Böyle mi geçer bu rüya çok mu sevdin kederleri
Hangi günahın bedelisin, sen mühürlü kaderim
Hep mi cefa gördüğün reva
Yok mu sende hiç vefa
Mühürlü kaderim ben gibi erir misin?
Zor!
Zor kadere emanet ettim seni
Sen benim kördüğümüm, tutamadığım gözyaşım
Zor!
Zor bir daha , daha da güvenmek
Bana düşen kabullenmek, zor da olsa dönüp gitmek. Nev - Zor iyi gelir.
Kalem, kağıt ve ben. Bir de yatak ve yorgan ve yastık ve yine ben. Yaslanılacak tek yer duvar, o da soğuk ama insanlar kadar değil. Şöyle de diyebiliriz, soğuk bir duvar ama benim kadar değil. Nasıl istersem öyle değiştirebilirim, her neyse. İlham vermesi için böyle bir başlık seçtim. Kuru fasulye, pilav ve turşunun verdiği hazzı ben hiç hissetmedim. Sorun kuru fasulyedeydi çünkü. Kalem, kağıt ve ben de ise sorun anlaşılacağı üzere ben-de. Medeni bir cesaret örneği olmakla birlikte, ayrılığın en klasik cümlesi de böyle değil miydi? Sorun sende değil bende, eski başlığa ithafen tekrarlıyorum her neyse. Diyorum ki kalemim hazır elimde, hazır ucu da var, bitse bile sorun olmaz yedek ucumda var. O zaman diyor ki içimdeki ses, yaz. Şu an içimdeki sesi dışarıya yansıttığım için bütün hevesim kaçtı ama savaşım tam da burada başlıyor. Heves olarak görmediğim ama hevesimin kaçtığı bazı şeylere inat, yazacağım bu sefer. Bu ilkokul 1'de senenin sonunda okuma yazmayı öğrenemeyen bir çocuğun acısı gibidir. Tek sorun kurdele midir? Öyleyse, ben varım, ben alırım ve takarım. Şimdi benim çaresizliğim nerede? Evet ne demiştik, hevesin kaçması gibi görünen ama işin özünde hevesle alakası olmayan bir şeydir bu. Bu her insanın mutlaka başına gelebilecek en güzel şey ve bir yandan da insanı bitirebilecek bir şeydir. '' Bir şey '' aslında her şeyi böyle açıklayabilirim, öyle yapayım bu sefer. Hala doğru cümleyi bulamamam kaç puan? Doğru cümle: Ben insanların duygularını, kendi duygularım kadar önemsemiyorum galiba. Sanıyorum ki dünyada sevdiği için ağlayan tek insan benim, üzülen tek kadın benim. Aslında şu an hiçbir üzüntü yok, ağlamak yok, ne bir nefret ne de kin içimde hiçbir şey yok. İçimde sadece bu Melodram'ın verdiği ağırlık var, biliyorum. Sene 2010.. Edebiyat dergisine bakıyorum, ertesi gün sınavım var bakmayıp çalışmayı denemek üzereydim ve bir anda olan oldu. Gözüm oralarda bir şeye takıldı ve sonra ertesi gün olan sınavımı unuttum, gözümün takılı olduğu yere odaklandım. Düşünmeye başladım, düşündükçe derinleşen bir şeyler vardı içimde. Bu içimdeki his kimseye ait değildi, sadece bana, bir tek bana aitti. Önce okunuşu hoşuma gitti, anlamına bakmadım bile bir anda çekmişti beni çünkü. Sonra anlamına baktım, yani orada yazan tanımına fena değildi. Ertesi gün sınavım vardı ve soruda çıktı. Hiç düşünmeden işaretledim ve çıktım. O meşhur konuda '' Nickiniz Melodram olarak değiştirilmiştir '' yazdı ve aslında bu nickten ibaret değildi, hayatınız melodram olarak değiştirilmiştir kendi yönetimimde. Sonra dergilerdeki tanımını bir kenara bıraktım, internet sayfalarındaki tanımları, sözlükteki tanımları bir kenara attım. Ben hayatımı bulmuş gibiydim, nereye sığınacağımı ve ne yapacağımı bulmuş gibiydim, mutluydum. Kendim anlamlar yükledim, kendi tanımımı buldum ben. Bazen sözlere gerek duymadım tanımlarken, tıpkı dergilerdeki