![]() |
Cevap: HiçLiğim.. Bu büyük acı tam yedi yıl önce başladı. Yedi yıl önce, puslu gecenin orta yerinde,kenarda köşede, ne kadar acı varsa aşka ve düşlerime dair, hepsini birleştirdim ve “Deniz” koydum adını! Sustum sonra. Ben sustukça “yok” oldu dünya gözlerimde, “Deniz” oldu, Azrail’e fazla mesai yaptırdı tüm bu suskunluklarım. Bu büyük acı tam yedi yıl önce başladı. Yedi yıl önce, aniden yerleşik hayata geçti tüm göçebe hüzünler içimdeki geniş arazide, hüznün adı “sen” oldu, senin adın “ölüm”. Ölüme koştum sana koşarcasına. Ben sana koştukça, dudaklarında alevli patlamalara yol açtı yorgun yüzünden süzülen ortodoks matem. Sen, her zaman suskundun, hep susmaya zorluyordun içindeki cayır cayır yangını. İçimden bir ses avaz avaz haykırdı arkandan, duymadın! Duymadın! Duymadın! Ve kaçışların en büyüğüne tanık oldu İstanbul... Öldüm! Ölürken yalnızca senin adını sayıkladım! Dudaklarımdan beklenmedik bir deprem olup sızan o ad, Deniz, yani senin adın; acının saf, sukatılmamış halidir! Acı; aşkın doğada saf halde bulunan şekli. Aşk; senin uğruna kalkışılan ani intiharlarda ölen şizofren şairlerin salâlarını okuyan müezzin müsvettesi! Şizofreni, senin, herkesten saklamaya çalıştığım, gerçek adın! * * * Platonik aşklar yorgunu çatlak göz bebeklerim senin çocuksu güzelliğinle ilk karşılaştığında, aylardan azılı bir Ekim’di. Hani yıllarca aynı mahallede oturur da insan, hiç ama hiç görmez ya komşularını, sonra bir gün, yalnızlığın en kuytu köşesindeyken, aniden karşılaşıverir ya apartman boşluğunda, işte aynen öyleydi seni ilk görüşüm. Ben de gözümün önünde duran seni aylar sonra gördüm. Dün gibi hatırlıyorum: azılı bir Ekim’di; sen dumanlı bir kış sabahı gibi çöküverdin çocuk gözlerimin içine! Etrafta dört nala çello melodileri, ve dolu dizgin kontrbas senfonileri yankılanıyordu… Karlı bir kış manzarası gibi ağarmıştı uzun kumral saçların ve dudaklarından belli belirsiz sevgi sözcükleri dökülüyordu… Dün gibi hatırlıyorum: azılı bir Ekim’di; sen yağmurlu bir sonbahar akşamı gibi çöktün çocuk hayallerimin üzerine, tüm kenti kuşatmıştı sararmış yapraklardan sızan ölüm kokusu… Senin gözlerinde çakmaya uğraşan zavallı bir şimşek ve dudaklarındaysa şarap kokan ürkütücü bir gök gürültüsü! Kapattım o zaman tüm ışıklarını şehrin ve zehirli bir yılanyastığına dayayıp başımı, dilimde yarım yamalak peri masalları ile çıkmaya başladım bakışlarından fışkıran camdan merdivene… Azılı bir Ekim’di, senin utangaç yüzün benim şairâne bakışlarımla ilk karşılaştığında. Hani olmayacak dualara güzel süslenmiş vurgulu “Amin!” ‘ler okur ya hüzünlü delikanlılar, işte öyle olmayacak bir aşk hayal etmiştim işte ben de seninle. Ben, bakışlarındaki buğuya vurulmuştum ilk önce; öyle hüzünlü bakardın ki, göreni bir mermi gibi delerdi bakışlarındaki nem! Sonra utangaç sözlerini sevdim, sonra uzun - kumral saçlarını, sonra da her şeyini! Sen, ilk aşkımdın benim; ben ise senin başına gelen ilk büyük bela! Çocukluktan delikanlılığa doğru hızla ilerlerken tüm saatlerim, gördüğüm ilk anda çarpıldım sana. Seninse yaşlı bir cerrah gibi titriyordu narin ellerin hayatımı kurtaracak o aşk denen tehlikeli ameliyata girerken! Ve ben, narkozsuz yararak göğsümü, çıkarıp senin titreyen avuçlarına koydum kristal kalbimi! Korkuyordun, biliyordum bunu, biliyordum hayatın sana “ne gözle” baktığını! Elbette korkuyordun! Bir bedendin işte, herkes gibi bedeninin arkasına saklanmıştın sen de! İnsanlar hep ruhunun kılıfına şöyle bir göz gezdirip, öyle vermişlerdi sana “kanaat notlarını”. Belliydi, kimi ikmale bırakmıştı güzelliğini, kimi yıldızlı pekiyi vermişti. Ama hepsinin verdiği notlar birbirinden sahteydi. Biliyordum, içinde büyük bir ızdırapla beslediğin o “küçük kız çocuğu” benden önce hiç kimsenin dikkatini çekmemişti. Ben senin karşına çıktığımda, sen daha ufacık bir kız çocuğuydun. Dünyanın en masum gülücüklerinden birine ev sahipliği yapardı daha âd(al)et bile görmemiş yüzün. Aşk, senin için yalnızca yakışıklı prenslere layıktı. Sen, kimseyi sevmedin; kendini bile. Ben, yüzüne gülünemeyecek kadar çirkindim senin için. Yüzüme baksan; kurbağadan tek farkım saçlarımın olması! Ve yalnızca güzelliği sevdin sen; bu yüzden kendinden bile nefret ederdin. Her sabah uzun kumral saçlarını dümdüz taramak için baktığın aynada karşılaştığın kendi yüzüne bile kan tükürürdü senin bakışların. O kadar önemliydi ki dış görünüş senin için, yeni doğan kız çocuklarını diri diri gömen Cahiliyye Devri Araplarına yalnızca seni tanıdıktan sonra hak verdim! Evet, senin tek değer verdiğin şey güzellikti; dışarıdan bakınca hemen etkileyen bir güzellikti senin tek istediğin. Oysa ilk bakışta görülen hiçbir şey derin olamazdı! Bir güzellik gerçekten güzellikse eğer; ilk bakışta görülememeliydi. Ben, bu yüzden sevmiştim seni; senin bile göremediğin o muhteşem güzelliği görmüştüm sende! Sen, hep bu yüzden acı çekmiştin; güzellik bakan gözdeydi ve sen bunu hiç bilemedin. Oysa bu ülkenin tüm okullarında zorunlu ders olarak okutuluyordu Aşık Veysel’in “Güzelliğin beş para etmez / Şu bendeki aşk olmasa” dizeleri! Aşkın bir diğer adı da acı çekmek olarak yazılmıştı piyasadaki tüm marjinal sözlüklere ve bu yüzden hiçbir insan için acı çekmeye de değmezdi artık. Biliyordum bunu! İşte sırf bu yüzden yıllarca uğraşıp aşık olunmaya layık bir tanrıça yalanı yarattım. Ve bu yalanın adını Deniz koydum. Sen 9 ay durmadın annenin dölyatağında; ben seni 9 günde büyüttüm beynimin karanlık odalarında ve Zeus misali alnımı yarıp doğurdum seni. Bu savruk yalana, yalan olduğunu bile bile, ilk ve tek inanan bendim. Tüm psikiyatristler birleşmiş gibi aynı şeyi söylediler bana yıllarca: “Deniz yok! Onu sen yarattın ve yok edecek olan da sensin! Yok Düşler Ülkesi, yok kanatlı atlar, unicornlar da yalnızca eski bir Yunan masalı ve artık içmelisin sana verdiğimiz ilaçları!” Ben de çok iyi biliyordum senin hiç olmadığını, ama, senin varolduğuna inanmak zorundaydım. Yoksa bu katil dünya ile nasıl baş ederdim? Nasıl ayakta kalırdım? Nasıl hayâl kurardım? Nasıl?! Nasıl?! Nasıl?! * * * Sana bir isim verene kadar tek sıkıntım sana bir isim vermekti, isim verdikten sonra ki tek sıkıntım ise “o ismi unutmak”. Seni tanıdığım o azılı Ekim sabahında kapattım birden tavana dikili gözlerimi, yavaşça çöken gece gibi kapandı gözkapaklarım ve dudaklarım yüzyıllardır konuşması yasak bir meleğin ilk kez konuşacağı gündeki gibi ürkek bir heyecanla kıpırdadı, bir fısıltı gibi çıktı içimden kopup gelen fırtına ve birden; “Deniz…” deyiverdim. O an tarihteki en büyük ve en gürültülü yıldırım Üsküdar’ın üzerine düştü! Sanki Cebrail’in kanadı son hızla Dünya’ya çarptı! İstanbul bile bu büyük acıya dayanamayıp kapadı gözlerini. Bir kez daha yavaşça aralandı susuzluktan çatlamış dudaklarım, göz kapaklarım hızla titredi, dudaklarımdan binlerce yıldır yeryüzüne fışkırmayı bekleyen bir yanardağdan fışkıran lavlar gibi fışkırdı harfler; “De…”, “Deniz…” Sessiz harfler, o an, cesetlerin dirileri kıskandıkları kadar kıskandılar, dudaklarımdan taze çeliğin üzerine dökülen soğuk sular gibi dökülüveren sesli harfleri. Ve o an Dünya’nın en büyük fay hattı aniden kırıldı Üsküdar’da. Ve sustum, konuşsam, bir harf daha sızıverse çatlamış dudaklarımdan, sanki İsrafil sura üfleyecekti! Kıyamet kopacaktı sanki! Hayatıma yön veren tek kelime Deniz’di artık! Diğer tüm kelimeleri unutmuştum sanki. Sanki alfabem bu kelimeyi oluşturan 5 harften ibaretti ve sanki tüm harfler sessizdi. Bu kelime ne zaman aklıma gelse, alev yutmuş gibi oluyordum, cayır cayır bir yangın çıkıyordu tüm hücrelerimde. Seni tanı(mla)dığım o lanet olasıca Ekim sabahı, filtresiz bir sigara niyetine siyanür kokan bir mimoza sıkıştırıp kanayan dudaklarımın arasına, atladım gökkuşağı renginde kanatları olan bir pegasusun sırtına ve hicret ettim başka bir boyuta. Öyle bir boyuttu ki bu; tüm takvimler sıfırdan başladı. Aylar Deniz’den başlayıp Deniz’de bitiyordu ve iki ayda dönüyordum senin etrafını. Boyut dediğin yalandı, boyut dediğine Deniz diyordu nüfus memurları; onlar ki, ne katillerin sicilini tuttular, onlar bile ayrı odalarda tutarlar senin kan kokan nüfus kayıtlarını. Deniz, senin adın; bir kaçış, üstü açık bir tımarhane haline gelmiş Dünya’dan, başka bir boyuta geçmek için gereken tek sihirli kelime! Hani yalnızca isimlerinin baş harfleri yazılır ya mağdur çocukların üçüncü sayfa haberlerine, her şiirime senin adının baş harfleriyle başladım ben : D.A., D.A. Gün geçtikçe cırtlak ambülans sirenlerine dönüştü adının baş harfleri kulaklarımda: D.A.di, D.A.di .. Son hızla tımarhanelere sürdü ambülans şöförleri yorgun bedenimi; ve daha ben gitmeden çekmişti hemşireler şırıngaya Diazem’i! Diazem’in kısaltması değil miydi sanki adının baş harfleri: D.A, D.A! Bu iki harf ne zaman gelse yan yana, Azrail bile saklardı yüzünü avuçlarının arkasına! Şeytanlar kahkahalarla zikrederlerdi durmadan bu iki harfi: D.A., D.A! Adının baş harfleri; cehennemin giriş şifresi! Bambaşka bir kasırganın habercisiydi her aklıma gelişin, her aklıma gelişin yeni bir Azrail melodisi, ve ben, her melodiyi senfonileştiren deli bir müzisyendim! Sen ki; tüm amansız depremler avuçlarında ürer, son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir masaldır gözbebeklerindeki keder! Sen ki; daha ilk kullanımda bağımlılık yapan acımasız bir h’eroine! Şırıngaya çektim bakışlarını ve şah damarıma bastım ilk Golden Shot’ımı! Sen ki; halden bilmez bir yalancısın, damperli kamyonlarla salyangoz satarsın Müslüman mahallelerinde. Tek sıra dizilir de tüm kuduz köpekler, ağızlarındaki tüm salyaları senin avuçlarına akıtır. Sen, avuçlarındaki salyayı, sülfürik bir asit gibi getirip benim gözbebeklerime boşaltırsın! Tüm seri katiller senin adını zikrederek başlarlar tüm sabah kahvaltılarına. Bir öfke varsa ortada, bir cinayet işlenecekse eğer her sabah uyanır uyanmaz, maktul olmak en çok sana yaraşır! Sen ki; engizisyonun elinden burnu bile kanamadan kurtulmayı başarmış tek çocuk cadı! Hani düz bir tepsiydi o zamanlar Dünya, güzel melekler tatlı şaraplar sunardı hani bu tepsiyle tanrılara. Dünya dönmeye başlayan bir küre olduğunda, bunu ilk olarak Galileo kutlamıştı hani, sıcak balmumu içerek bomboş bir barda.İşte sen, o barda garsondun; sıcak balmumu kadehleri taşırdın, taşkın sevinçleri Latince’ye sığmayan delirmiş bilim adamlarına! Tehlikeli bir küfür olarak öğretti senin adını genç şehzadelere tüm lalâlar. “Bu isim tüm Dünya dillerinde küfürdür”, dediler! “Kimin yüzüne söylesen gözbebekleri kanar! Hangi cengaver delikanlı duysa kılcaldamarları patlar! Ne zaman bir ayaklanma çıksa, mutlaka geri planında afyon yutmuş kör büyücüler onun adını sayıklar!” Ne kadar şeytan varsa göğün kuytu köşelerinden aşağıya inmek için fırsat kollayan, hepsi neşeyle iner yeryüzüne senin gözbebeklerinin kaydırağından. Yer yüzünü yıkamaz çünkü her sabah uyandığında, yıkamaz çünkü yeryüzünü hiçbir şeytan, senin buram buram yalan kokan gözlerin olmasa! Ayyaş İblis her sabah bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde sayıklar saçmalamalarını. “Ben,” der hâlâ etrafına toplanan 77 oğluna, “bir zamanlar en sevgili kuluydum Allah’ın! Meleklerden hiçbirisi hizmetimle yarışamazdı! Cennet önümde yemyeşil bir mısra gibi uzanırdı ve elbette arûzdu hurilerin o yürek çatlatan bakışları! Bir gün, daha tân ağarmadan getirdi zebanilerden biri o kara haberi. ‘Deniz…’ dedi, ‘Sus!’ dedim, ‘Sus anladım her şeyi, anladım küfre dönecek artık kıblemin istikameti!’ Ve o gün bugündür, dudaklarıma değen kevser değil, bu lanet köpeköldürendir. Evet, insanın yaradılışı ilk habercisiydi Deniz’in doğumunun ve ilk habercisiydi Deniz’in doğumu inkârımın ve isyanımın!” Sen; hiç olmadığını bile bile peşinden koştuğum bir tanrıça müsvettesi! Kirpiklerinde şeytan kahkahası getirirdin hep yanıma gelirken,bir de cinayete yatkın intihar süsü gözbebeklerinde. Yüzünde masumiyetin son sınırını andıran bir tebessüm gizlerdin. Ne zaman gelse hayalin karanlık odama, dolunayın gölgesine vuran ölümcül melankoli, boğardı beni sığındığım her masalda! Öyle bir uçurumdu ki Dünya, bu uçurumdan sadece uçarak kurtulabilirdi insan ve kanatlarımdın sen benim, hüzün dolu çığlıklarımın uçuruma vuran aksisedasıydın! Peri pekmezi damlardı senin bakışlarından, ve ürkek çocukluğumun hiç gidilmemiş çocuk bahçeleri.. Buram buram gotik katedraller akardı senin dudaklarından ve bir de çocukluğumun hiç vizyona girmemiş korku filmleri… Senin kana susamış dudakların benim dudaklarımdan duyulmamış kehanetler çalardı, -miş’li gelecek zaman hikayeleri anlatırdı gözlerin, -di’li geçmiş zaman süvarisi gözlerime… Sen; tüm korkak sorularımın sonuna, kanlı soru işaretleri koyan,en kanserojen yanımdın; birbirinden aykırı düş kuruşlarım! Zehirli mürekkep gibi her an biraz daha kanıma karışan yitirilmiş gözyaşlarım. Sen; dudaklarımda pıhtılaşmış gül tadı! Sen;mideme saplanmış, evrenin en büyük ağrısı! Sen,beyaz pelerinlerini yüzümde paramparça eden peri parçası! Sen; her şafak vakti yüzümü yıkadığım, kanlı cam kırıkları.. Sen, avuçlarımda, her baktığımda biraz daha parçalanarak içime saplanan sihirli ayna parçası. Sen,adının her harfinde ayrı bir gizem besleyen yörüngesini şaşırmış dolunay parçam. Sen, beni sensizliğe, kendini hüzne mahkum etmiş intihara meyilli tanrıçam. Sen; hiç olmadığını bile bile taptığım sahte tanrıça! “Afrodit’in Zeus’tan olma kızı,” derdim sana, Zeus Afrodit’le hiç yatmadı oysa! Senin Psykhe olduğun masallarda ben hep Eros’tum . Gösteremezdim sana yüzümü, çirkindim, kimsesizdim! Sonra değişen zaman paramparça etti destansı düşlerimizi. Sana Pollyanna olmak düştü, bana ise Pinokyo rolü uygun görüldü! Sonunda anladım: bir bağımlılıktın sen, her anlatmaya çalıştığımda çizgisiz beyaz kağıtlarımın üzerine ölümün soğuk gölgesini düşüren. Sende, kopamadığım şeyler vardı! Sen; hüzünlü bir intihar serenadı! Sen, şizofrenik bir uzay boşluğuna sonsuz yalan tohumları serpmekten farksızdın benim için. Sen; yedinci semâya açılan tek boyut kapısı! Şiddetli bir buzul çağının ilk habercisiydi sanki, büzülmüş gözlerindeki bakışlar! Ve tarihteki en büyük isyanın başladığı yerdi, gözlerindeki şehvet kokan şehlâ şehir! Ne zaman düşünsem seni, gözlerimden buz damlardı! Ne zaman görsem seni, gözlerimin saçaklarına tutunan buz, erimeden buharlaşırdı! Ne zaman duysam buruk sesini, zaman, zamansızlığın orta yerinde yapışıp dudaklarıma, beklenmedik ölümlerin nemini bırakırdı. Ne zaman seni yazmaya kalksam çizgisiz beyaz kağıtlara, tüm tükenmez denilen kalemler, çektiğim derin acının şiddetiyle tükenirdi avuçlarımda! Ne zaman baksam sana, ağlardın! Ne zaman sana dokunmak için ellerimi uzatsam, anakaradan kocaman bir toprak parçası kopardı. Ne zaman duysam kızgın sesini, şeytan yeni bir kehanetini fısıldayarak vahyederdi kulaklarıma. Bakışların her defasında,havada çarpışan iki savaş uçağı gibi çarpışırdı bakışlarımla! Senin çocuk yüzünün her milimetre karesine yüzyıllardır hükmeden gülümseme ne zaman çarpsa bakışlarımın tuzlu şiddetine, gönlümün tüm uçsuz bucaksız haşhaş tarlalarında 5 yapraklı yoncalar açardı! Sen bir kez gülümserdin, tüm Samanyolu’nda yangın çıkardı. Ne kadar hayvanat bahçesi varsa, hepsinin demir parmaklıkları kırılırdı! Sen bir gülümserdin, özgürlüğüne kavuşurdu tüm Dünya’nın halkları, şehirdeki tüm kızlar evden kaçardı! Senin gözlerinden İsrafil sızardı ve “Suru Üfletmeye Kışkırtma Cemiyeti”ydi, kurucu başkanı olduğum tek kişilik terör örgütünün adı! Senin gözlerinden bir damla yaş düşse, yeryüzünün tüm ırmakları taşardı! Milyarlarca yıldır sabırla bekleyen doğa, bir anda kıyametle tanışırdı! Sen bir kez ağladın mı, benim şizofren bakışlarımda yarasa çığlıkları cirit atardı. Islak bakışların, psikopat bir şair gibi, bakışlarıma durmadan jilet atardı! Parmak-uçlarından Zeus sızardı senin, bakışlarından bakışlarıma durmadan Afrodit akardı! Ve sanki Eros, saçdiplerine kamp kurmamış mıydı?! Saçının her teli, sabahlara kadar kanatırdı avuçlarımı! Bir kez bile dokunamadığım o güzel saçların camdandı! Bir devlet sırrını saklar gibi, bir mücevheri saklar gibi, bir savaştan asker saklar gibi, sakladın bu yüzden benden saçlarını.. Biliyordum; senin saçların camdandı! Bir kez dokunacak olsam, kırılacaktı! Bir kez bakacak olsam, büyük bir sırla çatlayacaktı! Sen; kurbağa prensler diyarının, saçları camdan Rapunzel’i! Göremezdin ki hiç ellerine cam kırıkları saplanmış cesetleri… Bu yüzden hiç kızmadım sana! Ve parçaladım kendimi senden gizlice çaldığım bir tutam saçla.. Kaçmaya çalıştıkça, her girdiğim sokağın çıkmazında karşıladı beni ufacık ellerin! Sırılsıklamdı hep uzun düz saçların ve bembeyaz peri pelerinleri giymiştin! Ellerini uzatıp “Buradayım!” derdin. Göz yaşlarımdan yanaklarıma taşan şelale, en hırçın tsunamilerini yaratırdı evrenin, ve gözyaşlarımın içinde çırpınırken uzanırdı yorgun ellerim senin ellerine. Gülümseyişinde aksi bir şeytan gizliydi senin, tüm günahlara davetkar, asi bir şeytan! Bakışlarında serçe cesetleri saklar, göz bebeklerinde intiharlar beslerdin ve tüm aşklar ölü doğardı cehennemin yamacına dikilmiş göz bebeklerinde. Ve tüm yola çıkan transatlantikler, Deniz denen buzdağına çarparak batardı göz yaşlarımın okyanusunda! Bilinmezliğe açılan bir kapıydı yüzünde sakladığın o sahte tebessüm, çekerdin beni! Çekerdin! Çekerdin! Çekerdin! Bu öyle bir çekim kuvvetiydi ki, Newton görseydi derhal asardı kendisini o elma ağacına; çünkü ne kütle çekim kuvveti açıklayabiliyordu bunu, ne de gravitasyon kanunu! Karşıma çıkan ilk ve tek iç denizdin, bu çıldırasıya dalgalarla durmadan yüzümü döven deli okyanusta! Yalnızlığıma terk edildiğimde bambaşka biri oluyordum çünkü ben. Haykırıyordum çığlıklarla; duymuyordu hiç kimse! Hiç kimse tutmuyordu durmadan titreyen ellerimden... Sen, evrende beni kurtarabilecek tek şey gibi gözüküyordun. Böyle olmadığını bile bile buna inanıyordum! Şizofreni inandırıyordu insanı en olmayacak şeylere bile! Ben, izin vermiyordum ki hayallerime girmen için sana, hiç izin vermemiştim; sen, bir haydut gibi dalıyordun hayallerimden içeri. Beni bambaşka bir dünyaya çağırıyordun. İntiharlara sürüklüyordun beni, intihar sana giden o uzun yolun başlangıcı gibi geliyordu.. Bir kaşık kırmızı öksürük şurubu gibi değiyordu dudaklarıma, senin hiç olmayan dudaklarından sızan sıcak kan! Gerçekten izin vermiyordum ben, düşlerimden içeri girmene! Sen hak etmeyi hiç başaramadığın düşlerimi, hep hack ediyordun. Hayalin, her gece hınçla girip odama, “Bu en ciddi eylemimiz, sakın kıpırdamayın!” diye haykıran eğitimli bir intihar komandosuydu! Ve hayalinin kakao rengi gözlerine ne zaman değse gözlerim, krema renginde acılar akıyordu gözyaşlarımın kanalizasyonundan.. Ne zaman değse ellerim uzun kumral saçlarına, ebedi bir sessizlikte müebbet hapis yattı tüm düşlerim! Senin her kelimen yeni bir acının, hiç dinlenmemiş masalıydı, her gidişin, hiç gidilmemiş bir cehennemin boyut kapısı! Yokluğun, sadece benim inanmadığım koca bir gerçek, varlığınsa benden başka hiç kimsenin inanmadığı masalsı bir yalandı ve AŞKTI ikisinin arasındaki derin uçurumun adı.. Seni tanımlamak için bu kadar çok uğraşmama rağmen hâlâ senin kim olduğunu bilmiyordum.. Sen dediğim, ikinci tekil şahıs zamiri kullanarak tanımladığım, Deniz miydi, yoksa başka biri mi? Bilmiyordum! Yüzü nasıldı sevdiğimin, saçları ne renkti? Bilmiyordum! Bildiğim tek şey durmadan seviyor oluşumdu. Sadece seviyordum! Neden, nasıl ve neyi diye soramadan seviyordum! Beyaz mumdan, dibi delik bir sandala binip, acemi alevlerin dalga sayıldığı bir ateş deniz’ine açılıyordum son sürat! Nereye gideceğimi bilmeden, durmadan eriyerek kürek çekiyordum; ellerimdeki kürekler mumdan, ellerim mumdan, parmaklarım mumdan.. Çekilen tüm bu katmerli acılara inat, sana olan sevgim gittikçe büyüyordu. Daha çok hissediyordum artık acıyı! Rüzgar tüm vahşetiyle okşarken saçlarımı ve sürerken yüzüme kutsanmış ellerini,ben, seni daha çok seviyordum! Ayrıştırıyorken aşkımın üzerindeki kara bulutlar ruhumun DNA'larını bin bir parçaya, ben, sana daha çok bağlanıyordum. Savururken rüzgar beni istediği yöne, ben, sana daha çok yakınlaşıyor ve anlıyordum aşkın kendine bile yabancılaşmak olduğunu. Sonra daha da tuzlanıyordu gözlerimden senin için akıttığım yaşların tadı! Çekilen acılar arttıkça artıyormuş demek ki gözyaşındaki sodyum klorür miktarı! Sevilecek bir yanını bulabilsem, seni sevmekten ebediyen vazgeçecektim! Üstüme büyük bir özenle giydiğim ütüsüz deli gömleğini yırtıp, paramparça edecektim! Ama bulamadım; psikiyatri kliniklerindeki doktorlar sana duyduğum masumane aşka “Paranoid Şizofreni” teşhisi koydular! |
Cevap: HiçLiğim.. Sonunda anladım: bir bağımlılıktın sen, her anlatmaya çalıştığımda çizgisiz beyaz kağıtlarımın üzerine ölümün soğuk gölgesini düşüren. Sende, kopamadığım şeyler vardı! |
Cevap: HiçLiğim.. hayata dair bir sitemdir; topu tutsun diye kurduğumuz ağlar! topu tuttuk; bir hayatı can evinden vururken... hayat bir yokuştu, inişini kaybetmiş nefessiz kalışım bundan. topa tutulurken hayatım; yıkılmaz dediğim kaleleri bir bir teslim edişim bundan... bir kuş cânevinden vuruldu. bir adam kuş oldu; uçmak isterken ağların gölgesinde, ayakları hep takıldı... bütün takılıp kalmışlığı bundan... |
Cevap: HiçLiğim.. uzak diyarların sürgünü, yaslı; kaldırımlarını süslerken derin yalnızlık. aşk; bir yok adı(n) saklarken içinde, terket bu şehri, zaten belki de hiç olmadı... şimdi sürgüne vur kendini, kaldırımları süslerken derin yalnızlığın... yâkûtî bir renge bürünürken gece; aşk can çekişiyor, sen kalabalıklara karışıyorsun... ve fakat; çilekeştir gece. boyarken rengini başka bir renge, ki; gece doğum anğı gibi, acılı ve bir o kadar sancılı bir güne terkedecektir kendini. gecenin hüzünlere boyanmış başka bir renginde; ben hicret ediyorum, sen orada olmuyorsun... aşk; hüsrân ve aşk adına ne sölemişsem hepsi yalân... gelmediysen ve gelemediysen suçu değildir yolların. dövünmek vakti o an ve belki de ağlamaktır; kendini yalanlarıyla boyadığın, yalanlarına adadığın işte hayat! şimdi gözü yaşlı/yaslı; bir yalana daha inanıyorum, sen ağlıyorsun.... dövün; işte yalanlara bezenmiş hayat! bir dönemeç daha uzaklaşıp gitmekte. kim, ne demiş, heyhat; neler söylenmiş? doğrudur her yalan işte bir o kadar gerçek. vefâdır aşk için çekilen her çile ve çilesini kaybetmişse her soluk adımladığın aşk; bir kalemde silip gitme vaktidir o an / ve gözü yaşlı arkana bakarken bana uzaklaşan yollarda, ben herşey oluyorum, sen hiç kimse... bir şair yaşarken de ölürken de hiç kimse’sizdir... ki; bir o kadar kalabalıklardan uzakta yalnızlığa karışan ömrünün her noktasında hiç’liği yazarken bir o kadar herşeye karışmaktadır. şimdi öldürüp gitmek lazımdır aşkı / şimdi terketip gitmek lazım bu şehri / şimdi ölmek lazımdır / belki?... |
Cevap: HiçLiğim.. gecesiyahî yalnızlığında; yokluğun düş kırıkları, paramparça. sersefil düşünceler serkeş; avâre her dem karanlığın kuytusunda ırâk!.. bir şehir artık nasıl ölüyorsa(!) can çekişirken de öylesine canhıraştır. ki, feryatların yankısında muzdarîb çilekeş bir adamdır yorgun, garîb... bir şehir her gün yeditepesiyle intihar senfosinin buruk notalarını çalıyor. belki duymuyorsun / ya da bir şehir sokak sokak nasıl can çekişir / bilmiyorsun... şimdi yüreğim darağacında bir mülteci / ya da esirdir adını anmayan şehirlerin kaçkını. yoksa bir sevda adı yazılmamış / ve varsa bir sevda içinde adın barınmamış; yakılacak birkaç şiir ve bir şair vardır, yorgun, adı anılmamış... LâL mekan; sükût, ve münzevi bir yıldızdır. ya da şiir; yazılmadı(!), LâL... LâL mekânda soyuttur var’lık(!) ki; onun için bastığın yerler ayak izlerine muhtaç / ve tutsak bir yok’luğun çanları çalarken, sükûtun girtabında yok olup gidiyor adın’çin yazdığım bütün şiirler. gözlerin diyorum / yok’lar... ellerim; öylesine titriyorlar ve sen adını yalanlarla boyamış bu şehirde bir o kadar LâL Mekân, bir o kadar hiç kimse’sin / ki; yazık, bilmiyorsun... kaçkınıyım bu şehrin; gecelerinde sayıklarken adını bir hüzün. Lâl Mekânda soyutlaşıyor bütün herşey. artık mülteci bir yalnızlıktır şair; sükûtun girdabında kaybolmuş, birkaç şiirdir, / yakabilirsiniz... ellerim öylesine titrek, gözlerim öylesine gözlerinsiz bir LâL Mekânı seyrederken, bütün düşlerini kaybetmiş, serkeş bir kaldırımsa başkoyduğum, varsın herşey bir yalân olsun. bir şehir yedi tepesiyle; intihar senfosinin notalarını çalarken, içine karışmamış bir adım olsun; yorgun, serkeş, Lâl Mekân. |
Cevap: HiçLiğim.. gecesiyahî yalnızlığında; yokluğun düş kırıkları, paramparça. sersefil düşünceler serkeş; avâre her dem karanlığın kuytusunda ırâk!.. bir şehir artık nasıl ölüyorsa(!) can çekişirken de öylesine canhıraştır. ki, feryatların yankısında muzdarîb çilekeş bir adamdır yorgun, garîb... bir şehir her gün yeditepesiyle intihar senfosinin buruk notalarını çalıyor. belki duymuyorsun / ya da bir şehir sokak sokak nasıl can çekişir / bilmiyorsun... şimdi yüreğim darağacında bir mülteci / ya da esirdir adını anmayan şehirlerin kaçkını. yoksa bir sevda adı yazılmamış / ve varsa bir sevda içinde adın barınmamış; yakılacak birkaç şiir ve bir şair vardır, yorgun, adı anılmamış... LâL mekan; sükût, ve münzevi bir yıldızdır. ya da şiir; yazılmadı(!), LâL... LâL mekânda soyuttur var’lık(!) ki; onun için bastığın yerler ayak izlerine muhtaç / ve tutsak bir yok’luğun çanları çalarken, sükûtun girtabında yok olup gidiyor adın’çin yazdığım bütün şiirler. gözlerin diyorum / yok’lar... ellerim; öylesine titriyorlar ve sen adını yalanlarla boyamış bu şehirde bir o kadar LâL Mekân, bir o kadar hiç kimse’sin / ki; yazık, bilmiyorsun... kaçkınıyım bu şehrin; gecelerinde sayıklarken adını bir hüzün. Lâl Mekânda soyutlaşıyor bütün herşey. artık mülteci bir yalnızlıktır şair; sükûtun girdabında kaybolmuş, birkaç şiirdir, / yakabilirsiniz... ellerim öylesine titrek, gözlerim öylesine gözlerinsiz bir LâL Mekânı seyrederken, bütün düşlerini kaybetmiş, serkeş bir kaldırımsa başkoyduğum, varsın herşey bir yalân olsun. bir şehir yedi tepesiyle; intihar senfosinin notalarını çalarken, içine karışmamış bir adım olsun; yorgun, serkeş, Lâl Mekân.[/quote] |
Cevap: HiçLiğim.. gayb’a dair düşler kuruyorsun; ki umuda dair bütün yeminleri soluyorsun; nuna ve kaleme andolsun, gayba ve kayba dair ne varsa hepsi bizimdir... diyorsun ki; yusuf’u arıyor yakub ince bir gömleğe yüzünü sürmüş; hasretle çiselerken yağmur, yüzünde damla; titriyorsun, ıslak ve ince bir deri içinde... ağlama demiyorum, ağlamalısın; belki de en girift düşleri kurmalısın. gayba ve kayba dair bütün herşey; kurgulayabildiğin kadar senindir... boşalan bir beyin mi; yoksa gitgide dolan koca bir sünger mi; söyle sufi, sıksan ne çıkar içinden; gayba ve kayba dair? haydi; sık, sıkabilirsen... ibrahimi görüyorum; yakan ve ibrahimi bir o kadar ibrahim yapan ateşin içinde. ağaçlar dal dal seyrine dururken; bütün sihirleri bozuyorsun; gayba ve kayba açılan pencerenden... dikenli telleri düşlüyorsun; ya da telli dikenleri... bir soluk seyrederken alemi, bir ağaç kuytusunda; sessizce izle; bir şair, ağaçların fısıltısını dinlemekte... gayb’a dair düşler kuruyorsun, titrerken bir ıslak deri içerisinde; ey dost, bütün girift düşleri -ve cümleleri- kurmalısın şimdi söyle, boşalan ve dolan nedir?.. ibrahimi seyret, ateşin güle döndüğü yerde. yorulduğun yerde otur; ve dinle, koskoca bir ağaç, sana seslenmekte.. |
Cevap: HiçLiğim.. virgülden sonra sonsuzdur hayat’ bir virgül koyuyorum, adımı yazıyorum rengini kaybetmiş duvara. artık sonsuzluğa karışabilirim... bir müzmin yok’sun-luk’tur: her virgül sonrası, sonsuzluğa karışmış bir sûret. adımı kimse anmıyor artık... liman deyince akla hep sevgili gelirdi; - veya belki de direk - virgülden sonra sonsuzluğa karışmış, yitik birer anı(yım) şimdi... artık susuyorum; benimle susuyor gece: karanlıklarını kaybediyor her an. ilmek ilmek büyürken yalnızlığım; bir virgül koyuyorum // herşey kanıyor... |
Cevap: HiçLiğim.. yine, yeniden hiç kimseye- bir garip rüyaya yatıyorum, hayat: -ya da- bir karmaşa serkeş ruhum yollara tutkun, her an kaybolabilirim... bir şarkı söyle bana: içine gülen yüzünü de koy. gözyaşlarım damlarken gözümden; yüzümü silen bir el de sen ol... ölebilirim: bir nefes ol; son yolculuğun adımlarını solurken, gözlerini gözlerimden ayırma, son bir kez bakabilirim... varlığının değil; bugün yokluğunun otuzüçüncü yıldönümü. hayatın bütün ********liğine rağmen, bir mey de senin için olsun: şerefe!... farzediyorum ki; bir oyun oynadık çocukluktan kalma körebe; oysa ki, ben hep ebe’si oldum hayatın; sense kör’ü... bir garip rüyaya yatıyorum, hadi bir şarkı söyle bana. ölebilirim; bir nefes ol. çanlar, yokluğuna çan’larken, farzedelim, bir oyun oynadık; kör-ebe... |
Cevap: HiçLiğim.. ressama kurban edilmiş bir yalnızlık, vadedilmiş toprağın renklerine karışırken, parmak uçlarında hissettiğin nemdir: hayat! sabır; elif-lâm-mîm-râ ve ilk sabır, dudaklarından dökülen tek hece: aşk! ressama ve şaire kurban edilişin, tanrısal muştusu!... ilk kalemi tutuşun; / sesimin tınısı! ağzına aldığın başparmağın, kemirdiğin tırnaklarının ucundaki yokluğum; / kan kokusu… şimdi usul usul yoklarken geceyi, sokaklara yapışmış ceset parçacıkları; senin dudakların kan, senin dudakların öylesine revândır. ilk kalemi tutuşun; / sesimin tortusu. hayvanî bir istektir târumar, geceyi bilmem kaç kez kolaçan edecektir. özgürlük duvara çarpıyor, örtüler bir bir kalkıyor. bedeninin sığmadığı bu cismânî kentte, ruhunun çırılçıplak geldiği odadır / sesimin hiç dinmeyen yankısı; / Lâ sesimin tortusunda hayvânî bir istekle; dinmeyen bir yankıdır çığlığım: “Lâ”… bütün putları yıkıp, önüne gelmişliğim bundandır… yâr, kan kokusuna yapışıp kalmış bir sabırdır şimdi // ki anlatıyorum, yaşamak kadar ölmeye meyilli, bir o kadar isteklidir ölmek için yaşamaya meyilli… vâdedilmiş topraklarda derin bir hüzünle, bütün hüzünlerimi bir ressama kurban ediyorum… aşk, usul usul yoklarken geceyi, sokaklara ceset parçacıkları yerleşiyor… bir sokak fahişesi köşebaşında ekmek kavgası(!)nda, bütün günahlarından ırak… doğacak ilk ışıkla beraber, gündüzü gecesine böyle karışacak, gözlerine birikmiş hayatın ıslaklığında bir o kadar gayb-olmuş!… yaşamın anlamını soruyorum bir sokak fahişesine: birkaç yetim çocuktan bahsediyor, salyaları birbirine karışmış adam(-cık)ların kirli parmaklarının ardından doğacak güneşle beraber, onları kucaklayıp hayata hazırlamaktan bahsediyor! hâsıl-ı kelâm, günahların girift tanımlamalarından uzak düş’lere uzanıyor, mırıldanıyorum: “keşke herkes fahişe (kadar) olsa!”… ve bütün âsî yanlarımla şehrin duvarına yazıyorum: “Lâ”… bir put daha devriliyor, ibrahim kan ağlıyor!… |
