IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 23 Temmuz 2008, 04:02   #11
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Paul Herriot'ya Verdiği Mülâkat"
''Türkiye'nin Rum Patrikhanesi içini arazisi üzerinde bir sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var?''

Paul Herriot'nun 26 Aralık 1922'de gazetesine çektiği telgraf:

Ankara'ya varır varmaz Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan istediğim görüşmeyi yapmak fırsatını elde ettim. Saygıdeğer kişi beni Çankaya köşkünde kabul etme alçakgönüllülüğünde bulundu. Verdikleri bu önemli demeci geleceğe aynen bildiriyorum.

Mustafa Kemal Paşa hazretleri sözlerine şöyle başladılar:

'- Türkiye'ye karşı daima iyi niyetler beslemiş olan Fransız kavminin Türkleri, içinde bulundukları savaştan çıkmış görmek arzusunda bulunduğuna ve Türk isteklerinin haklı ve mantıklı olduğunu kabul ettiğine içtenlikle eminim. Bununla birlikte Lozan'daki delegelerinizin seçtiği hareket çizgisinden derinden şaşkınım ve bu delegelerin memleketiniz kamuoyunun gerçek temsilcisi olduklarına inanamıyorum.

Delegelerimiz hiçbir yeni istekte bulunmadılar. Kendilerinin istekleri memleketimizin yaşaması ve bağımsızlığının sağlanması için gereken koşulların en alt düzeyini içermektedir.

İstanbul ve Marmara denizinin güvenlik ve saldırı dokunulmazlığı hakkında gerekli güvence verilmek koşuluyla Boğazlar serbest geçişini en önce öneren biziz. Bugüne kadar bunu yapmadılar. Bu uygulanabilir güvence talebinde bulunduğumuzdan dolayı bizi ciddi olarak hatalı bulamazlar. Bugün bizi Lozan'a davet eden kişilerin konferansın açılmasından önce İstanbul'un bize iade edileceğine söz veren insanlar olduğunu anımsarsak bu söz verişin bize iyi niyetiyle yapılmış olmasından şüphe etmeye başlıyoruz. Çünkü İstanbul'un esenlik ve güvenliği için gerekli olan koşullar hakkında bugün bizimle pazarlık yapılmak isteniyor. Yine de bu konudaki fikrimi açıklamayı Boğazlar konusunun çözüldüğünü öğreneceğim güne erteliyorum.

Kapitülasyonlar

'Fakat şimdiye kadar Lozan, bize beklenmeyecek ve şaşkınlık verici diğer manzaralar da hazırlamaktan geri durmadı. Kapitülâsyonların konferansta birçok toplantıları işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu meselenin söz konusu edilmesi ve görüşülmesi bile millî gururumuza yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece nefret edilecek bir şey olduğunu size anlatmayı başaramam. Bunları diğer şekil ve adlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeye başaracaklarını düşünenler ve hayal edenler bu noktada pek çok aldanıyorlar. Zira Türkler kapitülasyonların devam ettirilmesi kendilerini pek az bir zamanda ölüme göndereceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa son nefesine kadar mücadele ve çaba göstermeye azmetmiştir.

Ümit ederim ki bizimle barış yapmak istediklerini açıklayanlar bakış açılarında ısrar etmeyerek, bu meselede Türk milletinin azim ve iradesi zararına yürümenin olanaklı olamayacağını anladıklarını yakından göstermeye cesaret edeceklerdir.

Bir arabozucu ve ihanet ocağı bulunan, memlekette ayrılık ve uyuşmazlık saçan, Hristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa sebep olan ve felâket olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli kuruluşu memleketimizde bulundurmaya bizi mecbur etmek için ne gibi gerekçe ve sebepler gösterilebilir?

Türkiye'nin Rum Patrikhanesi içini arazisi üzerinde bir sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının gerçek yeri Yunanistan'da değil midir?

Dünyanın unutmaması gereken bir önemli nokta daha vardır: Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmekte olan yeni Türkiye, taht hükümeti idaresindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve onurunu, güç ve kuvvetini anlamış ve hukukunu korumak için varlığını tehlikeye atmaya da hazır ve emrindedir.''


PAUL HERRIOT
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 2 Ocak 1923)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Alt 23 Temmuz 2008, 04:03   #12
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın İzmit'te İstanbul Gazetecilerine Verdiği Mülâkat"

'' Olaylar ve tarihî deneyimlerimiz, milleti koyun sürüsü halinde kuralsız, çıkarların peşinde sürükleyen idarelerin kalmadığını göstermiştir.''


İzmit - Gâzi Başkumandınımız dışişleri ve gelecekteki ulusal çalışmalar konusunda kendilerinden açıklama almak üzere İzmit'e giden sabah gazeteleri yazarları ile Akşam yazarını kabul ederek aşağıdaki açıklamada bulunmuşlardır:


''- Bu amaca yarayabilecek iki ayrıntılı konuşma yapılmıştır. Elbette ben de İstanbul'un kıymetli basın mensupları ile böyle bir görüşmeye neden olduğundan ötürü fazlasıyla memnun bulunuyorum. Memnuniyetimin en önemli nedeni, bence de doğal olarak uygun bir istektir ki benim ve çalışma arkadaşlarımın iç ve dışişlerini nasıl görmekte olduğumuzu ve geleceğe ait ulusal sorunlarımızın nasıl olması gerektiği düşüncelerimizi bütün millet ve dünya bir an önce bilsin. Bunu sağlamakta bütün basın olduğu gibi, çok önemli olan İstanbul basınının yerine getireceği görevin derecesi kolaylıkla anlaşılabilir. Gerçekleşen bütün görüşmelerde adı geçen üç temel dayanak üzerinde çok ayrıntılı ve hattâ tartışmalı fikir alışverişi edildi. Ve benim arzu ettiğiniz her nokta ve bütün ayrıntılar üzerindeki açıklamalarımı dinlediniz, bu şekilde öğrendiğiniz konuların birkaç kelime ile özetini yapmak gerekirse denilebilir ki:

1- Millet üç buçuk seneden beridir göğüslediği zorluk ve özverilerinin belirgin ve olumlu sonucunu görmekle, izlenen hareketin kesinlikle mutluluk hedefine ulaşacağından emindir. Bugünkü başarıları mutlaka belirleyip ve onaylatmak için gerekli gösterilirse, şimdiye kadar olduğundan daha geniş bir kararlılık ve güvenle özverilerini ve çabasını sürdürmeye hazırdır. Milletin mutlaka barış veya mutlaka savaş arzusu gibi, başlı başına bir kesin ifadesi yoktur. Millet geleneği belirgin bir özeliğinin ifadesini kullanmaktadır: ''Hayırlı olanı isteriz!'' Hayırlı olan, bizi şimdiye kadar yararlı ve esenliğe ulaştıranların hükmedecekleri tarzdır. Milletin bu ifade ile kastettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükûmetidir. Bunların düşündüğü biran önce barışı sağlamaktır.