gibi. Bazen sadece kelimelerden ibaretti, fon müziksiz. Bazen boğazın patlayıncaya kadar atılan bir çığlık, bazen karanlığın en kuytu sokağındaki sessizlikti. Bazen hiç tanımadığın bir insanın sol yanı, bazen en iyi bildiklerinin nefretiydi. Bazen uğruna bedeller ödemeyi göze aldığın insanların tebessümü, bazen bir düşmanın en can alıcı sözüydü. Sadece benim anlamlarımdı ama, kimsenin hiçbir yerde bulamayacağı anlamlar. Ve sonra yaşamaya başladık beraber, kopmadan. Onu başkasının üzerinde görmek beni delirtiyordu, sadece bana ait olmasını istiyordum, sadece benim adımla yankılanmasını, benimle can bulmasını. Kıskanç bir insan olduğumu inkar etmiyorum, o da biliyor. Ben kıskanç bir insandım ama belli etmemeye özen gösterirdim. Kimi zaman başarırdım, bazen yakalardı onu kıskandığımı. Şimdi 1 yıl 9 ay oldu, belki 10 bilmiyorum. Aslında içime düşüşünün 2. yılı ve bunu daha ne kadar sayarım bilmiyorum, belki hep. Belki 40 yaşımda menapoza girmeye başlarken yine hissedeceğim bu melodramı, belki 60 yaşında anneanne veya babaanne olduğumda, belki 75 yaşında hayat arkadaşımı kaybettiğimde, belki torunlarım beni unuttuğunda, belki huzurevinde hiç hatırlanmadığımda, belki her yıl hayat arkadaşımın mezarının başında, belki bir çocuk gülüşünde, belki bir evlat sevgisinde.. Belkiler değil sorun, aslında hep, her zaman, daima. İçime düşen bu melodram garip. Hep diyorum bu benim melodramım, bu bir garip melodram. Bazen bir tutam melodram olur, bazen dozu artar. Ama her şekilde bana ait ve benden bir parça. Kimseyi senin kadar sevemeyeceğim sevgili melodram, kimseyi senin kadar içimde hissedemeyeceğim biliyorum. Sana ortak edemiyorum bazı insanları ve hep bazı insanlar beni yanlış anlıyor. Biliyor musun senin yüzünden benim kötü bir insan olduğumu bile düşünüyorlar. Ama neyi anladım biliyor musun? Kötülüğü geçtim de konu sen olunca umursamazım ben. Seni yani dolayısıyla beni anlayabilecek biri yok bu dünyada, dünya demek çok mu iddialı oldu. Olsun, iddialı bir cümle olsun bir seferde. Yolumdan seni eksik etmeyeceğim, içimden de. Ve sen her kelimem de bana eşlik edeceksin, hep. Kimse bizi anlamak zorunda değil, bize ortak olmak zorunda da değil. Ben birilerini anlayamadığım için sana sığındım ve şimdi onlar bizi anlayamadıkları için beni yıpratmaya çalışıyorlar. Tek başıma savaşmıyorum, ben ve onlar değil olayın kahramanları. Biz ve onlar, sen ve onlar, senin eserin olan ben ve onlar, senin esirin olan ben ve onlar. Bu böyle devam edecek ve bugün buradan bunun ilanını vereyim. Sen ölümsüzleşeceksin melodram, seni ölümsüzleştireceğim. Diyeceksin ki, geçen haftalarda öldürüyordun beni, öldüresiye hırpalıyordun. Ben de diyeceğim ki, evet biliyorsun beni sen bu hale düşürdün ve ne yapacağım belli olmaz ama korkma, sana bir şey olmaz. Bir gün seni tozlu raflarda, saman kağıdına basılmış olarak görmeyi çok isterdim, istiyorum ve gerçekleşmesi için uğraşacağım. Bir gün yetişen yeni neslin o yeni kitap kokusuna senin sayfalarınla bayılmasını göreceğim ve o gün biz ölümsüzleşeceğiz. Şimdi kısa kesmek gerekirse, sorun gördüğünüz üzere bende de değil. Bence sorun yok, kimse yok. Ne elmadır sorun, ne de olgunlaşan armutlar. Bence sorun yok mu dedim ben? Sorun var. Sorun kuru fasulye, o kadar.