Cevap: HiçLiğim.. ısıltı: “aşk; körkütük hayâsızdır artık” yağmurlar nehrederken nehirleri; en büyük keşiftir; / rüzgarda dalganan saçların. ay ışığından koparılmış çakıl taşları varken kalbinin kesik taraflarında. ağaçlar yapraklarını; bir o kadar dökmüştür özlemle; yüzünde(n), bir gül açtı ney kokan nefesinde, iki beden birleşmek isterken, örtüsünü sıyırıp atmış aşk’ta, göğüslerinde bir kemancı eli, Ilâhî melodinin, soluğuna tutunmuş sarhoş yarat(t)ıkları! / kemânî ellerim, / keman çalmayı öğrenmiş,ve artık; / günâha kan kokusu bulaşmıştır… âh vaad; / suya kan kokusuyla yazılmıştır. / ve örtü; / bu kanla sıyrılacaktır. özlüyorum seni; ağacın toprağı - yağmuru özlediği, ve bir o kadar muhtaçlığı kadar. eksik olan bütün yanlarımla sesleniyorum sana; / hiç bu kadar çıplak kalınmadı / ve hiç bir özgürlük / bu kadar esir olmadı. çiğneyip geçerken geceyi, bir ressamın kirli paletini darmadağın ediyorum. bir şairin kalemini kırıyorum / ya da; hayır hayır! / bütün şairleri öldürüyorum / (bir kez daha) uçmak istediğin an; / bütün kanatlarımı sana veriyorum. / işte bütün vaadim budur!.. aşkın körkütük hayâsızlığında; artık bütün örtüler sıyrılmıştır, bütün şairler öl(dürül)müştür… / artık; / od’u da yakabilirsiniz!… ağaçlar derin bir hüzünle dökerken yapraklarını, gül kokmuştur nefesin. yağmurlar nehrederken nehirleri, rüzgârın temaşasındadır altın saçların ve örtüsünü sıyırıp atmış körkütük hayasız aşkta, kemânî dokunuşlardır günaha boyanan yanların… vâd-i hakîkat su üzre, kan kokusuyla yazılmıştır ve sıyrılacaksa örtü, yine kan kokusuyla sıyrılmalıdır… ağacın toprağa özlemi, suyun ağaca özlemi gibidir bütün özlemişliklerim ve hürriyet dediğin şey, en az esaretle eşdeğerdir…geceyi yırtarken, ressamın paleti darmadağın! bütün âsi yanlarımla bir şairin kalemini kırıyor, bütün şairleri öldürüyorum: “katiliniz benim!”… vâd-i hakîkatte bütün örtüler sıyrılmış; od yanmaktadır, od od’a düşmüştür!… |
Cevap: HiçLiğim.. sarhoşum şems kadar, “gel” diyenim en az mevlânâ kadar. ve aşk od’una düşmüşüm, en az mecnûn kadar. yusufun düşlerine gebe uykularım, / ki; / karanlık dehlizlerde, / kardeş ihanetleri kolluyorum! / bir gece, ben de düşebilirim, / kuytu kuyulara… kim o? / kimdir o? ben kimim! / ya, sen kimsin? karışıyor yüzler; bak / dünya tersine dönüyor! / ehrâm-ı cinnet! îsa’nın beşiğine tekrar döndüğü yerde, muhammed’in, halime’nin memesini emdiği yerdeyiz. / ihtimal; / onüçüncü havari de pişmandır artık! gel diyenim mevlânâ’nın şemsî aşkı kadar, mecnûn’um çöle düşmüş kadar. yûsuf kadar özleyen kardeşini ve bir o kadar kardeşi tarafından kuyulara atılanım ki kuyu zindandan öte bir saray ise bir o kadar da kuyuları özleyenim: “bir gün ben de düşebilirim!”… kaybedilmiş yüzler, silüet kalabalık; tepetaklak ehrâm, tersine dünya… kardeş cinâyeti ya da cinâyetin kardeşliği! “âh, pişmanlık!”… |
Cevap: HiçLiğim.. cehennet!… günâha dâvet, aşkın “yan!” hâli…fısıltı: “aşk örtüsü kalkmıştır!” aşk örtüsü, bohem yüzümden kalkmıştır ve doğrudur bütün kuşların öldüğü benimle dönmeni istiyorum. kimselerin görmediği bakışlara / gebedir sûretim fikirlerim ve tümcelerimin hepsi; ana sütünden (g)ayrı, meryem misâli doğurmaktadır, her imgesinde îsâyı. hiç bir satırın girmediği koyun, ve gizli dehlizlerin vedahi dehlizlerim kalmamıştır. nârin ellerimden kayıp giderken örtü(lerin); gül bahçesinde konuktur, aşkın “yan!” hali. / işte bir yanım cennet / ve işte diğer yanım cehennem / cehennetvârî bu yalnızlıkta, / gül bahçesidir soluk aldığın her yer. ashâb-ı kehf’i barındırken içimdeki kalabalıklar; bütün mağaralar benim, bütün kehf-î silüetler benim, kapında bir nefes sadâkat-i kıtmîr, (d)okunmamış en güzel şiir, / benim!… aşk; örtüsünü kaldırmıştır…kimselerin görmediği bakışlara gebe sûretim doğruluyor bütün kuşların öldüğünü, ceylanların bir o kadar kalpsiz ve kör kaldığını… her düşüncede îsâ’yı doğuran meryemdir akıl, bir o kadar olmazların girift yanlarına hapsolmuş… yâr; girilmedik hiç bir koyum kalmamıştır, aşk’ın örtüsünü kaldırıp attığı mânâda, bir o kadar çıplağım işte!… örtü; nârin ellerimden kayıp gitmekteyken gül bahçesine konuk olmaktadır aşkın yan(!)ar dön(!)er hâli… bir yanımın cenneti, bir yanımın cehennemi soluduğu bu cehennet âleminde, işte bir o kadar ârâfta, bir o kadar mağaraların muhammedîsiyim…. kapında bir nefes kıtmîr; “yazılmamış en güzel şiir ben’im!”… |
Cevap: HiçLiğim.. Şimdi sana dair sözlerim diken dilime.... Külden ateşe gidiştir seni her hatırlayışım...Gri bulutlar çöreklenmemişti kentimizin üzerine... Yağmur a çeyrek vardı... Arşivlerde çoğalmış resimlerime ,bültenlere düşmüş ismime aldırmadan yürüyordum,kentin puslu akşamlarında... Aynı yağmurlardan kaçmıştık... Bir hüzün kavşağında bulmuştuk; ateş-sönmez bu sevdayı... Acı vardı ceplerimizde ..Fail-i meçhul umutlarımız... Daha kalın duvarlar örülmemişti gözlerimize....Günler bizim di ,Geceler bizim... bölüşmüştük herşeyi yağmur yağmamıştı günlerimize... Filistin senindi,Beyrut benim...ellerinde taşlarla ,çocuklar koşuşurdu ,gözlerinde... Dağlar benimdi..kentler senin...Bana ulaşmak zordu,sende ise yaşamak... Biz bunu başarmıştık seninle...sevmiştik birbirimizi,dağlarımızı ,kentlerimizi...sevmiştik ülkemizi... Birgün atladın dertleştiğimiz çatıdan...ve gittin sonsuzluğa...kalakaldım kanlı meydanlar ortasında ,bir başıma ...yaralı.. o ölümlü kaza sonrası yaralı kalmışlımla ve morg kapılarında bırakarak seni ,sürgün gittim yağmurlar kentine!!! yoksun yaar!! kaçtığım yağmurlar yağıyor üstüme... Şu soluğuyla tenimi dağlayan,hasret rüzgarlarında...SUS a kesmiş yüreğimin,acısı ve yanıtsız kalmış çağrımın köhnemiş sızısıyla, birbaşımayım... Sesime fidye isteyen duvarların ardında.... Kalın bir duvarla ayıralı beri hayatımı,senden ve yaşamdan... Hiç bir yanlışlığı bağışlamayan bir mezalimlik içindeyim... Ey yaar!! Bilemezsin ne akıllara zarar gecelerdeyim...Bazen kurşun yemiş gibi suskun!! Bazen bombalanmış bir kent gibi çığlık çığlığa!.. Bilemezsin hüznüme isyan zamanlarımı... Çocuklar ölüyor gözlerimin ortadoğusunda..Her metresi başka bir yangın gecelerimin... yoksun yaar! kaldım imlası bozuk cümlelerin arasında... sözcüklerim takarrof marka silahına sürülmüş tek bir mermi... seni düşünmek rus ruleti...şakağımda sensizliğin soğuk namlusu....yüzüm kül!! nerdesin yaaar!! üşü/yorum... |
Cevap: HiçLiğim.. Hüzün yüklü morglarım var benim, sol yanımda. Ağrıyor. Düştü kelepçeli gözlerin, kırılan deli sözlerinin yanına. İçimden fersah fersah kaçışın iç denizine, sancım olur. Benim sancım İstanbul gibidir, biliyorsun… Sayfalara sığmayacak kadar bitimsiz. Coğrafyamı bertaraf eden rüzgâr gibidir yâr … YAR/SIZIM… Susuzluğun en kesif sayhalarındayım… Uzun seslenişlere dönüyor suskunluklarım… Başını alıp gitmiş bir hikayenin peşinden koşarken, düşürdüğüm sözcükleri dipnot düşüyorum eksik günceme… Hangi kıvrımından tutunsam acıdan bükülmüş harflere; Kırılgan İmâ’lar çatırdayarak saldırıyor sanki,içimdeki sancılara… Uzun ve derin camkesiği çiziklerimden kanıyor, anlamı morarmış güncemin önsözü… İç içe geçmiş anlamların karmaşıklığında sıkışıyor,zamana direnen sevdam… ZAMAN/SIZIM… Kekeme yüreğim adını sayıklıyor habire. Adını şerh, yüzünü dipnot düştüm içime! ... Ki yağmur sonrası toprak kokar adın. Hadi ifşa et de düşlerini gökyüzüne. İçsizliğine (h)içleneyim. Al işte; (H)İÇİM… Koynuma doldurduğum insancıl cümlelerin dili sürçüyor… Şizoid bir krizin,arsız ısrarıyla kaybediyorum benliğimi… Öfkeli serzenişler çıkıyor demir kapılarımdan altından,hızla ve yanarak… Savaşlardan bana kalan her şeyi,diğerleri gibi takıp koluma; Yürüyoruz duvardan duvara… Dilime düşen birkaç tanıdık şarkının,no(k)tası konulmamış satırlarını kararlı “ES”lerle no(k)talıyorum… Boğulmuş sesimle , Acı (K)ayıplar afişliyorum şehrimin duvarlarına… (K)AYIBIM… Elimde belki çoktan unuttuğun iki fotoğrafın var. Hangisine baksam (d)üşüyorum yâr.. Akrebin yelkovanı defalarca kez yakaladığı zamanlarda, ben seni ezberimden silemiyorum. Susuyorum / üşüyorum / düşüyorum. Duyumsuyor musun? Soluklarıma sinen kokunu. DUYMUYORSUN … Hapislik gibi atıştıran yağmurlarda,yine hüzünlere gönüllü devriyelik yapıyor,gece yürüyüşlerim…Bahçemdeki sarı ışığın uzayan gölgesinde,sessiz ve yasak yalnızlıklar büyütüyorum kalabalıklara… Hüznün röntgenini çıkarıyorum bilmeden… Hadi ! tut/un bana güneşi ,lekelerim çıksın ortaya…Ya da güneşe tut/un beni… KARANLIKTAYIM… Ölmeyi denedim kendime, ölemedim. Sana gelecek zamanlarda tükendim. Artık gelemem. Ellerim (d)üşüyor. Nefesim tükeniyor. Ne desem duyulmuyor. SEN DUY BENİ EY YAR… Sessizliğin teninden soyamadım çığlıkları…Bu yüzden deliyorum öfkemin ambargosunu…Yine salıyorum yüreğimi,ölümlü kavgaların şiddetli çarpışmalarına… Yalana büyüyen bir çocuğu emziriyor zaman…İnfazlar büyütüyor geçmişimin beşiğinde… SALLANIYORUM… |
Cevap: HiçLiğim.. Binmediğim hiç bir otobüs Beklemediğim hiç bir durak kalmadı bu şehirde Gittikçe azalıyor hayat Neyi erken yaşadıysam Hep ona geç kalıyorum Sana göçüyorum her sonbahar Yolların çıkmıyor aşkıma Unuttuğun yağmurların adı saklımda Seni içimden terk ediyorum Susmaktan yoruldum Kuşlar ve şarkılar bu şehri terk edeli beri Efkar demliyorum gözlerimde yaşlarımı, yanağıma varmadan öldürüyorum Tam sancağımdan yaralıyorum kendimi Alnını yüreğime dayadığın güne bakıp Seni içimden terkediyorum Ne unutacak kadar nefret ettin Ne hatırlayacak kadar sevdin Yıkık bir duvar kadar bile pişman değilsin biliyorum Beni hep bulmamak için aradın Yanılgımdın Yandığımdın Yangındın Sensizliğe yenilmek Sana yenilmekten zor olsada Ardımda bir sürü "belki"ler bırakarak Seni içimden terk ediyorum Şimdi İçimde öldürecek bir anı bile bulamayan İki yarım kaldık Tamamlayamadık bizi Elinden tutamadık yanlızlığımın Saçlarımıda uzaklarına gömdün İçimin mavisi senin okyanusundandı Al! geri veriyorum. Kilitleri hep yanlış kapılara vurdun Devrilmiş vagonlara dönerken gözlerim Sana bensizliği terkediyorum "Yârime uzanmayan bütün dallarım kırılsın" demiştin Aşk içinde doğmuşsa nereye kaçabilirdi? Ne tuaf değil mi? İçimi acıtanda sendin Acımı dindirecek olanda "Ya öldür beni"dedim Ya da git benden İçi bulanık bir sevdanın ucunda Seni kaybettim Aldırmadın aldırmalarıma Bir gecede yakıp yârini Şafaklara sattın ihanetini Küllerime basanlar bile utandı yaptığından İşte soluk bir ömrün son nefesi Benden İçimden Terkediyorum |
Cevap: HiçLiğim.. "Yalnızım çünkü sen varsın" "gel" desen gelirdim gittiğin uzakta bendim dağ gibi bir ihanetten düştüm bu kendime son gelişim ölümbaz öpüşler kusuyorum ceplerime kendimi suçüstü yakalıyorum ve kentsizliğimin isimsizliğini Araz'a uyak düşüyorum gözlerime senden düşler sürüyorum ıslak bileklerim kan bayramına yatıyor bana en büyük tehdit yine ben oluyorum sonra bir durağa yaslanıyorum sonra bir kente ve sen gidiyorsun ben kanıyorum diyorlar ki "kendini dinleme hiçbir şey söylemiyorsun" oysa "gel" desen gelirdim biliyorsun yorgun Haliç'e biraz inat biraz ihanet bırakıyorum ellerinden bir tedirginliği bir tehdidi avuçluyorum aklıma düşüyorsun düşüyorum düşünce üşüyorum azgın hüzünlerle körlüğüme göçüyorum ayrılığın saati kaç geçiyor bilmiyorum yalanlarımla bir hiçlikteyim beni içinden kaç bu kentte her yağmur kendini ağlar aklıma düşsen yalnızlık oluyorum ağzımdaki uykudan öpmüyorsun nicedir nerde kimi üşüyorsun artık kendini yakan bir ateşim kendimize birbirimizden düşler yapamıyoruz şimdi boş duraklara yaslanıyorum boş kentlere oysa "gel" desen gelecektim gün düşlerime dönüşlerimde bakışın içiyor beni gözlerimden gövdemi düşürüyorum güz yavrusu duraklara uzaklığına uzanıyorum sevdiğin sonbahar geçiyor üstümden ama artık hiçbir göğü içmiyorsun dudaklarımdan yıkılıyorum şarkılara "kimseler biliyor" yalnızlık dostumdu şimdi korkum oluyor oysa "gel" desen gelecektim artık her şey kımıltısız bir geceye dönüşüyor güz artığı saçlarımda oynaşan sensizlik göz karana yenik düşüyor en korkak yanlarımdan kendimi yitirdikçe sana gidiyorum göbek çukurumda sobelere karanlık uyutuyorum düş satıcısı ispiyoncu bir ihtiyarın insafına kalıyorum uysal yalnızlıklar satın alıyorum gülüşümle ödeyerek ve içimde yalancı bir katil taşıyorum yeni utançlar biriktiriyorum eski günahlarıma cüzamlı ruhlar cehennemine gidiyorum ben kirli sözlerimi temize çekme oysa "gel" desen gelecektim gözlerim ihanete ihbar taşıyor kuşkulu bir cinayeti fısıldıyor kaşlarına sözü namluna sürmelisin şimdi en yaralı yanımdan vurmalısın beni çünkü uçmak düşmeyi göze almaktır avlunda bıraktığım az kullanılmış intiharları deniyorum ne vakit nikotinli ellerinden yola çıksam susuşuna kan döküyor gözlerim sen gözüne çiğ kaçtı sanıyorsun oysa bilmelisin Araz'ım kimsenin içi görünmez ve hiç bulamadıklarını asla yitiremezsin bak şimdi aramızda sessiz kalıyor söylenecek bütün sözler her sabah akşam oluyorsun alnından ellerine damlıyorsun yüzündeki yağmurla iniyorsun kente içine dert oluyorsun kentin dışına yağmur yüreğinde dağılıyor kristal şehirler duvarların kan öksürüyor ve sen başkalarının gözlerini yüzümde aramamayı öğreniyorsun beni bir durağa yaslıyorsun beni bir kente gidiyorsun oysa "gel" desen gelecektim susmak en inatçısı olmaktır yalnızlığın en susmakta neydi öyle sen en dinlerken biliyorum Araz'ım insan kendini bulmamalı, hep aramalı gittiğin yerden başlıyorum öyleyse gece cinnetlerimi de alıp yanıma denize bakmayı bilmeyenler bir gün mutlaka boğulur işte bundandır gözlerinden kaçışlarım siz hiç yar saçının bir telinden kendinize gurbet yaptınız mı ben şimdi gurbetim içimde taşıyorum heba olsa da senlerce yılım oysa "gel" desen gelecektim ömrümden düşürdüğüm sol anahtarlarına takılıyorum hep ve hayat yüklü kamyonlar geçiyor üstümden şairler ölüdür derler inanmıyorum en karanlık ceketimi giyiyordum ışığa kördüm çünkü şimdi ise güneşe ilerliyorum dirilmek için kimliği paslanıyor eski bir anarşistin gecenin kör gözünden utanıyorum hadi bana en militan kelimelerle saldır batır içime cümlelerini beyhude bir dehşet bırak hak ediyorum gizlilikten ölmek üzere olan bir akrep sızıyor içime can kaybından ölüyorum cenazemde namaz kılacağım zan altındayım yalanıma inanıyorum yorgun söylentiler kanıyor solgun yaralarımdan kırılır mı bilmem hüznümde taşıdığım kin kinim kendime susuşum sana küsüşüm tüm dünyaya üstü kalsın ihanetimin "gel" desen gelecektim yine bir tren geçiyor içimden sen kesiliyorum gülüşümün karşılığı saçların bir rüzgarın öyküsünü taşıyor görmüyorum söylemiyorsun kırılıyorum hiçliğimin etleri yolunuyor şizofrenik bir gecede sana bir öykü çıkarıyorum ağzımdan süsle beni ey aşk geçtiğin yerleri öpüyorum yarısı yanık bir aşkın küllerini taşıyorum dişlerindeki nikotin tadı terkimde sirenler ve ateş hatları içip sesini peydahlıyorum kendimden ve kentimden ıslak ceplerimi buluyorum el yordamıyla yasadışıyım tutukla beni gözlerimden kalemim bitti yitirdi şiirini şuur öldü kanımdaki mürekkep balığı solumdaki sise intihar etti intiharlar bir aşkı kaça katlayabilirdi ki ezik bir yürek yaşamak için geç bir zaman ölmek için ise erken çok davullu bir senfoni sürçüyor dikiş tutmaz ayrılığımda kirpiğinden yapılma bir darağacına geceyi asıyorum yoksun bu yağmurlar ıslatmıyor beni bir durağa yaslanıyorum sensiz gidişinin en sessiz harfinden yırtılıyorum "gel" desen gelecektim oysa kulaklarımdan bordo denizler dökülüyor şimdi herkes biraz sen biraz acı göğsümde bir vagon gizli sözler batıyor fırtınalar çıkıyor üstüme şakağımda intihar acemisi bir şairin delilik provaları arkandan uluyan kapılardan söküyorum kokunu yokluğunu kokluyorum yokluğunu yokluyorum çöz gözlerimi senden hadi ücranda yak bakışımı gözlerine bekçi sevdam dünden ve senden kalmayım içine her düşen kendi keşfi sanıyor seni oysa sen melekleri bile kıskandıracak kadar kendinsin ve kendini acıtmak istiyorsun ama güller kendine batamaz bilmiyor musun "gel" mi diyorsun herkes kendi gördüğüne bakar peki hayatın rüzgarında kime yelkeniz kıpırdamadan duramayız bir aşk boyu hadi en kanadığımız yerden susalım "gel" desen gelirdim "git" dedin ve gittin Aşka... Rüzgara... Ayrılığa... Zamana... |