Buna milletin ve memleketin gereksinimi olduğu kadar bütün dünyanın kesin gereksinimi vardır. Bir kere savaş durumu sürmekle önce millî arzuyu yerine getirememek, ikinci olarak dünyanın huzur ve rahatına engel olmak gibi sorumlulukların sahibi olmak doğru olmadığı gibi özellikle bu ün bütün içtenlikle çabalayarak barışı elde etmek için her türlü önleme girişmek demektir. Ve bütün kalbini ayrıcalıksız dünyaya açık olarak göstermeyi sağlamaya çalışmaktır. İtilâf devletlerinin bu gerçeği anlamamalarına olasılık vermemektedir. Eğer devletlerin ve milletlerin konferanstaki temsilcileri bu toplantıya aykırı harekete devamda ısrar gösterirler ve insanlığın ve uygarlığın can atarak beklediği barış sözleşmesini sonuçsuz bırakırlar ise Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti bundan çok üzülmüş, etkilenmiş olacaktır. Bu insanî üzüntü kendisini elbette yetersiz ve kararsız kalbe uğratmaz. Üç buçuk seneden beri elde edilmesi uğrunda katlanılmadık özveri kalmayan en temel millî hukukunu ne olursa olsun elde etme ve sağlamaktan oluşan görevin, yine bütün milletin yeteneğine, gücüne, kararlılığına ve kendisine olan güven ve inanışına dayanarak şimdiye kadar olduğundan daha büyük bir çalışmayla yerine getirmeyey devam edecektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin utkulu orduları yeni zaferler elde etmeyi aşkına doymuş değildirler. Fakat bu zafer aşkı milletin esenlik ve mutluluk sağlama aşkından doğmaktadır. İkincisinin olması, birinciyi olmuş saydırabilir.

2- Hükûmet savaş durumu ve bekleyişin devamına karşın milleti, şimdiden yeni şeklimizde idarenin üzerine aldığı gerçek çıkarlardan yararlandırabilmek için gereği gibi çalışmakta, yeni bir girişim almakta veya yeni bir girişimin temellerini düşünmektedir. Memleketin en ücra köşelerinde bile huzur ve halk düzeni o derece temin edilmiştir ki bunu geçmiş zamanın en durgun bir devresindeki durum ile karşılaştırmak yersiz olur. Herkes güvenle ve özellikle çok büyük ümitlerle tarlalarında veya sanatları başında faaliyete geçmiş bulunuyor. Ve çalışma ve gayretlerinin kendilerinden izinsiz aşınmayacak ürünlerinin devşirilmesinden emindirler. Ekonomi, eğitim işleri, sosyal yardım himmetleri şimdiden görülebilir yeni sonuçlar vermiştir. Ziraat mektepleri mevcut olanlardan başka Bursa'da, Balıkesir'de, İzmir'de, Adana'da, Erzincan'da beş mektebe sahip olmakla arttırılmıştır. Savaşın ve yenileştirmenin durgunlaştırdığı ziraat bankaları yeniden çalışır hale konmuş ve birçok şube açarak halkın yardımına koşmaya başlamıştır. Birçok sığınmacı ve göçmenler gönenç ile orantılı yerlere gönderilip ve yerleştirilmiştir. Bunun daha iyi sağlanması için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir. Köylülere önemli miktarda (2 buçuk milyon liralık) tarım alet ve parçaları çiftçiye paylaştırılmış ve bu konudaki dağıtıma devam edilmektedir. Ayrıca köylülere alet ve parçaları tarıma vermek ve bunları gerektiğinde tamir etmek için sermayenin yüzde yetmişine katılacağımız bir şirket ile anlaşılmak üzeredir. Bu, çiftçilerin çok memnuniyetini ve çıkarlarını sağlayacaktır. Bayındırlık girişimi yakında eyleme çevrilebilecek ümit verici bir yerdedir. Bunun sonucunda memleketin bütün önemli merkezleri bir diğerine az zamanda demiryolu ile bağlanacaktır. Mühim uygarlık hazineleri açılacaktır.

Memleketimizin baştan sonuna kadar harap görüntüsünü bayındır duruma çevirmekten oluşan amacın temel taşları her yerde gözleri sevinç içinde bırakacaktır. Çalışmak ve mutlu olma gereksinimi bulunan bütün halkımız için, işler için geniş ve emin çalışma alanları davetlerini yapmakta gecikmeyecektir. Memleketi kalkındırmak ve milleti mutlu etmek için düşünülen ve girişilen bütün bu işlerde izlenecek programın esas noktalarına fiilen girişilmiş kabul edilebilir. Özellikle ekonomik çalışmaları dayandıracağımız esaslar her türlü bilgiyle beraber özellikle doğrudan doğruya memleketimizin topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini dinlenerek belirlenecektir. Sanayi ve ticaretimiz için dahi aynı görüşmeler yapılacaktır. Bunun içindir ki şubatın on beşinde İzmir'de belki beş bin kişinin toplanabileceği bir kongre yapılacaktır. Bu kongre bizzat millete ve bir taraftan da diğer milletlere anlatacaktır ki yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün dahi güç aldığı ekonomiyle kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı ele geçiren bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye devleti bir ekonomi devleti olacaktır ve bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde çok az zamanda kurmak konusunda Japonlardan az yetenekli olmadığını eylemsel olarak kanıtlayacaktır.

Bu saydığım ekonomik girişimler ve sanayi içinde söz ettiğim şirketlerin, bağımsızlık ve milli egemenliğimize saygılı milletlerin güvenle hükûmetimizle ilişki kurmaları ve kanunlarımız çerçevesinde anlaşmaları ile faaliyete geçebileceklerini söylemeye gerek yoktur. Gerçekten memleketimizi az bir zamanda kalkındırmak için milletimizin gayri kâfi sermayesi karşısında dışarıdan gelen sermayesinden, araçlarından, uzmanlığından yararlanmak gerçek çıkarlarımızın arasındadır. Hükûmetimiz, açıklanmasına gerek olmayan temellerin uygulayıcısı kalacak olan her devlet ve millete karşı bu konuda güven ve içtenlikli durum takınacaktır.

3- İçinde bulunduğumuz durumda çok kuvvetli olmamızı sağlayacak ve gelecekteki girişimlerimizde mutlaka başarılı olacağımızı bize söz veren durum, milletin yenilikler ile ve mücadele ile kurulmuş olduğu bugünkü hükûmetimizin şekli ve temel içeriğidir.

Hükûmetimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti millîdir, tamamıyla maddîdir, gerçekçidir. Boş idealler arkasında o ideallere varmak için değil, fakat ulaştırmak hayaliyle milleti kayalara çarparak, bataklara batırarak, en nihayet kurban ederek mahvetmek gibi cinayetten çekinen bir hükûmettir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının ilkesi şu iki esastır:

1- Bağımsızlığı tam, 2- Kayıtsız şartsız Milli egemenlik.

Birinci ilkenin ifadesi ''Misak-ı Millî''dir. 2'nci ve yaşamsal olan ilkenin açıklaması ''Teşkilât-ı Esasiye Kanunu''dur. Millet, Misak-ı Millî'nin anlamını seçkin evlâtlarından oluşturduğu kahraman ordularıyla fiilen elde etmiştir.

''Teşkilât-ı Esasiye Kanunu''nun asıl ruhu ise, bu kanunun kitaplara geçmesinden önce, milletin bilincinde ve vicdanında toplanmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu Meclise verdiği ilk görev ile, ve senelerden beri hükümleri fiilen uygulaya gelmekte olmasıyla ve en sonunda kanun şeklinde dünyanın gözleri önüne koymasıyla yerine getirilmiştir. Hâkimiyet şartsız milletindir.

Olaylar ve tarihî deneyimlerimiz bize milleti koyun sürüsü halinde, kuralsız, arzu ve tutkuların ve hiçbir şekilde tatmin edilemeyen çıkarların peşinde sürüklemekle mahvını sonucuna varmış yeni nitelikler getiren idare tarzlarının artık memleketimizde yöresel uygulamalarının kalmadığını göstermiştir. Millet hâkimiyetini değil, hâkimiyetin bir zerresini dahi başkasına terk ve vazgeçmeni gerektirecek felâketin, yıkıntının zararını, kederini her an kalp ve vicdanında hissetmektedir. Zaten iradenin ve hâkimiyetin parçalanamaz ve bölünmüş olunduğunu bilimsel ve gerçekçi düşündükten sonra böyle bir görüşün eyleme geçirmeye kalkışmak ancak kuramsal ve yapay bir işe zorunlu olmadan girişmekten başka bir şekilde yorumlamak olanaklı değildir. Millet ve memleketimiz için ise bu zorunluluk ortadan kalkmıştır. Çünkü milleti bağımsızlıktan yoksun eden engel milletin kaynama ve coşmasıyla biraz zahmetli ve fakat sonucunda başarılıyla ortadan kaldırılmıştır. Yok olmuşun diriltilmesine kalkışmak ise doğal olarak imkansızın olası olduğu zan ve saçmalığında inat olur.

Bu, dik kafalıların ki milletin çektiği acıyı bilerek veya bilmeyerek istekli olanlar, gerçek pişmanlıklarını ve acının zararını gerektirmesinden başka bir sonuç vermez.

Artık millete karşı namuslu, açık, kaçınılmaz gerçeği açıklayanlar çoktur. Milletimiz ise iyi niyetli ve gerektiğinde uygulamaya çok uygun ve yatkındır. Bu doğuştan gelen yeteneği kanıtlamak için yakın tarihin bile verebileceği örnekler boldur. Felâketini anlayan milletimiz, ne İslam şeyhlerine gereken dindir diye irticayı davet eden fetvalarına, ve ne de halife ve padişahın camilerden çalınan ayet ve tekrarlanan hadisler ile süslenip ve yaldızlanmış sancakları başlarında taşıyan hilâfet ordularına ve ne de milli mücadele süresince hiçbir şey elde edilememsinden başka büsbütün yıkıntı ve çöküntünün nedeni olacağını söylemekle milleti bağımsızlık ve egemenliğinde kabul edilir kılmaya güç harcayan Osmanlı hükümetinin hatalı çalışması cahilcesine ve en sonunda uçakları ile halife ve padişahın bildirilerini savaşan ordumuz saflarına atan ve halife adına hareket ettiğini söyleyen Yunan ordusunun aldatmalarına zerre kadar ilgi göstermedi; gösteremez ve göstermeyecektir. Özellikle bundan sonra kesinlikle gösteremeyecektir.

Çünkü bu millet asırlardan beri bu gibi gericilerin, cahillerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin, sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkûm çıplak ayaklarıyla ve çıplak vücutlarıyla çamurların, karların, yağmurların amansız şamarları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.

4- Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti, memleketin bütün vicdanlı ve namuslu aydınları, millete ve memlekete karşı önce bu millet ve memleketin birer evlâdı olmasıyla, sonra bağlı oldukları toplumsal grupların dünya uygarlığında derecesini yükselttikçe bunun kendileri için ne derece gereken onur ve mutluluk olacağını düşünmekle kendilerine yönelik görevin memleketi ve milleti uygarlığı insanlık gereklerinin zorunlu kıldığı olgunlaşma düzeyine getirmek için bütün varlığıyla her türlü çalışma şubelerinde en doğru yolları aramak ve bulmak, bunun en doğru olduğunu millete anlatmakla beraber üzerinde hızlı ve geniş adımlarla yürümeyi ve bütün milleti yürütmeyi sağlamaktır. Bunda başarının gerektirdiği nitelikleri düşünerek, bu niteliklerde var olanlarını yararlanılacak seviyeye koymak ve bulunmayanları bulmaya çalışmak konusundaki çabanın ne kadar ciddî olması gerekeceğini anlıyoruz. Milli Hedef belirlenmiştir. Ona ulaştıracak yolları bulmak zor değildir, önemli olan, çetin olan o yollar üzerinde çalışmaktır. Denilebilir ki hiçbir şeye gereksinimimiz yok. Yalnız bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak! Sosyal hastalıklarımızı incelersek asıl olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık keşfedemeyiz, hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı iyice tedavi etmektir, milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan bolluk ve mutluluk yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.

5- Ayrıcalıksız bizim milletimizin bireyleri çalışmaya isteklidir. Fakat harcanan mesaiden âzami istifade, sa'yde tatbik olunan usul ile mütenasiptir. Evvelâ usullerimizi en çok semerebahş tarçz-ı medenide tesbit etmeliyiz. Bir de mesai müteferrik çalışma çeşitli) oldukça netaciyi (sonuçları) o mesainin muhassala halinde vereceği neticeden çok dündur (aşağıdır). Bunun için milletin ihtiyacat-ı içtimaiyesini ve mazideki zararlarını tatmin ve telâfi edebilecek (giderebilecek) en mâkul programı tesbit etmeye mecburuz. Program bütün milletçe tatbik olunmalıdır. Bu ancak bir teşekkül-ü siyasî ile mümkün olur.

İşte bu gerçeğin gerektirmesi ve zorlaması üzerinedir ki, bütün sınıfları bir diğerine ayrılması olanaksız çünkü çıkarları bir diğerinden ayrılmayan, halkımızın ortak ve genel olan yararlarını ve mutluluğunu sağlamak için ''Halk Fırkası'' adı altında bir parti kurulması düşünülmektedir. Fakat millî ereklerimizden çok kişisel çıkarlar temeline dayanan siyasî örgütlerden ve bu kuruluşların aldatmalarından, çatışmalarından doğmuş olan tarzların hala cezasını çekmekte olan milletin aynı nitelikte birtakım faydasız uğraşlara yöneltmek kadar büyükten günah yoktur.

Mondros Ateşkes hükümlerinin haksız ve adaletsiz bir şekilde fiilen bozulmuş olmasından bütün memleket için çok felâketler doğmuştur. Bu felâketlerin en korkuncuna sahne olan yerlerden biri de İstanbul'dur. İstanbul yalnız yabancıların saldırısına, baskısına ve aşağılatmasına göğüs germemiştir. İstanbul aynı zamanda asırlardan beri milletin başında taşıdığı bir tacın ve onun aracılığıyla da kederle ağlamaklı olmuştur.''

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:03   #13
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Şükrü ve Grace Ellison'a Verdiği Mülâkat"
''İrticacı fikirler besleyenler belirli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar.''

"Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Şükrü ile Görüşmesi"

Reisicumhur hazretleri, Ankara'yı ziyaret eden Tercüman-ı Hakikat baş yazarı Ahmet Şükrü Bey'e aşağıdaki açıklamada bulunmuşlardır:

'- İstanbul'un saf, samimî ve alçakgönüllü kütlesine gönülden borçluyum. En zor dakikalarımızda kalbimiz onlarla beraber çarpmıştır. İstanbul ahalisi son senelerde çok kederli ve felâketli dakikalar geçirmişlerdir. Her zaman mâsum insanları baştan çıkarmak için uğraşanlar olmuştur. Böylelerinin sözlerine kulak asmamak, onlara verilecek en iyi cezadır. Mücadele hayatımızda acıklı dakikalar yaşadık. Emin olunuz ki hiç kabahati olmayan masumların haksızlığa uğraması kadar beni üzen bir olay yoktur.

Cumhuriyet fikirlerin serbestliği taraftarıdır. Samimi ve yasal olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her düşünce bizce saygındır. Yalnız karşıtlarımızın insaflı olması gerekir.

Memleketimize şöyle pamuk ipliğine bağlanmış bir düzen ve güvenlik değil, en gelişmiş sayılan memleketlerdeki huzur gelecektir. Bu noktada Fransa'ya veya İngiltere'ye imrenmeyecek bir hale mutlaka geleceğiz.

Memleket ne olursa olsun çağdaş, uygar ve yenilik taraflısı olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün özverilerimizin semere vermesi buna bağlıdır. Türkiye ya yeni fikirle donanmış namuslu bir idare olacaktır veyahut olamayacaktır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kütle bilmezsiniz, ne kadar yenilik taraftarıdır. Çalışmalarımıza hiçbir zaman, engeller bu yoğun tabakadan gelmeyecektir. Halk gönençli, bağımsız, zengin olmak istiyor. Komşularının refahını gördüğü halde fakir olmak pek ağırdır. İrticacı fikirler besleyenler belirli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu, kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. Gelişme yolumuz önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz, yenilik vâdisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akımla ilerliyor. Biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?''

(Hâkimiyet-i Milliye'den: 4 Aralık 1923)
AHMET ŞÜKRÜ


"Mustafa Kemâl Paşa'nın Grace Ellison ile Görüşmesi"

Yazı masalarının birinin üzerinde Napolyon'a ait bazı kitapları görünce, ''Sadece büyük bir zafer hakkında tebriklerim yerine, 'Küçük Korsikalı' hakkında bir kitap getirmediğime üzüldüm," dedim.

''- Böyle bir şey düşünmeyiniz, o beni büyük bir general olarak ilgilendirir, fakat...''

- "Ben zannediyordum ki sizin ona karşı ilginiz hayranlık derecesine varır, öyle diyorlar.''

''- Ne garip bir söylenti! Tabii ben bütün büyük stratejistleri araştırırım; fakat Sakarya'yı Austerlitz'e benzetmek büyük bir övgü değildir. Napolyon tutkularını her şeyden öne koydu. O kendisi için döğüştü. Amaç için değil. Sonunda kaçınılmaz olan yıkılma geldi.''

- Başarıdan hiçbir an şüphe ettiniz mi?

''- Hayır! aslâ. Ben bütün plânı en başlangıçtan beri olduğu gibi gördüm, (hiç cephanemiz kalmadığı zamanlar bile) ve sonucu bildim. Biz kan akmasına ve yıkıntıya engel olmak için uzun zaman geciktik. Fethi Bey, son bir önlem olmak üzere Londra'ya gitti. Çünkü biz kanla değil, mürekkeple yapılmış bir antlaşma istiyorduk.''

Gözüm Paşanın yazı masasının üzerinde asılı duran güzel yüzlü bir Türk hanımının portresine ilişti.

- Ne güzel bir yüz! diye haykırdım.

Paşa, göze çarpan bir gurula ''Anam'' dedi.

- Onu görmenin büyük zevkine varabilir miyim! dedim.

''- Çok hastadır. Doktorlar gece gündüz yanındadırlar. Yazık ki, korkuyorum artık iyi olmayacak.''

Sonra merdivenden çıkıp hastanın dairesine gittik. Onu bir divan üzerinde yastıklara dayanıp oturuyor görünce şaştım. İlk önce onun ölüme bu kadar yakın olduğuna inanmak güçtü.