Edgar Allan Poe'nin şiirine bakıyordum, aklıma geldi Annabel Lee. Deniz ülkesinde yaşayan bir kız değil miydi Annabel? Seneler,seneler evveldi; Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı,bileceksiniz İsmi Annabel Lee; Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten Sevmekden başka beni. O çocuk ben çocuk,memleketimiz O deniz ülkesiydi, Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee; Göklerde uçan melekler bile Kıskanırdı bizi. Babamın şiir defteri geldi aklıma. Anneme yazdığı şiirler ve arasında da Annabel Lee. Hiçbir zaman bilmediler o şiirleri okuduğumu, bilmesinler de. Duygular bazen gizli saklı olunca eskimiyor, yıpranmıyor. Yeşil gözlü kadınım diyordu bir şiirinde, yeşil gözlü kadını annem oluvermişti. Lüle lüle saçlarının kokusunu içime çekeceğim günün hasretiyle yanarım diyordu. Şimdi saçlarına kırlar düşmüş babam, neler yazıyordu. Belki söylesem okuduğumu, kızacaklar, utanacaklar belki de. Yaptığımdan utanıyorum aslında ama pişman da değilim. Senden ayrı geçirdiğim zamanlarda aklımı yitiriyorum demiş. Sonra araya yine sıkıştırmış Annabel Lee'yi.. Tesadüfen babamla kitaplardan konuşurken sormuştum Annabel Lee'yi kim yazdı, unuttum demiştim. Önce güldü, o zaman ben daha okumamıştım o defteri, sonra hatırlamakta zorlanıyor gibi yaptı ve Poe dedi, Edgar Allan Poe.. Sonra ağzından kaçırdı, annenle bizim şiirimizdir o dedi. Güldüm, neden güldüğümü bilmiyorum. Hoşuma gitti belki de. Bir gün benim defterimi de okuyabilir çocuğum, annem neler yazıyormuş öyle diyebilir. Belki de ona kızdığım zamanlarda, eğer okumuşsa defteri onu hiç kırmak istemediğimi de bilecektir. Ben güldürebilir miyim yazdıklarımla yüzünü orasını bilemiyorum. Şimdi aklıma geldi işte Annabel Lee.. Deniz ülkesinde bir kız, sevilmekten yorulmuş. Sevdadan yana ,kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.
Yine kalem, kağıt ve ben. Bu üçlemeyi çok sevdim, en az kendim kadar çok. * Hayatı yaşarken ona sahip olmak isteriz, ona hükmetmek, itaat etmesini sağlamayı isteriz. İnsanlar, yani biz, birbirinden farklı yüzler, farklı renkler, farklı düşüncelere sahip insanlar. Neden farklı olduğumuzu düşünüyoruz? Düşünmeyelim. Hepimiz bir nefese muhtaç değil miyiz? Hepimiz nefes sayesinde bulunmak zorunda olduğumuz bu hayatta değil miyiz? Öyleyiz, öyleyiz işte. Fark yok, fark insanların uydurması, fark sadece matematikte vardır. Aslında insan öyle alışmış ki birinden bahsederken aradaki farklara takılmaya. Boy farkı, kilo farkı, düşünce farkı, yaşayış farkı, sınıf farkı. İnkar edeyim mi farkları, edemem ki. Biz bunun içine hapsolmuşuz, çıkış yok. Ben de böyle bir şeyin içine hapsoldum, kim olduğunu bilmiyorum elbette ve ona hiç saygım yok, sevgiden söz bile edilemez. Ama ben birinin saçma sapan gözlerine hapsolmuş olabilirim. Belki herkes gibi sevemem, herkesin yaşadığı biçimde yaşayamam üç harfli şeyi, belki o kadar cici de olamam ama ben hapsolurum, ben sahiplenirim, ben iyi şeyler yapmasam bile iyi şeyler düşünebilirim. Aynaya bakınca gözlerimle karşı karşıya kalıyorum. İlk kez göz göze geldiğimde onlarla üzüldüm, onlar çok acıyor. Onlar yorgun, onlar aslında sevgi dolu ama kimse göremiyor. Çünkü sadece aynada görülebilir ve sadece ben bakınca görebilirim. 6. sınıftaydım, ilkokulumuz bitmiş, ortaokul olmuşuz, ergenlik hat safhada, yaklaşıyoruz stresli günlere ve başlar hikâye.. Dil ve Anlatım dersi öğretmeni sevgili Hatice Bıyıklı. Yeni tanışmıştık, dersimize yeni girmeye başlamıştı. Sevdiğim bir ders olmasına rağmen, derse katılım konusunda çekingendim, çok çekingen. Derse öyle bir odaklanmış dinliyordum ki, Cansu dedi. İrkildim, efendim öğretmenim dedim. ( Ortaokulda hocam demek yasaktı, o liselilerin hitap şeklidir beyler ) Neden öyle bakıyorsun dedi, öyle kötü bakıyorsun? Anlamamıştım o zaman sevgili öğretmenimi, şimdi anlıyorum. '' İçinde ne varsa söyle Cansu, çekingen olma '' dedi. Ve ben o gün bugündür, hiç çekinmiyorum, hiçbir şeyden çekinmiyorum. Her şeyi olduğu gibi söylemeyi seçtim, öğretmenimi dinledim. Güzel bak, güzel gözlerini iyi kullan, şefkatle bak demişti öğretmenim ve beni çok severdi. Bense ondan nefret ediyordum başlarda, ama sonra, sonra anladım ki hayatımda bulabileceğim, karşılaşabileceğim en iyi ve idealist öğretmendi kendisi. Yıllar sonra mağazada karşılaştık 1.35 boyundaki öğretmenimle. Aramızdaki 40 cm sorun bile olmadı sarıldığımızda.. Güzel kızım benim dedi, canım dedi ve benim gözlerim doldu. Yıllar sonra, o kadar değişmeme rağmen bile beni tanımıştı, sevinmiştim bir yandan da buna.. '' Oo gözlere makyajda yapılmış, o gözler gülüyor artık '' dedi. Nasıl fark edebildi bunu? Nasıl anladı güldüğünü, neye göre, neye dayanarak? Ama öğretmenim dediyse doğrudur. Hani üzerimde emeği geçen öğretmenlerime deriz ya hep, işte onlardan biridir kendileri. 24 Kasım'dı geçtiğimiz gün, onların günü.. Artık saçlarına kırlar düşmüştü, boyu biraz daha kısalmış, ama hiçbir şey kaybetmemiş o sert bakan gözlerinin altındaki sıcacık sevgisinden. Aradım onu, bir öğretmenin yaşamak istediği duyguyu yaşattım.. Yıllar geçse de unutulmadığını bilsin istedim, aradım ve kutladım. Sesi titredi, duygulandı, belki sonra ağlamıştır olsun, ben her gün ağlıyorum öğretmenim. Yaş akıtmadan her gün ağlıyorum. Her gün gülüyorum, gözlerim gülüyor dışarıdan bakılınca, yine dışardan bakılınca 32 dişimi de görebilir insanlar, gülüyorum. Siz beni anladınız öğretmenim, biliyorum.. ** Şimdi bunun farkla ne alakası var? Bilmem, insanın iki gözü birbirinden farklı olurmuş, ondan herhalde. Uykusuz bir gece.
Annemle karşılıklı bir güzel içtik Türk kahvemizi. Kapat falına bakayım dedim, cinlerimi çağırdım, konsantre oldum bir güzel, ehm başladık uydurmaya. Sonra kendi fincanımı bir açtım, o da nesi? Tabanında kocaman bir kalp, fala inanmasam da falsız kalasım da gelmiyor benim. Kalbim kabarmış, kocaman olmuş, taşmış, sığmıyor hiçbir yere. Sonra dağın en yüksek yerinde bir ağaç, gövdesinin ortasından kırılmış ve bir kaplan tutuyor onu, düşmesin diye. Nasıl yorumlarım bunu ben, aynen şöyle. Zirvedeyken, mutluyken, ani bir fırtınayla kırıldım orta yerimden ve biri, bir dost, bir arkadaş beni tutuyor, kendimi bırakmamam için destek oluyor. ( Kim bu arkadaş, getirin onu bana ) Fokur fokur kaynayan bir çaydanlık var, yanında da saçı örgülü cılız bir kadın. Örgülü, cılız bir kadın araştırması başlamıştır. Bu fincanı saklayayım da yarın götüreyim Sabişe, eheh. Ne alakadır bilmiyorum ama camii var bir de, herhalde imana geliyorum artık. Bilemedim! Ama o kalp, çok korkunç Şimdi tabağa bakayım dedim, 4 tane göz çıktı. Zaten anında görebildiğim tek şey, gözlerdir. Kötü günler seni bekliyor Melo, dikkatli ol. Çok karanlık bu fal, sanırım beynimde ya da herhangi bir organımda bir şey çıkacak. Karaciğer kanseri olabilir, öyle gözüküyor. Karaciğerin kanseri oluyor muydu? Olmuyorsa bile ben bir şekilde oldururum. O gözlerinizi de çekin üstümden, korkacak değilim. ** Neyse fal geçti, bitti. Fala inanmasak da falsız kalamıyoruz biz kadınlar, ilgimizi çekiyor. Dün akşamdan beri bir güzel uyuyorum ki, o yüzden çok keyifliyim. Tatilimiz de yokmuş, nasıl seviniyordum. Eskişehir'e gidecektik yarın, Salı dönecektik, ordan Konya'ya gidecektim. Tüm planlar yatar. Başım ağırdı, yeter bu kadar.