|
|
| | #1 | |
| Çevrimiçi ~ TeFeCi’nin KıZı ~ ![]() IF Ticaret Sayısı: (0) | Karanlıkları Aydınlatan Hüddâm Süleyman — 87. Bölüm:Sükûnetin Altındaki Fısıltı ile Gelen Büyük Fırtına [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Adıyaman güne sessiz başlamıştı. Köy, garip bir durgunluğa bürünmüştü; anlatılamayan bir ağırlık her yerde hissediliyordu. Güneşin solgun ışığı dağların arasındaki sisi delmeye çalışıyor, rüzgârın her dokunuşu ardında ince bir uğultu bırakıyordu. Bu durum, istemsizce Süleyman’ın içinde de huzursuzluk yaratıyordu. Evlerin önünden geçerken köylüler başlarıyla selam verdi. Kadınlar kapı önlerinde çamaşır seriyor, çocuklar toprağa tebeşirle şekiller çiziyordu. Her şey normal görünüyordu, ama Süleyman, bu normalliğin altındaki gölgeyi hissedebiliyordu. Avlunun köşesindeki küçük pınarın yanına oturdu. Suyun akışı ince ama kararlıydı; doğa kendi işini yapıyor, insanın karanlığı umurunda bile değildi. Ama Süleyman biliyordu: karanlık bir kez uyanırsa yeniden uyumazdı. Her musallatın ardından bir iz kalırdı; bazen bu iz bir rüya olurdu, bazen bir ses, bazen de sadece içteki rahatsız edici bir his taşıyordu. “Bu kadar sessizlik fazla,” diye fısıldadı kendi kendine. “Böyle sabahların sonu ya fırtına olur… ya da tufan.” Köydeki sessizlik ağır ama huzurluydu. Günün ilerleyen saatlerinde, Asaf avlunun kenarında oturmuş eski bir defteri karıştırıyordu. Defterin sayfalarında, babasının ona öğrettiği koruma mühürleri, dua dizilimleri ve notlar vardı. Ama bugün o satırlara bakarken aklında başka bir şey vardı: Berrak. Berrak, pınarın yanındaki zeytin ağacının gölgesinde oturuyordu. Saçları rüzgârla hafifçe savruluyor, yüzündeki ifade güneşin altında biraz daha yumuşuyordu. Son zamanlarda köyde yaşanan karanlık olayların izleri hâlâ gözlerinin derininde yankılanıyordu. Yine de o sabah, ilk kez biraz huzur bulmuş gibiydi. Asaf, tereddütle baktıktan sonra defteri kapatıp sessizce yanına yürüdü. Berrak başını kaldırdı, hafif bir tebessümle baktı. “Gün sakin başlıyor, değil mi?” diye sordu. “Evet… Ama sanki köyün sessizliği bile bir şeyler saklıyor,” dedi Asaf. Bir sessizlik oluştu. Kuş sesleri uzaktan yankılandı, rüzgâr yaprakların arasından geçti. Asaf, elindeki küçük taş parçasını yere attı, sonra yavaşça konuştu: “Biliyor musun… bazen düşünüyorum. Bu kadar karanlığın içinde hâlâ iyi kalmayı nasıl başarıyoruz?” Berrak gözlerini kısarak ona baktı. “Belki de başka çaremiz yoktur,” dedi sessizce. “İyi olmayı seçmezsek, o karanlık bizi yutar.” Asaf, onun bu sözüne gülümsedi ama yüzünde buruk bir ifade vardı. “Senin kadar güçlü biri tanımadım,” dedi. “Berzah’ta bile dimdik durdun. İnsan bazen kendini unutur orada… sen unutmadın.” Berrak’ın gözleri bir an dalıp gitti. “Unutmadım çünkü… çünkü birinin beni unutmamasını istedim.” Sözler dudaklarından dökülürken yüzüne hafif bir sıcaklık yayıldı. Asaf bu cümleyle irkildi ama sustu. Gözlerini yere indirdi; ellerini birleştirdi, sonra cesaretini toplayarak başını kaldırdı. “Ben… seni unutmam, Berrak,” dedi alçak sesle. “Hiçbir zaman.” Rüzgâr o an biraz daha sert esti, ikisinin arasında kalan yapraklar dönerek yere düştü. Berrak, bir şey söylemedi