''- ''Yazık!'' dedi Mustafa Kemal, ''Onun acısı benim yüzümdendir. Benim sürgün kaldığım yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü gözyaşlarının hesabını şimdi veriyor.'' O çok söyleyemeyecek kadar üzgündü, sesinde keder vardı.

-''Şimdi siz de onun zaferine katılabilirsiniz,'' dedim,''Oğlunuzla kimbilir ne kadar iftihar ediyorsunuz. Onun yaptıkları olağanüstüdür. Ben yalnız onun eserini görmüş olmak ve onunla konuşmuş olmakla kıvanç duyuyorum.''

Bana heyecanla teşekkür etti ve dedi ki: ''Allahın bana bu oğulu vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.''

(Yücel Mec. Mart 1940, sayı:61)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:04   #14
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Maurice Perno'ya Verdiği Mülâkat"
'' Peygamberimiz öğrencilerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin başına geçmelerini emretmedi.''

Tanınmış Fransız yazarı Maurice Perno, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı önemli bir görüşmeyi ''Revue de Monde'' dergisinde aşağıda olduğu şekilde naklediyor:

Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanape, iki koltuktan ibaret olan bu küçük odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu.

Bana elini uzattı, oturmak için yer gösterdi ve bir sigara verdi, nazikâne bir tavırla beni dinlemeye hazır olduğunu sezdirdi. Derhal konuya geçerek Fransa'nın, bağımsızlığını kaybetmektense ölüme karar vermiş olan bir milletin azim ve çabasını nasıl dostça bir ilgi ile izlediğini hatırlattım.

Mustafa Kemal Paşa:

''- Türkler; memleketinizin dostluğuna güvenebileceklerini bilirler. Her zaman Fransa özgürlük için kahramanca mücadelede dünyaya örnek olmuştur.'' dedi.

- Fakat, dedim; size itiraf ederim ki son aylar içerisinde Fransızların Türklere duyguları daha az geneldi. Türkiye'nin düşmanları vatandaşlarımın dostluğunu Türkiye'nin üzerinden çekip almaya çalıştılar. Ve önce Türk hükümetinin Türkiye'de okullarımızın, dilimizin, nüfuzumuzun gelişmesine engel olacak önlemler alacağını, sonra Türk milliyetçilerinin sözde yabancı düşmanı olduklarını ileri sürdüler. Bu iki nokta hakkında siz bana açıklamalarda bulunabilir misiniz?

Mustafa Kemal Paşa bir saniye düşündü gözleri uzaklara daldı, dedi ki:

''- Okullarınız için bu, biraz da eski bir hikâyedir. Fransız okulları Türk milletine büyük hizmetler etmiştir. Biz, hepimiz Fransa'nın kültür kaynağından içtik. Ben bile çocukken bir süre Fransız okuluna gittim. Fakat bazen yabancı okulların görev çizgilerini geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, bilimdışı propaganda amaçları izlediklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına dayandıklarını gördük.''

Bu suçlamayı derhal kaydettim:

- Bu şikayet belki bazı yabancı okulları için geçerli olabilir. Merzifon'daki Amerikan mektebini kapattığınız için kimsenin size bir diyeceği yoktur. Fakat Türkiye'de bir Fransız okuluna karşı gerek siyasi gerek dini herhangi bir propaganda suçlaması olduğunu bilmiyorum.

Paşa hafifçe güldü ve cevap verdi:

''- Fransız mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir. Şu halde meslekî bir özelliği vardır. Bunun için dinî bir propagandada bulunduklarından endişe edebiliriz. Yine de istiyoruz ki okullarınız kalsın. Fakat Türkiye'de bizim okullarımızın bile hazır olmadıkları ayrıcalığa yabancı okulların sahip olması kabul edilemez. Kurumlarınız, aynı sınıfta Türk kuruluşlarına konu olan kanun ve kurallarına uydukça sürekli kalabilir. Zaten bu mesele Ankara delegeleri ile Fransa temsilcileri arasında görüşülmüş ve temel prensipler üzerinde anlaşma gerçekleşmiştir.''

Bu sırada kısa bir sessizlik oldu. Mustafa Kemal Paşa sıcaktan başındaki astragan kalpağı çıkardı. Karşımda büsbütün başka bir adam gördüğümü zannettim. Sarışın ince saçları kalpak altında göremediğim geniş ve biçimlenmiş alnını açık bırakıyordu. Kendi kendime karşımda bir Türk mü, yahut bir Slav mı olduğunu düşündüm. Yavaş yavaş önce seçilemeyen, kapalı duran bu çehre canlandı, sesteki gönül rahatlığı değişti. Paşa devam etti:

''- İkinci yabancı düşmanlığı noktasına gelince: Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla içten ilişkilerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün uygar milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, özgürlüklerimize zorluk çıkartılmasına çalışmamak şartıyla burada daima gönülden kabul göreceklerdir. Düşüncemiz yeniden yakınlık oluşturmak, bizi başka milletlere bağlayan bağları arttırmaktır.

Memleketler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne uygarlığa katılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmesi, Batıya karşı elde ettiği başarılardan çok kibirlenerek kendisini Avrupa milletlerine bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.

Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye'de çağdaş, bundan ötürü batılı bir hükûmet oluşturmaktır. Uygarlığa girmeyi arzu edip de Batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir yönde yürümek kararlılığında olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçlük çıkarıldığını gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.

Fakat ortaya çıkan durum, Türkiye'nin kayıtsız şartsız bağımsızlığına tek başına sahip olması sonucuna vardı. Bundan sonra memleketimize gelecek yabancılar, samimiyetle bizi hakimiyet ve esaretlerine almaktan vazgeçerlerse kabul göreceklerdir. Kaldırılan eski anlaşmalar Türk milletinin bir yenilgisi sonucu değildi. Bu Türkiye'ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, padişahımızın birkaç yabancı devlete tam bir iyilik ve insanlıkla sundukları ettikleri bir armağan idi. Devletler bu armağandan aleyhimize yararlandılar. Eski zamandakiler memleketimizi yoksulluğa düşürdü, harap etti. Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa zarar verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz güvenliğimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye'de yabancı girişimlerinin, yabancı amaçlarının bize aşıladığı kaygılar tam olarak ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen sakınarak hareket ediyorsak, aşırı derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan bağımsızlığımızı kaybetmek konusundaki korkumuzdandır.''