Cevap: HiçLiğim.. Gece Geçilen Şehirler Işik Seli Gibidir acilar büyütülerek unutulur sevdigim yüzünden kopunca bir buzul çiglik ellerin buz tutmuş iki yarim şarki olur ve ben yoksulluk kokulu bir gidiş birakirim sana beni adresime sorsun esmer bakişlarin dönsen de bulamazsin nasilsa gitsen de kentlerden sakindigim bekçi duruşlarimi ara emaresi boldur sokaklarin sol omuz başimdaki kokundan yakalanirim sokul ki geceme avuçlarin islanmasin saat başlarini beş geçer yelkovanin senle zamansizim amansizim senle büyük susarim kendime yenilirim her kavgada sonra koca agiz bir çocuk olurum bütün trabzanlardan kayarim bütün köprülerden sarkarim yüzüm kente sürülür içime sesin kaçar ben seni aglarim alişmak ölümdür sanki hiç ölmedik tanrinin gögsümüze taktigi bir nişandir ölüm teneşirlere yatiriliyor şimdi ellerim sana uzanmaktan yargiliyim hirçin bir iklimin sir girdabisin seni anlamak kendine çelmeler takmaktir ve kendini affetmesidir her seferinde (bazen beni affedebiliyorum istanbul) zehir yüklü bir mektup var dalgakiranlarimda parçali bulutlu durur sana kent şiirleri biriktirdigim bir gecede çok eşli bir yagmur başlar kentin en dövüşçü çocuklari aglar bilirim dişarida yagmur varsa sen içinde agliyorsundur aglama ki gülmesinler bize bak sen seviyorsun diye var sonbahar her mevsim gelişine söz veriyor saçlarina fisildiyor saçlarina bana bir pencere bile açmadigin saçlarina sensizlige alişmak bir bozgun agirlamaktir içinde biliyorum örtülerine unutma beni çiçekleri takiyorum şimdi yaşama hakkim sana gel de yagmurumdan iç |
Cevap: HiçLiğim.. Gözlerin bir denizdi En derininden İki kez yaşama hakkım yoktu Çıkamadım gözlerinden. |
Cevap: HiçLiğim.. bu sonu önce ben yazdım kimselerin başını bile bilmediği o günlerde ayrılık sevgiyi hissettiğim ilk anda korkum oldu seni bulup bulup yitirdim düşlerimde sonra yeniden buldum yeniden yitirdim bende kalacağın bir yarın kurgulayamadım sevgiyi ve korkuyu birlikte yaşadım bu yüzden bir daha göremeyecekmişim gibi uzun ve derindi bakışlarım her yeni buluşma ilki kadar heyecanlıydı ve sensizlik hep seninleydi... bu sonu önce ben yazdım kimselerin başını bile bilmediği o günlerde bilseydin ayrılığa yazgılanmış bir sevgiye açar mıydın yüreğini takvimden günleri birer ikişer çalmama aylara yıllara yerleşmeme izin verir miydin görüyor musun farkında olmadan ne çok şey paylaşmışız seninle bu sonu önce ben yazdım kimselerin başını bile bilmediği o günlerde hayallerin ardından serüvenlere sürüklendik seninle hiç görmediğimiz ülkelerde hayatlar kurar evler döşerdik kısa vadeler seçerdik hayatlarımızı yenilemeye o gün gelmezdi bir türlü vade dolmazdı birileri çıkar yolumuzu değiştirirdi yeni hayaller armağan ederdi bize çocuk olur kanardık sonuna kadar gidilecek yollar yerine böyle kopuk maceralara tutkunduk seviyorduk bir yaz gecesi dolunaydı bana bakmıştın. bende korkularımı yenmiştim bizden başka inanacak kimsem kalmamıştı yorgunduk kazanmak zorundaydık üstelik adımlarımıza güç verecek sağlam zeminlerden yoksunduk içimiz bir kararsa bir daha güneşi göremezdik birbirimize güvendik, bize aşılmayacak dağ taş kalmadı sandık en güzel günlerimizdi o günler bu sonu önce ben yazdım kimselerin başını bile bilmediği o günlerde sonra her şey değişiverdi umutlarımızı yitirdik kendi ayak izlerimizden yürüdükçe birbirimize dostluğun vermiş olduğu lezzeti üretmekten bıkkın kışkırtıcı huysuzluklardan medet umduk ayrı dünyaları özledik kendi peşimizden koştuk başkaları diye şimdi şarkılar söylediğimiz birbirimizin gözlerinde eriyip gittiğimiz puslu gecelerin kokusu burnumda tütüyor beni beni böyle bir gecede öldürmeliydin bir cennetten bir cennete geçmeliydim itirazım olmazdı sürgünleri bana vermemeliydin. Beni beni böyle bir gecede öldürmeliydin ayrılık çığlıkları kanımı dondururken gemilerimi yakacak çılgınlıklarımı gemleyip kendime ve sana en mutlu bölünmeleri vaat etmiştim benden armağan olacak bütün bensizlikleri reddettin ve ben hiç bilmediğim dokunuşlarınla yüreğimden izlerini kazıdım bu sonu önce ben yazdım |
Cevap: HiçLiğim.. Söyle! Ölüm hangimizin yüzüne daha çok yakışır şimdi? Zaman, ayaklarımızın altında can çekişen otlar gibi yok oldu gitti. Günler geçti. Aylar bitti. Mevsimler bizi terk etti. Düşaltı kaldığımı farkettim. Bu zaman denen uçuruma düştüğüm günlerde gözlerim yavaş yavaş kararıyordu. Düş kırıntılarını sabah kahvaltılarına katık ettiğim vakitlerdi. Ruhkıranlarımda bitmişti. Hatırlamıyordum gerisini. Hani gözümü diktiğim yazılarda 'git artık' ısrarına bir anlam veremiyordum. Bir süre sonra kendimi bir darağacında asılı olarak buluyordum. Ben buradaysam ordaki asılı olan beden kimindi? Ölmemiştim. Katil ben miydim? Gözlerinin içine bakınca dayanılmaz acıyı gördüm. Bir daha da bakamadım. Ah suratında eylül birtiren çocuk... Sen kimsin? Sonra zaman denen mef'um pamuk ipliği gibi çözülmeye başladı. Dursun orada dedim, dursun orada!... Kendime sakladım. Geçmişe yapışmış bir halde dursun orada. Çünkü hatırlamıyorum. Ama hatıladıkça b o ğ u l u y o r u m... Zaman eridi. O adamın dediği gibi: ''İlk ay yalnızlıktı. Kimseyi istemedim. İkinci ay kavruk. Ki hasretle karışık sıcak girdi günlere. Üçüncü ay uzun. Bitmeyecek sandım.'' Dönseydi hesap sormazdım, kendime sorduğum çıkar yollu çıkmaz hesapları. Sonra gelmedi. Gözlerimden silebiliyordum kendimi. Yani nefes alabiliyordum. Bi cigara ile daraltabiliyordum göğüs kafesimi. Dudaklarından habersiz şarkılar söyledim. İçinde 'ne olur gitme' li ağlama nöbetlerinden geçtim. Bilirsin hani dışarısı güzdü. Çocuktu. Gidecek başka yeri olmadığı için Cadde'deydi. O çocuğu ilk gördüğümde çok içerlemiştim. Sonra duydum ki okula gitmek için soğuk bir durakta bekliyormuş. Isınmak için darağaçları büyütüp kendini astığı duraklarda! Ah benim lekesiz zihnim. Bu acıyı doya doya yaşa. İki kişilik hesap yap şimdi. Ve beni kirpiğinden düş! |
Cevap: HiçLiğim.. Senden sonra ilk defa Geleceğimi düşündüm dün gece Düşündüm düşümden düştüğüm O dönüm noktam olan gece Bir hayat vardı bize yaşanması için sunulan Bir hayat vardı geleceği kusursuz olan Gidişinle ne yaşanılacak bir hayat kaldı Ne de uğruna çabalanması gereken gelecek Geriye kalan sadece numarasız sayfalar içinde kendine yer arayan Parça parça bölünmüş anılar arasındaki düş kırıkları… Ne olacaktı benim sonum? Geçmişim miydi tek korkum Yoksa geleceğin getireceği yokluk içindeki Boşluk muydu varım yoğum? Bilinmezler içinde daha ne kadar yol alabilirdim ki, Bir adım atmaya bile mecalim yokken… İşte bunları düş(üm)de düş(ün)düm. Düştüm hesaptan, aşktan olan tüm alacaklarımı Sildim bir kalemde bütün bakiyelerimi Sıyrılmak ister gibi içimde ki bu aymazlıktan Mahşerde tekrar açmak üzere kapadım tüm hesaplarımı. Kaldırdım içimde uyuyan Unutulmaya yüz tutmuş o masum çocuğu, Kaldırdım içimde ki lal olmuş çocuk İçin kullanabileceğim tüm başkaldırışları Artçı şoklar halinde gelen tüm Tümcelerime ait yüklemlerim yeniden öznelerine kavuştular birer birer gizlendikleri yerlerinden çıktılar içimde ki lal olmuş çocuğa hayat verip yaşama sıkı sıkıya sarılmama, düşlerimle yaşattığım sana olan bağnazlığımdan kurtulmama yeni bir sayfadan dünyaya bakmama sebep oldular. Artık cümlelerimde ki gizli öznem değilsin Ve bembeyaz sayfamda kendine yer Bulamayan bir siyah nokta kadar KİFAYETSİZSİN… |
Cevap: HiçLiğim.. bu yuzden bu sekilde ... |
Cevap: HiçLiğim.. Eğer aşık olduysan sevgiye dönüşmesine izin verme.Şundan adın gibi emin olki aşk nasıl sevgiye evrimlesmişse sonra da nefret olacaktır.ne gereği varki sonunda bitecek ... |
Cevap: HiçLiğim.. Ömür boyunca aramak.. Yalnız seni aramak. Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar? Seni arıyorum ya. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı… Beni bekliyorsun ya da bir başkasını, bir başkasını. Hiç gel demeyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum. Git bu şehirden haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgârların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim yine kaç. Başını al, açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya! Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara kadar aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünden bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı, kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı. Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika’dan getirip bir kâğıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya’da olmalı, dudakların Çin’de. Gözlerin Hindistan’da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya’da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım. Yine de bir yerin eksik kalmalı. Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım. Ve tam seni tamamladığım anda ölmeliyim ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN |
Cevap: HiçLiğim.. Günlerdir 2 demir lirayı elimde çevirip duruyorum. 2 Türk lirası... Bazılarınız yere düşse eğilip almazsınız. Para üstü olsa aldırmazsınız. Harçlık diye, bahşiş diye, sadaka diye verilse surat asarsınız. Hepi topu 2 lira.... * * * 6 Şubat gecesi Şanlıurfa'ya çok yağmur yağdı. Ceylanpınar Tarım İşletmesi arazisi içinde bulunan Çırpı Deresi taştı; üzerindeki stabilize geçişi tahrip etti. O geçişten bir kamyon geçmeye çalışıyordu o gece... Kamyonun kasasına 44 kişi binmişti. Çoğu kadın ve çocuktu. Tarım İşletmeleri çiftliğine, koyun sağmaya gidiyorlardı. Kamyonun şoförü yolun çöktüğünü fark etmedi; araç Çırpı Deresi'ne uçtu. Kasadaki 44 kişi dereye döküldü; sürüklendiler. Kamyonun kasasına tutunmayı başaran 33 kişi kurtarıldı. Kurtarılanlar Ceylanpınar Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Sel sularına kapılan 2 işçi, Elma ve Hacer Kaya öldü. Halil, Ahmet, Emine ve Anuç Ete kayboldu. Zehra ve Hatun Kaya kayboldu. Naile Çorak, Fatma Merç, Halfe Ayberk kayboldu. Adları ilk kez haberlerde duyuldu. * * * Gece, arama kurtarma çalışmaları başladı. Dalgıçlar sabaha kadar derede işçi aradılar. Derenin Suriye tarafında da Suriyeliler çalıştı. Sonuç alınamadı. Kazayla ilgili olarak Ceylanpınar Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Çiftlikte süt sağımı işini yaptıran müteahhit Celal Ulukaya gözaltına alındı. Bu gözaltının nedeni, kurtulan işçiler konuşunca anlaşıldı. Kazazedelerden Halil Ertuğrul 10 yıla yakın süre bu işi yapmıştı. Çiftlikteki sağım işinden günde 2 lira kazanıyorlardı. Ertuğrul, "Niye çalışıyorsun o zaman" sorusuna kısa bir yanıt verdi: "Mecburum. İş yok." * * * Günde 2 liradan ayda 60 lira... 44 işçiyi Çırpı Deresi'ne sürükleyen, 11'ini yağmur sularından bir selde boğan ekmek kavgasının bedeli bu... İşsizlik illetine düşmüş fukaraları "Hiç yoktan iyi" tesellisiyle kandıran müteahhitlerin ucuz işgücüne biçtikleri değer... 2 demir lira... Günlerdir elimde çevirip durduğum 2 metelik... 2 paralık hayatların can pahası.. Harçlık isteyen çocuklara bu yazıyla birlikte veriniz. Hayat dersi niyetine!... Can DÜNDAR |
Cevap: HiçLiğim.. Bitanesin... |
Cevap: HiçLiğim.. Kim benimle,ben kimdeyim?... İçinde bulundugu günü yaşayanların,yarına hayalleri olmaz..Aksine,yarınların agırlıgını hissedenlerin umutları,hayalleri vardır.. İnsanlar.. Kendi oluşturdukları bu dünyanın bulanık ''gerceklerine'' öyle inandırırlar ki kendilerini,acımasız sistem dışındaki asıl gercekten,kalabalık bir yalnızlık içinde bihaber sekilde erir giderler.. O kargasa ve kendi inançları içinde,muallakta kalmış seçili birkaç kişi sadece.. Kaçı,kendilerine sunulan gizli fırsatı digerlerinden ayırtıp fark eder? Peki fark edenlerden kaçı,bu fırsatı ellerinin tersiyle iter? Kimin derdi daha büyük?.. Bu soru öyle mesgul eder ki onları,sonunda degerlerini ve inançlarını yitirmeye başlarlar bi bir.. Peki kaçını sarar pişmanlık duygusu?Oysa ayaklarına kadar gideriz!.İyice yanlarına sokuluruz..Uyandırmak için önce kulaklarına fısıldarız,anlamak istemezlerse yüzlerine haykırırız.. Peki kaçı açar gözlerini sizce? Sahte yüzlerin arkasına gizledikleri yürekleri isyan eder de haykırır bir gün..İşte o çıglıgı duymamızla başlar savaşımız..Ta ki;sahteliği çıglıgını bastırana dek.. Git diyene ısrar etmek degil işimiz..Griyi yaşamakta ısrar eden bencil ruh,gücümüzü kırmak isteyecektir..Ya bir yerde 'gercekten' pembeyi isteyenler varsa?Bunu neden yapıyoruz.. İşte bahsettiğim ruha yakışır bir soru!..O gün geldiğinde;bizi tanımladıklarında alacaklar bu sorunun yanıtını.. Bizim hiç mi derdimiz yok!..Hayatımızın akışı hep pozitif yönlümüdür? Bizlerin,onlardan büyük farkı;sıgındıgımız ve savundugumuz inançlarımızın oluşu.. ''Kim benimle,ben kimdeyim?'' sorusuna kaçmadan,yiğitce cevap vermesini bilmeliyiz ve görmeliyiz.. Ne istedigini bile yiğittir,kılıcı keskindir..Karsısındakini üzer ya da sevindirir.. AMA.. CANA ZULÜM YAPILMAZ,GÜNAHTIR!! |
Cevap: HiçLiğim.. ucundan yakaldık-tı. tamda gidiyorduk,derken onlar geldi, iyi ki geldiler. savurgan bir esintiyle-bilmeden kaçtığımızı, kendimizden- soluyorduk kendimizi. İz-ler oldu/k, gözler oldu/k, renkleri kör ettik bazı zaman. Rol dağılımında figüranlara başrol veren kahramanlardık sahnenin ardında oyunu yöneten. yeni yeni bildik,zamanın bize öz-deş, içremize sırdaş olduğunu.zam-mı önemsiz, an olsun,o ânı dolu olsun.Günü gün yapan, geceyi gece yapan, ikisini aralarında harmanlayıp bize katan zan...Artık kilidini açıyorum, serbestsin... eskitiyorum seni, ardıma düşürdüm kimliksiz sevmelerini. suyunu sele katıp, çamurlarından suretini yapacağım, tebessümün selin izi. sana her seslenişimde yeni yüzler,yeni senler doğacak, hepsi bir ateşe tâlip söndürmek için sahte güneşleri. sen, tüm isimleri biriktir, sonra, sadece "sen"i seç.diğerleri "seni" bilsin adına yakışır bir bilişle. kelimelerde hayat büyüten kadın, kalmalar seni güçlü kılacak, başlıklar, içinde birikmiş "sen"leri barındırıyor; daha neler birikecek oysa. ... gecesiz gülüşler hepsedelim mesela cam faanusa bu defa.her sabah içtimâ alıp 7/24 hizmete sunalım çehremize...ve hergün birazcık hüzünle besleyelim,ciğerlerine dolan oksijenin kıymetini bilsin, gülüşü sebepsiz olmasın diye.hayır amacım yazıya hüzün katmak değildi, hüzün delisi değilim çok şükür, yaşamanın kıymetini bilmeli diyorum sadece...ve hüznümüz olgunlaştığında zaten tebessümle uğurlanacaktır konakçı yüreklerimizden... |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 05:03. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO
Copyright ©2004 - 2025 IRCForumlari.Net Sparhawk