ama dudaklarındaki belli belirsiz gülümseme, Asaf için bin kelimeye bedeldi. Gece yarısına yakın bir vakitte, köyün üzerini ağır bir sis kaplamıştı. Süleyman, sabahın ilk ışıkları doğmadan önce uykusunda kıvrandı. Rüyasında bir sahil gördü; deniz siyah renkteydi, suyun içinden beyaz eller yükseliyor, kıyıda bir kadın ağlıyordu. Kadının elinde yanan bir tülbent vardı; ateş sönmüyor, rüzgâr bile onu durduramıyordu. Bir anda gökyüzü yarıldı, bir ses yankılandı: “Batı’da bir kapı açıldı… Oradan gelen karanlık, suyla beslenecek.” Süleyman rüyada dizlerinin üstüne çöktü; o anda suyun yüzeyinde Nilay’ın silueti belirdi. Yüzünün bir yarısı ışık, diğer yarısı gölgeyle örtülmüştü. Dudakları kımıldadı ama sesi çıkmadı. Rüya bir çığlıkla sona erdi. Süleyman irkilerek uyandı. Ter içindeydi. Elini alnına koydu, derin bir nefes aldı. Kalbinde yankılanan o söz hâlâ tazeydi: “Batı’da bir kapı açıldı.” Hamza hemen odada belirdi. “Efendim,” dedi. “Rüyamda İzmir’de bir deniz, bir kadın ve ateş gördüm. Orada bir kapı açılmış… Sen git ve durumu gözlemle. Ama sakın içine girme,” dedi Süleyman. Hamza başını salladı: “Emredersiniz, efendim.” Ertesi sabah Adıyaman’da köy, hâlâ bir huzur havası taşırken, Süleyman’ın içindeki rahatsızlık dağılmamıştı. Hamza, İzmir’e gitmek üzere yola çıkmıştı; rüyadaki işareti doğrulamak ve olası tehlikeyi tespit etmek için. Süleyman avluda otururken, Berzah âleminden gelen mesajlar zihninde yankılanmaya başladı. Altın bir ışık halkası gibi sessiz ama kesin bir fısıltı duyuldu: “Melike’ye aşık olan varlık… yıllar önce kaybolmuştu. Şimdi geri döndü… Berzah’ta peşinde. Önlem alın, efendimiz.” Süleyman derin bir nefes aldı; Ezhael’in adı aklına geldi. Melike’ye olan aşkı ve yeniden ortaya çıkışı, olası tehlikenin büyüklüğünü gösteriyordu. Hamza, adım sesleriyle odada belirdi. “Efendim, İzmir’de durum beklediğimizden çok daha ciddi. Nilay’ın etrafında sürekli değişken, ürkütücü gölgeler var. Bu, sıradan bir musallat değil. Kapı açılmış ve karanlık enerji su gibi yayılıyor. Eğer müdahale edilmezse büyük bir felaket yaşanabilir.” Süleyman sessizce başını salladı. “Anladım, Hamza. Bu sadece rüya işaretiyle başlamadı. İzmir’de gerçekten büyük bir olay var. Hazırlıklarımızı yapacağız. Ama önce köyü güvence altına almalıyız.” Hamza, yol boyunca rüzgârın uğultusu ve toprak altından gelen hafif titreşimleri hissetti. İzmir’e vardığında, şehir normale dönük görünüyordu; sokaklar hareketli, insanlar kendi telaşlarında kaybolmuştu. Ama Hamza, şehrin üzerinde sinmiş karanlık enerjiyi hissedebiliyordu. Nilay’ın evine yaklaştığında ilk işaret belirdi: boş bir caddenin ortasında gölgeler şekil değiştiriyor, kapı çevresinde titrek bir aura oluşuyordu. Nilay’ın çığlıkları, rüzgârla birlikte ekibin ruhuna ulaştı. Musallatın enerjisi hem fiziksel hem manevi olarak baskı yaratıyordu. Süleyman, ekibe işaret verdi: “Asaf, Sabur, Nilay’ın etrafını koruyun. Hamza, enerji akışını izle. Hazır olun; bu, sadece başlangıç.” Gölgeler caddeyi sararken, Süleyman büyülerini yoğunlaştırdı. Ellerini havaya kaldırdı, dudaklarından çıkan eski dilekler ve mühürler caddeyi doldurdu. Her kelime, havada titreşerek karanlığı geri itiyordu. Asaf mühürleri aktive etti, Sabur enerji bariyerini kalınlaştırdı, Hamza gölgelerin davranışlarını kaydediyordu. Gölgeler, Nilay’ın odasının altındaki enerji kaynağına yöneldi. Süleyman konsantre oldu, büyülerle gölgeleri geri püskürttü. Nilay, Sabur’un yardımıyla nefesini kontrol ederek korkusunu azaltınca gölgelerin gücü zayıfladı. Sonunda Süleyman, ellerini Nilay’ın odasının üstüne uzatarak son mühürü yerleştirdi. Altın ışık halkaları ve Berzah fısıltıları birleşti; gölgeler geri çekildi. Hamza derin bir nefes aldı: “Efendim, kapı tamamen kapandı. Musallat artık kontrolsüz değil. Ancak enerji izi hâlâ mevcut; tamamen kaybolması zaman alacak.” Süleyman, ekibiyle birlikte Adıyaman’a döndü. İzmir’deki çatışma geride kalmıştı ama karanlık hâlâ varlığını sürdürüyordu. Köyün dar taş sokaklarından birinde hareketlilik dikkat çekiyordu. Yeni bir komşu taşınıyordu. Hamza ve Süleyman köyün girişinde onu fark etti. Genç bir adam, eşyaları yerine yerleştirmeye çalışırken kısa bir süre durdu; göz göze geldiler. “Merhaba, ben Mert,” dedi genç adam, hafif terlemiş ama gülümseyerek. “Öğretmenim, tayinim çıktı; buraya gelmek zorundaydım. Yardıma gerek var mı?” Süleyman hafifçe gülümsedi: “Hoş geldin. Ben Süleyman. Bu köy, özellikle şimdi, her birimizin dikkatine ihtiyaç duyuyor.” Mert hafifçe kaşlarını kaldırdı: “Dikkat mi? Sakin bir köy gibi görünüyordu. Bir sorun mu var?” Süleyman kısa bir süre sessiz kaldı: “Bazı şeyler gözle görülmez. Ama köyü korumak, bazen sıradan insanların fark edemediği tehditlere karşı hazırlıklı olmayı gerektirir.” Mert hafifçe gülümsedi: “Anladım… Öyleyse ben de dikkatli olacağım,” dedi, taşınan eşyaların arasına döndü. Süleyman Mert’in arkasını izlerken sessizce düşündü: yeni komşu belki sıradan bir öğretmendi; ama gözlemlerinde köydeki sessizliği ve doğadaki küçük düzensizlikleri fark eden biri gibi duruyordu. İçgüdüleri hafifçe uyarıyordu; belki Mert’in gelişinin, beklenmedik olaylarla bir bağlantısı olabilirdi. Ve o an, köyün uzak bir köşesinde, gözle görünmeyen bir gölge kıpırdadı. Sessizce hareket ediyor, izini bırakmadan ilerliyordu. Süleyman bunu hissetti; rüzgârın uğultusu ve toprağın titreşimleriyle birlikte gizemli bir fısıltı taşıyor, yaklaşan bir başka bilinmezliğin habercisi oluyordu.
__________________ ''Zamanın Eli Değdi Bize Artık Aynı Değiliz İkimiz de'' Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. | |
| | |
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
| Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman: 75. Bölüm – Savaşın Ateşi ve Hüddam’ın Büyük Mirası | Tanem | Tanem | 0 | 26 Ekim 2025 21:05 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman – 58. Bölüm: Rüzgârın Altında Saklı Fısıltı | Tanem | Tanem | 0 | 19 Ekim 2025 19:05 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman 28. Bölüm – Kazının Altındaki Fısıltı | Tanem | Tanem | 0 | 04 Ekim 2025 23:54 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman 27. Bölüm – Berrak’ın Işıkla Gelen Büyük Sınavı | Tanem | Tanem | 0 | 04 Ekim 2025 10:17 |
| Karanlıkları Aydınlatan Hüddam Süleyman — 11. Bölüm: Savaş Öncesi Fırtına | Tanem | Tanem | 0 | 01 Ekim 2025 20:40 |