Bu son sözler dikkatimi çeken bir samimiyet ve bir azimle söylendi. Mustafa Kemal Paşa yeni bir soru bekliyordu. Dinî konu hakkındaki fikirlerini dinlemek merakında idim. Bu alanda alınan bazı önlemlerden ne beklendiğini açıklamasını rica ettim.

''- Aldığımız bütün önlemler bir cümle ile özetlenebilir: Milli egemenliği ilân ettik. Kelimeler üzerinde oynamayalım. Bugünkü Türk hükümeti az çok cumhuriyettir (1). Bu bizim hakkımızdır; fenalık nerede? Kökenlerimizi hatırlayınız. Tarihimizin en ongun devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz öğrencilerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin yönetimine, başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin aklından aslâ böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Gerçekten görevini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl başarılı olur? İtiraf ederim ki bu koşullar içerisinde beni halife tâyin etseler derhal istifamı verirdim...

Fakat tarihe gelelim, gerçeği inceleyelim, Araplar Bağdat'ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou'da(*) bir hilâfet daha oluşturdular. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini aslâ tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde yüce ruhsal görevi yerine getiren tek halife fikri gerçeklerden değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.

Son iyileştirme düzenlemelerimizin neden olduğu eleştiriler, gerçek dışı var olduğu sanılan bir fikirden, islâm birliği fikrinden esinlenmiştir. Bu fikir aslâ gerçek olmamıştır.

İlâve edelim ki İslâm âleminde Türkler halifenin maddî ihtiyaçlarını fiilen sağlayan biricik, tek millettir. Evrensel bir hilâfeti destekleyip, üzerlerine alanlar, şimdiye kadar her türlü katılımdan uzak kalmışlardır. O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu kurumun yüküne katlansınlar ve yine yalnız onlar halifenin egemenliğine boyun eğsinler... Bu iddia aşırıdır.''

- Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir uygulama ve nitelik olmayacak demek?

''- Siyasetimizi dine aykırı olmak şöyle dursun, din açısından eksik bile hissediyoruz.''

- Asil kişi, düşündüklerini bendenize daha iyi açıklarlar mı?

''- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimiz -bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum- akla aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor. Halbuki Türkiye'ye bağımsızlığını veren bu Asya milleti içinde daha karışık yapay, bâtıl inanışlardan meydana gelen bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince aydınlanacaklardır.

Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini yıkıp ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.''

MAURİCE PERNO
(Akşam'dan: 11 Şubat 1924)


Mülakatları çevirenin notu:

* Cordou/ Cordoue: Emevilerin İspanya'da kurduğu devletteki Kordoba diye bilinen şehrin Fransızca söylenişi

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:05   #15
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Madame Titaina'ya Verdiği Mülâkat"
'' Hilâfet, zamanımızda artık yeri olmayan geçmişin bir efsanesinden başka bir şey değildir.''

Bu dinç, seçkin, görgülü, kibar ve 1919 senesinden beri herkesin sevgisini kazanmış olan şahsiyet ile karşı karşıya bulunuyorduk. Adı geçen kişiden değerli dakikalarını ziyan etmemek üzere, derhal görüşme konusuna başlamak için iznini istedim ve dedim ki:

- Reisicumhur Hazretleri, Millet Meclisinde memleketim için o samimî açıklamada bulunduğunuz zaman Ankara'ya ulaşmıştım...

Daha ben cümleyi bitirmeye zaman bulamadan Paşa sözlerimi keserek:

''- Bu konuda daha açık ve açıklayıcı olmak istiyorum. Okurlarınıza söyleyiniz ki, Türkiye ile Fransa'nın arasındaki ilişkinin sevgi ve dostlukla dolu olmuş bulunması, duygusal bir sevgi ve yakınlıktan ve iki milletin yüksek zevklerindeki katılımından yayılıyor. Türkiye kendini bulduğu ve anladığı bu günlerde bu eski sevgi ve dostluğa bir yenisi ekleniyor. Bu dostluk, şahsen daha sıkı bir hale sokmak istediğim iki Cumhuriyet arasındaki dostça ilişkileri daha fazla destekleyecektir.

- Gerçekten bu ilişki, gazetelerin Fransa'ya yapacağınızı yazdıkları geziyle sıkı bir şekle dönüşecektir.

''- Fransa'ya gezi mi? Doğrusu Mösyö Mojen ile görüştüm ve Türk toprağından dışarıya ayak attığım zaman en evvel Fransa'yı ziyaret edeceğime söz verdim. Arzumda 15 sene evvel tanımış olduğum memleketinizi ziyaret etme yönündedir. Memleketinizi memnuniyetle tekrar göreceğim.''

- Ne zaman?

''- Bunu belirlemeye olanak yok. Önce, çözümü gereken birçok sorunlar vardır. Her şey durum ve koşullara bağlıdır. Yavaş ilerlemekte bulunduğumuz yakınmalarının bize yöneltildiğini işitmişsinizdir. Fakat genç Türkiye Cumhuriyeti'nin bir sene evvel doğmuş bulunduğunu ve daha başlangıçta her şeyi yenileme gereksinimi ve düzenlemenin bir memleket içinde büyük bir iş karşısında bulunduğunu unutuyorlar.

- Sizin ve hükümetinizin tamamen özgürce olan düşünceleri Fransa'da bilinmekle beraber hilâfetin kaldırılması bir parça şaşkınlık yaratmıştır.

''- Bu, sıklıkla bana yöneltilmiş olan bir sorudur. Ben bu soruya daima aynı temiz duygular ve samimiyetle cevap vereceğim. Hilâfet, zamanımızda artık yeri olmayan geçmişin bir efsanesinden başka bir şey değildir. Tunuslular, Mısırlılar, Hintliler ve diğer Müslümanlar İngiliz ve Fransız egemenliği altında bulunuyorlar. Yeni bir halife yakında Kahire'de tayin olunacaktır.

Her halde Türkiye dinî geçmişinden bütün açıklıkla ve kesinlikle ilgisini kesmiş ve her tür zorluktan kurtulmuş olarak ilerleme yolunda yürüyor.''

(İkdam'dan: 30 Teşrinisani (Kasım) 1924)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 23 Temmuz 2008, 04:06   #16
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar"




"Mustafa Kemâl Paşa'nın Falih Rıfkı ile Mahmut Bey'e Verdiği Mülâkat"
''Hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin,''

Umumi Harp Başlangıcında

''- Arıburnu'nu Anafartalar'ı yapmış bir kumandan idim. Zannediyordum ki, ve sonradan dost düşman herkesin anlayış şekli de benim bu düşüncemi doğruladı, memlekette bir hizmette bulunmuştum, o hareketle özellikle payitahtı(başkenti) kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu önemsiz hizmeti yerine getirmiş olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim Osmanlı'nın önemli kişilerini ziyaret ediyordum ve bu ziyaretleri daha önemli bir görev hissinin yönlendirmesiyle yapıyordum. İlim, fen, san'at ve olaylar bakımından, memleketim için ve milletimin söz konusu olması gereken hayat ve ölümü için düşüncelerim vardı, başta bulunanlara onları söylemek istiyordum. Dışişleri bakanını da görmek ve kendisiyle konuşmak faydalı olur inancındaydım. Bakanlığın bir müsteşar muavini vardı, Sofya sefaretinden tanırdım: Halil Bey... Evvelâ bu güzel kalpli adamı makamında buldum. Bakan Beyefendi'ye, kendilerini ziyaret için geldiğimi söylemesini rica ettim, bekleme emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar sürdü, fakat bekleyiş epey uzun oldu, bu aralık saygıdeğer bakan bey çok ilginç ziyaretçileri kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben geldikten ve haber verdikten sonra, gelmiş olanlar dahi bakan bey tarafından kabul olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, müsteşar muavinine:

- Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, dedim.

Muavin benim beklemede bulunduğumu tekrar hatırlattı.

- Beklesin, buyurmuş. Sessizlik ile muavin beyin yanında oturdum.

Kendisine dedim ki:

- Sizin bakanınız bütün zamanını böyle manasız ziyaretleri kabul etmekle mi geçirir?

Terbiyeli ve iyi muhatabım soruma cevap vermedi. Bir aralık bakan beyefendinin bürosunu salonla birleştiren kapı açıldı ve bir odacı:

- Buyurun efendim, dedi.

Muavin beyle ciddî bir konu üzerinde konuşuyordum:

- Nedir o? dedim.

Odacı:

''- Bakan beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar...'' cevabını verdi.

- Beklesinler, dedim.

Gazi devam etti:

''- Gerçekten müsteşar muavini ile olan konuşmamızın biraz uzatılmış bölümü sonuna kadar bakan beyefendinin davetine gidemedim. Bakan beyefendinin görkemli bürosuna girdiğim zaman, bakan beni ayakta ve güleryüzlülükle kabul etti ve bana askeriyenin, içişlerinin, genel durumdaki siyasetin çok parlak olduğundan parlak bir anlatımla söz etti. Nezaketen teşekkür ettim: Yalnız bazı düşünce ve görüşlerde bulunup bulunamayacağım konusunda bilgi istedim:
- Hay hay efendim, dedi.

Dedim ki, -Ben durumu hiç de sizin gördüğünüz gibi görmüyorum. Genel durumumuzun sizin anlattığınız gibi olmasını çok dilerdim. Fakat ben en çetin ve en zor sonuç alınabilen bir harp sahasından ve o sahanın kumandanı olarak İstanbul'a geliyorum. Eğer izin verip de beni bir saniye dinlerseniz gönülden borçlu olurum.

- Lütfen efendim, buyurdular. Devam ettim:

- Beyefendi, durum sizin gördüğünüz gibi parlak değildir. Siz ki devletin idaresi sorumluluklarından bir kısmını üzerine almış bir kişisiniz, eğer şunun bunun ifadesine güvenerek siyaset kullanmakta devam ederseniz, var olan tehlike genel tahminin de üstünde olur.

Cevap verdi: Beyefendi, (bunu söylerken pek ciddî bir âmir tavrı takındı) ne demek istediğinizi anlayamadım.

Basit bir dille açıkladım:

- Siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı ve acemi bir adam kabul ederek, bu acı gerçekler üzerinde benimle açık konuşmaktan sakınıyorsunuz. Erkli bir bakana yaraşan da budur. Fakat ben o adamım ki, benimle her şey konuşulur, izin verin, görüşeceğimiz fikirler aramızda kalacaktır, sizi diğer bir noktada aydınlatayım: Gerçeği konuşmaktan korkmayınız. Gerçek sizin dedikleriniz değil benim dediklerim.

Çok sert ve ciddî tavırla şu karşılık verdi:

- Kumandan bey, biz size saygı gösterdik, çünkü bize dediler ki Arıburnu ve Anafartalar kumandanı Mustafa Kemal hizmet etti, bunun için sizi nazikçe ağırlamak istemiştim, fakat bugün bana söz ettiğiniz şeylerin başka manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi, bu konunun görüşülmesi ve eleştirinin makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu başkumandanına, onun genelkurmayına, bütün vekiller heyeti ile beraber derin ve sarsılmaz güven taşıyan bir bakanım. Sizin kararsızlıklarınız olabilir; sizin bilmediğiniz gerçekler bulunabilir. Ben size bunları açıklamakta engellerim var. Eğer siz buraya şüphe ve kararsızlıklarınızı gidermek için gelmişseniz yanlış yere geldiğiniz uyarısında bulunmak zorundayım. Başkumandanlığa ve genelkurmaya baş vurunuz. Hiç şüphe etmem, ki orada sizi gerektiği kadar, ihtiyacınız kadar aydınlatacak kadar kişi vardır.

- Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız izninizle şunu bildireyim ki, önce ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile çok küçük subaylıktan beri derinden ilişkiye geçmiş bir askerim. Ben olayların yönü ile ordunun içinde subay, sonunda kumandan olarak iş görmüş ve düşünceme göre başarılı olmuş bir kumandanım. Türk ordusunu, onun erdemini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir subay, rastlantıyla kumandan olmuş bir adam gibi kabul ettiğiniz için üzgünüm. Yine de sizi hoş görüyorum, çünkü bütün hayatınızda, hattâ şimdiki önemli siyasî durumunuzda henüz gerçekle karşılaşmış bir kişi değilsiniz. Bana bir şey önerdiniz ki ben onu yapamam, Başkumandanlık Bakanlığına, genelkurmaya başvurmak, endişelerimi orada gidermek... Beyefendi; farkında değil misiniz ki artık bu memlekette millî bir genelkurmay kurulu yoktur, bir Alman Genelkurmayı vardır; o Alman Genelkurmayı ki, Türk ordusunda ilk iş olarak benim gibi âsi bir askeri uzaklaştırmak kararına vardı, beni o kurula mı gönderiyorsunuz?''


Büyük Adam Kimdir?

''- Arkadaşlar, Selânik'te Hürriyet meydanı denilen bir meydan vardır, bilinen bâzı yerler de meydanı kuşatır: Olimpos Palas, Kristal, Yonyo, vesaire...

Bir gece Yonyo'nun mahşer gibi kalabalık, büyük salonunun bir köşesinde, ufak merdivenle çıkılır; bir de özel oda olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Ufak, zarif bir salondu ve ağız ağzına dolu idi. Salonda bir masaya yaklaştığımı hatırlarım; bu masada ihtilâlci kişiler varmış. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim; masayı işgal edenler çok vatanperverâne konuşuyorlardı. Devrim yapabilmek için büyük adam olmaktan söz edilmekte idi. Herkeste büyük adam olmak isteği vardı. Fakat büyük olabilmek için insan nasıl ve kimin gibi olmalı?

İçlerinden biri bağırdı ''Cemal Paşa gibi olmak isterim..'' Sofrayı işgal edenlerden hepsi: ''Bravo,'' dediler, ''Cemal gibi...'' Sonra hiçbirini yakından tanımadığım bu kişiler hep birden bana döndüler. Ben durgun ve sabit bir gözle kendilerine baktım. Benim tavrımdaki ve durgunluğumdaki anlama dikkat eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün ve her gece görüşmekte olduğum Cemal Bey hakkındaki görüşleri onaylamamı beklemekte idiler. Ben bilmem neden, bu kişileri doyuracak bir işarette bulunamadım. Fakat içimden şu düşünce geçti: ''Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak gerekir, der, ve bunun için bir de örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı inancındadır, bu, adam değildir.''

Bu görüşlerde bulunurken, sofra arkadaşlarımı memnun edemediğimi hissettim. Hiç şüphe etmem, ki bana dair kararları olumsuz olmuştur; ve bu kararlarını akıllıca bir şekilde açıklamak için demiş olsalar gerekir ki:

"- Bu acemî efendi, galiba kendini o kadar büyük görüyor, ki ve bu sebepten görüş alanı o kadar daralmıştır, ki artık büyüklüğü göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız olamaz.''

Bu gece, o sofranın sarhoşluğu etrafında iki görüş belirdi: Biri olumlu, biri olumsuz.

Bir anlayışa göre önce büyük adam olmak, sonra memleketi kurtarmak gerekir. Diğer anlayış göre büyük adam lâfla olmaz, önce memleketi kurtarmalı, ondan sonra dahi büyüklük söz konusu değildir.

Arkadaşlar size bu hikâyeyi bugünkü duygumla, bugünkü deneyimimle söylemiyorum. ''Yonyo''nun özel odasındaki gözlemin bana esinlendirdiği fikir, bu idi.''

Bir Makalenin Tartışması

''- Bir gün Cemal Bey Selânik gazetelerinden birine imzasız bir başmakale yazmış; beraber çalıştığımız daireden çıkıp tramvaya binmiş. Olimpos'a gidiyorduk. Cemal Bey'in elinde o gazete vardı, bana uzatıp dedi ki:

- Bu başmakaleyi okudunuz mu?

- Hayır.

- Oku... dedi.

Okudum: ''- Nasıl?'' diye sordu.

- Sıradan bir gazetenin sıradan bir yazısı, dedim.

- Amma yaptın ha, bunu, ben yazdım.

Cevap verdim: ''Afedersiniz, bilmiyordum, yazmamış olmanızı dlerdim. Ve ekledim: ''Cemal Bey, şu ve bu tarzda siz birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz içinde bulunduğunuz durumu değerlendiriniz. Ve önce kabul ediniz ki, biraz isteklerden vazgeçmek gerekir. Eğer şunun bunun güler yüzünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim gerçekle hiç karşılaşmamış geniş çevrelerimiz vardır; bu çevrelerde henüz İran köylüsü hayalleri gibi hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin karşında bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda direnmeyi yok eden olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kanısına vararak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.''

Cemal Bey sözlerimi sakinlikle dinledi, bana hak verdi. İmzasız makalesini eleştirdiğim için beliren üzüntüsü gitmiş göründü.''

Bağımsız Yaşamak İsterim

''- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğun evde ne ana, ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve bağımsız bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi anlayış ve görüşlerine göre bana şu veya bu akıl verme ve öğütte bulunmasına sabrım yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî itiraflardan kendilerini sakınamazlar. Bu durum karşısında iki tür hareketten birini seçmek zorunludur. Ya boyun eğmek, yahut bütün bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Boyun eğmek nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarılarına uymak geçmişe dönüş demek değil midir. İsyan etmek, erdemlerine, iyi niyetine, yüksek kadınlığına emin olduğum anamın kalbini; görüşlerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.''

Yedi Evliya Kuvvetindeki Padişah

''- Bununla beraber size bu nedenle anamın ve kız kardeşimin devrim işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de söylemeliyim. Biz Selânik'te tahmin edeceğiniz tarihlerde; görünmez manası ne olduğunu bilmem, fakat özveriyle komitecilik yapıyorduk. Meşrutiyetin ilânından çok önce, bir gece bizim evde bir toplantı yapmıştık. Bu ev Selânik'te mektep karşısında, pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri, ki şehit oldu veya vefat etti, büyük saygıyla anarım, Kâmil Bey isminde bir süvari subayı idi, şişmanca bir kişi... Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madenî paralar... Bizim görüşme yaptığımız odaya bakan hizmetçi, anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, iddialar, tartışmalar ve plânlar var, manasında birtakım sözler söylemiş, anam, hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş..

Bildirilen kararlardan sonra arkadaşlar beni terkettiler, akabinde, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki:

''- Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?''

Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki toplantımızı görmüş, her şeye tanık olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden gerçeği gizlemeye gerek görmedim, aksine onları aydınlatmayı tercih ettim:

- Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam hiçbir kuvvete sahip değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!''

Anam o vakit dedi ki:

- Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. başarılı olmak zordur; mahvolmak daha doğal kabul edilmesi gerekir. Ne yapayım, biricik erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.

''- Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Beni bundan yasaklar mısınız?''

- Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman üzgün olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan alıkoymaya kalkışmam. Yalnız dikkat et, temel başarılı olmaktır, başarılı olmaya çalışınız.

Falih Rıfkı-Mahmut Bey
(Milliyet'ten: 13 Mart 1926)

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
atatürkle konuşmalar


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık