve seslerimizi ancak yüksek tepelerden duyuracağız, yıldızlar eşliğinde, baharları gecelerimize çağıracağız seni baharlar gelmeden önce sevdim /sevgimi serdim,bulutlarda serili yüreğine.../ yüreğimi şiire dönüştüren adam! saydım! yüreğime düşürdüğün her sızıyı /ben hiç bahar görmemiştim/ bundandır! toplanır şairler damarlarımda. seni bedenime deri, dilime lâl, sesime ses bildim. Öyle geldin! Önceleyin. Şiirim! toprağıma yağmursun, yüreğime mışıl mışıl hasret... taş duvarlar dikiliydi karşımızda, aşılmaz yollar, tükenmez acılar, ötelere sevdalar, sıra sıra... alnımızda beyazlığı güzlerin... bakışlarında derinliği sevdanın... “kıyamet” dedin beni benden çok sevdiğinin adına. Kıyamettim! Kıyam ettim! Kıyametindim! Yumruk vuruyordum göğsüme “ah”lardan oluşmuş vuslatlar biçtim adlarına. çarmıha gerdiğim sılalarım, ölmedi gitti, “vur”uluyordum her adını sayıkladığımda. uyut hasretlerimi, gece döşenmiş gölgelerinde şaşırt kainatı,aşket ömrümü sesinle... damarlarımda sensizliği kabul edemeyen ırmaklar çağlar gelsen! çoğalıyorum, umudu yüreğime her davet ettiğinde... gözlerine gece düşen adam! yıldızlarımı topla ve öyle gel... |
Cevap: HiçLiğim.. /özlemin yanar, yakın mesafelerde/ Sancıyarak çıkıyorum merdivenlerden; ağır aksak bir düş benimkisi. Gök deliniyor, yağmurlar bir bir üzerime düşüyor. Savunmasızım, her damla yüreğimi ıslatıyor…Ufukta çizgisini kaybetmiş gelin gibi karalar giyiniyorum. Ve toprakla sözleşen düşlerimi yere yığıyorum / düşlerim buz kesiyor…/ Tabutuma sürme ellerini, ıslak mekanlarda canımı yakıyorum. Mırın kırın ediyor güneş, yüreğime doğmamaya yeminli. Bir yıldıza sürüyorum ellerimi; ellerim yar, yüzüne hasret say ki! Karayım baştan sona, galakside hiçbir yıldızın değilim sahibi. Ses vermiyor içime evren, hürriyetimi kuyularda sessizliğe verdim sanki. Gömleğime bulaşmış sevdanın izi, boğuştukça içime nakşediyorum, yarim gölgeni... Hürriyerim de, sesim de, sözüm de yarim, gözlerinde… b/akıyorum, çaresiz/im. Cesedime sürme gözlerini, kanımın damarlarımdan çekildiğini hissediyorum. Kaçıyor yığınla his, sessizliğe bürünüyor çığlık! Kelepçelerimi sıkıyorlar, bileklerim inciniyor. Avazım çıktığı kadar susuyorum, beni yalnızca korkularım duyuyor. Gözlerime sürülse de kor, yüreğimi kim edebilir kör? Gözlerimi daldırıyorum boşluğa, avuçlarımı dolduruyor hüzünler… Söylesene yarim, sensiz mevsimler hep mi birbirine benzer? Yokluğuna alıştırma ruhumu, ızdırabım dağları deler. İlkim, sonum ve her baharım… adına /dokunulmaz/ şiirler yazdığım… iklimlerce sevdiceğim, ömrüme binlerce sen serptiğim… Kanattığım dünlerden geriye kalan yokluğun, varlığının habercisidir sonuma. Boz bulanık sulardan yüreğime yansıyanım; içimi senden gayrısına açamadım asla. “Tükettiğim” zaman davacı olur mu benden bilmem ama, “tükendiğim” zamana davacı olamam asla! her "zaman" senden bana bir hatıra! Varlığının habercisidir, gözlerime yığılan “öteler” Sarmaşığım… Yüreğine dolanıyor mu içimin haberleri? Yakıyor mu göğüne yağan yağmurlar avuçlarını. Aç kollarını, ufuklar sarılsın boynuna… Yüreğini işgale yeltenmesin hiçbir kimse, takipçisiyim düşlerinin… Kanayarak iniyorum merdivenlerinden düşlerinin… Gözlerini aldım yanıma /Susmuyorlar/ Bu karalar, bu gece rengi ne güzel yakışıyor bana! |
Cevap: Sahaf /ne vakit yaşamak düşlesem, kurşun kadar ağır yalnızlıklar gelir kuytulardan. bu yüzden sonsuzluğa yumayacağım gözlerimi, ağırlaşıyor düşlerim.../ ne vakit altından ırmaklar geçen köprüler düşlesem, başıma yağan kızılca kıyametlerle sürülürüm bulunduğum yerlerden. arkamda taşıyamadığım yüküm(sen) sürüklenir(sin) peşimden... doğrulmaya çalıştıkça heybetlenen kurşunî bedenim, vurgun yemiş sırça köşkler gibi çöreklenir acılarıma... “doluyor şöhretin, kan misali, damarlarıma” cemre düşmüş toprakta düşlerimle kalıyorum... bahara yakınmış adım; daha ilk saflarda, tutuşuyor adımlarım... “yüreğimde bir sen var, damarlarımda kanın”. tanıdık geliyor bana, etrafımda duran bakışların. tılsımını, “kabusların terkettiği şehirde bırakmışken” yaşamak, “korkunun pençesinde bir haslettir” kavuşmak. Tırmanırken dağ eteklerinde kalır ellerim, yaralıyım kurşun geçirmez artık bedenim ve büyüdükçe kinim, “donar hislerim”. “merhamet duvarlarıma, gazaplar konmayacak” ne vakit ölmeler düşlesem, boğulur ağır kalabalıklar... ve musallasını arzulayan bedenim, ne kadar da günahkâr. tutuştu saçlarım rüzgarın ateşiyle ve kibirlendi uzaklar, yakınların gelişiyle. hangi ufuk taşır şimdi, bende ki ağırlığı ve hangi yamaçlardır ellerimin mezarı... ”yüreğime ölümler ekerken, nasıl bir yaşamak düşlersin?” dedin ve gittin. Yüreğimde sâlâsı,gidişlerinin ve avuçlarımda firari gelişlerin.. “sen yürek yurdumun misafiri!” misafir dediğin, kalmak için düşlerini kirletmemeli. Düşlerimde “ölüm”, yaşamak “aksak”; ve ölürüm ağır aksak. Ne vakit gelsen, bir yanım dağ, ve gitsen uçurumlar solurum... *Otuzuncuharf* |
Cevap: HiçLiğim.. İnsanın bir ömrü hissettiği yalnızlığı ya da hiçliği anlatmaya yetmez. Kendini yorma :) |
Cevap: HiçLiğim.. /sevdayla kapanmaz bir yaradır yalnızlık ölümle örtüşür, aşkla depreşir... yalnızlığımın ilk ve tek kahramanına/ ve ölüme yürür gibiydik, olanca heyecanımızı belirsizlikle örterek yığınla gözlerim vardı ve tek olana bakıyordum, benim olana, etraf ne zaman kararacaktı ve ben ne zaman bulanacaktım siyaha göz gözü görmüyordu bu ıssızlıkta bir adım ve bir adım daha ;nelere şahit olduğumu gör: “kendimi bir tünelin sonunda, çıkmazın ortasında buldum” yüreğime soracak olursan yığınlarca sen biriktirdiğimden olsa gerek ki kimsenin sevdasına benzemiyordu benimkisi bilmezdin sabaha dek hatta akşama dek, hatta sonsuza dek seninle olmak arzusuna kadeh kaldırdı martılar yüzbinlerce çığlık eşliğinde sevdim seni yine seviyor olmaktan oldukça m u t l uve hiçkimsenin eline değmediyse elim kulaklarımı hiçbir günaha adamadıysam şu karşıki deniz şahittir ki ölümün çoğulluğundandır, bu dünyadaki sensizliğim… ve evren her an yeniliyorken ölümünü, sen binlerce kez doğuyorken içime bir çığlık kopartıyordu hayat ”hadi beni sev sevgilim, buna çok ihtiyacım var” ellerimden alınmadan ruhum ve seninkine karışmışken içtenlikle söylüyorum ki: “uğultusunu işitmiyorum hiçbirşeyin senin dışında tüm seslerin sağırlığına gebeyim…” ve çıkagelmiştin işte bir bahar vakti yaz mı denir bilmem ellerinin sıcaklığından eriyordu ellerim avuçlarımda biriken sözlerin bana kalsın isterim özlemleri büyük olur ayrılık vakitlerinin… uğultulu bir geceydi ve boynuma sarılmıştı acılar hissizleşmeden, güçsüzleşmeden “hadi beni sev sevgilim, buna çok ihtiyacım var” içimin acıya dönük vakitlerine sıkça rastladığın bir anda maziden kalan ne varsa topla ve açıl okyanusumun bilinmez sularına yarım bırakılmış hiçbirşeyden gönlüm razı değildir bırakma beni, bu karanlıkta bir başıma… /ardına düşemediğim hiçbir yolu sevmiyorum/ uzasın istiyorum seni sevdiğim vakitler ve ben hep seni sevmenin arifesinde olayım gözlerime deniz değmiş gibidir bu vakitler ve sözlerinden çaldığım güneşleri yüreğimle beslerim; ben bir deLi. şehre küskün durma, gülümse hadi ve karışsın şehrimize, gülüşün biraz şahittir ki gök ve şahittir ki yüreğim dinginliğisin içimin ve yüreğim fırtınalarda bir kepez… /bilmezliğinin öncesinde, kanunsuz bir yoldur çizdiğim/ bilmezdin, ben seni özlerdim… günler geçerdi, geceler geçerdi ve ben kalabalıklardan geçerdim ve ilk kez bu kadar sessiz ve ilk kez bu kadar derindim… etkilenmeden gelip geçerdim, örülmüş bir hüzün duvarını aşarak… bilmezdin, ben seni özlerdim… kapılardan girecekmişsin gibi ve beni şaşkın edecekmişsin gibi… bilmezdin, seninle düşlenmiş bir hayatın içinden geçerdim ben.. koşardım, o acıdan bu acıya.. görmek istemediklerimi ardıma gizler ve geçerdim içinden ateşlerimin… bilmezdin… tutkundum gözlerine. ve yine her satırda biraz daha anlatmak istediğim, sevgin beni kendine çekerdi… bilmezdin, öyle sessiz neden direndiğimi…neye direndiğimi… koca bir istasyonun hangi peronundan geleceğini bilmediğim yolcusu gibiydin ömrümün trenin sesiyle irkilirdim. yola koyulma vaktinden bihaberdim ve ellerimi birbirine kenetleyip, güneşin batışının gözüme yansıttıklarını izlerdim… gözüme yansıyan içimdeki sendin bilmezdin, herhalimin sana tutsaklığını... eski bir şarkının ilk mısraları gelirdi dilime ve sen teselli vermezdin… /kanadı kırılmış kuşlar gibiydim; yapayalnız/ * bilmezdin… bilmez... |
Cevap: HiçLiğim.. a. adam / gözleri gördüğü rüyanın etkisinde, uykusuzluğuna karışmış bir gözyaşıydı. bitmeyen gecelerin sürgünü, dudağında hiç eksiltmediği kasemlere, devşirilmiş umutlarını ekliyordu. adam / hiç yaşamamıştı... b. başka / bir şeyleri arıyordu adam. başkalaşmış aşkların suretinden ırak, gölgesinde bir soluk nefesti adam. adım adım kaybolurken hayatın öte berisinde. gözlerinde, kaçak bir korkuydu. başka / şey'ler de vardı kimselerin bilmediği... c. cân / -dı adam; yani kandı. ve biraz da tîne karışmıştı yokluğu. ebediyyet yolunda münzevi bir yıldız, ürkek bir aşk'tı hiç yaşanmamış. adam, daha bir çok şeydi hepsi buna benzer. kayıp adresteki çıkmaz bir sokak, ardına saklanmış eşrûha sevdalıydı. cân / eş zamanlı bir ölümdü... d. dünyada zamansız bir ölüm'dü. yokluğa karışırken apansız, kimliksiz; bir aşkı soluyordu ayrık zaman dilimlerinde, yaşanmış, yaşanmamış, yok ve her an var... başka bir şeyleri ararken adam; başka bir şeyi düşünmüyordu aşkın kuytusunda. tînin tîne, cân'ın câna karıştığı noktada. dünya diyordu adam; dün-yâ... e. eskitilmiş aşkları düşüyordu adam; bir çırpıda ve bir gecede tükenen, yatağın başucundaki kirli bir mendil gibi, tıpkı ve bilakis; tam buna benzer; solumayı unutmuş bir ciğer gibi eskitilmiş aşklar. yürürken eskitilmiş kaldırılarında istanbulun, bir buruk şarkıyı tellendiriyordu adam; "acılarımız tarih kadar eski nefes alıp vermek misali olağan zaman" f. fahz ile memur bir şehrin silüetinde, kayıp gitmektedir bu zaman; firkat zamanı, buruktur yüzler: bu şehirde bir aşk var ikiye bölünmüş ve kısıtlanmış zaman dilimlerinde, yaşanmaya bir o kadar memur olmuş. dil bir kasemi zikr'eder, kalp ile meşhûn. manzûr bir aşktır bu; fevkattahammül... g. gâbin bir gülümsemedir leyl alnımda, çilekeş bir yokluk terennümü, hiçliğin ardındaki adres-i gâib; gâdir-i nefs bir zulümdür... eğer gidersen bir şehir bütün sokaklarıyla, intiharın seyrine selam duracaktır. adını ansa turâb gâh bâ-gâh; bir tohum, toprağı öyle eşeleyecektir; lemyezel... h. hâ-i nisâ'dır bu şehir; arsız, şekilsiz ruhları devşirilmiş muamma bir yokuş. şimdi; ey habâib-i aşk; yok-(sunuz): mecnûnun bütün hâb-u nûşinliği bundan. câlib-i dikkat bir ru'yet üzreyken; zerre(n), rûz-u şeb'imde leyâl-i hasretimdir benim. rüveydâ bir nakkâştır parmakların avucumda, göğe büsbütün elimi açmışlığım yine sana... I. sâyebândır saçların esen rüzgarda; ol ki bir dinlencedir kayıp giden avuçlarımda. ıtr ile müsemma mugattî bir tendir; âb-ı revânımdır, âb-ı dehânın benim. âsımâ gibi kutsal bir şehri solurken ruhun, âsiye bakışların nedendir ki kan revan. hicr üzreyken, ruhum sana şâik; bir ben ki âşık-ı didâr-ı pâkınım senin. |
Cevap: HiçLiğim.. "Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur" : (Antoine Bret) yine sensizlik çöktü bu şehrin sokaklarına.. nereye gitsem sen'sizlik, nereye baksam sensizliğin kol geziyor köşabaşlarında bu şehrin.. başımı alıp gidesim geliyor.. âh'lar çekiyorum yüreğimden, duymuyorsun.. ömür böyle geçip gidiyor, ve sonuna yaklaşıyorum ömrün.. yirmi iki temmuz iki bin dört.. oysa dün gibiydi çocukluğum; çok şey hatırlamasam da, çocuktum işte.. ama şimdi; sen'siz bir hayatın dingin, yorgun ve sessiz telaşındayım, duymuyorsun.. sen belki de hiç olmadın.. belki de hiç olmak istedin.. belki en az bu şehir kadar bilinmez ve keşmekeş olmak istedin.. bir isim yetmedi, bütün isimlerle seslendim sana.. hangi isminle çağırsam, dönüp bakmadı yorgun yüzün.. bu şehirde, böylesine sensizliğin uçurumlarında haykırışlarım kol geziyor, duymuyorsun.. melankolik diyorlar bana, suçlamıyorum onları çünkü seni bilmiyorlar.. 'aşk' diyorum, 'ilahi' diyorum ve belki de varılacak son nokta diyorum, anlamıyorlar.. bir titrek kemanın esiri oldum şu an.. insan sesinin en ayne'l-yakîn hâli derler.. bir damla gözyaşı, bir ilâhî aşk, varılacak son nokta ve titrek bir keman sesi.. kısaca sen ve senin hatırlattıkların, anlamıyorsun.. artık mantığın öldüğü bir yerdeyim, son soluklarını çoktan verdi, bir 'gece' kollarımda can verdiği an.. habersizdin ve belki yine kimsesizdin veya kimsesiz olduğunu zannediyordun.. belki de bütün 'çekingenliğinle", bütün "tutukluğunla", bütün "saygınla" susuyor... susuyor... ve kaçıyordun... kaçak bir sevdadasın, belki bir daha dönmeyeceksin.. hiç bir liman vermeyecek seni, hiç bir rüzgar kokun dolmayacak.. ama olsun, ben mantığın bittiği yerdeyim, sense kaçak..... |
Cevap: HiçLiğim.. Yine gece..yine sen(sizlik).. yine yağmur.. Kim bilir yokluğunun kaçıncı dirilişi bu karanlık gri! İflâhı kesilmiş bu ses;bu vurdumduymaz delilik benim mi ? Aklı ziyanım! Hangi yanısın dünlerime yas’lanan yarınlarımın ? |
Cevap: HiçLiğim.. Küçük bir merhabayla devralınır yaşam... Aniden bir ses düşer güne, beklenmeyen anın güzelliği buradandır.. Kapıyı açarsınız ve ardındakinin kim olduğunu çok da fazla umursamadan, içeriye davet edersiniz... Gelenin rahatlığından mıdır; yoksa içeriye alanın vurdumduymazlığından mıdır bilinmez ama huzur dolu bir kaç "an", günün sayfaları arasından usulca koparılır... "İki oda arası değişen yaşamlar tanıdım. Birinden diğerine geçerken adımlarını değiştiren insanlar. Gecenin pimini çekerler ihtirasları uğruna ve onlar en çok, mekânlar arasında yerleşemezler aşka." “Cehngiz Cehngiz. Böyle seslenmek istedim sana; çünkü başına ‘sevgili’ koyduklarımız hep gitti, gidiyor…” Adına ne demeliyim diye düşünürken geldi aklıma bu cümle... Sandığınız veya sanmadığınız ya da sanmak zorunluluğunu tıpkı ağır bir sorumluluk gibi üzerinizde taşıdığınız anlam sepetinizden uzakta durmaya çalışsanız da biliyorum çok da başarılı olamayacaksınız. Bir defa başına kondu mu aşk cümlenin, evirseniz de çevirseniz de başka yana alıp da koymak aklınızın ucundan bile geçmez. Biliyor musunuz ben sizin gibiler yüzünden yaraladım tırnak uçlarımı. Sizlere anlatmaya çalışırken düşlerimi hasar verdim en değerli varlığıma. Zararı yok şimdilerde neyin ne kadar, nerede, hangi zamanda kaybolup gittiğine. Çünkü anlıyor ki insan, asıl yaralanan kendisi değilmiş. Şimdi gökyüzüne açılmış gözlerimin baktığı yerde bambaşka bir dünya duruyor. İkimizin arasında, ikimizden olma… Kış mevsiminin en belirgin özelliği karın yağmasıyken, benim için daima bir şeylerin ilke imza atması olmuştur. Duygulara dökülen karların bıraktığı izler, müziğin üşürken tende bıraktığı, o kimi zaman anlatmakla yeri doldurulamayacak ısısı, yahut kimseyle kimsesizliğin karşılaştığı o muhteşem ince çizginin üzerinde, tanık olduklarıma kattığı anlam… Kış başlar, yolculuklar bitti sanırken bir diğerine doğru yola çıkılmıştır aslında. Yolun hemen başında, öykülerinizin çerçevesini belirginleştiren o küçük ayrıntılar saklıdır. Ayrıntıların parantezlerini aralayıp içine bakabilme cesareti içinizdedir. Bütün toplumsal yargılamalar ve toplumun korkuyla salgıladığı değerler, sizin değişkeninizdir. Matematiğin egemenliğinde bir yaşam sürmeyi siz seçmemiş olabilirsiniz; ancak bu onun varlığını yadsımanız yahut hiç yokmuş gibi davranmaya çalışmanız anlamına gelmeyecektir hiçbir zaman. O, oradadır. Bir defa, ince bir hareketle koordinatları belirlenmiştir yeryüzünde. Koordinatları görmezden gelseniz de çoğu zaman, yeri sabitlenmiştir. Belki de yaşamın içerisinde, kimi zaman türlü oyunlarla alt etmeye çalıştığımız, kısaca görmezden gelmeye yeğlediğimiz şeyler, o parantezin içine bambaşka şeyler koymamızı sağlıyor. “Yaşamını kendi eliyle bir başkasına veren insanlar tanıdım; çıkış yolunu ararken kendi çıkışının olduğunu unutan… Olmazların evini giydirirler bir gecede, kadına ve erkeğe. Şırıl şırıl akan bir pınarın kuraklığını avuçlarlar sonra ve onlar en çok, düşlerde karşılamaya çalışırlar kendi çıkış yollarını…” Küçük, minicik bir merhabaydı senden devraldığım, devrilirken… Biliyordum, yine dayanamayıp doğrulacağımı, kendi el yazması düşlerime kaldığım yerden devam edeceğimi. Odanın gürültülü tekilliğini kendi başına bırakıp yerimden kalktığımda, kısa bir süre sonra belli belirsiz bir iniltiyle kapımı çalacağını bilmesem de; buhranlı günlerin kapağının er geç kapanacağını hissediyordum. Böyle anlarda içimden kuvvetli bir çocuk var gücüyle bağırır benim. Onunla uğraşmak, kendimle uğraşmaktan inanın daha zordur. O biçimsiz güzelliğiyle durmadan bir şeyler anlatmaya çalışır. Sus demek isteseniz de susmayacaktır. Canı yanmıştır bir defa içine bıraktıklarınız yüzünden. Sızlamıştır. Uykusuzluktan, her daim yaşadığı gecesizlikten yorulmuştur. İlahi bir ses bırakır dudaklarınıza mırıldanmanız için. Tanrı’nın adı yazgınıza bağlanır o andan itibaren… Yazarken fark edersiniz onu en çok; yazarken ve gözlerini açıp bakarken etrafa… Karşınıza çıkan her bir dokuyu anlamaya çalışırken… Gelir ve ruhundan yükselen sesi içinize, o en sancılı yerlerinize bırakıverir ansızın. Başkalaşımı her saniye hissetmeye başlarsınız; çünkü bu öyle bir şeydir ki aldığınız nefesin hızına bile etkide bulunacak kadar heyecan vericidir… Önce belli belirsiz bir gülümseme yerleşiverir unuttuğunuz çizgilerin üzerine, sonra dolaşan diliniz açılıverir suskunlukları yırtarak… İşveniz, sevdanız, çekilmeyen dününüz yer değiştirir o çocuğun dokunduğu yerden… Tutmak istedikleriniz yeniden canlanıverir başucunuzda, tutamadıklarınıza tatlı bir göz kırpışıyla. En başta aslolanlar çizilir yüzünüzün en tenha köşesine. Kaybolmuşluğunuz devralınır varoluşla. Oysa inkâra yeltenemeyecek kadar varsınızdır aslında… “ Kendi geçmişini seslendirmekten vazgeçen bir erkek tanıdım. Onca yitirilmişliğin ardından, tüm o kayboluşlarını büyük bir güçle kendinden çekip çıkarmaya çalışan… Suskuyu tek kalemde yırtabilecek kadar cesurdu ve o en çok, çocukluğumu alıp saklıyordu göğsüne.” Aylar oldu. Yine o sihirli değnek, bir şekilde kendine bağlamayı başardı yaşanılanları. Ufak hediyelerle tamamladı döngüsünü ve işleyiş her geçen gün kendisine çekmeyi başarıyor tanımlanamayan bir cevapsızlıkta. Belki de ilk defa bir insanın gözlerine baktığımda etrafımdaki her şey birbirine geçiyor olağanca hızıyla. Başım dönmüyor… Ruhum teslim olmuyor… Bedenim yorulmuyor… Bir depremle yaşamımı bir an devraldığını düşündüğüm ekim; yine bir ilk bahar yolcusunu yanına alarak yürümeye devam ediyor. Sonbahar ve ilkbaharın anlamını düşünüyorum, doğum lekemdeki ize bakarak… Bir kez daha doğacağım eylülde. Bir kez daha o hiç görmediğim odanın resmini çizmeye çalışacağım ellerimle. Ellerim, Tanrı'ya en yakın olduğum yer belki de... Adını sevgili koyduklarımız gitti demişti ya lacivert gecelere yakıştığını düşündüğüm o adam, gitmeyesin diye seni sorgulamıyorum... İşte bu yüzden senin bir adın yok. |
Cevap: HiçLiğim.. Bu gece masallarınla yaşlanıyorum.. Bakıştığın,seviştiğin yağmurlu pencerenin en dar eşiğine oturuyorum. Kan çanağı gözlerim,göz kapaklarına yaslanıyor. Kahretsin..Ağlamaktan ziyade geçmişi irdeliyorum ... Ne yazık,kalmakla adam olamamışım... İzmaritsiz sigarama dair gitmeni bekliyorum. Ve mavi sarhoşluğunla ıslanıyorum,ıslanıyorum... Toprağa emiliyorum,gömülüyorum ... Sarhoş misali sorumsuz kalıyorum,sana bana hayata... Denizimi seyir ediniyorum. Of..Getirin...! İçeceğim.... Kadehlerimin ardından bir bakmışsın gece olmuş. Bir de bakmışsın gece hasımın olmuş. Gece mâtemim,uyutmayan sebebim... Uzanan ellerim,genzine takılı birer yağmur... Lâkin unutmadım, Bana sığamadığın en dar vakit gece..! ''00:00'',sesim sende... |
Cevap: HiçLiğim.. Yine gece..yine sen(sizlik).. yine yağmur.. Kim bilir yokluğunun kaçıncı dirilişi bu karanlık gri! İflâhı kesilmiş bu ses;bu vurdumduymaz delilik benim mi ? Aklı ziyanım! Hangi yanısın dünlerime yas’lanan yarınlarımın ? Dört duvar..iki harf..bir yokluk.. Şimdi zaman mâtem..! Mâdem ki silineceğim düşlerinden Yıkılası gök,çöksün gayrı, Yırtılsın örtüsü kız kulesinin, Şerha şerha yarılsın toprak! Yarılsın ki hortlasın yalnızlığım.. Anlat İstanbul! Masalların maviye boyanmış sahte yolculuklarında diner belki sancılarım… Geceler öylesine ağlamaklı… Şiirler ölesiye eylül… Ve ben, son baharında yaralı sözcükler dilinde esir… Özgürlüğü gök/yüzünden dökülen zülfünün ucunda kumral bir ölüm bilmişken; Şimdi duvarlara çizilen tutsaklığım okunuyor gecenin karanlık ve ayaz suretinde.. Harflerimiz takılıp kalmışken alfabenin aşka geçirilmiş ilmeğinde; İçimizden canımızı koparmak istiyor A’dan Z’ye AcılarımıZ… Oysa yan yana duran iki sessiz harf olabilirdik seninle Ama Yusuf’la Züleyha gibi bitmedi bizim masalımız: Şimdi Kaf Dağı’nın kıyısında küllerimizden doğacak kadar bile YokuZ..! Sanır mısın ki bin bir gecede yaşamaktır bizsizliğin lisanı (?) Eğer öyleyse oku ! Âmâ kuyularda büyüttüğüm suskunluğumun çığlığını.. Ama dokunma! Ellerinden dökülen kızılca acılar yaralarıma tuz bassın.. Sen ardına saklandığın bulutların sırrına yasla adını; Kentinin esmer saç’ak’larından salınan kardelen ayazı yağmurlar öksüz kalmasın… Dokunma! Suretime işlediğin sevdanın resmidir gözümdeki ıslaklık, Bakışlarım yol boyu eylül sancısı… Yollarıma devirdiği ayakları hatrına iz sürüp geçtiği çukurlara ömrümü adadığım!! Öyle bir çakmışım ki hasretini gözlerime Seni ağladığımdan beri kayboluşun yokuşlarında dolanır âmâlığım… Şimdi unutulmuş bir şehirdeyim metruk ve viran.. Islanan kaldırımlarda sonbahara emziriyorum yokluğunun savunmasızlığını. Bir kuru yaprak çıtırtısında tedirgin Ve düş yamalı zamanlarca bitmek bilmeyen gecelerin kimsesiz firarisi yorgun yüreğim. Nefessizim..! Sensizliğime irkilmiş korkak bir zaman tiryakiliği dilimdeki.. Bir karanlık ki avurtları çökük çocukların yüzlerinde meçhule düşmüş yağmur ürkekliği… Bir karanlık ki kervan geçmez kuyularda Yusuf biçareliği… Ki merhametsiz bir iç çekişin duldasında ihanetle yıkanmış kavimlerce Kâbil örfü kâbuslarda kanıma susamış toprak! Ey dudaklarımda ateş artığı ağıtlar yaktıran yazgı! Tuttuğum kalem bir taze ölü doğurmadan sabahlarına Topla hasretimi uykusuz gecelerden; Yoksa şakaklarımdan fışkıracak cehennem..! Dilsizliğime sürgü rüzgâr.. Gözlerin, düşlerimin gök-kubbesinde düşmeye hazır bir intihardır. Alfabesini gözlerinde bulduğum, olmazlığımıza seni anlatan bir lisandır aşk; Suskundur..! Sonbaharın ellerinde büyümüş bir terk edilişin gölgesidir taşıdığım karanlık.. Saçaklarda karantinaya alınmış bu ıslak gri, bulutların rahminde kutsal bir sancıyı yüklenmiştir. Mevsim, yokluğunu kuşanmış tüketirken varlığımı; Kirpiklerimden boşalan hüzünler yaprak dökümüdür sensizliğimin Ve sen; Rüzgârın göğsünde geçmiş zaman masallarından içime savrulan düş! Sen, uykuları gözlerinde kolye yapmış takınırken; Ben, alev sarısı kâhırlar damıtırım talana yüz tutmuş yaralarımdan, Bilmez(mi)sin..(?) Hadi korkma! Karanlığın parmak uçlarıyla dokun yaralarıma: Yakup’un ağıtlarında anlattığı; Körlüğe aşina kuyularda gömleğindeki sızıyı aşk sayan..! Ayakları kızıl denizlerce kan-revan; Ben o sürgünün yollarında bir akılsız başım. İnadına zindanlara koşarken düşlerim, Geceye küsmüş ay’sız sularımda Züleyha senin bakışların..! Bilmezden gelme! Geçmişimi saklayan bekleyişlerim tanığımdır: Sebebi sensin karanlığıma kök salmış yalnızlığımın!... Bir vakit sevdana sır olan gecelerim Şimdi kâbuslarımı duvarlara asmış, korkularıma sırıtıyor Ve her yeni gün yeni bir sancıyla doğuyor sol yanımda. Uykularımın şafak bilmez demlerinde yalancı baharlara aldanırken düşlerim; Bakışlarıma tünemiş gözlerin damla damla bir son yazmakta ömrüme.. Avuçlarımda biriktirdiğim yağmurlar, Eylül kadar asi zamanlarda boğacak beni biliyorum.. Biliyorum; hükmü yok o canıma aşina intiharların. Öyleyse ateşle fitilini en sessiz ihtilâllerin: İdamlık bir sevdanın dar ağacında Çığırtkan bir sonla ölemeyecek kadar günahkârım Tam sırası..! düş’ür gözlerini yüreğime... celladı sen ol yok saydığın sevdamın… Tufana tutulmuş insanlık/ bir zaman çarmıhlara çivilerken düşlerimi; Çıplaklığıma mâhrem yazılan gözlerinden içtim çocukça sevişleri. Sızarken kırmızılar ayak uçlarımdan, Kurduğun oyundan gideceğini düşünmedim hiç. Oysa şimdi uçurtması süngülenmiş çocuklar kadar acınası yüreğim Ve ben gittiğin uzaklar kadar muhtacım Meryem(si) şefkatine. İnkar etme! Oyunbozansın sevdiğim..Kuralsızca gittin.. Bilesin! Köpeklerin ağzından salyasını akıtan gece Yokluğunu dişlemeden şakaklarımda; Kalbimi çatlatan özlemin tükenmez bende. Hasretim benim! Bilir misin (?) “Hiç gitme” diye yollarına dolanan gök-kuşakları bırakmak isterdim gözlerinin kahverengi sarhoşluğuna. Hep içimde kal isterdim, Ne dersem diyeyim çıkma… Oysa şimdi yalnızca sessizliğe esirgediğim sesimle Sensizliğime yama yaptığım kambur öyküler anlatabiliyorum yokluğuna. Evet susuyorum.. Konuşacağım ne kadar “sen” varsa o kadar susuyorum Bir mezar taşı ne kadar susuyorsa Sararan hüzünler,denizler,martılar… Ne kadar susuyorsa eşikteki gidiş, Dilimdeki veda,penceremdeki bekleyiş… Şu kız kulesi,bu çölleşmiş şehir O kadar susuyorum..! Çünkü daha konuşacak kadar vazgeçmedim senden..! …………… ………………… ……………………… Ve hâlâ gece..hâlâ sen(sizlik)..hâlâ yağmur.. Dört duvarda iki harf kadar ölünesi YokluğumuZ..! Sen anlat gerisini; ben sustum İstanbul Nasıl yanardı Kerem,kimin delisiydi Mecnûn Mem kimin ateşinde içti hasreti (?) Sen anlat, anlat hele dinlesin bilmezler! Aşkın dilinde yalnızlığın kaçıncı haliydi Nûn..? //ıslak bir eylül yokluğumuza düş’tü İstanbul// |
Cevap: HiçLiğim.. yalnızlık nedir diye sordular.//ağlarsın ya hani;karanlık bir gecedir ve omuzuna dokunacak,bir el ararsın.//karanlıkları devirdikten sonra,yeni gelen güne,kalabalıklara dalarsın.tıpkı bir mahkumun,kalabalıklara alışamaması gibi,zor gelir; ama 'yalnızlıktır bu'... adını ben koymadım 'yalnızlığın' o bana hatırlamadığım,herhangi bir tarihin,saatin üç kırkbeş'inde geldi.//şimdi yine yalnızım.//fakat bununla beraber,inkâr etmek yanlış olur,yalnızlığın yalnız olmadığını.//bana sadece sana 'hoşgeldin' demek,sana ise,küçük bir 'merhaba' demek düşer.////hoşgeldin yalnızlığım!//'hoşgeldin...' |
Cevap: HiçLiğim.. O çok sevdiğim kalbin, dümenini hep kendime çevirdiğim kalbin içimi ezdi... - Oku, kaptan oku! Gelmeyenim yine gelmedi... - Yüreğimi, ezdin ezdin de elime verdin...Bir elimde kalbim, bir elimde resmin...Resminden alabilseydim gözlerini, yazardım...Atilla'ya, İclal'a, Can'a seni anlatırdım.Anlatmadım.Anlatamıyorum, gelmeyenimi... Resminden alabilseydim gözlerini, sevmediğine inanırdım.İnanmadım.İnanamıyorum, gelmeyenime... - Oku, kaptan oku! Gelmeyenim yine gelmedi... - Resminden alabilseydim gözlerini, ekimin ayrılık olduğunu anlardım.Anlamadım.Anlayamıyorum, gelmeyenimi... Özlemin ne olduğunu bilmeseydim sana gelmeyenim demezdim.. - Oku, kaptan oku! Gelmeyenim yine gelmedi... - ''Gelmeyenime... Gelmeyenim! Dönmem bir daha... gelme.... '' Duymuyorum hiçbir sesi.İnsanlar sürekli etrafımda dönüyor...Sabahları uyanıyor, öğlen dolanıyor, akşamları uykuya dalıyorlar. Artık tanıdığım insanlar selam vermiyor, tanımadıklarım hâl hatır soruyorlar... ''Hoşça kalamadım. Sen, hoşçakal... GİDENİM...'' |
Cevap: HiçLiğim.. Hıncına az gelmesin diye dünya, binlerce mevta ekledim adıma... Kalbimin kavgasıydı aşk... Yağmurun kaygısı... Ben kaybettim kavgamı... Yağmur susuz, kalbim kavgasız kaldı... Aşk, zaafiyetiydi bütün ruhların... Söz vermistik elest meclisinde... "Bela" demiştik sadakate... Sadıklığa yeminliyken ihanet bozdu ahdımızı... Önce ahde, sonra aşka ihanet ettik... Kalbimiz karalandı... Aşıkımız yaralandı... Acı en büyük iştirakimiz oldu sonlara... Solumuz aşksız, sonumuz, sonsuz kaldı... Şimdi kaydımıza geçirilen bu kara habere, siyahına gecenin, kızıllığına güneşin, adının masumluğuna, kelimelerin hicranına, bir son bulmalıyız... Bir son bulmalıyız bu rüyaya... "Gitti, hayat kaldı dünya! Ölüme meyali olanlar koşsunlar duaya..." || Sığmak icin dünyaya, sığındım sana... Yokluğunla hitabıma çok geliyorsun... Bilmelisin... Ölümler gelmeden kapıma, ölmelisin "biz"in yokluğuna... Şimdi hangi cümlelerin üstüne çarpmalıyım uzun sükunetlerimi? Hangi tümce tam kalmalı özgür satırlarda... Girdaplarında kaybolduğumun izleridir gözlerimde ki yetim kalmış bakışlar... Susuz nehirlerin kan kusan ateşiyken varlığın, dilime ne anlatsın aynalar? "Yoktu hiç... Sen kayıp yollarda yokunu kaybeden bir yorgunsun... Acı sıvazlıyor sırtını nicedir... Bilmelisin..." Yarama kabuk, boynuma kemend, aslıma suret düştün... Şimdi karanlık çökmeden şehre, gitmelisin... Bu hasret dağlamadan yaralarımızı, bu ızdırap talan etmeden yarınlarımızı, ÖLMELİSİN! ||| Uzaktan bakınca dünyaya, ne çok benziyor sana... Aklım almıyor... Aklım ermiyor... Nasıl kaybolur bir sır avuclarımda? Hala darp izleri dururken baş ucumda... Soluğuma bir inilti yayılıyor şairden; "yıkılırsa umutlarım aşksızlıktan/ uçurumlar inşa ederim kırıldığım yerden " bu aşk kasırgasında hangimiz savrulduk aşksızlığa? Ölüme kefen biçen aşkların eşiğinden savrukluğumuzmuydu bizi acıyla müttefik kılan? Her bahar duyumsamaktır solgun papatyaların kırılmışlığını... Her bahar umursamaktır aşkı... (Kitabı, kıbleyi ve mezarı) Yazık ki duyumsamıyor ve umursamıyoruz!! Ah kırılmışlık! Kaderdaşım gibi duruyorsun yanağımda... Sufiliğimi kanırtarak geçiyorsun harflerin cografyasından bir başına... Ah kırılmışlık! Kaderdaşım gibi duruyorsun yanağımda... Umursuyorsun yaramı... Umursuyorum umursamayı... Dedim ki; "Aklim almıyor... Aklım ermiyor... Nasıl yıpranır bir kavga, yazılmamış bir kağıtta?" Dedi ki; "Aklım almadı, aklım ermedi, nakıs kaldım bir davanın yazılmamış bir kağıtta yıpranmasına... Ve bu yüzden zorum var aklımdan, sorum var aklıma!! Kim yorar kalbini, paçavra bir aşk uğruna? Üzülme... Aklı olan acısın haline..." Kelimelerim vardı hafızamı kusarcasına anlatacağım... Boğulurcasına sustum... Çok görmedi susuşumu... "Üzmek için konuşurlar hep... Sen üzülmemek için sus" dedi... SUSTUM. |
Cevap: HiçLiğim.. Uzun bir aradan sonra söz yazıyorum! Fazlaca bira içmişim yine ve dahası sigara..Bunları ne kadar azaltmak istesem ; seni çoğaltıyorum içimde...Bir kaç katre mavi de yok ol bende! Lütfen |
Cevap: HiçLiğim.. Yine gece..yine sen(sizlik).. yine yağmur.. Kim bilir yokluğunun kaçıncı dirilişi bu karanlık gri! İflâhı kesilmiş bu ses;bu vurdumduymaz delilik benim mi ? Aklı ziyanım! Hangi yanısın dünlerime yas’lanan yarınlarımın ? Dört duvar..iki harf..bir yokluk.. Şimdi zaman mâtem..! Mâdem ki silineceğim düşlerinden Yıkılası gök,çöksün gayrı, Yırtılsın örtüsü kız kulesinin, Şerha şerha yarılsın toprak! Yarılsın ki hortlasın yalnızlığım.. Anlat İstanbul! Masalların maviye boyanmış sahte yolculuklarında diner belki sancılarım… Geceler öylesine ağlamaklı… Şiirler ölesiye eylül… Ve ben, son baharında yaralı sözcükler dilinde esir… Özgürlüğü gök/yüzünden dökülen zülfünün ucunda kumral bir ölüm bilmişken; Şimdi duvarlara çizilen tutsaklığım okunuyor gecenin karanlık ve ayaz suretinde.. Harflerimiz takılıp kalmışken alfabenin aşka geçirilmiş ilmeğinde; İçimizden canımızı koparmak istiyor A’dan Z’ye AcılarımıZ… Oysa yan yana duran iki sessiz harf olabilirdik seninle Ama Yusuf’la Züleyha gibi bitmedi bizim masalımız: Şimdi Kaf Dağı’nın kıyısında küllerimizden doğacak kadar bile YokuZ..! Sanır mısın ki bin bir gecede yaşamaktır bizsizliğin lisanı (?) Eğer öyleyse oku ! Âmâ kuyularda büyüttüğüm suskunluğumun çığlığını.. Ama dokunma! Ellerinden dökülen kızılca acılar yaralarıma tuz bassın.. Sen ardına saklandığın bulutların sırrına yasla adını; Kentinin esmer saç’ak’larından salınan kardelen ayazı yağmurlar öksüz kalmasın… Dokunma! Suretime işlediğin sevdanın resmidir gözümdeki ıslaklık, Bakışlarım yol boyu eylül sancısı… Yollarıma devirdiği ayakları hatrına iz sürüp geçtiği çukurlara ömrümü adadığım!! Öyle bir çakmışım ki hasretini gözlerime Seni ağladığımdan beri kayboluşun yokuşlarında dolanır âmâlığım… Şimdi unutulmuş bir şehirdeyim metruk ve viran.. Islanan kaldırımlarda sonbahara emziriyorum yokluğunun savunmasızlığını. Bir kuru yaprak çıtırtısında tedirgin Ve düş yamalı zamanlarca bitmek bilmeyen gecelerin kimsesiz firarisi yorgun yüreğim. Nefessizim..! Sensizliğime irkilmiş korkak bir zaman tiryakiliği dilimdeki.. Bir karanlık ki avurtları çökük çocukların yüzlerinde meçhule düşmüş yağmur ürkekliği… Bir karanlık ki kervan geçmez kuyularda Yusuf biçareliği… Ki merhametsiz bir iç çekişin duldasında ihanetle yıkanmış kavimlerce Kâbil örfü kâbuslarda kanıma susamış toprak! Ey dudaklarımda ateş artığı ağıtlar yaktıran yazgı! Tuttuğum kalem bir taze ölü doğurmadan sabahlarına Topla hasretimi uykusuz gecelerden; Yoksa şakaklarımdan fışkıracak cehennem..! Dilsizliğime sürgü rüzgâr.. Gözlerin, düşlerimin gök-kubbesinde düşmeye hazır bir intihardır. Alfabesini gözlerinde bulduğum, olmazlığımıza seni anlatan bir lisandır aşk; Suskundur..! Sonbaharın ellerinde büyümüş bir terk edilişin gölgesidir taşıdığım karanlık.. Saçaklarda karantinaya alınmış bu ıslak gri, bulutların rahminde kutsal bir sancıyı yüklenmiştir. Mevsim, yokluğunu kuşanmış tüketirken varlığımı; Kirpiklerimden boşalan hüzünler yaprak dökümüdür sensizliğimin Ve sen; Rüzgârın göğsünde geçmiş zaman masallarından içime savrulan düş! Sen, uykuları gözlerinde kolye yapmış takınırken; Ben, alev sarısı kâhırlar damıtırım talana yüz tutmuş yaralarımdan, Bilmez(mi)sin..(?) Hadi korkma! Karanlığın parmak uçlarıyla dokun yaralarıma: Yakup’un ağıtlarında anlattığı; Körlüğe aşina kuyularda gömleğindeki sızıyı aşk sayan..! Ayakları kızıl denizlerce kan-revan; Ben o sürgünün yollarında bir akılsız başım. İnadına zindanlara koşarken düşlerim, Geceye küsmüş ay’sız sularımda Züleyha senin bakışların..! Bilmezden gelme! Geçmişimi saklayan bekleyişlerim tanığımdır: Sebebi sensin karanlığıma kök salmış yalnızlığımın!... Bir vakit sevdana sır olan gecelerim Şimdi kâbuslarımı duvarlara asmış, korkularıma sırıtıyor Ve her yeni gün yeni bir sancıyla doğuyor sol yanımda. Uykularımın şafak bilmez demlerinde yalancı baharlara aldanırken düşlerim; Bakışlarıma tünemiş gözlerin damla damla bir son yazmakta ömrüme.. Avuçlarımda biriktirdiğim yağmurlar, Eylül kadar asi zamanlarda boğacak beni biliyorum.. Biliyorum; hükmü yok o canıma aşina intiharların. Öyleyse ateşle fitilini en sessiz ihtilâllerin: İdamlık bir sevdanın dar ağacında Çığırtkan bir sonla ölemeyecek kadar günahkârım Tam sırası..! düş’ür gözlerini yüreğime... celladı sen ol yok saydığın sevdamın… Tufana tutulmuş insanlık/ bir zaman çarmıhlara çivilerken düşlerimi; Çıplaklığıma mâhrem yazılan gözlerinden içtim çocukça sevişleri. Sızarken kırmızılar ayak uçlarımdan, Kurduğun oyundan gideceğini düşünmedim hiç. Oysa şimdi uçurtması süngülenmiş çocuklar kadar acınası yüreğim Ve ben gittiğin uzaklar kadar muhtacım Meryem(si) şefkatine. İnkar etme! Oyunbozansın sevdiğim..Kuralsızca gittin.. Bilesin! Köpeklerin ağzından salyasını akıtan gece Yokluğunu dişlemeden şakaklarımda; Kalbimi çatlatan özlemin tükenmez bende. Hasretim benim! Bilir misin (?) “Hiç gitme” diye yollarına dolanan gök-kuşakları bırakmak isterdim gözlerinin kahverengi sarhoşluğuna. Hep içimde kal isterdim, Ne dersem diyeyim çıkma… Oysa şimdi yalnızca sessizliğe esirgediğim sesimle Sensizliğime yama yaptığım kambur öyküler anlatabiliyorum yokluğuna. Evet susuyorum.. Konuşacağım ne kadar “sen” varsa o kadar susuyorum Bir mezar taşı ne kadar susuyorsa Sararan hüzünler,denizler,martılar… Ne kadar susuyorsa eşikteki gidiş, Dilimdeki veda,penceremdeki bekleyiş… Şu kız kulesi,bu çölleşmiş şehir O kadar susuyorum..! Çünkü daha konuşacak kadar vazgeçmedim senden..! …………… ………………… ……………………… Ve hâlâ gece..hâlâ sen(sizlik)..hâlâ yağmur.. Dört duvarda iki harf kadar ölünesi YokluğumuZ..! Sen anlat gerisini; ben sustum İstanbul Nasıl yanardı Kerem,kimin delisiydi Mecnûn Mem kimin ateşinde içti hasreti (?) Sen anlat, anlat hele dinlesin bilmezler! Aşkın dilinde yalnızlığın kaçıncı haliydi Nûn..? //ıslak bir eylül yokluğumuza düş’tü MUĞLA !!// |
Cevap: HiçLiğim.. ayrılık gelmeden git/sen.. sevdamdan büyük olsun gidişin ki dünüme düşmesin sesin.. yanlızlık yürürken o koca cüssesiyle üstüme, kalma altında düşürüp te gölgeni! bir kere daha dur/ma istemem, gelecek/SEN gidecek var! zaten uzak bir düştü benimkisi, na'mahrem uykuların günahına yumulduğum.. gurbet yokuşu ağlamalar pazarında iki damla gözyaşıymış bedelim, kimse al(ın)madı, kendimi öde(n)dim! hadi.. ayrılık gelmeden git sen.. üstübaşı aşk,dilinde hüzün nakaratlı o şarkıyla, pasaklı bir denizkızı kulluğundan firari gözlerinin a(r)dına seyrüssefer eylesin Salacak'da................. devrilsin içininin boşluklarında asılan minareler.. verilsin salası ayrılığın , duruşuma farz kılınsın kıyamlar! ayrılık gelmeden..git/sen! bilirim hayatın adı yok sensiz.. veresiye bir ömre isim gereksiz! <<<<<<<<< her satırı ayrı bir düş yarı ağlamaklı.. uyanmak istemezdim, uyanmak istercesine! heyyy! ziyan ömürler kucağında kendine has ölümler büyüten deli çocuklar! hükmünüzü giydim.. son mertebeyim delilik de .. çıldırdım,,,! |
Cevap: HiçLiğim.. Yalancı bir geçmiş yürüdü Tel örgülü baharların tedirgin gecelerinden Acıya sürgülendiğim gündoğumsuz pencereme. Ses geçirmez camların ardında Ertelenmiş zamanlar sancısı, İsyan gününden dem vurdu suskunluğum. Işıksız bir meçhulün Karanlığa tiryaki seher vakitlerinde Dünler beni tüketti ben günleri… Örselenmiş yanlarımla geçtim Akrep örgüsü yelkovan aralıklarından; Zamanın akmazlığına ağıtlar düşürdüm Kalemi yonttukça her şiir Kendimi, kendim kanadım Aldandım,azaldım,bölündüm İçimdeki çocuk somurttu Sırılsıklam bir aşk yabanlığında Gözyaşı değil bir avuç “sen” döktüm Her asılıştan sonra cesedimin şafak yangınına… Acıtılmış yaralarımdan vurdular neşteri, Bir ölünün donuk gözlerinde silindi sevincim.. Otobüs duraklarının telaşlı bekleyişlerinde Hasretinle büyüttüm öteleri Berisi yağmur,gerisi yokluğun Dört yanımı yokluğuna soyundum Hücrem karanlık Baş harfinden son hecene kadar İsimsizliğine kelepçelendi dilim Yorgunum Biraz temmuz biraz da ayrılık kokuyorum Keşke biraz anason olsaydı,biraz gül dikeni Birkaç mevsim bahar Bir iki dost… Yoldan bir şiir geçseydi geceleyin, Bakışlarımız kadar sahipsiz.. Biri küfretseydi notaların geçmişine Şarkıların gözü kör olsaydı.. Ellere bırakmasaydık, El birliğiyle biz öldürseydik düşlerimizi Yani az biraz mavi olsaydı Zar atsaydık “aşk” gelseydi Her şey başka olurdu belki, Kanamazdık…! Oysa şimdi adına çıkan tüm kapılar kapalı Artık faydası yok direncimin Zifti uykular çoktan kıyama durmuş kirpiğimde Hangi kilidi açsam İlengili bir kâbusta tutsak kalıyor hayâllerim Bir kent geceyi doğuruyor yatağında Uzakta bir kadın hasretim oluyor Uzakta bir kadın hiçbir şeyim! Bir gölge düşüyor suya;sevgilim diyorum; Sevemiyorum! Daha çok acıyorum yaralarıma dökülürken ay ışığı Daha çok uçurum oluyorum gözlerinde Düşüyorum,kalkamıyorum…! Kendimi burada gömdüm ben, Kaçaklığı burada bildim Yetim bir memleket sabahı,bir öksüz türkü Karanlığa karşı nasıl iç çekilerek söylenirmiş, Yolda düşlerini yitirmek neymiş burada öğrendim. Şimdi çakal sesleri arasında trenler salar beni geceye Demir yolların alıp götürdüğü yüreğim yaralı Ve hâlâ penceremde acılı temmuz rüzgarları Ölmek için gün saymakta ağustosun gölgesinde Ve kutsal bir intihar kadar inançsızım kendime Duvarlardan süzüyorum gök/yüzünü Özgürlüğü martılardan dinliyorum Yaklaştıkça gurbet oluyor gözlerin Bakışlarımı sürdüğüm uzaklar, Sana dokunamamak Ve yitirmek kendini saçlarının kokusunda, Bir camın buğusunda yüzünü ezberlemek; Sebepsiz bir gidişin izleri gibi Ve unutulmak: Zencefil kokusunda bir demet hüzün çaresizliği… Oysa unutulmaktan öte Kendime sürgünlüğüm bitirir beni Geçmiş zamanlara düşülen “biz” kaydında Üşümesin diye gölgeme büründüğüm Yalancı varlığından yoksunluğum… Ve ardıl acılarla kıvrıldığım gülüşün Aldırmazlığına saplasa da düşlerimi Anıların dokunulmazlığı hatırına Yalan da olsa sevmek güzeldi seni…! |
Cevap: HiçLiğim.. Çığlık çığlığa bir sessizlikten geliyorum Boğazımda susa mahkûm edilmiş kelimeler Usulca aralıyorum göz kapaklarımı Kirpiklerimin öte yanı uçurum Eğer gözlerimden bir söz kaçırırsam; biliyorum ki öleceğim Fırtınalı bir günde patlak verecek cinayetim Hayata sırtımı döndüm bekliyorum Karlı istasyonda içimde kaybolmuş gibiyim Avaz avaz suskunlukta kendimi arıyorum Gölgeme bassam düşeceğim Kaçarak uzaklaşıyorum Ardımda bırakıyorum tüm iz düşümlerimi Geceyi iki parçaya bölüyor yağan kar İçimde sarhoş bir kadının ayak izleri Bir oğlan çocuğu misketlerini fırlatıyor halice Parça tesirli acılarımı cebimde taşımışım senelerce Yanlışlarımı zaten yaşadım Artık kendi doğrularımı yaşamalıyım Hayat pis bir elma şekeri tadındaydı hep, Kırmızısına aldandım Çürüyen dişlerim değil düşlerimdi çoğu zaman Ya hayat bize ağır geldi ya da biz hayatı ağırladık Şimdi hangi kente sığınsam; Kanım topuklarımda, cıva ağırlığında Ne zaman elimi yüzüme götürsem; Bir kadının gözyaşlarında boğuluyorum Kadın iki eliyle tampon yapıyor ağzına Bir aşkı daha kusmamak için, Bildiği tüm küfürler can veriyor boğazında Karlı istasyonda soluk alıp veriyor sayıklamalarım Boş bir banktan seyrediyorum gece yayınını Gece benim için seslendiriyor ‘’sorma ne haldeyim’’ Kirpiklerimin öte yanı uçurum Eğer gözlerimden bir söz kaçırırsam; biliyorum ki öleceğim |
Cevap: HiçLiğim.. Üç duvar,bir kapı ve bir pencere dışında hiçbirşeyim yok artık… Gece çatışmalarından kalma sorular taşıyorum sabaha… Hiç bir şeyle her şeyin o ince şizofrenik çizgisinde kaybediyorum kendimi… Ne vakit güne açılsa sorulara yenilmiş gözlerim; Yaralarım kaldığı yerden karşılıyor beni… Günlerdir bir adam peydahlanmış baktığım aynalarda… Kaç gündür aynı giysileri giyiniyor… Yüzünde kirlenmiş sakalları ve sigaradan sararmış parmaklarıyla, el değmemiş yalnızlıklara iteliyor beni…Kim bu adam ?!. Yüzüne öyle bir keder yerleşmiş ki,acısıyla korkutuyor beni… Bırakıyorum aynalara bakmayı… Beni anla(ya)madığım cümlelerle vurdular… deli gömleği giydirdiler düşlerime… Ne söylesem sıradışı ve aykırı sayıldı yazılarımda… Oysa gittikçe üşüyen bu dünyada paylaşılan ateşler yakmaktı amacım… Ama deli gömleği giydirdiler düşlerime… Buza kesmiş tepelerden (d)üşüyorum; İki kere birden,düşüyorum…Bir kalıyorum… Bak/ın neye benziyorum şimdi ? Tek kişilik bir Aşk’ın temposuz tınısını taşıyorum kanımda… Gecelerine süngüler dayatılıyor şiirlerimin… Sonra ne istediğini bilmez cahil sevdalar yoruyor beni… Ağlamaya yer arıyor gözlerim… İçimdeki çığlıklarım lav olup çarpıyor zulmün duvarlarına… Kocaman yer daracık geliyor bana,yeminlerimi bozuyorum yine… Susuyorum en çöl yanımla… (g)izliyorum sessizce bu hüzünlü matemi ve o rezil acı gelip çörekleniyor gözlerime… Oysa hayat ne fısıldadıysa kulağıma;Uyup ritmine öyle çık(mış)tım yola… Düşe-kalka..Bata-çıka…yana-döne.. Yinede her şeyin acısını bir gülümsemeyle siliyorum… Sevgim infaz ediyor dilimdeki öfkeyi… Biriken cümleleri yutuyorum her defasında… Cenderelerden süzüyorum direncimi… Hangi acı denenmedi ki bende !… Bütün sözcükleri yüzleştirmişim ateşle,yok verilecek hesabım… Bıkmışım çığırından çıkmış kabuslara uyuyanlardan… Korkunun ecele saygısını taşımıyorum koynumda… Hadi çıksın saklandığı yerden hortlasın ölüm… Nasılsa yüreğe yazılmayan kolay silinir… Dumanı olmayan ateşler icat ettim,kimse bilmesin diye yangınlarımı… Temize çektim tüm yenilgilerimi..Şimdi susuyorum en çöl yanımla… Şairim konuşuyor://susma oldu mu usta. “Aşk’a,Rüzgara,Ayrılığa,Zaman’a …EYVALLAH…” |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 05:03. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk