IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet

 Kayıt ol  Topluluk
Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 01 Temmuz 2013, 05:46   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE DEMOGRAFİK GEÇİŞ VE
YOKSULLUK İLİŞKİSİ
Ediz Deniz KANDIR
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA-2013
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne
Bu çalışma jürimiz tarafından İKTİSAT anabilim dalında YÜKSEK LİSANS
TEZİ olarak kabul edilmiştir.
Başkan: Yrd. Doç. Dr. Tolga KABAŞ
(Danışman)
Üye. Prof. Dr. Murat DOĞANLAR
Üye: Yrd. Doç. Dr. Cevat BİLGİN
ONAY
Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim elemanlarına ait olduğunu onaylarım.
/ /2013
Prof. Dr. Azmi YALÇIN
Enstitü Müdürü
NOT: Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan bildirişlerin, çizelge, şekil ve
fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu’ndaki hükümlere tabidir.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları reklam ver Benimmekan Mobil Sohbet
Alt 01 Temmuz 2013, 05:47   #2
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: GelİŞmekte olan Ülkelerde demografİk geÇİŞ ve yoksulluk İlİŞkİsİ tezİ




ÖZET
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE DEMOGRAFİK GEÇİŞ VE
YOKSULLUK İLİŞKİSİ
Ediz Deniz KANDIR
Yüksek Lisans Tezi, İktisat Anabilim Dalı
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Tolga KABAŞ
Mayıs 2013, 141 sayfa
Nüfus ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki, çok eski zamanlardan bu yana
önemli bir tartışma ve inceleme konusu olmuştur. Malthus’un, nüfus artışının ekonomik
büyümeyi olumsuz etkilediği yönündeki teorisini ortaya atmasıyla, nüfus ve ekonomi
ilişkisi üzerine tartışmalar yeni bir boyut kazanmıştır. Nüfus artışı ve ekonomik büyüme
ilişkisini ele alan görüşlerin bir kısmı nüfus değişmelerinin ekonomi üzerinde negatif
etki yarattığını öne sürerken, bazıları bu etkinin pozitif olduğunu, bir diğer kısmı ise
nüfus değişmelerinin ekonomi üzerinde etkisi olmadığını (nötr) savunmaktadırlar.
Ancak, bu yaklaşımların ortak noktası, nüfusun sadece büyüklüğünde meydana gelen
değişmelere odaklanmış olmalarıdır. Son yıllarda ise, nüfusun yaş yapısındaki
değişmelere odaklanan çalışmalar ön plana çıkmıştır Bu çalışmalara göre, nüfusun yaş
yapısında meydana gelen değişmelerin, ülkelerin demografik, sosyal ve ekonomik
yapıları üzerinde önemli etkileri olduğu gözlemlenmektedir. Nüfusun yaş yapısında
meydana gelen değişimler, yüksek doğum ve ölüm oranlarından düşük doğum ve ölüm
oranlarına doğru gidişi ifade eden ve demografik geçiş olarak adlandırılan süreç
esnasında meydana gelmektedir.
Demografik geçiş süreci esnasında, toplam nüfus içinde, çocuk ve yaşlılardan
oluşan bağımlı nüfusun payının azalması ve çalışan nüfusun payının artması, ülkeler
için, gerekli eğitim ve istihdam olanaklarının yaratılması koşuluyla, bir ekonomik
büyüme fırsatı yaratmaktadır. Bu fırsat, özelikle, yoksulluğun hala yoğun olarak
görüldüğü gelişmekte olan ülkeler için büyük önem arz etmektedir. Gelişmekte olan
ülkelerin birçoğu, demografik geçiş sürecini henüz tamamlamamış bulunmakta ve
nüfusları yaşlanmadan önce, çalışma çağındaki nüfusun payının artmasını ekonomik iv
büyümeye dönüştürebilme ve doğru politikalarla içinde bulundukları yoksulluğu
azaltabilme şansına sahip bulunmaktadırlar.
Bu tez çalışmasında, nüfus ve ekonomi arasındaki ilişki, nüfusun yaş yapısındaki
değişmelerin ekonomik büyüme ve yoksulluk üzerindeki etkileri temel alınarak
incelenmiştir. Nüfusun yaş yapısındaki değişmeler sonucunda, gelişmekte olan ülkeler
ve Türkiye’de, bu değişimlerin, gerekli politika ve düzenlemelerin gerçekleştirilmesi
halinde, ekonomik büyümeyi hızlandırıcı ve yoksulluğu azaltıcı sonuçlar yaratacağının
ortaya konulması amaçlanmıştır..
Anahtar Kelimeler: Demografik Geçiş, Bağımlı Nüfus, Ekonomik Büyüme ve
Yoksulluk.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:48   #3
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




ABSTRACT
THE RELATİONSHİP BETWEEN DEMOGRAPHİC TRANSİTİON AND
POVERTY İN DEVELOPİNG COUNTRİES
Ediz Deniz KANDIR
Master Thesis, Department of Economics
Supervisor: Assist. Prof. Dr. Tolga KABAŞ
May 2013, 141 pages
The relationship between population growth and economic growth has been an
important research subject since times immemorial. Following the theory put forward
by Malthus that population growth has a negative impact on economic growth, the
debate on the relationship between population and economy gained a new dimension.
While some views on the relation between population growth and economic growth
argue that population growth has a negative impact on economic growth, others argue
that population growth has a positive impact and some others argue that there’s no
impact of population changes on economy (neutral). However, the point these
approaches have in common is that they have been focused on changes in the size of
population only. İn recent years, however, the studies focusing on the changes in the age
structure of population came to the fore, and it’s been observing that the changes in age
structure of population have important effects on demographic, social and economic
structures of countries. Changes in the age structure of the population occur during the
period called demographic transition that represents a move from high birth and detah
rates toward low birth and death rates.
During the demographic transtition, the reduction in the share of child and
elderly dependency ratio and the increase in the share of working age population in the
overall population creates an opportunity for economic growth provided that necessery
education and employment opportunities are supplied. This opportunity, in particular, is
of great importance for the developing countries where there is stil widespread poverty.
Many developing countries haven’t completed the demographic transition yet and they
have the chance of transforming the increase in the working-age population into
economic growth and reducing their poverty rate before their populations get older.vi
In this study, the relation between population and economy analyzed in terms of
changes in age structure of population and their effects on economic growth and
poverty.The aim is to display that as a result of changes in the age structures, provided
that necessary policies and regulations are put into practice, both in Turkey and in
developing countries, economic growth and poverty reduction can occur.
Keywords: Demographic Transition, Dependent Population, Economic Growth and
Poverty

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:48   #4
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




ÖNSÖZ
Demografik değişmeler ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki, tarih boyunca
toplumlar tarafından yakından ilgilenilen bir konu olmuştur. Nüfusun değişim
göstermesinin, ekonomik büyümeyi olumlu mu, olumsuz mu etkileyeceği sorusu
politikacıları, düşünürleri ve akademisyenleri, demografik değişmelerin üzerinde
araştırmalar yapmaya yöneltmiştir. Bazı araştırmacılar, hızlı nüfus artışının, ekonomik
büyümeyi yavaşlattığını, bazıları ise, bu artışın ekonomik büyümeyi teşvik ettiğini öne
sürmüşlerdir.
Son yıllara dek, demografi ve ekonomi ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar
ağırlıklı olarak nüfusun büyüklüğünde meydana gelen değişmelere odaklanmıştır.
Malthus’un öncülük yaptığı geleneksel ya da olumsuz görüş, nüfus artışının zamanla
gıda arzı artışını aşacağı ve insanlığın açlık ve yoksullukla karşılaşmasının kaçınılmaz
olduğu şeklindedir. Karşı görüşler ise, nüfus yoğunluğunun, ölçek ekonomilerine yol
açacağı, icatları ve teknolojik gelişmeyi teşvik ederek, ekonomik büyümeye katkı
yapacağı şeklindedir. Nüfus artışı, ekonomik büyümeyi etkilemek yoluyla, yoksulluk
üzerinde de bir takım sonuçlar yaratmaktadır. Son yıllarda, nüfus ve ekonomi ilişkisi,
nüfusun yaş yapısında meydana gelen değişmeler temelinde incelenmeye başlanmıştır.
Nüfus değişmeleri, bağımlı ve çalışma çağındaki nüfus değişmeleriyle, ekonomik
büyüme ve yoksullukla ilgili çok önemli sonuçları beraberinde getirmektedir.
Bu çalışmada, nüfusun yaş yapısında meydana gelen değişmelerin, ekonomik
büyümeyi ne yönde ve ne şekilde etkileyeceği ve dolayısıyla, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde, yoksulluğun azaltılmasında, bu etkilerin ne gibi sonuçlara yol açacağı
incelenmiştir.
Çalışmam süresince, destek ve yardımlarını benden esirgemeyen, bana önemli
katkılarda bulunan tez danışmanım, sayın hocam Yrd. Doç. Dr. Tolga KABAŞ’a,
değerli fikirleri ile bana yol gösteren sayın hocam Prof. Dr. Murat DOĞANLAR’a,
tezimi tamamlamama katkılarda bulunan sayın hocam Yrd. Doç. Dr. Cevat BİLGİN’e
teşekkürlerimi sunarım. viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET.............................................. .................................................. ........................ i
ABSTRACT.......................................... .................................................. .................. iii
ÖNSÖZ............................................. .................................................. ...................... v
KISALTMALAR LİSTESİ .................................................. ................................... xii
TABLOLAR LİSTESİ........................................... .................................................. ix
ŞEKİLLER LİSTESİ........................................... .................................................. .. xi
1.BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Çalışmanın Amacı............................................. .................................................. 1
1.2. Çalışmanın Önemi............................................. .................................................. 3
1.3. Çalışmanın Yöntemi........................................... ................................................. 4
1.4. Çalışmanın Kapsamı........................................... ................................................. 4
2.BÖLÜM
NÜFUS VE EKONOMİ
2.1.Nüfusla ilgili Temel Kavramlar .................................................. .......................... 6
2.2.Nüfus Teorileri......................................... .................................................. ........11
2.2.1.Eski Çağlar ve Ortaçağda Nüfus ile İlgili Görüşler......................................11
2.2.2.Merkantilistler ve ****okratların Nüfus ile İlgili Görüşleri..........................13
2.2.3.Sanayi Devrimi ve Klasik İktisatta Nüfus Olgusu .......................................14
2.2.4.Malthus’un Nüfus Teorisi .................................................. .........................15
2.2.5.Modern Teoriler .................................................. .......................................20
2.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Ekonomi İlişkisi .............................23
2.3.1.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artış Hızı ..............................................23
2.3.2.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Ekonomik Büyüme İlişkisi......29
2.3.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Çevre İlişkisi...........................39 ix
3.BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ
3.1. Demografik Geçiş Modeli .................................................. ................................. 44
3.2. Demografik Geçiş Süreci............................................ ......................................... 50
3.2.1. Demografik Geçiş Sürecinde Ölüm Oranlarında Azalma ............................ 50
3.2.2. Demografik Geçiş Sürecinde Doğurganlık Oranlarında Azalma.................. 57
3.2.3. Demografik Geçiş ve Demografik Kazanç............................................ ...... 67
3.2.3.1.Nüfus Patlaması (Baby Boom) Kuşağı ............................................. 68
3.2.3.2.Demografik Kazanç .................................................. ....................... 70
3.3. Gelişmekte Olan Ülkelerde Demografik Geçiş .................................................. .. 74
3.3.1. Sahra-altı Afrika’da Demografik Geçiş............................................. .......... 75
3.3.2. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Demografik Geçiş...................................... 77
3.3.3. Latin Amerika’da Demografik Geçiş .................................................. ........ 79
3.3.4. Doğu ve Güney Asya’da Demografik Geçiş............................................. ... 80
3.4. Nüfusun Yaşlanması........................................ .................................................. .. 83
4.BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ VE YOKSULLUK
4.1. Yoksulluk Olgusu............................................ .................................................. .. 88
4.1.1. Yoksullukla İlgili Temel Kavramlar......................................... ................... 89
4.1.2. Gelişmekte Olan Ülkelerde Yoksulluk......................................... ............... 91
4.2. Nüfus ve Yoksulluk İlişkis .................................................. ................................ 95
4.2.1.Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi.......................................... ............. 98
4.2.2.Demografik Kazanç ve Yoksulluğun Azaltılması....................................... 101
4.3. Türkiye’de Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi ..........................................109
4.3.1. Türkiye’de Demografik Geçiş............................................. ......................110
4.3.1.1.Türkiye’de Demografik ve Sosyo-ekonomik Değişiklikler ............111
4.3.1.2.Türkiye’de Demografik Geçişin Evreleri.......................................122
4.4. Türkiye’de Nüfus ve Yoksulluk İlişkisi .................................................. ...........123
4.5. Türkiye’de Demografik Kazanç ve Yoksulluğun Azaltılması.............................124 x
5.BÖLÜM
SONUÇ VE ÖNERİLER
5.1. Sonuç............................................. .................................................. .................130
5.2. Öneriler.......................................... .................................................. .................131
KAYNAKÇA.......................................... .................................................. ..............134
ÖZGEÇMİŞ .................................................. .................................................. .......141 xi
KISALTMALAR LİSTESİ
ADNKS : Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi
ASBR : Yaşa Özgü Doğum Oranı
BM : Birleşmiş Milletler
CAEs : Orta Asya Ekonomileri
DİE : Devlet İstatistik Enstitüsü
DPT : Devlet Planlama Teşkilatı
ECLAC : Latin Amerika ve Karayipler İktisadi Komsiyonu
FAO : Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü
GFR : Genel Doğurganlık Oranı
HÜNEE : Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü
NAS : ABD Ulusal Bilim Akademisi
PRB : Nüfus Referans Bürosu
TFR : Toplam Doğurganlık Oranı
TNSA : Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması
TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu
TÜSİAD : Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği
UNDP : Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
UNİCEF : Birleşmiş Milletler Çocuk Fonuxii
TABLOLAR LİSTESİ
Sayfa
Tablo.1. Toplam Doğurganlık Oranları ve Yaşa Özgü Doğurganlık Oranları ............ 8
Tablo 2. Yıllar İtibariyle Dünya Nüfusu............................................ .......................24
Tablo 3. En büyük Nüfusa Sahip Ülkeler........................................... ......................27
Tablo 4. Toplam Doğurganlık Oranları.......................................... ..........................27
Tablo 5. En Yüksek Toplam ve Kişi Başı CO² Emisyonuna Sahip Ülkeler, 2006.....42
Tablo.6. Dünyada Ortalama Yaşam Süreleri .................................................. ..........51
Tablo.7. Cinsiyetlere Göre Ortalama Yaşam Süreleri.......................................... .....53
Tablo.8. En Düşük Ortalama Yaşam Süresine Sahip 10 Ülke,..................................55
Tablo.9. Hesaplanan Toplam Doğurganlık Oranları.......................................... .......58
Tablo.10. Ülkelere Göre GSYİH Azalışı ve TFR Azalışı Verileri, 1980-1995..........60
Tablo.11. Gelişmekte Olan Ülkelerde Ortaöğretime Kaydolan 100 Erkeğe Karşılık
Gelen Kız Sayısı, 1990-2005. .................................................. ................63
Tablo.12. En Yüksek Toplam Doğurganlık Oranına Sahip 10 Ülke, 2005-2010 ve 2045-
2050.............................................. .................................................. .........68
Tablo.13. Birinci ve İkinci Demografik Kazançlar (GSYİH Artışına Katkı/Etkin
Tüketici Sayısı Olarak), 1970-2000.............................................. ............74
Tablo.14. Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için Temel Demografik Göstergeler ..76
Tablo.15. Belirli Bölgelere Göre Nüfusun Yaş Dağılımı, 1970, 2000, 2015.............78
Tablo.16. Demografik Kazançlar( GSYİH’ya Katkıları/Tüketici Sayısı)..................79
Tablo.17. Asya’da Bölgelere Göre Demografik Özellikler.......................................8 1
Tablo,18. En yüksek 60 Yaş ve Üzeri Nüfus Oranına Sahip Ülkeler(2011-2050) .....84
Tablo.19. Küresel İşgücü: 1960, 2005 ve 2050 .................................................. ......86
Tablo.20. Dünya Üzerinde, Günde 1,25 ABD doları Altında Gelire Sahip Olanların
Bölgesel Payları (1981-2005, %)................................................ ..............93
Tablo.21. 2015 Yoksulluk Oranı Hedeflerine Ulaşmakta Kaydedilen İlerlemeler.....95
Tablo.22. Yoksulluk ve Demografik Göstergeler, 1990-2002 ..................................96
Tablo.23. Bağımlılık Oranı ve Kişi Başı GSYİH Değişiklikleri,1990-2006 (%).......100
Tablo.24. Demografik Kazanç ve Yoksulluğun azaltılması......................................1 03
Tablo.25.Gini Katsayıları ve Kişi Başı GSYİH Değişmeleri, 1990-2006 (%)...........108
Tablo.26.Türkiye’nin Nüfusu ve Yıllık Nüfus Artış Hızı, 1927-2000.......................112 xiii
Tablo.27.Türkiye’de Toplam Doğurganlık Oranları, Yaşam Beklentisi ve Bebek Ölüm
Oranları, 1935-2005.............................................. ...................................114
Tablo.28.Türkiye’de Yaş Bağımlılık Oranı, 1965-2012 ...........................................115
Tablo.29.Türkiye’de Okuryazarlık Oranları (%), 1935-2000....................................117
Tablo.30.Türkiye’de Kentsel ve Kırsal Nüfus Oranları (%), 1935-2000...................118
Tablo.31.Türkiye’de Cinsiyete Göre İşgücü Katılım Oranları (%), 1980-2000 ........119
Tablo.32.Türkiye’de Kadın İşgücünün Sektörel Dağılımı (%), 1980-2000...............120
Tablo.33.Türkiye’de Doğum Kontrolü Uygulayan 15- 49 Yaş Arası Kadınların Oranı
(%), 1963-2003.............................................. ..........................................121
Tablo.34.Seçilmiş İllerde Toplam Doğurganlık Hızları ve Kişi Başına Gelirler........123
Tablo.35. Türkiye’de Hane Halkları Gelir Dağılımı ve Gini Katsayısı .....................126
Tablo.36.Türkiye’de Hanehalkı Büyüklüğüne Göre Yoksulluk Oranları ..................127
Tablo.37. Türkiye’de Demografik Değişmeler ve GSYİH .......................................128xiv
ŞEKİLLER LİSTESİ
Sayfa
Şekil.1. Gelişmekte Olan Ülkelerde Toplam Doğurganlık Oranları (1994-2008) ........ 28
Şekil.2. Toplam ve Kişi Başına CO2 Emisyonu (Metrik Ton) .................................... 42
Şekil.3. Gayrisafi Yurtiçi Hasıla Azalışı ve Toplam Doğurganlık Oranı Azalışı ......... 60
Şekil.4. Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için Temel Demografik Göstergeler........ 77
Şekil.5.Türkiye’de Toplam Doğurganlık Oranları, 1935-2005..................................113
Şekil.6. Türkiye’de Kadın İşgücünün Sektörel Dağılımı (%), 1980-2000 .................120

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:49   #5
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Nüfus ve ekonomi ilişkisi tarihsel süreç içerisinde toplumlar tarafından önemli bir
ilgi odağı olmuştur. Bu iki kavram arasındaki ilişki Antik Yunanlılar ve Roma
İmparatorluğu dönemlerinde dahi düşünürler ve politikacılar tarafından ele alınmış,
ancak nüfus değişmelerinin sonuçları genelde olumlu olarak kabul edilmiştir. Modern
anlamda nüfus teorilerinin temeli ise, ilk olarak Malthus’un 18.yüzyıl sonunda
gerçekleştirdiği çalışmalara dayandırılmaktadır. Malthus, nüfus değişmeleri ve ekonomi
arasındaki ilişkiyi ele alarak, özellikle nüfus artışının sosyal ve ekonomik sonuçlarını
analize tabi tutmuş, bu konuda günümüzde hala tartışılan teorisini ortaya koymuştur. Bu
teori, nüfus artış hızı kontrol altında tutulmazsa, insan nüfusunun zaman içerisinde gıda
arzını aşacağı ve bunun sonucunda insanlığın kıtlıklar ve yoksullukla karşı karşıya
kalacağı şeklindedir. Malthus, bu teoriyle, nüfus değişmelerinin etkileri ile ilgili
görüşleri ilk olarak ön plana çıkarmış, nüfus artışının sosyal ve ekonomik bakımdan
olumsuz sonuçlarını ortaya koymuş ve bu olumsuz sonuçların önlenmesine dair
önerilerde bulunmuştur. Malthus’un nüfus ile ilgili görüşleri, nüfus artışının ekonomik
büyümeyi olumsuz etkilediği şeklindeki geleneksel görüşün de başlangıcı olarak
nitelendirilmektedir. O dönemde ve sonraki dönemlerde, geleneksel görüşü destekleyen
ya da karşı çıkan görüşler ortaya atılmıştır ve nüfus değişmeleri ve ekonomik büyüme
arasındaki ilişkinin ne yönde olduğu sürekli olarak bir araştırma ve tartışma konusu
olmuştur.
1.1.Çalışmanın Amacı
Nüfus artışının, ekonomik büyümeyi hangi yönde etkilediğine dair farklı
yaklaşımlar mevcuttur. Malthus’un öncülüğünü yaptığı geleneksel görüş, nüfus artışının
ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki yaratacağını savunmakta ve nüfus-ekonomi
ilişkisi konusunda kötümser bir yaklaşım sergilemektedir. II. Dünya Savaşı sonrasında,
kötümser görüşün temsilcileri olarak karşımıza önce Coale ve Hoover, sonraları ise
Neo-Malthusçu görüşler nüfus artışının tasarruflar ve kaynaklar üzerinde yaratacağı
olumsuz etkileri göz önünde bulundurarak, nüfus artışı ve ekonomik büyüme arasında 2
negatif bir ilişki olduğunu savunmuşlardır. Nüfus artış konusunda pozitif düşünenler
ise, nüfusta meydana gelecek bir artışın teknolojik yenilikleri teşvik etme, ölçek
ekonomilerinden yararlanma vb.. yollarla ekonomiyi olumlu etkileyeceğini ortaya
atmışlardır. Esther Boserup ve Julian Simon iyimser görüşün önemli temsilcileri olarak
kabul edilmektedirler. 1980’lere gelindiğinde ise, nüfus değişmelerinin ekonomi
üzerinde çok küçük bir etkisinin olduğunu savunan görüş ağırlık kazanmıştır. Bu görüş
ise “revizyonizm” olarak adlandırılmaktadır.
Nüfus değişmelerinin ekonomik büyüme ile olan ilişkisini ele alan yaklaşımlar
ağırlıklı olarak, nüfusun büyüklüğündeki değişmelere odaklanmışlar, nüfusun yaş
yapısındaki değişmelere ise gereken önemi vermemişlerdir. Ancak, nüfus değişmeleri,
nüfusun yaş yapısında değişmelere neden olmakta ve bu değişmelerin önemli sosyal,
ekonomik ve demografik etkileri bulunmaktadır. Günümüzde, nüfus konularına,
nüfusun yaş yapısındaki değişimler temelinde yaklaşılmakta ve nüfus-ekonomi ilişkisi
de bu temelde incelenmektedir. Nüfusun yaş yapısındaki değişmeler ve bu değişmelerin
sonuçları analiz edilirken, yaş yapısındaki değişmelerin ana belirleyicilerinin doğum ve
ölüm oranlarındaki değişmeler olduğu görülmektedir. Doğum ve ölüm oranlarındaki
değişmeler ve bu değişmelerin sonuçları ise, demografik geçiş adı verilen süreç
sırasında ortaya çıkmaktadır. Demografik geçiş, yüksek doğum ve ölüm oranlarından
düşük doğum ve ölüm oranlarına geçişi ifade etmektedir. Dünya üzerindeki tüm
toplumlar bu süreci yaşamıştır ya da yaşamaktadır. Sanayileşmiş ülkeler demografik
geçiş sürecini tamamlamışken, gelişmekte olan ülkelerin çoğunluğu henüz bu süreci
tamamlamamıştır. Hatta, Sahra-altı Afrika bu sürecin henüz başlarında bulunmaktadır.
Süreç, önce ölüm oranlarının azalışıyla başlamakta, belli bir zaman aralığından sonra
doğum oranları da azalmaya başlamaktadır. Doğum oralarının da azalması, toplumun
bakmakla yükümlü olduğu çocuk ve yaşlı bağımlı nüfusu azaltmakta, çalışma çağındaki
nüfus artmaktadır. Çalışma çağındaki nüfusun artması, geçici bir fırsat penceresi
açmaktadır. Fırsat penceresinden yararlanmak için, çalışma çağındaki nüfusa yönelik
eğitim, sağlık, istihdam politikalarının doğru şekilde uygulanması gereklidir. Bu doğru
şekilde yapılırsa ortaya bir demografik kazanç çıkacak ve ekonomik büyüme
sağlanacaktır.
Demografik geçiş sürecinde, demografik kazanç elde edilmesi ve ekonomik
büyümenin gerçekleştirilmesi, yoksulluğun azaltılması ile ilişkili bir konudur.
Gelişmekte olan ülkeler, yoksulluğun büyük kısmının görüldüğü ülkelerdir. Bu
ülkelerin büyük kısmı henüz demografik geçişi tamamlamamışlardır ve bir demografik 3
kazanç elde etme şansına sahiplerdir. Demografik kazanç elde etmek, kişi başı GSYİH
artışı sağlamak, yoksulluğun azaltılmasında önemli bir adımdır. GSYİH artışı, uygun
politikalarla toplumun geneline eşit olarak yayılırsa, Birleşmiş Milletlerin Milenyum
Kalkınma Hedeflerinde benimsenen yoksulluğun 2015 yılına dek yarıya indirilmesi
amacına bir adım daha yaklaşılmış olunacaktır.
Nüfus ve ekonomi ilişkisi konusunda farklı görüşler olduğu gibi, nüfus ve
yoksulluk ilişkisi ile ilgili olarak ta farklı görüşler mevcuttur. Doğurganlık azalışının
nüfus artışında yavaşlamaya neden olacağı, ekonomik büyümeyi hızlandıracağı ve
yoksullukta azalış yaratacağı şeklindeki görüşe karşı yönde yaklaşımlar ortaya atılmış
olmasına rağmen, günümüzde hızlı nüfus artışı ve yoksulluğun birlikte görüldüğü
ampirik çalışmalarda da gözlemlenmiş bulunmaktadır. Doğurganlığın yüksek olması,
bağımlı nüfusu arttıracak, bu durum ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyecek ve
yoksullukla mücadele zorlaşacaktır. Buna ilave olarak, hanehalkı üye sayısı arttıkça,
hanehalkı yoksulluk oranının da yükseldiği ampirik çalışmalarla tespit edilmiş bir
durumdur.
Bu tez çalışmasının amacı, nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisini, nüfusun yaş
yapısındaki değişmeler temelinde incelemektir. Bu inceleme yapılırken, demografik
geçiş modeli doğrultusunda, gelişmekte olan ülkelerde demografik kazanç yoluyla
ekonomik büyümenin nasıl sağlandığı ve/veya sağlanacağı örneklerle ortaya konulmaya
çalışılmıştır. Demografik kazancın elde edilebilmesi için önerilen politika ve
düzenlemeler açıklanmış, ekonomik büyüme yoluyla elde edilen milli gelir artışının,
yoksulluğu azaltmada işlev görebilmesi için eşitlikçi, gelir dağılımını düzeltici
politikaların önemi vurgulanmıştır.
1.2.Çalışmanın Önemi
Nüfus değişmelerinin ekonomik büyüme ve yoksulluk üzerinde neden olduğu
etkiye dair araştırmalar, son yıllara dek, daha çok, nüfus büyüklüğündeki değişmelere
odaklanmış bulunmaktaydı. Ancak, özellikle son yıllarda, iktisatçılar arasında genel
kabul gören kanı, nüfusun yaş yapısında meydana gelen değişmelerin ve bu
değişmelerin demografik ve sosyo-ekonomik sonuçlarının önceki dönemlerin araştırma
ve çalışmalarında göz ardı edildiği, ancak bu değişmelerin ülkeler ve toplumlar
açısından hayati önem arz ettiği şeklindedir. 4
Bu bağlamda, nüfusun yaş yapısı ya da yaş bileşiminde meydaa gelen değişmelerin
ve bu değişmelerin yarattığı demografik, sosyal ve ekonomik sonuçların incelenmesi,
özellikle, demografik geçiş sürecini henüz tamamlamamış olan gelişmekte olan ülkeler
açısından önem arz etmektedir. Bu çalışma, demografik geçiş sürecinin ekonomik
büyüme ve yoksulluğun azaltılması süreç ve çabaları üzerinde ne gibi etkilere yol
açtığını, nüfus değişmeleri ve ekonomik büyüe arasındaki karşılıklı etkileşimi detaylı
bir şekilde analiz ederek, demografik geçişin ülke ve toplumlar açısından önemini
vurgulamaktadır.
1.3.Çalışmanın Yöntemi
Bu çalışmada, gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmiş ve gelmekte olan
demografik değişmelerin, ekonomik büyüme ve yoksulluğun azaltılması ile ilişkisi ve
bu kavramlar üzerindeki etkileri, gerek gelişmekte olan ülkelerle ilgili örneklerle,
gerekse gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arası kıyaslamalar yoluyla ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Ülkeler arasındaki karşılaştırmalar, gelişmekte olan ülkelerin
kendi içinde olduğu kadar, bu ülkelerin gelişmekte olan dünya ile kıyaslanması şeklinde
yapılmıştır. Ayrıca, çalışmada ortaya konuşması amaçlanan görüş, tablosal, grafiksel ve
sayısal verilerle desteklenmiştir.
1.4.Çalışmanın Bölümleri
Tez çalışmasının birinci bölümünde, çalışmanın amacı, yöntemi, önem ve kapsamı
ele alınmıştır.
Tez çalışmasının ikinci bölümünde, nüfusla ilgili temel kavramlar, nüfus teorileri,
gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışı ve gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışı ve
ekonomik büyüme ilişkisi incelenmiştir. Bu bölümde, nüfus ve ekonomik büyüme ile
ilgili farklı görüşler ele alınmıştır.
Tez çalışmasının üçüncü bölümünde, demografik geçiş süreci kapsamlı bir şekilde
ele alınmaktadır. Demografik geçiş sürecinin aşamaları, demografik kazancın elde
edilmesi ve ekonomik büyümenin sağlanması için gerekli koşullar, demografik geçişin
gelişmekte olan ülkelerdeki seyri ve sonuçları detaylı olarak incelenmiştir.
Tez çalışmasının dördüncü bölümünde, gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye’de
nüfus ve yoksulluk ilişkisi ele alınmıştır. Yoksulluğun genel bir görünümü ortaya 5
konmuş, gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye açısından, demografi değişmelerinin ne
derecede ekonomik büyümeye dönüştürülebildiği ve bu büyümenin yoksulluğu
azalışına nasıl dönüştürülebileceği değerlendirilmiştir.
Tez çalışmasının beşinci bölümünde, nüfus değişmeleri, ekonomik büyüme ve
yoksulluğun azaltılmasına yönelik politikalar arasındaki ilişkiler üzerine sonuç ve
öneriler sunulmuştur.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:49   #6
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




İKİNCİ BÖLÜM
NÜFUS VE EKONOMİ
2.1.Nüfusla İlgili Temel Kavramlar
Nüfus kavramı, tarih boyunca tüm toplumlarda önemli bir ilgi odağı olmuştur. Çok
eski zamanlardan bu yana politikacılar, düşünürler ve araştırmacılar, nüfus olgusu
üzerinde düşünmüşler ve nüfusta meydana gelen değişmelerin, toplumlar açısından ne
gibi ekonomik ve sosyal sonuçlar meydana getireceği sorusuna yanıt aramışlardır.
Nüfus değişmeleri yalnızca nüfusun büyüklüğü açısından ele alındığında, tıpkı
Malthus’un değerlendirmesinde olduğu gibi, fazla nüfusun ekonomik büyüme önünde
engel oluşturacağı ve insan sayısının kaynak miktarını aşmasıyla yoksulluğun
kaçınılmaz olduğu düşüncesi ön plana çıkacaktır. Yine aynı çerçevede, nüfus artış
hızının yavaşlaması, beslenmesi gereken daha az insan, daha az yoksulluk ve daha
yüksek bir ekonomik büyüme hızı anlamına gelecektir. Bu akıl yürütmenin temel
hareket noktası, nüfus artışının, çalışanların bakmakla yükümlü olduğu insan sayısını da
arttırması, bu şekilde, mevcut kaynakların artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamakta
yetersiz kalacağıdır. Son yıllara kadar iktisatçılar ve nüfus bilimciler, nüfus artışını,
nüfusun büyüklüğü açısından ele almışlardır. Ancak, nüfus değişimleri, yalnızca
nüfusun büyüklüğünde değil, nüfusun yapısında, özellikle yaş bileşiminde önemli
değişikliklere neden olacaktır. Böylesi bir açıdan bakıldığında, nüfus ve ekonomi
ilişkisinin görüldüğü kadar basit temeller üzerine kurulu olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, nüfus artışının yüksek olduğu ülkeler, göreceli olarak daha genç bir nüfusa
sahipken, nüfus artış hızının düşmeye başladığı ülkeler ise, göreceli olarak daha yaşlı
bir nüfusa sahip olacaklardır.
Nüfusları giderek yaşlanmakta olan sanayileşmiş ülkelerin liderlerinin zihinleri,
yaşlı nüfusun sağlık gereksinimlerinin nasıl karşılanacağı sorusu ile meşgulken, hızlı
nüfus artışı ile karşı karşıya olan ülke liderleri ise, giderek artan okul ve sınıf ihtiyaçları,
istihdam fırsatları ve barınma gibi sorunlarla meşgul durumdadırlar. Nüfus koşullarında
meydana gelen değişmeler tarihi etkilerken, tarihsel olaylarda toplumların nüfusları
üzerinde etkili olmaktadır. 20.yüzyılda olduğu gibi, savaşlar bir kuşağın büyük
bölümünü yok edebilmektedir. Yeni ilaçların keşfi ve tıpta kaydedilen ilerlemeler 7
yaşam beklentisinde artışlara neden olurken, farklı ölüm sebepleri ön plana çıkmaktadır.
Ayrıca, nüfustaki değişmeler başka önemli değişimlerin habercisi olabilir, örneğin çevre
kirliliğinin önce, bazı coğrafik alanlardaki hastalık ve artan ölümlerle ilgili raporlarla
tespit edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. Bu ve başka birçok şekilde, nüfus önemli
bir kavram olarak göze çarpmaktadır (Haupt, Kane ve Haub, 2011, s. 2).
Bir başka önemli tanımlama ise demografidir. Demografi, nüfus üzerine yapılan
bilimsel çalışmadır. Demograflar, nüfusun boyutunun ve bileşenlerinin düzeyini ve
eğilimlerini belirlemeye çalışırlar, demografik değişimleri ve bu değişimlerin toplumlar
üzerindeki etkilerini açıklamaya yönelik araştırmalar yaparlar. Bu araştırmaları
yaparken, nüfus sayımı, doğum ve ölüm kayıtlarını, pasaport kayıtlarını ve hatta
motorlu taşıt ve okul kayıtlarını dahi incelerler. Bu incelemeler sonunda elde edilen
veriler, demograflar tarafından, basit hesaplar ve oranlar gibi kullanılabilir biçimlere
dönüştürülürler (Haupt vd. 2011, s. 2).
Nüfusla ve nüfus-ekonomi ilişkisi ile ilgili araştırma ve hesaplamalarda önemli bir
yere sahip olan temel kavramlara da değinmek yararlı olacaktır.
i)Medyan Yaş; medyan yaş, tam olarak toplumun yarısının yaşlı, diğer yarısının da
genç olduğu yaştır. Örneğin, 2009 yılında, çok genç bir nüfusa sahip olan Nijer’in
medyan yaşı 15’iken, daha yaşlı bir nüfusa sahip olan Japonya’nın medyan yaşı
45’tir. (Haupt vd. 2011, s. 4)
ii) Cinsiyet Oranı; bir nüfusta, erkeklerin kadınlara oranı, genellikle her 100 kadın
başına düşen erkek sayısı şeklinde ifade edilir.
(Erkek Sayısı ÷ Kadın Sayısı) × 100 = (30,413,779 ÷ 32,379,653) × 100 = 93,9.
(Haupt vd. 2011, s.4)
iii) Yaş-Bağımlılık Oranı; yaş-bağımlılık oranı, bağımlı yaşlardaki kişilerin, yani
çocuk ve yaşlıların (15 yaş altı ile 65 yaş ve üzeri) ekonomik olarak aktif kişilere
(15-64 yaşlar arası) oranıdır. Bu oran, bir nüfusun üretken kesiminin
taşıyabileceği ekonomik yükün bir göstergesi olarak kullanılabilir. Çok yüksek
doğum oranlarına sahip ülkeler, nüfusları içerisinde çocuk miktarının payının
yüksekliğinden dolayı en yüksek bağımlılık oranlarına sahiptirler. Yaş-bağımlılık
oranı kendi içinde yaşlı bağımlılık oranı (65 yaş ve üzeri nüfusun 15-64 yaş arası
nüfusa oranı) ve genç bağımlılık oranı (15 yaş altı nüfusun 15-64 yaş arası nüfusa
oranı) olmak üzere ikiye ayrılır. 8
[(15 yaş altı nüfus + 65 yaş ve üzeri nüfus ÷ 15-64 yaş arası nüfus)] × 100 formülü
kullanılarak yaş-bağımlılık oranı hesaplanabilir.
Örneğin, [(15,384, 000 + 417,000) ÷ (14,860,000)] × 100 = 106,3 (Haupt vd. 2011, s. 4-
5)
iv) Toplam Doğurganlık Oranı (TFR) ; yaşa özgü doğurganlık oranlarının,
doğurganlık yılları süresince (genellikle 15 ve 49 yaşlar arası) değişmemesi
koşuluyla, bir kadının yaşamı boyunca doğuracağı çocuk sayısıdır. Toplam
doğurganlık oranı aşağıdaki formülle hesaplanır:
(∑ ASBR)×5
Formüldeki ASBR sembolü, yaşa göre doğum oranını ifade etmekte ve belirli
bir yaş kategorisindeki annelerin doğum sayılarının, o yaş kategorisindeki kadın nüfusa
oranı şeklinde tanımlanmaktadır. (Oregon Vital Statistics Report, 1997).
Tablo 1
Toplam Doğurganlık Oranları ve Yaşa Özgü Doğurganlık Oranları
1 2 3
YAŞA
ÖZGÜ
KADINLARIN KADINLARIN DOĞUM ORAN
YAŞLARI SAYILARI SAYILARI (2÷1)
15-19 10,351,380 434,758 0,042
20-24 10,215,379 1,052,184 0,103
25-29 10,398,034 1,195,774 0,115
30-34 9,663,798 956,716 0,099
35-39 10,401,596 488,875 0,047
40-44 10,597,300 105,973 0,01
45-49 7,109,000 7,109 0,001
Kaynak: Haupt, Kane ve Haub, 2011, s. 11
Tablo 1’de, ABD’ye ait 2008 yılı verileri bulunmaktadır. Öncelikle, 2. sütunda yer
alan doğum sayıları, 1. sütunda bulunan, ilgili yaş grubundaki kadın sayılarına
bölünerek, yaşa özgü doğum oranları hesaplanmaktadır. Sonraki adımda ise, tüm yaş
gruplarına özgü doğum oranlarını toplanmasıyla, yaşa özgü doğum oranları toplamı
0,417 olarak bulunmakta ve bu sonucun 5 ile çarpılması yoluyla 2.09 rakamına
ulaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle, ABD’de 2008 yılı toplam doğurganlık oranı 2,09’dur
(Haupt vd. 2011, s.11). 9
v) Nüfus Artış Oranı; Nüfus artışını belirleyen faktörler, doğumlar, ölümler, iç ve
dış göçlerdir. Bu faktörlerden hareketle nüfus artış oranını belirlemede
kullanılan formülü şu şekilde yazmak mümkündür; ∆P = (B-D ) + ( I-E ).
Formülde de görüldüğü gibi, belirli bir zaman dilimindeki nüfus artış oranı iki
kısım halinde hesaplanabilir, doğal nüfus artışı (B-D) ve mekanik nüfus artışı (IE).
vi) Doğal nüfus artışı; doğum oranı, ölüm oranından daha yüksek olduğunda
görülür. Bir ülkenin nüfus artış oranı, doğal artış ve göçlere bağlıyken, dünya
nüfus artış oranı yalnızca doğal artışa bağlıdır (Dünya Bankası, 2004, s. 16).
vii) Yenileme Düzeyi; yenileme düzeyi, aynı grupta bulunan kadınların, nüfus
içerisinde, yerlerini tam olarak doldurmaya yetecek kadar kız çocuk sahibi
oldukları doğurganlık oranıdır. Yenileme düzeyini sağlayan doğurganlık oranına
ulaşıldığında ve bu oran korunduğunda, doğumlar kademeli olarak ölümlerle
eşitlenecektir ve göçlerin olmadığı bir durumda, nüfusun büyümesi duracak,
nüfus boyut ve yapı olarak durağan bir hale gelecektir. Bu sürecin alacağı
zamanı, büyük ölçüde o toplumun mevcut yaş yapısı belirleyecektir. Bugün
gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı yenileme düzeyinde ya da bu düzeyin
altında bulunmaktadır. Yine gelişmiş ülkelerde, yenileme düzeyini sağlayan
toplam doğurganlık oranı 2,1’dir.
viii) Demografik Momentum; doğurganlık oranındaki azalışa rağmen, nüfusun
artmaya devam etmesi şeklinde tanımlanan bir olgudur. Doğurganlık oranını
düşürmeye yönelik ciddi önlemlerin varlığı halinde dahi, nüfus içinde,
doğurganlık çağına ulaşan insan sayısının fazla olması nedeniyle, nüfusun
büyümeye devam etmesi bu olgu sayesinde mümkün olmaktadır. Gelişmekte
olan ülkelerde, doğurganlık oranlarında yaşanan düşüşlere rağmen, bu ülkelerde
nüfus artışının hala yüksek olmasının altında yatan temel neden olarak
demografik momentum gösterilmektedir.
Tarih boyunca sanayi öncesi toplumlarda ve sanayi toplumlarında nüfusun nicelik
ve niteliği ile o toplumun ekonomisi arasında birtakım ilişkiler var olmuştur. Nüfus,
hem nicelik hem nitelik olarak ekonomi üzerinde dönüştürücü etkilere sahip olduğu
gibi, bir geri besleme ile ekonomideki değişmelerde nüfus yapısını etkilemektedir
(Küçükkalay ve Türkcan, 2008, s. 89). Ancak son yarım yüzyılda hiçbir sosyal olgu,
dünya nüfusunun 1950 ile milenyumun başlangıcına kadar olan sürede yaklaşık üç kat 10
artması şeklinde ortaya çıkan nüfus patlaması kadar ilgi çekmemiştir (Birdsall ve
Sinding, 2001, s. 2). Nüfus artışının ekonomik büyümeye olan etkisi üzerine birçok
teorik ve gözlemsel çalışmalar yapılmış ve yapılmakta olup, bu etki ile ilgili ortaya
birbiri ile çelişen teori ve görüşler ortaya atılmaktadır. Malthus ve sonrasında egemen
olan resmi ve popüler düşünce nüfus artışını ekonomik kalkınma ve büyümeye bir
tehdit olarak görme eğilimindedir (McNicoll, 2003, s. 6). Thomas Malthus’un nüfus
teorisini ortaya atmasından bu yana geçen 200 yılı aşkın süre boyunca nüfus artışının
toplumların sosyal ve ekonomik koşullarında meydana gelecek iyileşmeleri kısıtlayıp
kısıtlamadığı sorusu tartışma konusu olmuştur.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde görülen olağanüstü yüksek hızlarda nüfus
artışının bu ülkelerin ekonomik büyümeleri üzerindeki etkisinin olumlu mu yoksa
olumsuz mu olacağı sorusu akademisyenleri bu konu ile ilgili çok sayıda teorik ve
gözlemsel araştırma yapmaya yöneltmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde görülen bu nüfus
patlamasının sonuçları üzerine yapılan değerlendirmeler, daha büyük nüfusun daha
fazla refah getireceğine dair görüşlerden, nüfus artışının neden olduğu fazla nüfusun,
geniş kapsamlı felaketleri (kıtlık, ekolojik çöküşler, savaşlar, doğal kaynakların
tükenmesi v.b.) hızlandıracağı şeklindeki tahminlere kadar oldukça büyük farklılıklar
göstermektedir (Birdsall ve Sinding, 2001, s. 3).
Nüfus değişmelerinin ekonomik büyüme ile ilişkisi incelenirken, dikkat çeken bir
başka önemli husus, nüfusta meydana gelen değişmeler ile ekonomik büyüme
arasındaki çift yönlü nedensellik ilişkisidir. Bu ilişki, doğurganlık ve ölüm oranlarında
azalma şeklinde görülen demografik değişmeler ekonomik büyümeye yol açtığı gibi, bu
gibi değişmelerin, ekonomik büyümenin sonucunda ortaya çıktığı şeklinde açıklanabilir.
Bloom ve Canning (1999), daha yüksek gelirin daha düşük doğum ve ölüm oranlarının
nedeni olmasının yanı sıra, düşük doğum ve ölüm oranlarının da gelir artışına katkıda
bulunacağı şeklindeki görüşlerinin teorik temellerini oluşturmuşlar ve buna dayanan iki
yönlü nedensellik kavramını ortaya koymuşlardır.
Kelley ve Schmidt (2001) yaptıkları araştırmada nüfus ve ekonomik büyüme
ilişkisini sadece nüfustaki artışa değil demografik değişim ve nüfus artışının farklı
bileşenlerine de bakarak incelemişlerdir. Ayrıca nüfus büyüklüğü ve nüfus
yoğunluğundaki değişmeleri de dikkate almışlardır. Son 30 yıldaki demografik
değişimleri kapsayan araştırmaları, nüfusun yoğunluğu, büyüklüğü ve çalışma yaşındaki
nüfusun göreli sayısındaki artışlar ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir ilişki
olduğunu gösterirken, 0-15 yaş grubundaki nüfusun artışı ile ekonomik büyüme 11
arasında negatif bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle Kelley ve Schmidt’in
çalışmaları, nüfusun büyüklüğüne odaklanmanın ötesine geçerek, nüfusun yaş yapısı ve
bileşimini de dikkate alan bir özellik taşımaktadır. 0-15 yaş grubu nüfusun artması
bağımlılık oranını yükselterek, ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Bu yaş
grubundaki sayı olarak azalma ise ekonomik açıdan olumludur.
2.2.Nüfus Teorileri
Eski çağlardan bu yana, insanoğlunun nüfus sorunlarına ilgisinin olduğu
bilinmektedir. Antik dönemlerden günümüze, devlet adamları ve düşünürler, siyasi,
askeri, sosyal ve ekonomik değerlendirmeleri temel alarak, en çok istenilen nüfus
miktarı ya da nüfus artışının canlandırılması ya da sınırlandırılması gibi konularda
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler, daha ziyade bir kamu politikası bakış açısı ile
oluşturulmalarına ve yalnızca spekülasyon ya da tesadüfi gözlem olmanın ötesine
geçememelerine rağmen, modern nüfus teorisinde tekrar ortaya çıkacak olan bir çok
konunun habercisi olmuşlardır. Erken döneme ait bu çalışmalar, sonraları geliştirilecek
daha derli toplu teorilerin kısmi öngörüleri olarak dikkate değerdir. Ancak modern
nüfus teorilerinin temellerinin, Malthus’un 18.yüzyıl sonuna ait çalışmalarına dayandığı
genel bir kanıdır. Malthus’un çalışması, nüfus ve ilgili sosyal konulara olan ilgiyi
arttırmakla kalmayıp, nüfus konusunu ilk defa ön plana çıkarmıştır. Bu çalışma
tartışmaları da beraberinde getirmiş ve her tartışma aynı zamanda demografik sorunlar
ve ekonomi ilişkisiyle ilgili araştırmaların tetikleyicisi olmuştur (Birleşmiş Milletler,
1973, s. 33).
2.2.1.Eski Çağlar ve Ortaçağda Nüfus ile İlgili Görüşler
Modern teori öncesinde, nüfus meselesinin ele alınış nedeni ve şekli toplumsal
yapı, ekonomik konum, coğrafi koşullar v.b. birçok faktöre bağlı olarak
belirlenmekteydi. Ortaya çıkan ya da algılanan belirli bir sorun ya da sorunlar,
neredeyse her zaman nüfusa ilişkin düşünce ve görüşlerin odağı durumundaydı. Antik
Yunan devletleri site biçiminde meydana getirilmişlerdi. Aristo ve Plato gibi önde gelen
filozoflar kimi zaman nüfus fazlalığının, kimi zamanda nüfus yetersizliğinin yaratacağı
problemler üzerinde durmuşlardır. Örneğin nüfusun ekonomiye baskısı üretim yapılacak
yeterli miktarda toprak bulunamaması nedeni ile ortaya çıktığında, çözüm kolonileşme 12
ya da dış ticaret vasıtasıyla gerekli maddelerin temini olarak görülürken, kimi zamanda
fazla nüfus askeri ve güvenlik gibi nedenlerle gerekli görülmüştür. (Küçükkalay ve
Türkcan, 2008, s. 95). Aristo aşırı nüfus durumunda doğum kontrolünü de önermiştir.
Toprağın ve mülkiyetin nüfusla aynı hızda arttırılamayacağını ve bununda yoksulluk ve
sosyal rahatsızlık getireceğine değinerek, aşırı nüfusa karşı önlemler arasında çocuk
düşürme ve kürtaja yer vermiştir. Plato ise, aynı konularda daha kendine özgü
düşüncelere sahiptir. Aşırı nüfusa karşı kolonileşme ve doğum kontrolünü savunurken,
nüfus yetersizliği halinde ise gençlerin ödül, nasihat v.b. şekillerde doğum oranlarını
arttırmak için iknasından, göçlere kadar değişik önerilerde bulunmuştur (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 34). Eski Yunan’da nüfus sorunu daha ziyade, savunma ve güvenlik
açılarından önemli kabul edilmiştir.
Roma İmparatorluğu ise, askeri ve benzeri nedenlerden dolayı nüfus artışının,
avantajlı olarak gördüğü yönlerine önem verirken, nüfus artışının kısıtlanması konusuna
daha az ilgi göstermiştir. Doğum oranlarını arttıracak, evliliğin teşviki ve bekarlığın
onaylanmaması gibi uygulamalar yasalarda yer bulmuştur. Bu faktörler ve Roma’nın
kontrolündeki ticaret yolları, geniş bir alana yayılan verimli topraklarında katkısı ile
imparatorluk nüfusu önemli miktarda artış göstermiştir (Birleşmiş Milletler, 1973, s.
34).
Museviliğin kutsal kitabı Tevrat, doğum ve nüfusun çoğalmasının önemini
vurgulamış ve çocuk sahibi olamamayı kötü bir talihsizlik olarak nitelemiştir. Erken
dönem ve Ortaçağ Hristiyanlığında ise, nüfus meseleleri, daha çok ahlaki açıdan ele
alınmıştır. Musevi yazar ve düşünürleri kadar olmasa da, Hristiyanlık öğretisi nüfus
yanlısı bir eğilime sahipti: bir yandan çok eşliliği, boşanmayı, kürtajı, çocuk öldürme ve
düşük yapmayı kınıyor, bekareti ve itidalli olmayı övüyor ikinci evliliğe ise hoş
bakmıyordu. Bununla birlikte özellikle bekar kalmayı savunan uygulamalara ise Aziz
Paul’un öğretilerinde rastlanmaktadır. Paul ve erken Hristiyanlık döneminin diğer
eklestik bekarlık savunucularının nüfus artışına ilişkin görüşleri Malthus’tan pek
farklılık göstermemektedir. O dönemde bilinen dünyada, nüfus artışı ile ilgili olarak
yoksulluğu bu artışa bağlamışlar, savaş, kıtlık ve salgın gibi felaketleri doğanın fazla
nüfusu azaltmakta kullandığı araçlar olarak görmüşlerdir. Ancak hakim olan eğilim
yinede nüfus artışından yanaydı. Bu eğilimin altında yatan önemli bir neden, söz konusu
dönemde görülen yüksek ölüm oranları ve buna bağlı nüfus azalması tehdidiydi. Sıkça
görülen salgın, kıtlık ve savaşlar çoğu yazarların yüksek doğum oranlarından yana
olmasına neden olmuştu. Doğum kontrolü uygulanmasına olan karşıtlık yalnızca 13
kiliseye özgü değildi, nüfus azalması korkusu da bir başka karşıtlık sebebiydi (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 34-35).
Müslüman düşünürlerin nüfus konusunda görüşleri Hristiyan ve Musevi
düşünürlerinkileri anımsatmaktadır. 14.yüzyıl Arap yazarı İbn Haldun’un ilginç ancak
uzun zaman boyunca fazla bilinmeyen çalışmasından özellikle bahsedilmelidir.
Haldun’un görüşleri iki bakımdan önem arz eder. İlk olarak yoğun nüfus yerleşiminin
daha yüksek bir yaşam düzeyine vesile olduğunu, çünkü yüksek nüfus yoğunluğunun
daha büyük bir iş bölümüne, daha etkin bir kaynak kullanımı, politik ve askeri
güvenliğe olanak sağladığını ifade eder. İbn Haldun ikinci olarak bir devletin refah
döneminin ardından bir düşüş, gerileme döneminin geleceğini ve nüfusta görülen
dönemsel değişmelerin bu ekonomik dalgalanmalarla uyumlu bir şekilde ortaya
çıkacağını belirtir. Uygun ekonomik koşullar ve politik düzen, doğurganlığı arttırarak
ve ölüm oranlarını kontrol altına alarak nüfus artışında bir canlanmaya neden olurken,
bu ekonomik gelişme dönemlerinin ardından kuşaklar boyunca politik gerileme,
ekonomik depresyon ve nüfus azalışına neden olan lüks tüketim, yüksek vergiler ve
diğer değişmeler gelmektedir (Birleşmiş Milletler, 1973, s. 35). İbn Haldun’un nüfus ve
ekonomi ilişkisine ile ilgili çalışması, nüfus değişmelerini dönemsel olarak ele alması
ve ekonomik dalgalanmaları irdeleyerek bu iki değişkeni ilişkilendirerek zamanın
ötesinde bir analiz gerçekleştirmiş olmasıdır.
2.2.2.Merkantilistler ve ****okratların Nüfus ile İlgili Görüşleri
15.yüzyıl sonları ile 18.yüzyıl sonları arasında geçen süre, temeli Rönesansa
dayanan son derece önemli birtakım gelişmelere sahne olmuştur. Bu süreçte ulus
devletler ortaya çıkmış, yeni bilimsel icatlar gerçekleştirilmiş, yeni bölgelerin ve
arazilerin bulunmasını sağlayan coğrafi keşifler yapılmış, ticaret artmış, Ortaçağın
feodal düzeni dağılmaya başlamıştır. Bu gelişmeler sonunda,16.yüzyılın tamamı ve
18.yüzyılın bir kısmında Avrupa kıtasına hakim olan Merkantilist doktrin ortaya
çıkmıştır. Ticaret devrimi diye de adlandırılan bu dönem, kapitalist düzenin ilk temel
taşlarını atmıştır. İktisatçılar arasında iktisadi düşünceyi bu dönem düşünürlerinin
görüşleri ile başlatmak gelenek halini almıştır (Yılmaz, 1992, s. 6).
Merkantilistlerin görüşleri tam bir bütünlüğe sahip olmamasına karşın, çoğunun
nüfus artışını ekonomi açısından yararlı gördüğünü söylemek mümkündür. Çünkü
onlara göre, toprağın bol, yerleşimcilerin sayısının az olduğu yerde yoksulluk vardır. Bu 14
tezi destekleyen nedenler oldukça çeşitlidir. Üretim yönünden bakıldığında, nüfusta
meydana gelecek bir artış, talep artışı yoluyla yeni icatlara ve sanayileşmeye yol
açacaktır. İşgücü piyasası yönünden bakıldığında ise artan nüfus nedeniyle ücretlerin
düşmesi ticaretin gelişmesini sağlayacak ve bazı yazarlara göre ise daha fazla çalışmayı
teşvik edecektir. Bazı Merkantilist yazarlar da daha yüksek ücretlerin daha çok
çalışmayı teşvik edeceği şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bir başka görüş ise daha fazla
nüfusun devlet için daha fazla güç anlamına geldiği şeklinde ekonomik olmayan bir
faydadan bahsetmektedir (Brezis ve Young, 2011, s. 4). Genel olarak nüfus artışını
savunan bir yaklaşıma sahip olan Merkantilistlerden bazıları, bir ülkenin sahip olacağı
nüfus miktarının, o ülkede üretilebilecek ya da dışarıdan temin edilebilecek gıda
miktarına bağlı olduğunun farkına varmışlardır. Bir diğer grup ise nüfus artışı yoluyla
elde edilen işgücü fazlasının ancak yeterli istihdam sağlanması halinde yararlı olacağını
göz ardı etmemişlerdir.
Turgot ve Quesnay’ın öncülüğünü yaptığı ****okrasi, Merkantilizme karşı bir tepki
olarak Fransa’da ortaya çıkan ve okul olarak adlandırılabilecek ilk harekettir (Yılmaz,
1992, s. 13). ****okrasi terimi doğanın kanunu anlamına gelmektedir ve ilk olarak
Pierre-Samuel du Pont de Nemours tarafından kullanılmıştır. Ortaya çıkışı 18.yüzyıl
ortalarına denk gelen ****okrasi, liberal ekonomiyi savunur. Merkantilizmin aksine
devlet müdahaleciliğine karşıdır. ****okratik düşünceye göre bir ekonomide en stratejik
sektör sanayi değil tarımdır ve ekonominin tümünün büyümesi tarımsal üretim artışları
tarafından belirlenmektedir. Nüfus artışına karşı ise genel olarak olumlu bir bakış
açısına sahip olan ****okratlara göre, nüfus artışı ancak bu artışı destekleyecek kadar
bir tarımsal üretim artışı söz konusu olduğunda olumlu karşılanabilir. Sonuç olarak
üretken bir tarımın nüfus artışını teşvik edeceği düşüncesi öne çıkmaktadır (Birleşmiş
Milletler, 1973, s. 36).
2.2.3.Sanayi Devrimi ve Klasik İktisatta Nüfus Olgusu
****okratların savunduğu iktisadi liberalizm, 18.yüzyılın sonlarına doğru
Avrupa’da meydana gelen köklü değişmelerinde temelini oluşturmuştur. Sanayi devrimi
ile birlikte üretimde görülen önemi miktardaki artışlar sonucunda, Merkantilist
dönemde egemen olan daha fazla üretmek kaygısı yerini üretilen mallar için yeni
pazarlar bulma arayışına bırakmıştır. Ekonomi alanında görülen bu köklü değişimler,
yansımalarını düşünsel alanda da göstermiştir. Klasik iktisadi doktrin bu gelişmelere 15
paralel olarak ortaya çıkmıştır. Adam Smith ve David Ricardo gibi bu ekolün önde
gelen temsilcileri nüfus sorununu ücretler bağlamında ve aynı doğrultuda
incelemişlerdir (Küçükkalay ve Türkcan, 2008, s. 101). Nüfusu içsel bir değişken olarak
ele almış ve bu değişkenin ekonomik büyüme tarafından etkilendiğini belirtmişlerdir.
Ayrıca, nüfus artışının emek arzında artış yaratmak suretiyle ücretlerde düşüşe neden
olacağını, tersi durumda ise emek arzında azalışa neden olarak ücretleri arttıracağını
belirterek nüfus ve ücret arasında ki ters ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Adam Smith’in
nüfus konusunda ki dikkat çekici görüşü ise, ekonomik büyüme ve insanların sosyoekonomik koşularındaki iyileşmelerin zaman içinde doğurganlık oranlarını azaltacağı
şeklindedir. Ancak gerek Smith, gerekse diğer klasik iktisatçılar nüfusun kaynakları
aşma eğiliminde olduğunu da kabul etmişlerdir..
2.2.4.Malthus’un Nüfus Teorisi
Thomas Robert Malthus’un (1766-1834) nüfus teorisi, Smith’in doğurganlık ve
nüfus artışı ile ilgili iyimser görüşlerini paylaşmamaktadır. Pek az iktisatçı, Thomas
Malthus kadar tartışmaya açık fikirler ortaya atmış ve bu derece büyük münakaşalara
neden olmuştur (Abramitzky ve Braggion, 2004). İngiliz kilisesi rahibi olan Malthus,
günümüzde insan nüfusu ile ilgili teorinin kurucusu olarak hatırlanmaktadır. Bu teorinin
temel öğretisi, kontrole tabi olmadığı takdirde insan nüfusu geometrik olarak artarak (1,
2, 4, 8, 16, 32…) her 25 yılda ikiye katlanacağından ve gıda üretimi aritmetik olarak
artacağından (1, 2, 3, 4, 5, 6…) insan nüfusunun daima gıda arzını aşacağıdır. (The
Corner House, 2000, s. 1). Malthus’un 1798’de basılan An Essay on The Principal of
Population adlı eserinin, Godwin, Condorcet ve hatta babası Daniel Malthus’un iyimser
görüşlerine karşı duyduğu şüphelerin bir ürünü olduğu düşünülmektedir. Bu görüşlerle
ters düşen Malthus, insanlığın gelişiminin nüfus artışının gıda arzı üzerinde yarattığı
baskıdan dolayı ciddi biçimde kısıtlandığını ısrarla savunmuştur (MacFarlane, 2005, s.
1).
Malthus’la aynı dönemde yaşamış olan Marquis de Condorcet iyimser görüşü
savunuyor ve insanın mükemmele ulaşabileceğine ve en ileri düzeyde sosyal ilerlemeyi
sağlayabileceğine inanıyordu. Condorcet sınırsız bir nüfus artışının, nüfus ne kadar
fazla olursa gıda arzını arttıracak bir o kadar insan olacağı düşüncesinden hareketle, iyi
ve olumlu olduğu düşüncesini taşıyordu. İnsanın kendi akıl yürütmesi yoluyla nüfusun
aşırı derecede artmasından sakınılabileceği ifadesi, Condorcet’nin sınırsız ilerleme ve 16
nüfus artışı görüşünü yansıtıyordu. Söz konusu mükemmeliyeti ve ilerlemeyi
sağlamanın en önemli yolu olan mantık ve akılcılığa ulaşmak için eğitimin önemine
ayrıca vurgu yapan Condorcet’nin görüşleri Godwin’in düşüncelerini de etkilemiştir
(Rehorick, 1979, s. 11).
Yine Malthus’un çağdaşı ve babası Daniel Malthus’un arkadaşı olan Godwin, 1793
tarihinde basılan Political Justice adlı kitabında, bilimsel ilerlemenin, insanların
maddesel isteklerden kurtulduğu bir geleceğe ulaşılmasını sağlayacağı tahmininde
bulunmuştur. Godwin savaş kurumunun ortadan kaldırılması, daha adil bir mülkiyet
dağılımı ve tarım ve sanayideki bilimsel gelişmelerin yardımı ile yaşamın sürdürülmesi
için çok daha az emek sarf edileceğini öne sürmüştür. Godwin yazılarında lüks malların
yapay sınıf ayrımlarını sürdürmede kullanıldığı, gelecekte değer yargılarının değişmesi
ile insanların daha basit yaşayarak, çabalarını maddesel mülkiyet edinmekten çok
kendini geliştirmeye, zihinsel ve ahlaki gelişime yönlendireceğini ifade etmiştir.
Goodwin’e göre, Tarımın makineleşmesi ile birlikte de gelecekteki toplumların üyeleri
ekmeklerini kazanmak için sadece birkaç saat çalışmaya ihtiyaç duyacaklardır (Avery,
2005, s. 5). Godwin tıpkı Condorcet gibi metafizik temelinde bir iyimser görüşe bağlı
olarak, bir toplumun aydınlanma ile uyum içinde, akıl ve mantık yolu ile otomatik
olarak uygun bir nüfus büyüklüğünü bulacağını öne sürüyordu (Rehorick, 1979, s. 12).
Malthus ise, Condorcet ve Godwin’in iyimser tezlerine, nüfus artışının insanoğlunun
gelecekte sağlayacağı gelişmeye ciddi engeller teşkil edeceği düşüncesine dayanarak
karşı çıkmıştır.
Malthus’un 1798 tarihli eserini yazmasında Godwin’in tezi üzerine bir arkadaşıyla
yaptığı sohbetin etkisi olmuştur. Malthus, Godwin’in aksine cinsiyetler arasındaki
ilginin ortadan kalkmayacağını, değişmez bir niteliğe sahip olduğunu ve bundan dolayı
insan nüfusunun sürekli bir artma eğiliminde olduğunu ve kontrol edilmediği takdirde
nüfus sayısının gıda arzını aşacağını belirtmiştir.
Malthusyen Tuzak: Malthus’un teorisine göre, insanlık iki kanunun kalıcı olarak
kesişmesinden kaynaklanan bir tuzak içindedir. Bunlardan ilki nüfusun artış oranı ile
ilgilidir. Malthus cinsiyetler arasındaki tutkunun azalmayacağını savunmaktadır ve
araştırmalara göre, doğal doğurganlık koşulları altında, bu durum kadın başına yaklaşık
15 canlı doğumla sonuçlanacaktır. Bu rakam modern demografi tarafından
doğrulanmıştır. Bu koşullar göz önüne alındığında, Malthus’un öngördüğü gibi nüfus
geometrik şekilde artacak ve belli bir sürede dünya nüfusunun ikiye katlanması işten
bile olmayacaktır (MacFarlane, 2005, s. 1). 17
İnsanoğlunun adeta bir tuzak içinde bulunmasına neden olan ikinci önerme ise gıda
ve diğer kaynakların üretiminin nüfustaki artışa kıyasla çok daha yavaş
gerçekleşeceğidir. Malthus üretimin çok büyük miktarda gerçekleşmesi, hatta sınırsız
boyutta olması halinde dahi dünya nüfusunun o dönemde örneğin 100 milyon olduğunu
varsayarak, insan nüfusu 1, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512.. oranında artarken, gıda
arzının 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10.. olarak artacağını ve 2 asır sonra insan nüfusunun gıda
üretimine oranının 512’ye 10 şeklinde olacağını, 3 asır sonra ise bu oranın 4096’ya 13
olacağını, 2 binyıl sonra ise söz konusu oranın hesaplanmasının bile mümkün
olmayacağını belirtmiştir (Malthus, 1798, s. 8). Bu şekilde insanlar Malthusyen Tuzağa
düşmüş olacaklardır. Bu tuzaktan sakınılabilmesi için nüfusun, geçimlik, yani
mevcudiyetini sürdürebilecek düzeyde tutulması gereklidir.
Malthus, teorisinde nüfus ve gıda ilişkisini açıklarken, dünya gıda arzı üzerinde
herhangi bir sınırlama bulunmadığını, üretimin tahsis edilen miktarın çok üzerinde
gerçekleşebileceğini ve sürekli olarak arttırılabileceğini, ancak yine de nüfusun üstün
olan güç olduğunu belirtmiştir. Buna göre, insan türündeki çoğalma hızının gıda arzı
artışı ile aynı düzeyde tutulabilmesinin ancak doğal koşulların nüfus üzerinde kontrol
görevini üstlenmesiyle mümkün olacağını savunmuştur (Malthus, 1798, s. 8). Malthus
nüfus üzerinde ki söz konusu kontrolleri iki başlık altında açıklamıştır. Bunlardan birisi
pozitif kontroller olarak adlandırılmaktadır. Oldukça farklı türleri olan pozitif kontroller,
sefaletten kaynaklanan ve insan ömrünün kısalmasına katkıda bulunan nedenleri ifade
eder. Örneğin kötü çalışma koşulları, aşırı yoksulluk ve iklim koşulları, salgınlar,
kıtlıklar, veba, savaşlar ve çocuk ölümleri bu nedenler arasında sıralanabilir. Nüfus,
gıda miktarı artışıyla birlikte birkaç kuşak artış gösterecek ve yukarıda sıralanan
faktörler ortaya çıktığında artış duracak, nüfus önceki seviyesine dönecektir. Malthus
nüfus artışını kısıtlayacak olan diğer kontrol türünü ise önleyici kontrol olarak
adlandırmıştır. Önleyici kontroller arasında, doğurganlığı azaltan geç evlenme, doğum
kontrolü, bekarlık gibi nedenler bulunur.
Malthus gıda arzındaki artışın, gıda fiyatlarının ucuzlamasına ve dolayısıyla
doğurganlığın artmasına neden olacağını, nüfustaki artışın ise, gıda fiyatlarını arttırarak
daha fazla toprağın ekilmesine, gübreleme yatırımlarının artmasına ve zamanla daha
verimsiz toprakların da ekilmesine neden olacağını belirtmiştir. Nüfus baskısı sonucu
teknolojik gelişme görülse ve bu gelişme tarımsal üretimi arttırsa dahi, bu durum nüfus
artışını karşılamaya yeterli olmayacaktır. 18
Bu açıdan bakıldığında, tarımsal üretimde artış yaratan teknolojik gelişmeler yaşam
standartlarında yalnızca geçici bir yükseliş getirecek, ancak bu yükseliş uzun dönemde
ortaya çıkan ve bu geçici iyileşmeyi sıfırlayan nüfus artışı ile dengelenecektir. Malthus,
yoksullara daha fazla para aktarılması yoluyla onların refahında ancak geçici bir artış
sağlanacağına inanmıştır. Ona göre bu parasal yardımı alan yoksullar daha büyük bir
aileyi geçindirebilecekleri yanılgısına düşerek, önleyici kontrolden uzaklaşacaklardır ve
bu durumun daha fazla nüfus artışına neden olmasıyla yoksulların yaşam koşullarının
sonunda kötüleşeceğini belirterek, yoksullara yapılan her türde parasal yardıma şiddetle
karşı çıkmıştır. 1834 yılında hayata geçirilen İngiliz yoksul kanunlarının bu nedenden
dolayı uygulamadan kaldırılması gerektiği Malthus tarafından önemle vurgulanmıştır
Yoksullara yapılan parasal yardımlar sonucunda, aynı miktarda gelir daha fazla aile
bireyi arasında bölüştürülecek ve bunun sonucunda artan yoksulluk, salgın, kıtlık
v.b.şekillerde pozitif kontroller ortaya çıkacaktır. Ayrıca söz konusu yardımlar gıda
fiyatlarında artışa, reel ücretlerde ise azalışa neden olacak ve sonuç olarak yoksullar
bundan zarar göreceklerdir (Abramitzky ve Braggion, 2004).
Malthus, ilk eserinin yayınlanmasından sonra Avrupa’da seyahatlere çıkmış ve
nüfusla ilgili gözlemsel çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bu gözlemler ve seyahatler
sonucunda elde ettiği izlenimler eserinin ikinci baskısına (1803) ilham kaynağı
olmuştur. Aslında ikinci baskı ilkinden son derece farklı bir çalışmadır. Bu baskıda
Malthus kendi adı ile anılan Malthusyen tuzaktan sakınılabileceğini yazmıştır. Bu
sakınmanın ise evliliğin belli bir ekonomik ve sosyal statüye kadar ertelenmesi gibi
kurumsal düzenlemelerle mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Malthus’un
İskandinavya gezisinde tuttuğu seyahat notlarında öne sürdüğü görüşler, eserinin
gözden geçirilmiş ikinci baskısının ham girdilerini oluşturmuştur (Jensen, 1999, s. 458).
İkinci baskıda insan rasyonelliğinin, kurumsal düzenlemelerin ve eğitimin harekete
geçireceği pozitif kontroller vasıtasıyla nüfus artışı ve beraberinde getireceği
sorunlardan kaçınılmasının mümkün olduğunu öne sürmektedir.
Malthus’un nüfus üzerine görüşleri, o dönemde büyük tartışmalara neden olmuştur.
Ancak yaptığı çalışmalarla modern nüfus teorisine ve demografiye de öncülük eden
Malthus’un teorisi kendisinden sonraki birçok araştırmanın gerçekleştirilmesini teşvik
edici rol oynamıştır. Günümüzde de bu teori üzerine farklı görüşler ve tartışmalar halen
süregelmektedir. Bu görüşlerin bir kısmı Malthus’un nüfus ve gıda arzı ilişkisine
yönelik olumsuz düşüncelerini paylaşırken, bazıları nüfus artışının ekonomiyi pozitif 19
yönde etkileyeceğini ve bu nedenle Malthusyen teorinin çizdiği karamsar tabloya
katılmadıklarını belirtmektedirler.
Klasik iktisat doktrininde sabit getirinin, sanayiye özgü bir özellik olduğu kabul
edilirken, azalan getirinin ise tarım sektöründe görüldüğü varsayılır. Bu varsayım
Malthus’un nüfus teorisi ile birlikte ele alındığında üretim yapısını sanayi üzerine kuran
ülkeler için daha kötümser senaryolar karşımıza çıkmaktadır. Bu durumun önemli bir
sonucu olarak nüfus artışı sanayi kesiminde, tarım kesimine nazaran daha fazla istihdam
yaratacak ve doğal olarak sanayi üretimi tarımsal üretimden daha fazla artacaktır.
Bundan dolayı malların arz ve talebinde artış yaratan nüfus baskısı tarım ürünlerinin
fiyatlarını sanayi ürünleri fiyatlarına oranla daha fazla artmaya sevk edecek ve fabrika
işçileri yoksullaşacaktır (Abramitzky ve Braggion, 2004).
Marx ise her üretim tarzının kendine özgü bir nüfus kanunu olduğunu
söylemektedir. Malthus’un soyut nüfus teorisine tezat olarak Marx doğal ya da evrensel
bir nüfus kanunun olamayacağını, nüfusun daha ziyade farklı toplumlarda geçerli olan
sosyal ve ekonomik koşullar tarafından belirlendiğini öne sürer (Birleşmiş Milletler,
1973, s. 46). Malthus insan isteklerinin doğa tarafından yönlendirildiğini varsaymıştır.
Marks, Engels ile birlikte bu varsayıma karşı çıkmıştır. Marx insanın doğayı kontrol
ettiğini savunmaktadır. Marx’a göre, doğurganlıkla ilgili kararlar üretim şekli ile ilgili
olduğundan sosyal sınıflar arasında bu kararların alınışında farklılıklar olacaktır (Brezis
ve Young, 2011, s. 11).
Marx ayrıca aşırı nüfusun, insanoğlunun varsayılan biyolojik eğilimlerinden ziyade
kapitalist üretim tarzına ve emeğin artık üretiminin kapitalist sınıf tarafından elde
edilişine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Aşırı nüfus sonucu ortaya çıkan yedek işgücü
ordusu kapitalist girişimcinin yüksek artık değer ve kar elde etmeye devam etmesini
sağlayacaktır. Marx bununda işgücü fazlasının ücretleri düşük tutmasına bağlı olduğunu
öne sürer (Birleşmiş Milletler, 1973, s. 47).
Günümüz nüfus teorilerinden bazıları nüfus-ekonomi ilişkisini incelerken, nüfus
artışını yalnızca gıda arzıyla olan ilişkisi açısından değil, çevre, doğal kaynaklar, beşeri
kaynaklar gibi faktörlerle olan ilişkisi açısından da incelemeye tabi tutmakta ve
gözlemsel çalışmalarla araştırmalarını destekleyerek Malthus’un öncülük ettiği nüfus
teorisine yeni boyutlar kazandırmaktadırlar. Nüfus ve ekonomi ile ilişkisi üzerine
yapılan araştırmaların esas konusu nüfus artışının ekonomik büyümeyi etkileyip
etkilemediği, eğer etkiliyorsa bu etkinin ne yönde ve ne büyüklükte olduğudur.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan ülkelerde görülen hızlı nüfus artışı20
bu ilişki üzerine çok sayıda araştırma yapılmasına neden olmuş, yine bu ilişki üzerine
yeni teoriler ve düşünceler ortaya konmuştur.
Malthus’un nüfus artışı ve üretim kapasitesi arasındaki ilişki ile ilgili iddiası önemli
ölçüde eleştiriye maruz kalmaktadır. Dahası iktisatçılar, Malthus’un yaptığı tahmin ile
karşılaştıkları yeni gerçeklik arasındaki farkı giderecek alternatif açıklamalar arayışına
girmişlerdir. Malthus sabit miktarda toprak ve artan bir nüfusla, azalan marjinal
verimliliğin, bireylerin sabit bir şekilde geçimlik düzeyde yaşamalarıyla
sonuçlanacağını öne sürmüştür. Malthus’un teknolojik gelişmeler ve sermaye
birikiminin, nüfusun artması halinde dahi nüfus baskısını gevşetmeye ve bireylerin
koşullarını iyileştirmeye yetecek güçler olduğunu göz ardı ettiği sıkça yapılan eleştiriler
arasında olmuştur (Abramitzky ve Braggion, 2004).
2.2.5.Modern Teoriler
1950’lerden itibaren sağlık alanında görülen gelişmeler nedeniyle ölüm oranlarının
azalması ve buna paralel olarak nüfusun hızla artmasına karşın, Malthus’un ön gördüğü
gibi milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanan kıtlıklar görülmemiştir. Afrika’nın bazı
kesimlerinde kronikleşen gıda sıkıntısının kıtlık boyutuna ulaştığı kabul edilen bir
gerçektir, ancak dünya geneline yayılan bir durum söz konusu değildir. NeoMalthusçuların öne sürdüğü gibi nüfusun kaynakları aşması da bir dünya çapında bir
krize yol açmamıştır. Tarımsal alanda teknolojik gelişmelerden yararlanılması gıda
üretiminde ciddi oranda artışlarla sonuçlanmıştır.
Teknolojik gelişmeler, tarımsal gelişmeler, sosyal organizasyondaki değişmeler ve
hükümet politikalarında görülen değişmeler, diğer gelişmelerle birlikte insanlığın
nüfusun, kendisini besleyecek kapasiteyi aştığı bir yerde, Malthus’un öngördüğü
durumdan sakınabilmiş ve Malthus’un insanlık için yaptığı korkunç kehanet
gerçekleşmemiştir (Wolfgram, 2005, s. 6).
Ancak dünya genelinde yaşanan bazı gelişmeler, bu iyimserliğin aksine acaba
Malthus bir kez daha haklı çıkabilir mi sorusunu gündeme getirmiştir. Özellikle son 30
yılda Malthus’un teorisi nüfus tartışmasında bir kez daha taraftar kazanmaya
başlamıştır. 1970’lerin petrol krizi ve Afrika’nın Sahel bölgesinin bazı kesimlerinde
görülen kıtlıklar tamamen Malhus’u haklı çıkarır gibi görünmekteydi. İnsan sayısı
sadece gıda miktarını değil petrol, madenler, toprak ve su gibi kaynakların miktarını da
aşmış görünüyordu. Paul Ehrlich’in 1968 tarihli Population Bomb ve Garrett Hardin’in 21
yine aynı yıla ait Tragedy of Commons adlı eserlerinin yayınlanmasından itibaren,
besin, kaynaklar, gıda arzı, enerji, toprak ve çevre gibi faktörlerin sınırları üzerine
uyarılar çığ gibi artmıştır. Nüfus artışına yaptıkları ses getiren saldırılar sonucunda NeoMalthusçular, popüler medya ve benzer şekilde politikacıların dikkatini çekmeyi
başarmışlardır. Bununla birlikte hataları da yok değildi ve eleştirilerden uzak
kalamadılar (Wolfgram, 2005, s. 8). Neo-Malthusçuluk, aşırı nüfusun kaynakların
tükenişini ve ekolojik çevrenin bozulmasını hızlandıracağı kaygılarını taşıyanları
belirten bir kavram olarak ta kullanılabilmektedir.
Malthus’dan bu yana nüfus artışının ekonomik büyüme temposu üzerindeki
sonuçları etrafındaki tartışmalar şiddetli ve ihtilaflı bir şekilde cereyan etmektedir.
Nüfus artışının olumsuz sonuçlarına dair kötümser görüşler bu konudaki literatüre ve
daha az ölçüde bilimsel söyleve hakim olmakla birlikte, bazen bu düşüncede değişimler
görülmüştür (Kelley, 2001, s. 24). Örneğin Büyük Buhran sırasında ekonomik
iyileşmenin yavaş ve yetersiz olmasının nedeni olarak yavaş nüfus artışı gösterilmiştir.
1950’lere gelindiğinde nüfus artışının ekonomik büyümeye olan olumsuz etkilerine dair
görüşler ağırlık kazanmış ve bu konuda Coale ve Hoover’in çalışması ön plana çıkmıştır
1958 yılına ait çalışmalarında Coale ve Hoover, nüfus artışının ekonomik büyümeyi
olumsuz etkilediği sonucuna varmışlardır. 1950’ler ve 1960’lar nüfus artışının olumsuz
sonuçlarına odaklanan kötümser görüşün hakim olduğu yıllar olurken, 1980’lerde ise
nüfus artışının gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyümeyi kısıtlayıcı yönüne daha
az önem veren revizyonist görüş ağırlık kazandı. Julian L.Simon’un “Ultimate
Resource” (1981) adlı eseri bu dönemde oldukça ilgi görmüştür. Simon nüfus artışının
orta dönemde ekonomik büyüme üzerinde pozitif etki yaratacağını öne sürerek bu
tartışmada nüfus artışının sonuçlarını incelerken, bu sonuçları daha uzun döneme
taşımıştır (Kelley, 2001, s. 24).
1990’larda nüfus ve ekonomik büyüme tartışması 1994 yılında, 179 ülkenin
katılımıyla Kahire’de gerçekleştirilen Uluslar arası Nüfus ve Kalkınma Konferansı
(ICPD) ile yeni boyutlara taşınmıştır. Konferans nüfus, kalkınma ve bireylerin refahı
konularında yeni ufuklar açmıştır. Kahire Konsensusu adıyla da bilinen program önceki
yıllarda nüfus, anne sağlığı, aile planlaması alanlarında yapılan başarılı çalışmalara yeni
bir bakış açısı kazandırmıştır.
1998 yılında, Nancy Birdsall tarafından düzenlenen Bellagio sempozyumunda esas
olarak 4 konu ele alınmıştır (Report on Symposium on Population Change and
Economic Development, 1998) 22
i) Savaş sonrası dönemde, gelişmekte olan ülkelerde doğurganlık azalışı ve diğer
demografik değişmelerin ekonomik büyüme üzerinde etkileri.
ii) Doğurganlık azalışı ve diğer demografik değişmelerin yoksulluk ve eşitsizlik
üzerinde etkileri.
iii) Nüfus artışının doğal kaynakların tarımda kullanımının sürdürülebilirliği
üzerinde etkileri.
iv) Ekonomik, sosyal ve nüfus politika ve programlarının etkilenme şekli.
Son birkaç on yıl boyunca, önemli bilimsel çalışmaların, genel olarak nüfus
artışının, özellikle piyasaların göreli olarak yetersiz gelişme gösterdiği ve hükümet
politikalarının çoğunlukla tedbirsizce belirlendiği Üçüncü Dünyanın en yoksul
ülkelerinde ekonomik büyüme üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu sonucuna
varmalarına rağmen, bu konuda daha önce yapılan çalışmaların çoğu, nicel olarak bu
görüşü desteklemekte temkinli görünmektedirler. Bellagio sempozyumu bu gelenekten
bir ayrılışı temsil etmektedir. Sempozyumdaki çalışmalar demografik değişim ve
ekonomik büyümenin bileşenleri arasındaki bağlantıları öncekinden daha net bir şekilde
açığa çıkarmakta ve nüfus artışının etkisinin boyut olarak geçmişte atfedilenden daha
büyük olduğunu belirtmektedir. Bellagio sempozyumunun sonuçları ayrıca demografik
değişimin yoksulluğun azaltılmasındaki etkisini bir odak noktası haline getirmiş ve çok
net bir şekilde olmasa da hızlı demografik değişimin kırsal çevre üzerinde pozitif ve
negatif etkilerini de vurgulamıştır (Birdsall ve Sinding, 2001, s. 20).
Nüfus ve ekonomi ilişkisi ile ilgili düşüncelerde yıllar itibariyle görülen değişimleri
daha net görebilmek için,bu konu üzerine hazırlanmış ve yayınlanmış önemli raporlara
değinmekte fayda bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Birleşmiş Milletlerin 1953 tarihli
raporudur. Rapor, Malthus’dan bu yana, nüfus artışının sonuçları üzerine yapılmış en
sistematik ve kapsamlı değerlendirmeyi temsil etmekte, ülkelere özel koşullara vurgu
yaparak, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerindeki, doğrudan ve dolaylı ve kısa ve
uzun dönemde etkilerini hesaba katmaktadır (Kelley, 2001, s. 28).
Birleşmiş Milletlerin 1973 tarihi raporu, öncekini günceller niteliktedir. Sonuç
değerlendirmesi de, doğal olarak, daha kötümser bir özellik taşımaktadır. Bununla
birlikte, Simon Kuznets’in ampirik çalışmaları bu kötümserliği sınırlandırır niteliktedir.
Kuznets, nüfus artış hızının ekonomik büyümenin önde gelen belirleyicilerinden biri
olmayabileceğini savunmasına rağmen, hızlı nüfus artışının yaşam standardında
iyileşmeyi geciktirebileceğini kabul etmiştir (Kelley, 2001, s.30). 23
ABD’de faaliyet gösteren Ulusal Bilim Akademisi (NAS) tarafından 1971 yılında
hazırlanan rapor ise, görünüm olarak, en geleneksel, dolayısıyla, en kötümser bakış
açısına sahiptir. 1986 yılına ait, sonraki NAS raporu ise, revizyonist düşünceye dönüşü
temsil etmektedir. Rapor, nüfus artışının olumsuz öncül etkilerine karşı, bu olumsuz
etkileri dengeleyebilecek bireysel ve kurumsal tepkilere yer vermektedir. Bu tepkiler,
kıtlığa karşı kaynaklar bazında korumacılık, bol miktarda bulunan üretim faktörlerinin
kıt olanlarla ikamesi, yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve benimsenmesi ve benzerleri
olarak sıralanabilir. Buna ilaveten, raporda, çocuk sayısının hükümet harcamalarına ve
okula kaydolma düzeyine olduğu kadar, hane halkı tasarruflarına olan etkisi de nüfus ile
ilgili önemli tartışma konuları olarak yer almaktadır.1986 yılı raporu ile ilgili bir başka
önemli nokta ise, çalışmanın neredeyse tamamen iktisatçılarca hazırlanmış olmasıdır
(Kelley, 2001, s. 33).
1950’den bu yana, Üçüncü Dünya ülkelerindeki nüfus artışının sonuçları ile ilgili
görüşler, 1951 ve 1986’nın, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerindeki etksinin
önemsiz olduğunu savunan temkinli revizyonist değerlendirmeleri ile 1971 ve 1973’ün
etkisi azalmakta olan kötümser gelenekçi raporları arasında taraf değiştirmektedir.
(Kelley, 2001, s. 34). Bununla birlikte, iktisatçı-demograflar tarafından yapılan
değerlendirmelerde hakim olan revizyonist görüştür. Nüfusun yaş yapısındaki
değişmelere önem veren görüşlerde son yıllarda önem kazanmıştır

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:51   #7
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




2.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Ekonomi İlişkisi
2.3.1.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artış Hızı
Ekonomik büyüme ve kalkınmayı etkileyen temel faktörlerden birisi nüfus
dinamikleridir. Son 50 yılda dünya nüfusu, daha önce benzeri görülmemiş boyutlarda
artış göstermiştir. Nüfusta görülen bu artış ise, Malthus’tan bu yana süregelen
tartışmaları daha alevlendirmiş, konu ile ilgili araştırmalarında yoğunluk kazanmasına
neden olmuştur.
Tablo.2. yıllara göre dünya nüfusu verilerini içermektedir. Tablo’da, 1804 ve 1927
yılları arasında nüfusun bir milyarlık artış göstermesi 133 yıl alırken, bu tarihten sonra
nüfusa bir milyar insan daha eklenmesi yalnızca 33 yıl almıştır. 24
Tablo 2
Yıllar İtibariyle Dünya Nüfusu
YIL NÜFUS(MİLYAR)
1804 1
1927 2
1960 3
1974 4
1987 5
1999 6
2004 6,396
2005 6,477
2006 6,555
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2006, Akt; Bhutani ve Goel, 2009, s. 52
Dünya üzerinde, ölüm oranları 19.yüzyıl sonları ve 20.yüzyılda kademeli olarak
azalışlar göstermiş, II. Dünya savaşı sonrasında ise, modern tıbbın gelişmesi ve
yayılmasından dolayı, ölüm oranları gelişmekte olan ülkelerde de sert bir şekilde
düşmüştür. Gelişmekte olan dünyanın çoğunda, 20 yıl ya da daha uzun bir süreden beri,
ölüm oranlarındaki azalış doğum oranlarındaki azalışın üzerinde seyretmiş ve bunun
sonucunda %3 ve %4’lere ulaşan rekor düzeyde nüfus artışları görülmüştür.
1960’lardan beri, Sahra altı Afrika ve Ortadoğu dışında, birçok gelişmekte olan ülkede
doğum oranları da hızla azalmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin doğum oranlarındaki
bu eğilim, 19.yüzyılda ABD ve Avrupa’da görülen eğilimle karşılaştırılabilir (Dünya
Bankası, 2004, s. 16).
Kadınların eskiye oranla daha az çocuk sahibi olmalarına rağmen, gelişmekte olan
dünyanın düşük gelirli ülkeleri hala dünyadaki en yüksek doğum oranlarına sahiptirler.
Doğum oranlarındaki düşüşün nedenleri çeşitlidir. Sağlık koşullarının iyileşmesi
sonucunda, bebeklerinin öleceği korkusunu artık taşımayan aileler daha az çocuk sahibi
olmaya yönelmektedirler. Ayrıca aileler, çiftlikleri ya da işletmelerinde çalıştırmak ya
da yaşlılıkta kendilerine bakmaları amacı taşımadıklarında daha az çocuk sahibi olmaya
eğilimli hale gelmektedirler. Okula giden kız çocuklarının sayısının artması, kadınların
eğitim düzeyini yükseltmiş, kadınlar daha sağlıklı çocuklardan oluşan, daha küçük
ailelere sahip olma eğilimine girmişlerdir. Kadınların işgücüne katılımının artması, daha
geç evlenmelerinde ve daha ve daha az çocuk sahibi olmalarında önemli bir etkendir.
En önemlisi ise, aile planlamasının yaygınlaşması ve kolay erişilebilir hale gelmesi ile 25
ebeveynlerin çocuk sayısı ve doğum zamanlarını belirleme şansına sahip olmalarıdır
(Dünya Bankası, 2004, s. 17).
Doğurganlıkta görülen düşüş, üreme çağındaki erkek ve kadın sayısının önceki
dönemlerden daha yüksek olduğu bir ülkede, derhal daha düşük doğum ve nüfus artış
oranlarına neden olmayabilir. Bu durumda, her bir kadın aynı sayıda ya da daha az
sayıda çocuk sahibi olsa dahi, daha fazla sayıda kadının doğum yapması, nüfus artışına
neden olacaktır. Bu olgu demografik momentum olarak adlandırılmakta ve 20-30 yıl
önce en yüksek doğum oranlarına sahip olan gelişmekte olan ülkelerde özellikle önem
arz etmektedir (Dünya Bankası, 2004, s. 17).
Demografik momentum, gelişmekte olan ülkelerde görülen nüfus artışının
tetikleyicisi durumundadır. Birleşmiş Milletler raporuna göre, dünya nüfusunun 2050
yılına kadar 9 milyarı aşacağı ve bu artışın 2,3 milyarının gelişmekte olan ülkelerdeki
artıştan kaynaklanacağı tahmin edilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde görülecek olan ve
2,3 milyar olarak gerçekleşeceği tahmin edilen nüfus artışının 1,1 milyarını 60 yaş üzeri
nüfus,1,2 milyarını ise çalışma çağındaki nüfus oluşturacaktır. Bu artışın gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelere göre görünümü ve yapısı oldukça farklı olacaktır. Daha
gelişmiş konumda bulunan ülkelerde artış oldukça düşük düzeyde gerçekleşecek, hatta
gelişmekte olan ülkelerden gelmesi tahmin edilen göçlerin gerçekleşmemesi halinde, bu
ülkelerde nüfus azalması dahi söz konusu olabilecektir (Birleşmiş Milletler, 2009, s.
vii).
Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışıyla İlgili Beklentiler: Son 30 yılda, dünya
genelinde nüfus artış oranı %2’den % 1,5’e kadar gerilemiştir ve bu gerilemenin devam
etmesi uzmanlar tarafından beklenmektedir. Ancak, mutlak rakamlarla bakıldığında,
dünya nüfusu artmaya devam etmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin, nüfus artışındaki
payının ise %84’ten,%88’e yükseleceği tahmin edilmektedir (Dünya Bankası, 2004, s.
18).
Nüfus artış oranlarındaki düşüşe rağmen, dünya nüfusunun büyük ölçüde artmaya
devam edeceği tahmin edilmektedir. Bu artışın çok büyük bir bölümü ise gelişmekte
olan ülkelerde görülecektir. 21:yüzyılın başında, dünya nüfusu 6 milyarı aşmıştır ve
nüfusun 5 milyardan,6 milyar rakamına ulaşması sadece 12 yıl almıştır. Gelişmekte olan
ülkeler, bugün dünya nüfusunun %80’ini oluşturmakta, Çin ve Hindistan gibi devlerin
sürüklediği Asya tek başına toplam dünya nüfusunun %61’ini barındırmaktadır. Küresel
nüfus olgusu ile ilgili bu açıklamaların ardında, bireysel ve bölgesel temelde ülkelerin
nüfus eğilimleri ile ilgili birçok faktör bulunmaktadır (Coast, 2005). 26
Gelecek 40 yılda, dünya nüfus artışının neredeyse tamamının, bugünün ekonomik
açıdan az gelişmiş ülkelerinde gerçekleşmesi beklenmektedir. 2005 ve 2050 yılları
arasında Afganistan, Burkina Faso, Burundi, Çad, Kongo Demokratik Cumhuriyeti,
Doğu Timor, Gine Bissau, Liberya, Mali, Nijer ve Uganda’da nüfusun, en az üç kat
artacağı tahmin edilmektedir. Bu ülkeler, dünyanın en yoksul ülkeleri arasındadır. Her
yaş grubunda ki görece yüksek ölüm oranlarına rağmen, yoksul ülkelerde nüfus, zengin
ülkelerden daha hızlı artmaktadır, çünkü yoksul ülkelerde doğum oranları çok daha
yüksektir. Şu anda, doğurganlık oranları kadın başına ortalama olarak, yoksul ülkelerde
2,8 çocuk iken, zengin ülkelerde 1,6 çocuktur. Küresel nüfus artışının yarısını, yalnızca
dokuz ülke oluşturmaktadır, bu ülkeler, nüfus artışına yaptıkları katkıya göre sırası ile:
Hindistan, Pakistan, Nijerya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Bangladeş, Uganda,
ABD; Etiyopya ve Çin’dir (Cohen, 2010, s. 9).
Görülmektedir ki, nüfus dünya genelinde daha yavaş bir şekilde de olsa azalacaktır.
Ancak bu azalış, dünya üzerindeki tüm bölgelerde eşit olarak gerçekleşmeyecektir.
Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankasının gelecek dönemlere ilişkin tahmin ve
hesaplamaları, nüfus artışının neredeyse tamamının az gelişmiş ülkelerde gerçekleşeceği
ve her ne kadar doğurganlık bu ülkelerde azalsa dahi, demografik momentumun da
etkisiyle doğurganlığın gelecekte de yüksek seyredeceği ön görülmektedir. Gelişmekte
olan ülkelerde, doğurganlıkta ve dolayısıyla nüfus artış oranlarında görülen düşüşe
karşın, Sahra altı Afrika bu konuda bir istisna teşkil eder gibi görünmektedir. Sahra-altı
Afrika, gelişmekte olan dünyada, nüfus artışının, en yüksek oranlarda görüldüğü bölge
olarak dikkat çekmektedir. Afrika nüfusunun modern anlamda büyümesi, yaklaşık bir
asır önce başlamıştır ve 1950 yılına gelindiğinde, nüfus yavaş bir şekilde artarak 180
milyona ulaşmıştır. 20.yüzyıl ortalarına gelindiğinde ise, kamu sağlığı ve yaşam
standartlarındaki iyileşme kadar, kıtlık ve salgınlarda görülen azalma nedeniyle ölüm
oranlarının hızla düşmesi, nüfus artışında keskin bir hızlanmayla
sonuçlanmıştır.1950’den bu yana Sahra-altı Afrika nüfusu %371artış göstermiştir
(Bongaarts, 2009, s. 2). 27
Tablo 3
En Büyük Nüfusa Sahip Ülkeler
2009 NÜFUS(MİLYON) 2050 NÜFUS(MİLYON)
ÜLKE ÜLKE
Çin 1,331 Hindistan 1,748
Hindistan 1,171 Çin 1,437
ABD 307 ABD 439
Endonezya 243 Endonezya 343
Brezilya 191 Pakistan 335
Pakistan 181 Nijerya 285
Bangladeş 162 Bangladeş 222
Nijerya 153 Brezilya 215
Rusya 142 Dem,Kongo Cum. 189
Japonya 128 Filipinler 150
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 2
Tablo 3’de görüldüğü gibi, 2050 yılında, dünya nüfus artışının büyük kısmı
gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşecektir. 2050 yılında, Hindistan’ın Çin’i geride
bırakarak, en yüksek nüfuslu ülke olacağı tahmin edilirken, bir Sahra-altı Afrika ülkesi
olan Demokratik Kongo Cumhuriyetinin en kalabalık ülkeler arasına katılacağı da
tahminlerde yer almaktadır.
Tablo 4
Toplam Doğurganlık Oranları
ÜLKE 1994 2008
Endonezya 2,9 2,6
Haiti 4,8 3,9
Hindistan 3,5 2,7
Bangladeş 3,4 2,7
Nijer 7 7
Uganda 6,9 6,7
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 5
Tablo 4.ve Şekil 1’deki veriler incelendiğinde, Sahra-altı Afrika ülkelerinde toplam
doğurganlık oranlarının, diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha yüksek olduğu
görülmektedir. 1994 ve 2008 yılları arasında, toplam doğurganlık oranları (TFR), Asya
ve Karayiplerde düşüş gösterirken, Uganda’da değişmemiş, Nijer’de çok az düşmüştür. 28
1950’lerden sonra, Sahra-altı Afrika’nın toplam doğurganlık oranlarında görülen düşüş,
diğer gelişmekte olan ülkelere oranla mütevazi kalmakta ve bu bölgede doğurganlığın
önümüzdeki yıllar boyunca yenileme düzeyi üzerinde kalacağı Birleşmiş Milletler başta
olmak üzere, birçok tahminlerde vurgulanan bir husustur.
Şekil 1. Gelişmekte olan ülkelerde toplam doğurganlık oranları (1994-2008)
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 5’ten derlenmiştir.
Nüfus artış hızının yüksek seyretmesi ise bir takım faktörlere bağlıdır. Bunlardan
birisi yüksek doğurganlık oranıdır. Doğurganlık, yenileme düzeyi üzerinde
gerçekleşiyorsa yüksek olarak kabul edilmektedir. Nüfusla ilgili beklentilerde, yenileme
düzeyi kritik bir pozisyonda bulunmaktadır, eğer sürdürülebilirse, bu düzey, sıfır nüfus
artışı getiren düzeye eşittir. Yenileme düzeyinde görülen pozitif ya da negatif sapmalar,
uzun dönemde, sürekli nüfus artışı ya da azalışına neden olurlar. Şu anda, yenileme
düzeyi Sahra-altı Afrika’da kadın başına 2,6 olup, 2050’de 2,3’e düşmesi
beklenmektedir. Bu düzeyin kadın başına 2 çocuğun üzerinde gerçekleşmesinin başlıca
nedeni ise, üretkenlik çağına ulaşamadan ölen çocukların yerlerinin, ilave doğumlarla
doldurulmasıdır. Sahra-altı Afrika’nın toplam doğurganlık oranı (TFR), son birkaç on
yılda oldukça yüksektir. Oranlar,1950’lerden 1980’lerin ortalarına kadar kadın başına
6.5 doğumken, mütevazi bir azalışla, 2005-2010 yılları arasında kadın başına 5.1
doğuma gerilemiştir (Bongaarts, 2009, s. 5)
Bununla birlikte, beklentiler gelecek on yıllarda doğurganlığın, Sahra-altı Afrika’da
azalmaya devam edeceği, ancak, 2050’ye kadar yenileme düzeyi üzerinde kalacağı
şeklindedir. Sahra-altı Afrika’da görülen yüksek nüfus artış oranının nedenlerinden
0
1
2
3
4
5
6
7
8
Endonezya Haiti Hindistan Bangladeş Nijer Uganda
1994
200829
birisi de nüfus momentumu ya da demografik momentum adı verilen olgudur. Buna
göre, sıfır göç ve sabit ölüm oranı koşulları altında, doğurganlık yenileme düzeyinden
daha düşük gerçekleşse dahi, nüfus artışı devam edecektir. Bu artışın nedeni ise, yakın
yıllardaki yüksek doğurganlık, düşük ölüm oranları ve buna bağlı hızlı nüfus artışıdır.
Genel olarak, Sahra-altı Afrika’nın hızlı nüfus artışının iki temel nedeni, yüksek
doğurganlık oranı ve genç bir nüfus yapısıdır. Bu iki faktöre ek olarak diğer iki faktöre
de değinmek gerekir. Bunlar, yetişkinler arasında ölüm oranlarının azalması ve
göçlerdir ( Bongaarts, 2009, s. 5-6).
İnsanlık tarihinin büyük kısmında, nüfus artışı düşük hızlarda gerçekleşmiştir.
Ölüm oranlarındaki azalışa paralel olarak,17.ve 18 yüzyıllarda, nüfus yavaş bir şekilde
artmaya başlamış ve 20.yüzyılda ise, yaşam sürelerindeki uzamayla beraber artış
hızlanmış ve 1965-1970 aralığında % 2 artışla tepe noktasına ulaşmıştır. O zamandan
günümüze, temel olarak, gelişmekte olan ülkelerde doğurganlıktaki azalış nedeniyle,
nüfus artış hızında düşüş yaşanmakta ve artış oranı 1,18’e gerilemiş bulunmaktadır.
Bununla birlikte, doğurganlıkta görülen azalma tüm ülkelerde eş zamanlı olarak
görülmemekte, nüfus artış temposu ülkelerin gelişme durumlarına göre ayrıldıkları
gruplara bakımından farklılık göstermektedir. Bundan dolayı, bugün gelişmiş ülkelerde
nüfus artış hızı yıllık %0,34 olarak gerçekleşirken, gelişmekte olan ülkelerde bu oran
yıllık olarak %1,37,en az gelişmiş ülkelerde ise %2,3’tür. Bu farklılıkların, azalmakla
birlikte, 2050 yılına kadar görülmesi beklenmektedir. Gelişmiş ülkelerde nüfus azalma
eğilimine girerken, daha önemli olarak, az gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı %1,15
olarak gerçekleşecek ve bu ülke nüfusları 60 yılda bir ikiye katlanacaktır (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 2).
2.3.2.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Ekonomik Büyüme İlişkisi
Nüfus artışı ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki, önemli bir tartışma ve inceleme
konusu olarak yerini, Malthus’tan bu yana korumaktadır. Nüfus’ta görülen artışın,
ekonomik büyümeyi olumlu mu etkileyeceği, yoksa tıpkı Malthus’un öne sürdüğü gibi,
ekonomik büyüme önünde engel mi oluşturacağı, insanların yoksullaşmasıyla, hatta aç
kalmalarıyla mı sonuçlanacağı soruları sürekli tartışıla gelmekte, bu sorularla ilgili
birbiri ile zıt yönde görüşler ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu görüşlerin bir kısmı,
nüfus artışının ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etkisinin olacağını savunurken
(geleneksel görüş), diğer bir kısmı da nüfustaki artışın ekonomiyi canlandırıcı, olumlu 30
etki yaratacağını öne sürmektedirler (iyimser görüş). Diğer bir görüş ise, nüfus artışının
ekonomi üzerindeki etkisi bakımından nötr olduğunu savunmaktadır.
i) Geleneksel Görüş: Tarihsel süreç içerisinde ve hatta günümüzde, bazı çevrelerce
büyük ve artmakta olan bir nüfus, zenginlik ve refahın bir göstergesi olarak kabul
edilmiştir. Bu düşünceye karşı en güçlü tepki, geleneksel görüşün temsilcisi
Thomas Robert Malthus’dan gelmiştir. Malthus, sabit teknoloji varsayımı altında,
tarım sektöründe, her ilave emek için azalan getiri teorisini ortaya atmıştır. Bu
teoriye göre, fazla nüfusa sahip, işlenebilir toprak rezervlerinden yoksun kırsal bir
ekonomide, nüfus artışı işsizliğe neden olacak ve nüfusun gittikçe artan bir kısmı
acınası bir yoksulluğa sürüklenecektir. Malthus, teknolojik değişmeleri
öngörmemiş ve teknolojinin sabit kaldığını varsayarak, nüfusun kaynakları
aşarak, sonunda işsizlik ve yoksulluk gibi olumsuz sonuçlara neden olacağını öne
sürmüştür. Teknolojik değişmelerin olmadığı bir durumda ise, toplumların nüfus
artışlarının ulaşabileceği bir maksimum düzey olacaktır. Savaşlar, iklim koşulları
ve yaygın salgın hastalıkların hüküm sürdüğü toplumlarda yüksek doğum ve
ölüm oranları görülmekteyse de, bu durum daha ziyade nüfusun mevcut kaynak
düzeyini zaten aşmış olduğu toplumlara özgüdür ( Hirschman, 2004, s. 5 ).
Nüfus ve ekonomi konusu, ekonomi biliminin kendisi kadar eskidir. Nüfus ve
ekonomik büyüme ile ilgili tartışmaların geçmişi ise, Malthus’un “An Essay on the
Principal of Population” adlı eserini yazdığı 1798 yılına kadar uzanmaktadır. Malthus,
üretim miktarı aritmetiksel olarak artarken, nüfus miktarının geometrik olarak
artacağını, bu nedenle nüfus artış oranının üretim artış oranını aşma eğilimi taşıdığını
ileri sürmüştür. Bundan dolayı, bir ülkedeki dizginlemeyen nüfus artışı, o ülkeyi büyük
bir yoksulluğa sürükleyebilecektir. Ancak, gelişmiş ekonomilerin, yüksek bir ekonomik
büyüme düzeyine ulaşmayı başarmaları, yüksek nüfus artışı ve yüksek GSYİH artışının
birlikte gerçekleştirdikleri göz önüne alındığında, kötümser görüş temelsiz gibi
görünmektedir. Nüfus artışının pozitif ve negatif tarafları arasında ki tartışma sürüp
gitmektedir. Pozitif düşünenlere göre, nüfus artışı, işgücünü genişletmekte ve ekonomik
büyümeyi arttırmaktadır. Büyük bir nüfus, ekonomi için geniş bir iç pazar
sağlamaktadır. Dahası, büyük bir nüfus teknolojik ilerleme ve yenilikleri uyaran
rekabeti de teşvik edecektir. Ancak, negatif düşünenlere göre, büyük bir nüfus yalnızca
gıda sorununa yol açmayacak, tasarrufların, döviz ve beşeri kaynakların gelişimi 31
üzerinde de baskı oluşturacaktır. Genel olarak, nüfus artışının, gelişmekte olan ülkelerin
ekonomik büyümeleri için faydalı mı, yoksa zararlı mı olduğuna dair bir uzlaşma
bulunmamaktadır. Dahası, gelişmekte olan ekonomilere ilişkin gözlemsel kanıtlarda
oldukça sınırlıdır (Savaş, 2008, s. 162).
Nüfus ve ekonomik büyüme konusu, minimum ücret konusu ile de yakından
ilişkilidir. Nüfus artışı, işgücünü genişletecek ve bu nedenle ücretler aşağı doğru
inecektir. Standart işgücü talebi modeline göre, düşük ücretler işgücü talebini
arttıracaktır. Sonuç olarak, ekonomide refah artışı olası olacaktır. Buna ilave olarak,
düşük ücretler emek yoğun endüstrilerin gelişimini teşvik edecektir. Düşük ücretlerin,
Orta Asya ekonomilerinin (CAEs), gelişmesine katkıda bulunan önemli bir faktör
olduğu söylenmektedir. Geleneksel işgücü talep modeli ise, minimum ücret
uygulamasına gidilmesinin, nüfus artışı ve ücretler arasındaki bu mekanizmayı bozacağı
ve böylece nüfus ile ekonomik büyüme arasında bir ilişki olmayacağı tahmininde
bulunmuştur.. Konu ile ilgili gözlemsel çalışmaların bazıları pozitif, bazıları negatif
sonuçlar vermekte ve oldukça karmaşık sonuçlar ortaya konmaktadır. Ayrıca, minimum
ücret ve istihdamla ilgili olarak yürütülen çalışmalar temel olarak gelişmiş ülkeler
içindir. Nüfus ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki karmaşıktır ve gözlemsel kanıtlar
belirsizdir. Teorik bir modelde, büyük bir nüfusun, üretkenlik üzerinde hem pozitif, hem
de negatif etkileri olabileceği gösterilebilir. Büyük bir nüfus, toprak ve diğer doğal
kaynakların yoğun kullanımından kaynaklanan azalan getiri nedeni ile üretkenliği
azaltabilir. Bununla birlikte, büyük bir nüfus, tam tersine, daha büyük bir uzmanlaşmayı
teşvik edebilir, insan sermayesi ve bilginin getirisini arttırabilir. Bu nedenle, daha büyük
nüfus ve ekonomik büyüme arasındaki net ilişki, insan sermayesinin teşviki ve bilgi
artışının, doğal kaynakların azalan getirisinden daha güçlü olup olmadığına bağlıdır.
Bundan dolayı, nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisi önemle üzerinde durulması gereken
bir konudur (Savaş,2008, s. 162-163).
Nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisi, üzerinde birbiri ile çelişen görüşler arasında
bir uzlaşma olmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Buna karşın, bu iki kavram
arasında, hangi yönde olduğu konusunda bir uyum olmasa da, inkar edilemeyecek kadar
önemli bir ilişki mevcuttur. Önemli olan, bu ilişkinin pozitif mi yoksa negatif mi
olduğu, ya da nötr mü olduğu, nüfusun ekonomik büyüme üzerinde ki etkisinin boyutu,
önem derecesi gibi faktörlerin araştırılması zorunluluğunun, gelişmekte olan ülkelerde,
nüfus momentumunun da etkisi ile nüfusun artmaya devam ettiği günümüzde giderek
kritik bir hal almasıdır.. 32
Son yıllarda, özellikle iktisatçılar arasında, nüfus artışının ekonomik büyüme
üzerinde olumsuz etkileri olduğu şeklinde, geleneksel görüşün yeniden yaygınlaştığı
görülmektedir. Nüfusun, çok hızlı bir şekilde artma ve bir ekonominin insanların
ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılama kapasitesi üzerinde baskı oluşturma eğiliminde
olduğu şeklindeki görüş asırlardır varlığını sürdürmekte, Malthus’tan çok öncelere
kadar gitmektedir. D.Gale Johnson, düşünür Tertullianus’un yaklaşık 1800 yıl önceki
yazılarında, artan nüfusun sınırlı kaynakları aşarak, insanları sıkıntı içerisinde yaşamaya
ittiğine dair sözlerini aktarmıştır. Nüfus artışı ve ekonomik büyüme arasında negatif
ilişki olduğu şeklindeki geleneksel görüşün yeniden gözden geçirilmesi neticesinde elde
edilen bulgular, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerinde, kısa ve orta vadede çok az
ya da sıfır etkiye sahip olduğu, uzun vadede ise, daha hızlı bir ekonomik büyümeye
katkı yapabileceği şeklindeki revizyonist görüşü destekler niteliktedir (Johnson, 1999, s.
1-2).
Çin tarafından uygulanan, nüfus artışını kısıtlamaya yönelik politikalar, nüfus
artışının kişi başına gelir üzerinde olumsuz etkileri olacağı şeklindeki geleneksel görüşü
temel almış gibi görünmektedir. Bununla birlikte, nüfus artışının, ekonomik büyümeyi
olumsuz etkileyeceği şeklindeki sonuç ile çelişen birçok ampirik kanıt mevcuttur. Nüfus
ve ekonomik büyüme ile ilgili birçok ampirik çalışmada olumsuz etkilere
rastlanmamıştır. Buna ilaveten, dünya tarihinin büyük bölümünde nüfus artışının düşük
hızda gerçekleştiği dönemlerde, ekonomik büyüme hızının da düşük gerçekleştiğini de,
nüfus artışı hakkında pozitif düşünceyi savunanlar tarafından sıkça dile getirilmektedir (
Johnson, 1999, s.1 ).
ii) Modern Dönem: Modern dönemde, yani, II. Dünya savaşından sonra, hızlı
nüfus artışı ve ekonomik büyüme ilgili olarak, üç geniş düşünce aşaması göze
çarpmaktadır. Bu düşünceler; nüfus artışının ekonomik büyümeyi olumsuz
etkilediğini savunan kötümser (geleneksel) görüş, olumlu etkilediğini savunan
iyimser görüş ve etkisinin çok az olduğu şeklindeki revizyonist görüştür. İlk
aşamada, Ansley Coale ve Edgar Hoover, Gunnar Myrdal ve Stephen Enke gibi
araştırmacıların çalışmaları geniş ölçüde kabul görmüştür (Sinding, 2008, s. 3). 33
I.Aşama:
Nüfus ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar içinde en fazla
bilinenlerden birisi de, Ansley J.Coale ve Edgar M.Hoover’in Population Growth and
Economic Growth in Low-İncome Coumtries adlı, 1958 tarihli çalışmalarıdır. Çalışma
Meksika ve Hindistan üzerinedir. Coale ve Hoover’in çalışması, geleneksel (kötümser)
görüşü yansıtmaktadır.
Nüfus artışının üç olumsuz etkisi bu model tarafından tanımlanmış ve
simülasyonlarla da incelenmiştir:
i) Sermaye sığlaşması, yani nüfus artışının bağımlı nüfusu arttırmasının bir
sonucu olarak, işçi başına sermaye oranının azalması.
ii) Bağımlılık oranı, genç ve bağımlı nüfusun artmasından dolayı, hane halkı
tüketiminin tasarruflar pahasına artması ve tasarruf oranının azalması.
iii) Yatırım sapması, çoğunlukla kamu harcamalarının, daha üretken, büyüme
odaklı yatırımlar pahasına, eğitim ve sağlık gibi alanlara kayması (Kelley,
2001, s 35).
Coale ve Hoover tarafından, Hindistan üzerine yapılan simülasyon çalışması
sonucunda, Hindistan’ın düşük nüfus hızına sahip olması durumunda ekonomik
gelişmesini daha hızlı tamamlayabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Coale ve Hoover bu
sonuca ulaşırken temel argüman olarak, Hindistan’da geniş ailelerin tasarrufların
düşmesine neden olduğu ve zaten düşük olan tasarrufların eğitim ve sağlık gibi göreli
olarak daha verimsiz alanlara kaymasıdır (Küçükkalay ve Türkcan, 2008, s. 105).
Modelin taşıdığı hipotezlerin, nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisi ile düşünceler
üzerinde etkisi oldukça önemlidir. Bu çalışma, 1970’ler boyunca model çalışmalarına
temel teşkil etmiş, Birleşmiş Milletlerin 1973 tarihli raporunda önemli ölçüde yer
bulmuştur. Coale-Hoover modeli, 1960’lar ve 1970’ler boyunca geleneksel görüşün
etkili olmasına katkı sağlamıştır. Modelin içerdiği hipotezler 1980’lere kadar etkisini
yitirmemiştir (Kelley, 2001, s. 35).
Coale ve Hoover modelinin en önemli noksanı, daha az çocuk sahibi olmanın bir
sonucu olarak görülen tüketim azalışının mutlaka verimli yatırımları arttıracağı
şeklindeki varsayımıdır. Altı yerine üç çocuk sahibi olan aileler, ilave üç çocuk için
harcanmayan fonları tasarruf etmek ve yatırıma yöneltmek yerine, sadece tüketim 34
kalıplarını değiştirmekle yetinebilirler. Hane halkı düzeyinde tasarruf ve yatırım
kavramları belirsiz kavramlardır, birçok yoksul aile, ekstra bir çocuğu yatırım olarak
görebilirler. Toplumsal düzeyde de, genç bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik
harcamalardaki azalmalar, verimli yatırımlar yerine askeri harcamalara ya da savurgan
kamu harcamalarına yöneltilebilir. Coale ve Hoover modeli, 1970’ler ve 1980’lerde,
aile büyüklüğü ve hane halkı tasarrufları üzerine yapılan ampirik çalışmalar tarafından
da desteklenmemektedir (Hirschman, 2004, s. 7). Coale-Hoover teorisinin ulaştığı genel
sonuç, yüksek oranda nüfus artışının sosyo-ekonomik gelişmeyi olumsuz yönde
etkileyeceğidir. Model, ekonomik büyümeyi yalnızca sermaye artışının bir fonksiyonu
olarak varsaymıştır. Teknoloji ve işgücü niteliğinde meydana gelecek değişmeleri
dikkate almamıştır.
Malthusyen görüşün modern temsilcileri olarak nitelendirilen Neo-Malthusçular ise
birbirleriyle ilişkili iki temel önermeye dayanan bir nüfus değişimi teorisi
geliştirmişlerdir. Bunlardan ilki yetersizliklerin ve kısıtların doğurganlığı kontrol altında
tutacağı, diğeri ise ekonomik beklentilerdeki artışın ya da algılanan ekonomik fırsatların
doğurganlığı arttıracağıdır. Bu önermelerden de test edilebilir üç hipotez
geliştirmişlerdir, bunlar:
i) Gıda yardımı, bu yardımı alan ülkelerde doğurganlığı arttırır.
ii) Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru yapılan göçler göç veren
ülkede doğurganlık oranlarında artışa neden olur.
iii) Ekonomik refah doğurganlık oranlarını arttırır (Neumayer, 2006, s. 327-328).
Neo-Malthusçular, doğurganlık oranlarının nüfusun taşıma kapasitesinden daha
yüksek olduğu önermesini de göz önüne alarak, özellikle gelişmekte olan ülkelerde bazı
politikaların uygulamaya konulmasını tavsiye etmişlerdir. İlk hipotezden hareketle
gelişmekte olan ülkelere yönelik gıda yardımlarının geri çekilmesi ya da en azından
azaltılması gerektiğidir. İkinci önermeye ilişkin olarak gelişmiş ülkelere olan göçlerin
sınırlanması gerektiği vurgulanırken, üçüncü önermeyle ilgili politika önermesi ise
belirsiz kalmıştır. Ekonomik gelişmenin engellenmesi gibi bir talepleri olmamıştır. Bu
önerme ile ilgili olarak ekonomik refahın nüfus artışına neden olacağı ve bu sebeple, bu
artışın önlenmesi için başka araçların devreye girdirilmesi gerektiği vurgulanmıştır
(Neumayer, 2006, s. 328). Neo-Malthusçular, varsayımlarını ispatlamak amacıyla temel
olarak örnekler sunmuşlar ve nedensel kanıtlara başvurmuşlar, ancak çok titiz testler 35
uygulamamışlardır. Neumayer her üç varsayımı da teste tabi tutmuş ancak sonuçlar net
bir şekilde teorik tahminleri desteklemekte başarısız olmuştur (Neumayer, 2006, s. 328).
Nüfus artışının, kişi başına GSYİH büyüme oranı üzerine etkisi ile tipik bir çalışma
Levince ve Renelt (1962) tarafından gerçekleştirilmiştir. Kullandıkları veri tabanı, 83 ile
103 ülkeyi, 1960-1989 ve 1960-1985 dönemlerini ve nüfusun büyüme oranına ilave
olarak birçok bağımsız değişkeni kapsamaktadır. Diğer bağımsız değişkenlere ilişkin
örnekler: önceki dönemin kişi başına GSYİH’sı, yatırımların GSYİH içindeki payı,
okula kaydolma oranları, kamu kesiminin GSYİH payı ve ihracat artışıdır. Beş
regresyondan dördünde, nüfus artış katsayısı, istatistiksel olarak önemsiz bir şekilde
sıfırdan farklı (biri pozitif), sadece bir regresyonda negatif ve istatistiksel olarak
önemlidir. Bu regresyonda, katsayı -0,53 değerine sahiptir ve bu, nüfus artış oranında
meydana gelecek %1’lik bir düşüşün kişi başına GSYİH büyüme oranını %0,53
arttıracağını göstermektedir. Örneğin,1950-1972 arası dönemde, Çin’in nüfus artış hızı
yıllık %2,1 olarak gerçekleşirken, 1990-1996 yıllar arasında bu oran %1,14 olmuştur.
Görüldüğü gibi yıllık nüfus artış hızındaki düşüş yaklaşık % 1’dir ve bu düşüşün
yalnızca bir kısmı Çin hükümetinin nüfus politikalarının bir sonucu olarak nitelenebilir.
Buna karşın, tüm bu azalışın nüfus politikalarının bir sonucu olduğu varsayıldığında
dahi, maksimum etki %0,5 oranında, kişi başına GSYİH artışı olacaktı. Hikayenin tümü
bu olmayıp, Çin ekonomisi 1990-1996 yılları arasında, 1960-1970 arası dönemdeki
nüfus artışından önemli ölçüde fayda sağlamıştır. 1982 yılında, nüfusun %57,1’i
çalışma çağındayken, bu oran 1990’larda %62’ye yükselmiştir. İstihdam edilen nüfus
miktarı da önemli ölçüde artarak %44’ten %56’ya yükselmiştir. Sonuç olarak,
1990’lardaki yüksek GSMH artışının bir kısmı, iki ya da üç on yıl öncesinin yüksek
oranlı nüfus artışından kaynaklanmaktadır. Ancak bu geçici bir etki olup, doğurganlık
azalışının istenmeyen sonuçlarından biri olan, nüfusun yaşlanması tarafından
dengelenecektir (Levince ve Renelt, 1962, Akt; Johnson, 1999, s. 6). Bir başka ifadeyle,
ilgili dönemlerde Çin’in gösterdiği ekonomik büyümenin tamamen nüfus
politikalarından kaynaklanmadığı, önceki yılların nüfus artışından kaynaklanan işgücü
artışının iyi değerlendirilmesinin de önemli bir katkısı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kötümser görüşün hakim olduğu I.aşamayı kapsayan dönemde, ilgili
değişkenlerden biri olarak, nüfus büyümesi ya da doğurganlığı içeren ve kişi başına
gelirin büyümesine etki eden faktörleri inceleyen çok sayıda istatistiksel analiz
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların sonuçları üzerine kabaca bir özetleme yapılacak
olursa, 1960’lar ve 1970’lerin verilerine ağırlık veren çalışmalarda, çalışmaların hemen 36
hiçbirisinde, nüfus ve ekonomik büyüme arasında istatistiksel açıdan önemli bir ilişkiye
rastlanmamıştır. Bununla birlikte,1980’lerde yapılan bir çalışma, gelişmekte olan
ülkeler için bir negatif ilişki tespit etmiştir ( Kelley ve Schmidt, 1996, Akt; Johnson,
1999, s. 6)). 1980’lere ait sonuçların, önceki yıllardakilerden farklı olmasının
nedenlerinden birisi, on yılda, gelişmekte olan ülkelerde kişi başına ekonomik büyüme
oranının çok düşük olmasıdır (ortalama 0,36). Nüfus artışının, kişi başına GSYİH artışı
üzerinde, aynı zamanda gerçekleşen etkisi ne olursa olsun, bu etki çok küçük
görünmekte ve istatistiksel açıdan önemli olduğunda ise, negatif olabileceği gibi, pozitif
de olabilmektedir (Johnson, 1999, s. 6).
I. Aşamada hakim olan kötümser görüşe karşı öne sürülen görüşlerin önde
gelenlerinden birisi olan Esther Boserup’ın hipotezi, Malthus’a zıt niteliktedir. Boserup
(1981) belli bir bölgede nüfus yoğunluğunun yüksek olmasının, teknolojik gelişmeleri
teşvik edeceğini ve bu gelişmeler için gerekli kaynakları sağlayacağını savunmaktadır (
Hirschman, 2004, s. 5 ). Hirschman, Malthus ve Boserup’ın teorilerinin zıt yönlerde
olmasına karşın, her ikisinin de doğru kabul edilebileceğini söylemektedir.
Muhtemelen, nüfus fazlalığından dolayı sıkıntıda olan birçok geleneksel toplum vardı
ve nüfus baskısı nedeniyle pek azı bir sonraki seviyeye ulaşabildiler. Öte yandan,
tarımsal üretkenliğin daha üst seviyelerine çıkmayı başaran çok az sayıdaki toplumlar,
bilhassa fetihlerle hakimiyet alanlarını ve nüfuslarını arttırabilenlerdi. Büyüme ve
genişleme, bu tür toplumlarda her zaman daha iyi bir yaşam anlamına gelmemekteydi.
Boserup ve diğerlerinin belirttiği gibi, daha gelişmiş tarımsal toplumlarda köylü ve
işçiler muhtemelen daha uzun süre çalışmakta, daha az kalori tüketmekte ve hastalıklara
daha çok maruz bir durumda bulunmaktaydılar. Klasik tarımsal imparatorluklar modern
toplumların abarttığı miraslar bırakmış olsalar da, topraklarında yerleşik olanların
yaşamları kıskançlık uyandıracak düzeyde değildi (Hirschman, 2004, s. 5-6).Malthus ve
Boserup’ın ortak özelliği ise her ikisinin de modern öncesi tarımsal toplumlara
odaklanmış olmalarıdır.
Boserup’ın, büyük nüfusların teknolojik gelişme ve üretkenliği canlandıracağı
şeklindeki argümanını destekleyen küçük bir grup düşünürde bulunmaktadır. Bu
düşüncenin en bilinen savunucusu Julian Simon’dır. Simon, Ultimate Resource adlı,
1981 tarihli eserinde her bireyin potansiyel birer deha ve yaratıcılık kaynağı olduğunu,
daha büyük nüfuslara sahip toplumların, daha geniş sayıdaki bilim adamı, mucit ve
yaratıcı zeka potansiyelinden dolayı gelişme olasılıklarının daha fazla olduğunu
savunmuştur ( Hirschman, 2004, s. 6 ). 37
20.yüzyılın nüfusa ilgili kuramları, gerek nüfusun, gerekse ekonomilerin sabit hızda
büyümesini hesaba katan neoklasik büyüme modelinin etkisinde kalmışlardır. Neoklasik
görüş, elde ettiği sonuçlarda teknolojik gelişmeye merkezi bir rol vermiştir. Modele
göre, ekonomi üzerinde, nüfus artışı nedeni ile oluşabilecek herhangi bir olumsuz etki
önemsiz olarak kabul edilmekte ya da pozitif etkiler, bu olumsuz etkilere ağır
basmaktadır. Bazı iktisatçılara göre, nüfus artışı aslında teknolojik değişimi destekler
niteliktedir. Birçok iktisatçıya göre ise, nüfus artışı, bir ülkenin ekonomik büyüme ve
kalkınmasında nötr bir niteliğe sahiptir. Birleşik Devletler Ulusal Bilimler Akademisi
(NAS) tarafından konuyla ilgili olarak hazırlanan iki rapor, bu konudaki görüşleri
özetlemektedir.1971 yılına ait raporda, nüfus artışını kısıtlamaya yönelik görüş
vurgulanmıştır. 1986 yılı raporunda ise, bu görüşün etkisi oldukça zayıftır ve nüfus
değişmelerinin ekonomik büyüme üzerinde nötr, yani etkisiz bir özelliğe sahip olduğu
düşüncesi bu raporda kabul görmüştür ( McNicoll, 2003, s. 8 ).
1980’li yıllar, nüfus artışının ekonomik büyümeyi olumsuz şekilde etkileyeceği
düşüncesini savunan geleneksel görüşten revizyonizme geçişin gerçekleştiği yıllardır.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:51   #8
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




II.Aşama
İkinci aşama ise, yaklaşık olarak 1986 tarihinde başlayan ve ekonomist Kelley’nin
“revizyonist” olarak isimlendirdiği aşamadır.
Allen C.Kelley (2001), 1980’lerin sonlarına doğru gelindiğinde, nüfus politikaları
ile ilgili araştırmaların çoğunun kötümser niteliklerini değiştirerek, nüfus artışının
ekonomi üzerindeki etkilerinin muhtemelen küçük olduğu şeklindeki revizyonist görüşe
doğru bir yönelme eğilimine girdiklerini belirtmektedir.(Kelley, 2001, Akt; Hirschman,
2004, s. 8). Amerikan Ulusal Bilimler Akademisinin (NAS) içerdiği, daha yavaş nüfus
artışının birçok gelişmekte olan ülke ekonomisi için yararlı olacağı şeklindeki zayıf ve
ihtiyatlı ifade, ekonomik büyümeyi hızlandırmak amacıyla, nüfus artış oranının
düşürülmesine yönelik politikaların önceliğinin azalmasına neden olmuştur ve bu ifade
revizyonist görüşü örneklendirir bir nitelik taşımaktadır ( Hirschman, 2004, s. 8).
1980’lerde, sözde nüfus revizyonistleri, nüfus artışının, üçüncü dünya ülkelerindeki
ekonomik büyüme üzerinde bir kısıt ya da bir kaynak olarak taşıdığı önemi daha alt
düzeye indirgemişlerdir. Bu şekilde ifade edilen nüfus revizyonizmi, yaygın olarak
kabul gören ve nüfus artışının kişi başına ekonomik büyüme ve kalkınma üzerinde
güçlü bir caydırıcı olduğu şeklindeki, 1960’lar ve 1970’lerin geleneksel ya da kimi 38
zaman kötümser olarak adlandırılan görüşten, önemli bir geri adımı temsil eder gibi
görünmektedir (Kelley, 2001, s. 1).
NAS 1986 yılı raporunda yer alan ve ”Konuyu tüm yönleri ile ele aldıktan sonra,
daha yavaş bir nüfus artış hızının, çoğu gelişmekte olan ülkenin ekonomik kalkınması
için yararlı olacağına dair nitel bir sonuca varmış bulunuyoruz”) şeklinde ifade edilen
bildirge, revizyonizmin birçok özelliğini de örneklendirmektedir. Bu özellikler.
i) Nüfus artışının hem pozitif, hem de negatif etkileri vardır.
ii) Nüfus artışının asıl etkisi (pozitif ya da negatif), mevcut gözlemsel ispatlar
olmaksızın belirlenemez.
iii) Sadece yüksek oranlı büyümeni etkisi algılanabilir (Yavaş ya da daha yavaş
değil).
iv) Net etki ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir (Çoğu durumlarda negatif,
bazen pozitif, bazen de çoğu gelişmekte olan ülkedeki gibi, her iki yönden
birinde,çok küçük bir etki). (Kelley, 2001, s. 3).
Ulusal Bilim Akademisi raporunun (1986) ulaştığı sonuç, raporun yazarlarından
biri olan Nancy Birdsall’ın ifadesi ile: ”hızlı nüfus artışı ekonomik kalkınmayı
yavaşlatabilir, fakat ancak özel koşullar altında ve sınırlı ya da zayıf etkiler göstererek”
şeklinde olmuştur(Birdsall, 2001, Akt; Sinding, 2008 s. 3).
1990’lı yılların sonlarına doğru, nüfus artışının ekonomik büyüme üzerinde
olumsuz etki yarattığı şeklindeki Ortodoks görüşe doğru bir yöneliş görülmüştür. Kelley
ve Schmidt, 1960’tan 1995’e kadar, doğum ve ölüm oranlarında meydana gelen
düşüşlerin, bu periyottaki, kişi başına yıllık olarak yaklaşık %1,5 oranında üretim
artışının, yaklaşık olarak %21’inin nedenini oluşturduğu şeklinde bir değerlendirme
yapmışlardır. Doğu Asya ekonomik mucizesinin, büyük ölçüde bağımlı nüfusa oranla
işgücünde meydana gelen artıştan kaynaklandığı ve bu artışın nedeninin de demografik
geçiş olduğu sonucuna varan birçok çalışma, demografinin önemiyle ilgili daha pozitif
olan bu yorumu destekler niteliktedir (Hirschman, 2004, s. 8-9).
III.Aşama:
Nüfus ve ekonomik kalkınma ile ilgili şu an geçerli olan üçüncü aşamada, yeni bir
grup iktisatçı, ekonomi üzerinde yalnızca nüfus artışının etkisine değil, nüfusun yaş39
yapısı ve bileşimindeki değişmenin etkisine de bakılması gerektiğine karar verdiler. Bu
iktisatçılar hızla azalan doğurganlığın, ekonomik olarak aktif nüfus ile bağımlı nüfus
arasındaki oranda değişime neden olduğu sonucuna vardılar. Doğurganlık azaldıkça, 15-
65 yaş aralığındaki nüfus (çalışma çağındaki nüfus), 15 yaş altı ve 65 yaş üzeri nüfusa
(bağımlı nüfus) oranla artış göstermektedir. Bir defaya mahsus olan bu demografik
ödül, henüz ekonomik bakımdan faal olmayanlara yönelik harcamalarda (eğitim, sağlık
vb.) azalma ve ekonomik çıktıda artışa yol açmaktadır. Bu nedenle, büyüme yanlısı,
mantıklı ekonomik politikalar izlediği varsayılan ülkelerde, demografik ödül, kişi başı
gelirde bir sıçramaya dönüşmektedir. Bu iktisatçılar, Asya Kaplanlarına ait (Kore,
Singapur, Tayvan, Tayland) verilerin modele iyi bir şekilde uyduğunu bulmuşlardır.
Daha geniş çerçevedeki sosyal ve ekonomik kalkınma programlarına güçlü ve etkin
nüfus politikalarını dahil eden ülkeler, demografik ödülden oldukça karlı bir şekilde
yararlanabilmişlerdir. Bu yüzden, iktisatçılar, doğurganlıktaki değişime ilave olarak,
değişen yaş yapısına bakarak, demografik değişim ve ekonomik büyüme arasında büyük
ölçüde mantıklı bir bağlantıyı algılayabilmişlerdir. Bu bağlantının, daha az
detaylandırılmış olan Ulusal Bilimler Akademisi raporunda (1986) ve bu rapora karşılık
olarak hazırlanan önceki revizyonist araştırmalarda görülebilmesi oldukça zordur
(Sinding, 2008, s. 4).
Nüfus-ekonomi ilişkisi üzerine bu en son aşamaya ait düşünceler, bir uzlaşı
anlamına gelmemektedir. Birçok ekonomist, demografik ödül ya da diğer adıyla fırsat
penceresi kavramlarına şüphe ile bakmaya devam etmektedirler. Bununla birlikte,
araştırmalar çoğaldıkça, politikacıların bu yeni görüşe verdiği öneminde arttığı
görülmektedir. Nüfus değişmelerinin, ülkelerin yaş bileşimi ve yapısı üzerindeki
etkilerinin yadsınamayacak kadar dikkate değer olduğu düşüncesi her geçen daha fazla
kabul görmektedir.
2.3.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Nüfus Artışı ve Çevre İlişkisi
Gelişmekte olan ülkelerde, nüfus artışının ekonomik performans üzerinde ne yönde
bir etki yarattığı uzun süredir tartışılan, birçok teorik ve ampirik araştırmaya konu olan
bir meseledir. Nüfusun azalan bir hızla da olsa, gelişmekte olan ülkelerde artmaya
devam etmesi, bu artışın sadece gıda arzı ile değil, aynı zamanda ekolojik çevre ve
doğal kaynaklarla da ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Bir başka ifade ile, ekonomik 40
büyüme hızında azalmaya neden olabilecek nüfus artışı ile ilgili bir başka sorun,
ekolojik çevrenin bozulması ve kaynakların kıtlığıdır.
Bu konudaki görüşlerden biri sınırlı kaynak perspektifi olarak adlandırılmaktadır ve
nüfus artışının, çevre üzerinde negatif ve potansiyel olarak yıkıcı bir etkiye sahip olduğu
şeklindedir. Bu görüşün savunucuları, büyüyen bir nüfus beslenebilse dahi, ekolojik
çevrenin, bu yeni nüfusun varlığını sürdürmesini sağlamasının mümkün olmayacağını,
nüfus artışının çevre kirliliğinde patlamaya yol açarak, çevre üzerinde facia gibi bir etki
yaratacağını öne sürmektedirler (Cid, 2003, s. 2). Dünya yüzeyinin %75’ini su, geri
kalanını ise kara parçası oluşturmaktadır. Kara parçası ya da toprağın büyük bölümü
tarımsal amaçlı olarak kullanılmaktadır. İnsan sayısındaki artışla, bir ulus doğal
kaynaklarda bir azalış, dolayısıyla üretim hacminde düşüş bekleyebilir, Nüfus artışının
çevreye olan etkisi, ekonomik gelişmenin neden olacağı etkiye bağlıdır (Kothare, 1999,
s. 7).
Jha, Deolalikar ve Pernia (1993), Filipinlerle ilgili olarak yaptıkları araştırmada,
hızlı nüfus artışının, çevre üzerindeki etkisinin harekete geçirdiği mekanizmalardan
birisinin, kişi başına gelirin sabit olduğu varsayımı altında,daha büyük nüfusun, hane
halklarının kullandığı enerji, ulaşım, elektrik ve sanayi için daha fazla talep anlamına
geleceğini işaret etmişlerdir. Bu etki, hane halklarının, Filipinlerde su ve hava
kirliliğinin esas kaynağı olarak belirlendiği Çevresel ve Doğal Kaynaklar Hesaplama
Projesinin (ENRAP) tahmin ve hesaplamaları ile geçerli hale gelmiştir. Nüfus artışı-
çevre kirliliği nedenselliği ile ilgili aynı çizgide olan Padilla (1996) su kalitesindeki
bozulmanın doğrudan doğruya nüfus artışı ya da boyutuna bağlanamayabileceğini,
ancak kirliliğin nüfus boyutu ya da nüfus artışı ile ilgili faaliyetlerle doğrudan ilişkili
olduğuna dikkat çekmiştir. Padilla, konu ile ilgili olarak su örneğine değinmiştir. Su
kirliliği boşaltılan atık miktarı ile doğrudan orantılıdır. Buna karşılık, boşaltılan atık
miktarı ise, nüfus büyüklüğü ile doğrudan orantılıdır. Bir başka örnek ise aşırı balıkçılık
yapılması ile ilgilidir. Balık talebi nüfus büyüklüğü ile doğru orantılıyken, balık arzı
suyun kalitesi tarafından pozitif olarak etkilenmektedir. Açıkça görüldüğü gibi, su
kalitesi nüfus büyüklüğü tarafından dolaylı olarak etkilenmektedir. Panayotou (1994)
ise, nüfus artışı, çevre ve kalkınma arasındaki karşılıklı ilişkinin yakın zamanlı bir
analizini ortaya koymaktadır. Panayotou, görünüşte hızlı nüfus artışı, ormansızlaşma,
toprak erozyonu, yerel ekosistemlerin yok edilmesi ve genel çevresel bozulma ile
karşılıklı ilişki içindeyken, daha yakından bakıldığında, çevre üzerindeki etkinin
nüfusun ne kadar arttığından daha çok, nüfusun nasıl davrandığına göre belirlendiği 41
sonucuna varmıştır. Nüfusun davranışlarını belirleyen faktörlerin nüfusun büyüklüğü,
sıkışıklığı ve kıtlıklar olduğunu da belirtmiştir. Buna ilaveten, söz konusu etkinin,
piyasaların ve hükümetlerin etkinliğiyle makul hale gelebileceği de tespit
edilmiştir(Padilla, 1994 ve Panayotou, 1996, Akt; Orbeta, Ernesto ve Pernia, 1999, s.
13).
Nüfus artışının gelişmekte olan ülkelerde çevresel faktörler üzerindeki etkisi ile
ilgili olarak, Sahlu Haile’nin Etiyopya üzerine yaptığı çalışma önemli sonuçlara
ulaşmıştır. Etiyopya’nın sürdürülemez nüfus artışı sadece ülkenin kötü ekonomik ve
sosyal koşullarına değil, özellikle yoğun nüfuslu, yüksek kesimlerinde çevresel
bozulmaya da katkı yapmaktadır. Bu eğimli araziler, çok eski zamanlardan bu yana
yerleşilen, kötü bir şekilde ormansızlaştırılmış, aşırı derecede ekilmiş, erozyona uğramış
ve besin bakımından fakirleşmiş bir durumdadır. Nüfus arttıkça, insanlar kıt arazileri
aşırı derecede ekmişler, toprağın besleyici değeri azalmış ve erozyon bunların
karşılığında ödenen bir bedel olmuştur. Yakın zamanda, uzmanların katılımı ile
gerçekleştirilen bir panelin raporuna göre, Etiyopya’nın ekilebilir arazilerinin % 50’si
ciddi şekilde kalitesini yitirmiştir ve geleceğe yönelik tahminler iç açıcı değildir (Haile,
2004, s. 45).
Asya’ya bakıldığında, kıtanın birçok bölümünde, metropollerde ve şehirleşmiş
kırsal kesimlerde zararlı toz ve gaz emisyonu güvenlik sınırlarının çok üzerinde
gerçekleşmektedir. Su kirliliği kıtada yaygındır ve Kuzey Çin gibi bölgeler su sıkıntısı
ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Toprak erozyonu ve ormansızlaşma önemli boyutlara
ulaşmıştır. Bir şekilde, nüfusun büyük ve gittikçe artan bir kesimi çevresel bozulmadan
olumsuz olarak etkilenmektedir (Hossain, Cassen ve Dyson, 2006, s. 86). Nüfus ve
çevre ilişkisinin Asya’daki gelişimi incelendiğinde, Asya ülkelerinin de bir dizi çevresel
sorunla karşı karşıya olduğu göze çarpmaktadır. Nüfus artışının çevre üzerinde ki etkisi
oldukça karmaşık olmakla birlikte, analizler iki temel faktöre dikkat çekmektedirler;
enerji, sanayi ve ulaştırmadan kaynaklanan kirleticiler ve su kaynaklı kirleticiler. İlk
bahsedilen kirleticiler daha çok ekonomik büyüme ile ilgili faktörlerken, sonraki
kirleticiler ise nüfus kaynaklı olarak görülmektedir. Çin, karbon emisyonunun %
14’ünden sorumluyken, Hindistan’ın aynı emisyondaki payı % % 5’tir. Gerekli
düzenlemeler yapılmadığı takdirde, ana enerji kaynağının her iki ülkede de kömür
olduğu düşünüldüğünde, Çin ve Hindistan’ın kirlilik konusunda birer dev olması
muhtemeldir (Hussain vd. 2006, s. 86). Tablo 5, 2006 yılı itibariyle, yüksek 42
karbondioksit emisyonu kaynağı olan ülkeleri listelemektedir. Çin ve Hindistan toplam
emisyonda ilk sıralarda yer almaktadırlar.
Tablo 5
En Yüksek Toplam ve Kişi Başı CO² Emisyonuna Sahip Ülkeler, 2006
ABD 5,697 Katar 48
Çin 5,607 Bahreyn 27
Rusya 1,587 BAE 26
Hindistan 1.250 Kuveyt 26
japonya 1,213 Trinidad ve Tobago 20
Almanya 823 ABD 19
Kanada 539 Avustralya 19
İngiltere 536 Kanada 17
GüneyKore 476 Suudi Arabistan 14
İtalya 448 Finlandiya 13
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 2
Tablo 5 ve Şekil 2’de belirtilen bir diğer husus, kişi başı CO² emisyon
miktarlarıdır. Tablo 5’de hem toplam, hem de kişi başı CO² emisyonunda önde gelen
ülkeler sıralanmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin yanı sıra, özellikle Orta Doğu’nun petrol
zengini ülkeleri bu bakımdan üst sıralarda bulunmaktadırlar. Bu ülkeler sırasıyla; Katar,
Bahreyn, BAE ve Kuveyt’tir. Toplam CO² emisyonu bakımından ise, Çin ve Hindistan
gibi kalabalık ülkelerin listenin üst sıralarında bulunması dikkat çekici bir husus olup,
bu ülkelere ağırlıklı olarak sanayileşmiş ülkeler eşlik etmekte ve ABD bu listenin ilk
sırasında bulunmaktadır.
Şekil 2. Kişi başına CO² emisyonu (Metrik Ton)
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu, 2009, s. 2’den derlenmiştir.
0
10
20
30
40
50
6043
Şu ana dek bahsi geçen olumsuz çevresel faktörlere ilave olarak, iklim değişikliği
de, gelişmekte olan ülkelerdeki yoksullukla mücadele ve kalkınma çabalarını tehdit eder
niteliktedir. Birleşmiş Milletlerin rapor ve bildirilerinde, gelişmekte olan ülkelerin iklim
değişiklilerine karşı daha savunmasız durumda oldukları belirtilmektedir. İklim
değişikliği küresel bir olgu olmakla birlikte, olumsuz etkileri yoksul ülkeler ve yoksul
insanlar tarafından daha şiddetli hissedilmektedir. Bunun nedeni ise, bu ülkelerde iklim
değişimlerine duyarlı sektörlerin (tarım ve balıkçılık gibi) ekonomi içindeki büyük payı
ve bu olumsuz değişimlere karşı bu ülkelerin beşeri, finansal ve kurumsal
kapasitelerinin yetersiz olmasıdır (Birleşmiş Milletler, 2010, s. 4)

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:52   #9
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ
3.1. Demografik Geçiş Modeli
Demografik değişimlerin ekonomik büyüme ile ilişkisi çok eski zamanlardan bu
yana bir ilgi odağı olmuştur. Son yıllara kadar, nüfus ve ekonomi ilişkisi üzerine yapılan
araştırma ve tartışmalar nüfusun büyüklüğünde meydana gelen değişmelerin sonuçları
üzerinde yoğunlaşmışlardır ve yaş bileşimi üzerindeki etkiler genelde göz ardı
edilmiştir. Ancak, nüfustaki değişimlerin o nüfusun yaş bileşiminde meydana getirdiği
etkilerin ekonomik sonuçları iktisatçılar açısından son derece önemlidir. Doğal nüfus
artışının belirleyicileri doğum oranları ve ölüm oranlarıdır. Demografik değişmeler bu
iki faktörü etkilemek suretiyle, nüfusun yaş yapısını ya da bileşimini değiştirirler. Bir
nüfusun yaş yapısının nasıl değiştiğini incelemek için ise, yüksek doğum ve yüksek
ölüm oranlarından, düşük doğum ve düşük ölüm oranlarına doğru bir gidişi ifade eden
demografik geçiş kavramı üzerinde durulmalıdır.
İnsanlık tarihi boyunca, nüfus artışı önceleri çok düşük oranlarda gerçekleşmiştir.
Bunun nedeni, ölümlerin doğumlarla aşağı yukarı aynı sayılarda gerçekleşmiş
olmasıdır. O dönemlerde sıkça görülen kıtlıklar, salgın hastalıklar ve savaşlar, bir
bakıma yüksek doğum oranlarını dengelemiştir. Ortaçağda görülen veba salgınları,
Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin yok olmasına neden olmuştur. 17. ve 18.
yüzyıllara gelindiğinde, sağlık koşullarındaki iyileşmeler ve yaşam standartlarının
yükselmeye başlaması, doğum oranlarının ölüm oranlarını aşmasıyla sonuçlanmıştır.
Sağlık koşullarında eskiye oranla daha iyiye giden koşullar, hastalıkların oluşumunu
azaltmıştır. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte ticaretin gelişmesi, gıda arzını arttırmış
ve insanlar daha iyi beslenir hale gelmişlerdir. Sanayileşme, şehirli nüfusun artması,
hayattan beklentilerin ve evlilik yaşının yükselmesi gibi etkenler nüfus artışını
yavaşlatırken, ortalama yaşam süresinde de mütevazi de olsa bir yükseliş görülmüştür.
Yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru olan bu
değişim demografik geçiş olarak adlandırılmaktadır. Günümüzün gelişmekte olan
ülkelerinde 20. yüzyıl ortalarında başlayan ve halen devam eden bu geçiş süreci, Kuzey
Amerika ve Avrupa’da 19. ve 20. yüzyılda görülmüştür. Genellikle, demografik geçiş45
süreci önce ölüm oranlarında azalmayla başlamakta ve ardından doğum oranlarının
azalması gelmektedir. Bu nedenle nüfus artış oranı önce artmakta, süreç ilerledikçe
azalmaya başlamaktadır. Dikkate alınması gereken bir başka husus ise, demografik
geçiş esnasında ölüm oranlarının azalması ile doğum oranlarındaki düşüş arasında belli
bir zaman dilimi bulunmasıdır.
Geçiş, ölüm oranlarındaki azalışla birlikte, yaklaşık olarak 19.yüzyılın başlarında
Avrupa’da başlamıştır. Günümüzde tüm dünyada görülmekte olan bu sürecin 2100
yılına kadar devam edeceği tahmin edilmektedir. Küresel düzeydeki bu demografik
geçiş, çok önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. 1800 yılından bu yana, küresel
nüfus altı kat artmıştır ve 2100 yılında 10 kat artacağı tahmin edilmektedir, aynı yıl 50
kat daha fazla yaşlı ancak sadece beş kat daha fazla çocuk nüfus olacağı
beklenmektedir. Bu durumda yaşlıların çocuklara oranı 10 kat artmış olacaktır. Bugün
iki kat artış göstermiş olan ortalama yaşam süresi, üç kat artmış olacaktır. 1800 yılında,
kadınlar yetişkinlik dönemlerinin % 70’ini çocuk büyütmek ve yetiştirmekle
geçirmekteyken, daha düşük doğurganlık ve daha uzun yaşam süresi nedeniyle,
dünyanın birçok bölümünde bu oran % 14’ e gerilemiştir (Lee, 2003, s. 167).
i) Thompson ve Notestein’in Çalışmaları: Demografik geçiş modelinin başlangıcı,
ölüm ve doğum oranları bakımından farklılık gösteren “nüfusların
sınıflandırılması çalışmalarına” dayanmaktadır. Bu konuda İngiliz nüfus
literatüründeki ilk ayrıntılı çalışma Warren Thompson’a aittir ve çalışma 1929
yılında yayınlanmıştır. Thompson, farklı nüfus artış oranlarına sahip olan üç ülke
grubu belirlemiştir. Bunlardan ilki (Grup A) nüfus artış hızının düşmeye
başladığı ve nüfusta potansiyel bir azalışla yüz yüze olan ülkelerden
oluşmaktadır. Bu ülkelerde ölüm oranlarının düşük olmasına karşın, hızla azalan
doğurganlık, önce durağan, sonrasında ise azalan bir nüfusun sinyallerini
vermektedir. Bu kategoride Batı Avrupa ülkeleri ile Avrupa kökenli göçmenlerce
yerleşilen denizaşırı ülkeler bulunmaktadır. Grup B ise, doğum ve ölüm
oranlarını düşmüş olduğu ancak ölüm oranlarının doğum oranlarından daha
erken ve daha hızlı düşüş gösterdiği ülkelerdir. Sonuç olarak, düşen doğum
oranları, nüfus artışını önce durağanlaştırıp, sonrada azaltana dek bu ülkelerde
nüfus artmaya devam edecektir. Bu kategoride ise, Doğu ve Güney Avrupa
ülkeleri bulunmaktadır. Thompson, bu ülkelerin demografik koşullarının, Grup
A’daki ülkelerin 35-40 yıl önceki durumlarıyla kıyaslanabilir olduğunu, ancak 46
ölüm oranlarındaki düşüşün daha hızlı olmasından dolayı doğal nüfus artış
oranının daha yüksek olduğunu belirtmiştir. Grup C’de yer alan ülkeler ise, ne
doğum oranlarının ne de ölüm oranlarının kontrol altında tutulabildiği,
Malthusyen olarak sınıflandırılan ülkelerdir. Thompson bu ülkelerin dünya
nüfusunun % 70-75’ini oluşturduğunu ileri sürmüştür. Ancak verilerin genel
olarak kıt ve dağınık olmasından dolayı, analizini üç büyük ülke ile
sınırlandırmıştır; Rusya, Japonya ve Hindistan (Thompson 1929, Aktaran: Kirk,
1996, s. 361-362). Thompson, nüfusla ilgili uyarılarını sürdürmesine rağmen,
sınıflandırma çalışmasını daha ileri götürmemiştir. Nüfus sorunlarıyla ilgili
metninin birçok baskısında, ne bu tipolojiyi kullanmış, ne de demografik geçişe
atıfta bulunmuştur (Kirk, 1996, s. 362).
Notestein’a göre (1945), toplumların olgunluğa erişebilmeleri için geçecekleri
aşamalar şunlardır:
1.aşama; bu buaşamada, toplumlar yüksek ancak istikrarlı doğum oranları ile düşük
ve istikrarsız ölüm oranlarıyla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Doğum ve ölüm oranları
aşağı yukarı eşittir ve bundan dolayı doğal nüfus artış oranı düşüktür. Nüfusun artışı söz
konusu ise, bu artış düşük düzeyde gerçekleşmektedir. Savaş, salgın hastalık vb.
nedenlerden dolayı ölüm oranlarında değişkenlik görülmektedir. Düşük gelire sahip,
tarımsal toplumlar bu kategoride yer alırlar.
2. aşama; sanayileşmenin başlangıcında bulunan toplumlarda, ölüm oranlarında
önemli düşüşler görülür. Bununla birlikte doğum oranları hala yüksektir. Sağlık
koşulları, tıpta kaydedilen ilerlemeler ve gıda üretimindeki gelişmeler nüfus artışının
yüksek olmasına yol açmıştır.
3.aşama; bu aşamada ölüm oranları düşüktür ve doğum oranlarında da azalma
başlamaktadır. Doğum kontrolü ve yaşam standartlarındaki gelişmelerinde yardımıyla,
ailelerin daha az çocuk sahibi olma konusunda kararları doğum oranlarındaki düşüşün
nedenidir. Buna bağlı olarak doğal nüfus artışı azalmakla birlikte, nüfusun büyümesi
devam etmektedir.
4.aşama; son aşamada, doğum ve ölüm oranları istikrarlı bir şekilde düşük
seyretmektedir. Doğal artış oranı düşüktür nüfus artış oranı düşmektedir. Nüfus büyük
olmakla birlikte artmamaktadır. 47
Notestein’in modeli ekonomik kalkınmanın etkilerini ve Batılı ülkelerin geçirdiği
demografik değişimi temel almıştır. Model, uzun yıllar boyunca, gelişmekte olan
ülkelerdeki demografik değişimin nihai sonuçlarının tahmini amacıyla kullanılmıştır.
Notestein Batı ve Orta Avrupa nüfuslarının yaklaşık olarak 1950’de en üst seviyeye
ulaşacağını ve daha sonra azalmaya başlayacağını öngörmüştür. Doğu Avrupa’da ise bu
azalma için aşağı yukarı 1970 tarihi tahmininde bulunmuştur. Ayrıca, 2000 yılında
yaklaşık altı milyar olarak gerçekleşen dünya nüfusu için 3.3 milyar tahmininde
bulunmuştur. Nüfus azalışının nedenlerine ilişkin olarak yaptığı açıklamalarda, sosyoekonomik faktörlere kültürel faktörlerden daha çok ağırlık verdiğinden dolayı
eleştirilmiştir. Daha sonraları, Coale ve Hoover, kültürel faktörleri tamamen göz ardı
etmedikleri gibi sosyo-kültürel faktörlere de öncelik vermişlerdir (Kirk, 1996, s. 364).
ii) Orijinal Demografik Geçiş Modeli: Orijinal demografik geçiş modelinin
safhaları şu şekilde özetlenebilir:
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 1. Safha; Bu safha sanayileşme öncesindeki
toplumları kapsamaktadır. Bu gibi toplumlarda, salgın hastalıklar ve kıtlıklar gibi doğal
etkenlerden dolayı gerek ölüm oranları gerekse doğum oranları yüksekti ve
değişkenlikler göstermekteydi. Doğumlar ve ölümlerin birbirini dengelemesinin sonucu
olarak bu safhada nüfus artış oranı son derece düşüktü. Doğum oranlarının yüksek
olmasının temel nedeni, bu dönemde doğum kontrolünün neredeyse hiç mevcut
olmamasıydı. Bu safhanın en önemli özelliği çocukların, ev ve tarlada çalışmak,
temizlik, yemek vb. işlerde çalışmak suretiyle ev ekonomisine katkıda bulunmalarıdır.
Çocuklara yönelik eğitim gibi masrafların düşük olması, çocuk yetiştirme maliyetinin
de düşük olmasına neden olmaktadır. Ayrıca, büyüyüp, yetişkinliğe erişen çocuklar,
tarlada çalışmak ya da ebeveynlerinin yaşlılığında onlara destek olmak için birer kaynak
olarak görülmekteydiler. Yüksek ölüm oranları da, aileleri fazla çocuk sahibi olma
konusunda istekli hale getiriyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, demografik
geçiş sürecinin ilk aşamasında yüksek doğum oranları karşımıza çıkmakta ve bu oran
yüksek ölüm oranlarıyla dengelenmektedir. Bu safhanın bir başka özelliği, nüfus
miktarının genel olarak gıda arzına bağlı olarak belirlenmesidir. Gıda arzındaki olumlu
ya da olumsuz dalgalanmalar, aynı şekilde nüfusta da dalgalanmalara neden olmaktaydı.
Buna bağlı olarak, bu safhada kıtlıklar sıklıkla görülmekteydi.48
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 2.Safha; İkinci safha gelişmekte olan
ülkeleri ele almaktadır ve bu safhada, hijyen koşulları ve gıda arzındaki iyileşmeler
neticesinde ölüm oranları hızlı bir şekilde düşmeye başlamıştır. Gıda arzının artmasında
tarımın gelişmesi rol oynarken, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinde ve teknolojide
görülen gelişmeler diğer önemli faktörlerdir. Sağlık alanındaki gelişmeler özellikle
çocuk ölümlerini önemli ölçüde azaltmıştır. Ölüm oranlarındaki düşüşler, 18. Yüzyılın
sonlarına doğru Avrupa’nın kuzeybatısında başlayarak, yaklaşık 100 yıllık bir zaman
diliminde sırasıyla güney ve doğu Avrupa’da görülmüştür. Ancak, ölüm oranlarındaki
bu düşüş karşısında, doğum oranlarında bir azalma olmaması, bu safhadaki ülkelerde
nüfusun önemli ölçüde artmasına neden olmuştur. Nüfustaki bu değişim, Avrupa’nın
kuzeybatısında, 19. yüzyılda, Sanayi Devrimine bağlı olarak meydana gelmiştir. İkinci
Dünya savaşı sonrasında ise, gelişmekte olan ülkelerde geçişin ikinci safhasına
ulaşmışlardır. Bu safhada, gelişmekte olan ülkelerde adeta bir nüfus patlaması
yaşanmıştır ve doğum oranlarının dünya genelinde düşüş göstermesine rağmen, bu
ülkelerin nüfusu artmaya devam etmektedir.
Ölüm oranlarındaki azalmaya karşın, doğum oranlarının hala yüksek olması, sadece
nüfusun toplam büyüklüğünü değil, yaş yapısını ya da bileşimini de etkilemiştir.
Demografik geçişin ilk safhasında, yüksek ölüm oranları daha çok 5 yaşına kadar olan
çocukları etkilemekteydi. İkinci safhada ölüm oranlarının azalmaya başlamasıyla,
hayatta kalan çocuk sayısı artış göstermiş ve artan nüfus içerisinde çocukların oranı
yükselmiştir. Sonuç olarak, bu safhada çocuk bağımlılık oranı yükselmiştir. Ayrıca bu
çocukların da üreme çağına erişmesiyle, nüfus artış temposu hızlanmıştır.
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 3.Safha; Bu safhada doğum oranlarında
düşüş görülmektedir. Bu düşüşe neden olan başlıca faktörler şehirleşme, ücretlerde artış,
kadınların toplumdaki statüsünün ve eğitim düzeylerinin yükselmesi, çocukların emek
unsuru olarak değerlerinin azalması ve diğer toplumsal değişimler olarak sıralanabilir.
Günümüzün sanayileşmiş ülkelerinde doğum oranlarının düşmeye başlaması 19. Yüzyıl
sonlarına denk gelmektedir. Çok yaygın olmasa da bu dönemde doğum kontrol
yöntemleri kullanılmakla birlikte, bu dönemde yaşanan nüfus azalışı toplumsal
değerlerdeki değişmeye önemli ölçüde bağlıdır.
Üçüncü safhada genç ya da çocuk bağımlılık oranında azalma görülmektedir.
Çocukların çalışma yaşına erişmesiyle çalışma yaşındaki nüfusun bağımlı nüfusa oranı
yükselmekte ve bu safhadaki toplumlar için bir “fırsat penceresi“ şansı doğmaktadır. 49
Bu fırsat penceresi, gerektiği gibi değerlendirildiğinde ekonomik büyüme
sağlayabilmektedir.
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 4.Safha; Dördüncü safhada hem doğum
oranları, hem de ölüm oranları düşüktür. Doğum oranları sanayileşmiş ülkelerde
yenileme oranı altına inmiştir. Bu durum, söz konusu ülkeler için “nüfus azalması”
riskine yol açmaktadır. Geçişin ikinci aşamasında ölüm oranlarındaki düşüşe karşın,
doğum oranlarının yüksek seyretmesi, bir nüfus patlamasına (baby boom) neden
olmuştur. Bu büyük nüfusun, dördüncü safhada yaşlanması, yaşlı bağımlılık oranını
arttırarak, ciddi bir ekonomik yük oluşturmaktadır. Bu safhadaki toplumlarda ölüm
oranları son derece düşük seyretmekte ve ölümler genelde yaşam tarzının getirdiği
sorunlardan (stres, beslenme şekli vb) ve yaşlılıktan kaynaklanan kanser, kalp
rahatsızlıkları ve obezite gibi hastalık ve bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.
20. yüzyıl sonları, sanayileşmiş ülkelerin azalan ve yaşlanan bir nüfusla karşı karşıya
olduğu bir dönemdir (Wikipedia, 2012)
Günümüzde, gelişmiş ülkeler demografik geçişin son safhasında bulunmaktadırlar.
Gelişmekte olan ülkelerde ise, demografik geçiş aynı hızla devam etmemektedir.
Özellikle Doğu Asya ülkeleri geçişi oldukça hızlı bir şekilde yaşarlarken, Sahra, altı
Afrika’da süreç çok yavaş ilerlemektedir. Gelişmekte olan çoğu ülke bugün geçiş
sürecinin üçüncü safhasına ulaşmışken, özellikle Ortadoğu ve Sahra- altı Afrika’nın
yoksul ülkelerinin kat etmesi gereken uzun bir yol bulunmaktadır (Wikipedia, 2012)
Yaklaşık olarak 19. yüzyılın başlarında başlayan ve gelişmekte olan ülkelerde hala
devam eden demografik geçiş, 2100 yılına kadar, dünya nüfusunu birçok bakımdan
yeniden şekillendirecektir. Gözle görülür değişme, 1800’de bir milyar olan dünya
nüfusunun 2100 yılında beklide 9,5 milyara ulaşacak olmasıdır. Doğurganlığın
gelecekteki durumunun belirsizliği nedeniyle, bu tahminlerde oldukça belirsizdir.
Ortalama yaşam süresi üçte iki oranında artarken, nüfusun medyan yaşı da ikiye
katlanmıştır. Birçok gelişmekte olan ülke, şimdiden negatif nüfus artış oranlarına
sahiptir ve Birleşmiş Milletlerin tahminlerine göre, 2050’ye kadar Avrupa nüfusunun %
13 azalacağı tahmin edilmektedir. Ancak, tüm değişimlerin yanı sıra, aile yapısı, sağlık,
tasarruf kurumları, geçinme gereksinimleri ve hatta uluslararası insan ve sermaye akışı
dahi geçişten etkilenmekte ve değişim göstermeye başlamış bulunmaktadır (Bloom ve
Canning, 2001, s. 185). Bu perspektiften ele alındığında, demografik geçişin, etki ve
sonuçları açısından kapsamlı bir süreç olduğu gözlemlenebilmektedir. Sürecin gerek
sosyal, gerekse ekonomik sonuçları tüm toplumlar açısından önem arz etmektedir. 50
3.2.Demografik Geçiş Süreci
Demografik geçiş süreci, yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve
ölüm oranlarına doğru bir değişimi ifade etmektedir. Genellikle, sürecin ölüm
oranlarının azalmasıyla başladığı, belirli bir zaman aralığının ardından doğum
oranlarının da azalmaya başladığı kabul edilmektedir.
3.2.1. Demografik Geçiş Sürecinde Ölüm Oranlarında Azalma
Dünya’da demografik geçişin başlangıcı, yaklaşık olarak 1800’de, ölüm
oranlarının uzun dönemli bir azalma eğilimine girdiği Kuzeybatı Avrupa’da
görülmüştür. Düşük gelirli ülkelerin çoğunda, ölüm oranlarındaki azalış 20. Yüzyıl
başlarında başlamış, II. Dünya savaşının ardından hızlanmıştır (Lee, 2003, s. 170).
Demografik geçişin ilk safhası, su ve hava ile yayılan bulaşıcı hastalıkların neden
olduğu ölümlerin azalması ile başlamıştır. 18. Yüzyılın sonlarında çiçek aşısının
icadıyla, koruyucu hekimlik Avrupa’da ölüm oranlarının azalmasında önemli rol
oynamıştır. Bununla birlikte, kamu sağlığı konusundaki önlemler ve karantina
uygulamalarının rolü de kayda değerdir. Ayrıca gelir düzeyi yükseldikçe kişisel
temizliğin önem kazanması ve hastalıklara neden olan mikroplarla ilgili teorinin kabul
görmesi, bu azalışa yardımcı olan faktörlerdendir. Bir başka önemli faktör ise, beslenme
koşularındaki iyileşmedir. Depolama ve taşımacılıkta kaydedilen ilerlemeler, bölgesel
ve uluslar arası gıda pazarlarının bütünleşmesini sağlayarak ve tarımsal üretimdeki yerel
farklılaşmaları ortadan kaldırarak, kıtlıklardan kaynaklanan ölümlerin azalmasını
sağlamıştır. Gelir düzeyinde sağlanan uzun dönemli artışlar, insanların gerek
çocuklukta, gerekse ileriki yaşamlarında daha iyi beslenmelerini mümkün kılmıştır.
Daha iyi beslenen insanlar, hastalıklara daha dirençli hale gelmişlerdir (Fogel, 1994,
Barker, 1992, Akt; Lee, 2003, s. 171).
Birçok düşük gelirli ülke, 20.yüzyıla kadar ölüm oranı dönüşümüne
başlayamamıştır. Bununla birlikte, ortalama yaşam sürelerinde, tarihsel standartlara
göre oldukça hızlı artışlar kaydetmişlerdir. Hindistan’da, ortalama yaşam süresi,
1920’de 24 yılken, bugün 62 yıla yükselmiştir. Çin’de ortalama yaşam süresi 1950-
1955’te 41 yılken, 1995- 1999’da 70 yıla yükselmiştir (Lee, 2003, s. 171). Yaşam
süresindeki artışın böyle hızlı gerçekleşmesinde, gelişmekte olan ülkelerin daha önce
gelişmiş ülkeler tarafından, tıp ve sağlık alanında ortaya konan icatlardan 51
yararlanmalarının rolü büyüktür. Tüm bu gelişmelere rağmen, Tablo 6’da yer alan
veriler, çoğu Sahra-altı Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’da bulunan en az gelişmiş
ülkelerde, ortalama yaşam sürelerinin göreli olarak hala çok düşük kaldığını
göstermektedir.
Tablo 6
Dünyada Ortalama Yaşam Süreleri
TEMEL ALAN 2005-2010 2045-2050
Dünya 67,6 75,5
Gelişmiş Bölgeler 77,1 82,8
Az Gelişmiş Bölgeler 65,6 74,3
En Az Gelişmiş Ülkeler 55,9 68,5
Diğer Az Gelişmiş Ülkeler 67,7 75,9
Afrika 54,1 67,4
Asya 68,9 76,8
Avrupa 75,1 81,5
Latin Amerika ve Karayipler 73,4 79,8
KuzeyAmerika 79,3 83,5
Okyanusya 76,4 82,1
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 11
Kirk (1996) ise, ölüm oranlarındaki azalışın, modern dünyada üç farklı aşamadan
geçmek suretiyle gerçekleştiğini belirtmiştir. Bu aşamalar sırasıyla:
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 1.Aşaması: Ölüm oranlarındaki azalma, Batı
Avrupa’da daha önceleri görülmüş olma ihtimaline karşın, en belirgin şekilde tespit
edilen azalışlar 18. Yüzyıl sonu ile 19. Yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. İlk safhalarda,
muhtemelen yükselen gelirlerin ölümlerdeki azalmalara katkıda bulunduğu ve aynı
şekilde, ölüm oranlarındaki bu azalmaların da gelir artışında payı olduğu
düşünülmektedir (iki yönlü nedensellik ilişkisi). Ancak, Kirk’e göre modern devletin
gelişmesi ölümlerdeki azalmada kesin etkiye sahiptir. Genel olarak, bu şekilde kamu
düzeninin sağlanması, bölgesel ve yerel çatışmalardan kaynaklanan ölümleri azaltmıştır.
Muhtemelen daha da önemlisi, modern devlette kıtlık ve salgınların azalmasını sağlayan
ulaşım ve ticaret altyapısı oluşturulmasının dolaylı etkisidir. Bu istikrar tarımsal
gelişmeye de katkıda bulunmuştur. Bu dönem boyunca ölüm oranlarındaki azalmayla
ilgili tartışmalar süregelmektedir. Bazı görüşlere göre, ölümlerdeki ilk azalmalar sağlık
ve hijyen alanlarındaki gelişmelerden bağımsız olarak, tarımdaki gelişmeler nedeniyle 52
daha iyi beslenme ve hastalıklara direncin artmasına bağlıdır. Bu görüşe, hijyen
koşullarındaki gelişmelerin bu azalışı sağladığı şeklindeki görüşü savunanlarca karşı
çıkılmıştır.
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 2.Aşaması: 19. Yüzyılın son çeyreğinde, I. Dünya
savaşına doğru giden dönemde, Pasteur ve Koch gibi bilim adamlarının öncülüğünde tıp
alanında bir devrim gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak çocuk ölümlerinde
ve daha sonra bebek ölümlerinde görülen azalışlar, tüberküloz, ve ishal gibi
hastalıklardan kaynaklanan ölüm oranlarındaki düşüşün çoğunun nedenidir. I.Dünya
savaşı sırasında ve sonrasında yaşanan ilerlemeler sayesinde, eğitim ve tıp alanında
ciddi aşamalar kaydedilmiştir.
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 3.Aşaması: II. Dünya savaşı süresince ve sonrasında
antibiyotik kullanımında artış olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucunda yaygın ve salgın
olarak görülen hastalıklarda köklü bir azalma olmuştur. Buna karşın, yaşlı hastaların
yaşam süresinin uzatılabilmesi gibi ilerlemelere rağmen, dolaşım sistemi bozuklukları
ve kanser gibi hastalıkların azaltılması çok daha zor görünmektedir. Bir diğer konu ise,
bu tür organik hastalıkların artmasını değişen yaşam tarzına bağlanmasıdır. Bu tür
hastalıkları mevcudiyeti muhtemelen çok daha öncelere uzanmakla birlikte, salgın
hastalıkların yüksek oranda görülmesi nedeniyle daha az belirgindi. Ölüm oranlarında ki
bugün var olan eğilim, tahmin edilenden çok daha eskilere dayanmaktadır.(Kirk, 1996,
s. 367-368).
Şüphesiz, ölüm oranlarındaki düşüş, yaşam standartlarında bir yükselişe neden
olacaktır ve yaşam standartlarının yükselmesi de doğurganlığın azalmasında etkili olan
önemli faktörlerden birisidir. Ölüm oranlarının azalması, ekonomik üretkenliği teşvik
ederek doğurganlıktaki azalmaya katkıda bulunacaktır (Kirk, 1996, s. 369).
Özellikle II. Dünya savaşı sonrasından itibaren ölüm oranlarında yaşanan dikkat
çekici düşüşlere rağmen, HIV/AİDS’ten en çok etkilenen 27 ülkeyi de kapsayan en az
gelişmiş 49 ülke, diğer gelişmişlik gruplarından daha yüksek ölüm oranlarına
sahiptirler. Bu ülkelerde ortalama yaşam süresi 2005-2010 için 56 yıldır ve 2045-
2050’de 68,5’e ulaşarak göreceli olarak yine düşük kalacağı tahmin edilmektedir.
Ortalama yaşam süresindeki genel olarak yukarı doğru olan eğilim, dünyanın farklı
bölgelerinde farklı eğilimlerin görülmesine engel olabilmektedir. Asya, Latin Amerika
ve Karayipler, Kuzey Amerika ve Okyanusya’da yaşam süresi istikrarlı bir hızla
artmaktadır. Aksine, Avrupa’da, 1980’lerin itibaren bu hızda yavaşlama vardır. Bunun
nedeni, Doğu Avrupa ülkelerinde, özellikle Rusya Federasyonu ve Ukrayna’da yaşam 53
sürelerinin ciddi şekilde azalmasıdır. Avrupa’nın geri kalan bölgeleri ise, Kuzey
Amerika’ya eşit ya da daha yüksek yaşam sürelerine sahiptir (Birleşmiş Milletler, 2009,
s. 11).
Tablo 7
Cinsiyetlere Göre Ortalama Yaşam Süreleri
TEMEL ALAN 2005-2010 2045-2050
Erkek Kadın Erkek Kadın
Dünya 65,4 69,8 73,3 79,9
Gelişmiş Bölgeler 73,6 80,5 79,9 85,6
Az Gelişmiş Bölgeler 63,9 67,4 72,2 76,5
En Az Gelişmiş Bölgeler 54,7 57,2 66,7 70,4
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 14
Ölüm oranlarındaki düşüşle ilgili çarpıcı noktalardan birisi, dünyanın neredeyse tüm
bölgelerinde kadınların ortalama yaşam süresinin erkeklerden daha uzun olmasıdır.
Tablo 7 dünyanın temel yerleşim bölgelerinde kadın ve erkeklerin ortalama yaşam
sürelerine ait veriler sunmaktadır ve kadınların erkeklerden daha uzun yaşam süresine
sahip olduğu bu veriler tarafından da yansıtılmaktadır. Küresel düzeyde, 2005- 2010’da
kadın ortalama yaşam süresi 70 iken, erkekler için bu rakam 65’tir. Yaşam süresinde
kadınların avantajı gelişmiş ülkelerde (7 yıl), az gelişmiş ülkelere (3.5 yıl) oranla çok
daha belirgindir. Kadın ve erkek yaşam süreleri arasındaki bu fark en az gelişmiş
ülkelerde en azdır. Dünya seviyesinde 5 yıl olan bu farkın 2045-2050’ye kadar sürmesi
beklenmektedir. Ancak kadın ve erkek arasındaki yaşam sürelerindeki farkın, gelişmiş
ülkelerde azalması beklenirken, gelişmekte olan ülkelerde ise artması beklenmektedir.
Beş yaşına kadar çocuklarda ölüm oranı, kalkınmanın çocuklarla ilgili boyutunun
önemli bir göstergesidir. 1950-1955’te, dünya genelinde, doğa 1000 çocuktan 233’ü
beşinci yaşını görememekteydi. 2005-2010’da ise, bu rakam 1000 doğumda 71’e
gerilemiştir. Çocuk ölüm oranları tüm temel bölgelerde azalmakla birlikte, Sahra-altı
Afrika bu düşüşü yakalamakta oldukça geride kalmıştır. 1950’lerde Sahra-altı Afrika ve
Orta-Güney Asya benzer çocuk ölüm oranlarına sahiplerdi ve sonrasında her iki bölge
de bu oranlarda önemli düşüşler kaydetmişlerdir. Ancak, bu düşüşün temposu Sahra-altı
Afrika’da yavaşlamıştır. Sonuç olarak, 2005-2010 için, çocuk ölüm oranı Güney-Orta
Asya’da 1000’de 85 iken, Sahra-altı Afrika’da hala 1000’de 148 gibi yüksek bir orandır
(Birleşmiş Milletler, 2009, s. 12). 54
Ölüm oranlarındaki düşüşle ilgili bir diğer önemli husus, bu düşüşün
doğurganlıktaki azalışla olan ilişkisidir. Son 30 yıl boyunca, araştırmacılar bu ilişki
üzerine çalışmalar yapmışlardır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre, bebek
ölümlerindeki azalmanın çiftlerin daha az doğum lehine kararlarını etkilediğidir. Ancak,
bu ilişkinin doğası hala tam olarak anlaşılmış değildir ve konuyla bağlantılı birçok farklı
görüş mevcudiyetini sürdürmektedir (Cross, Hardee ve Ross 2002, s. 7). Cohen, Barney
ve Montgomery (1998), doğurganlık oranlarındaki azalışın, çeşitli sosyal, politik,
ekonomik ve kültürel değişimlerin ürünü olduğunu ve ölüm oranlarındaki azalış ve
hükümet programlarıyla şekillendiğini, bu faktörlerin katkısının ise toplumdan topluma
değişkenlik gösterdiğini belirtmişlerdir (Cohen vd.1998, Akt; Cross vd., 2002, s. 7).
Ölüm oranları ile ilgili bir başka araştırma konusu ise, yetişkin ölüm oranlarının
ekonomik büyüme üzerindeki etkisidir. Lorentzen vd. yaptıkları gözlemsel çalışmalarda
bu etki ile ilgili bir takım ispatlara ulaşmışlardır. Çalışmalarında, yüksek ölüm
oranlarının, insanların kısa dönemli bir bakış açısına sahip olmalarına ve uzun vadeli
maliyetleri olan kısa vadeli getiri sağlayacak kararlar almalarına neden olduğu sonucuna
ulaşmışlardır (Lorentzen, McMillan ve Wacziarg, 2008, s. 111).
1996-2000 yılları arasında, Afrika’nın ekonomik büyümesindeki yetersizlik
tamamen yetişkin ölüm oranlarına bağlanabilir. Dahası, yetişkin ölümleri fiziksel
sermaye yatırım oranları ve kişi başına GSYİH artış oranları üzerinde önemli bir negatif
etkiye sahiptir. Buna ilave olarak, ölüm oranları, doğum oranları ve AİDS bulaşıcılık
oranları üzerinde pozitif etki taşımaktadır. Yetişkin ölümleri ekonomik büyümeyi
yatırımlar, beşeri sermaye birikimi ve doğurganlık olmak üzere üç kanaldan
etkileyebilir. Yatırımlar ve doğurganlık en etkili kanallardır. Yüksek yetişkin ölüm
oranları iktisadi birimleri daha az yatırıma ve daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik
etmektedir. Bu kısa dönemli bakış açıcı kalkınmada öncelikli bir sorundur ve ekonomik
büyümeyi yavaşlatmaktadır. Daha yavaş ekonomik büyüme, özellikle Afrika
ülkelerinin, hastalıklarla mücadele etmek ve ölüm oranlarını azaltmak için kaynak
ayırmalarını engellemektedir. En pozitif açıdan bakıldığında dahi, yüksek yetişkin ölüm
oranları, gelişmekte olan ülkelerde ekonomik gelişmeyi engellemektedir. En kötü
sonucu ise, ölüm ve kalkınma arasındaki negatif ilişkinin sürekli bir yoksulluğa eden
olmaktadır (Lorentzen vd. 2008, s. 111).
HIV/AIDS ve Ölüm Oranları: Ölüm oranlarında demografik geçiş sırasında görülen
düşüş, yaşam sürelerinde bir artışın belirleyicisi olurken, karşı etkiye sahip iki gelişme
bahse değerdir. Bunlardan birisi, 1990’larda, en az gelişmiş ülkelerde, ölüm 55
oranlarındaki azalışın durağan bir hal aldığı görülmesidir. Şüphesiz, bu duraksamada,
Sahra-altı Afrika’da ölüm oranının yükselmesine neden olan HIV/AİDS’in rolü oldukça
önemlidir. Son 20 yılda, dünya genelinde 60 milyon kişiye HIV/AİDS virüsü
bulaşmıştır ve bu kişilerin 40 milyonu hayattadır. Sahra-altı Afrika’da HIV/AİDS temel
ölüm nedeniyken, bu vakaların yalnızca % 6’sı daha gelişmiş ülkelerde görülmektedir
(Lee,2003, s. 172). HIV/AIDS salgınının etkisi, bu salgından yüksek oranda etkilenen
ülkelerin nüfusları üzerinde açıkça görülebilmektedir. Bu ülkelerin birçoğunda, 2009
yılında, 15-49 yaş arası kişilerde HIV/AIDS’ in görülme oranı % 1 ya da üzeridir. HIV/
AIDS’ ten yüksek oranda etkilenen 58 ülkeden 38’i Afrika’da, dördü Asya’da, 11’i
Latin Amerika’da, üçü Avrupa’da, biri Kuzey Amerika’da ve biri de Okyanusya’dadır.
Hepsi birlikte, dünyadaki HIV taşıyıcısı yetişkin ve çocuk toplamının % 85’ini
oluşturmaktadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 12).
Tablo 8
En Düşük Ortalama Yaşam Süresine Sahip 10 Ülke (2005-2010 ve 2045-2050)
2005-2010 2045-2050
ÜLKE
ORTALAMA YAŞAM
SÜRESİ ÜLKE
ORTALAMA YAŞAM
SÜRESİ
Afganistan 43,8 Lesotho 56,3
Zimbabwe 44,1 Swaziland 58,6
Zambiya 45,2 Afganistan 58,7
Lesotho 45,3 Orta Afrika Cumhuriyeti 61,3
Swaziland 45,8
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 61,8
Angola 46,8 Mozambik 62
Orta Afrika Cumhuriyeti 46,9 Sierra Leone 62,2
Sierra Leone 47,4 GüneyAfrika 62,3
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 47,5 Zambiya 62,4
Gine-Bissau 47,6 Nijerya 62,5
DÜNYA 67,6 DÜNYA 75,5
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 70
Tablo 8, en düşük ortalam yaşam sürelerine sahip olan ülkeleri içermektedir.
Dünya üzerinde, en düşük yaşam süresine sahip ülkelerin büyük çoğunluğu, AIDS’ten
en olumsuz şekilde etkilenen Sahra-altı Afrika’da yer almaktadır. Birleşmiş Milletler
2008 gözden geçirme raporunda, HIV/AIDS’ in yıkıcı etkileri hastalık, ölüm ve nüfus
kaybı olarak belirtilmiştir. En fazla etkilenen ülkelerde yaşam sürelerinde önemli 56
düşüşler göze çarpmaktadır. 2007 yılında, 15- 49 yaş arası nüfusun % 24’ünün HIV
taşıyıcısı olduğu Botswana’ da, yaşam süresi, 1985-1990’da 64 iken, 2000-2005
döneminde 48’ e gerilemiştir. Bu ülkede, 2005-2010 döneminde, HIV görülme oranının
azalması ve virüse karşı terapinin yaygınlaşmasının sonucu olarak, yaşam süresinin 55
yıla yükseleceği tahmin edilmektedir. Dünya üzerinde virüsten en kötü etkilenen
ülkelerin çoğunun yer aldığı, Afrika’nın güneyinde, son 20 yılda yaşam süresi 61’den
53’e düşmüştür. HIV/AİDS Afrika’nın güneyinde son derece sert bir etki gösterirken,
son yıllarda Afrika’da yüksek oranda etkilenen ülkelerin çoğunda yaşam sürelerinde
önemli düşüşler görülmektedir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 13). Tablo 2.3’ teki en
düşük ortalama yaşam süresine sahip ülkeler listesinde dikkat çeken husus, bu ülkelerin
çoğunun Sahra-altı Afrika’da bulunmasıdır.
HIV/AIDS’ in toplumlara önemli bir bedeli de, çocuk ölümlerindeki azalışı
geciktirmesidir. Anne’den bebeğe geçen AIDS vakalarının % 35’inde, çocuklar bir
yaşını göremeden, % 61’inde ise beş yaşına ulaşamadan hayatlarını kaybetmektedirler.
HIV’ nin çocuk ölüm oranı üzerindeki etkisi, salgın başlamadan önce düşük oranlara
ulaşmış olan ülkelerde daha çarpıcıdır. Örneğin, Sahra-altı Afrika’nın en düşük çocuk
ölüm oranlarına sahip ülkelerinden biri olan Zimbabwe’de, bu oran, 1985-1990 arasında
1000 doğumda 88’den, 2000-2005 arasında 1000 doğumda 112’ye yükselmiştir.
Anneden çocuğa geçişin önlenmesinde sağlanacak ilerlemeyle birlikte, HIV/AIDS’ in
çocuk ölümleri üzerindeki etkisinin gelecekte azalacağı tahmin edilmektedir. AIDS,
ölümlerin yaşlara göre yüzdesel dağılımını da değiştirmektedir. 1985-1990 yılları
arasında, Afrika’nın güneyinde ölümler, çocuklar ve yaşlı yetişkinler arasında
yoğunlaşmıştır ve 20-49 yaş arası yetişkinlerin ölüm oranı, aynı dönemde, tüm
ölümlerin sadece % 20’sini oluşturmaktaydı. 2005-2010 dönemine gelindiğinde, büyük
bir değişim meydana gelmiş ve 20-49 yaş arası yetişkinlerin ölüm oranı % 51 olarak
gerçekleşmiştir. Ölüm oranlarında meydana gelen bu tür yükselişler, toplumun çalışma
ve ebeveynlik çağındaki bireylerini azaltarak ekonomik ve sosyal yapılar için ciddi
potansiyel şoklar yaratmaktadır. HIV/AIDS’ in nüfus artışını azaltıcı yöndeki etkisine
rağmen, virüse karşı terapide ve HIV’nin yayılmasın karşı önlemlerde görülen
ilerlemelere bağlı olarak, 2007’de en yüksek AIDS vakası görülen ülkelerin, 2005-2050
arasında pozitif nüfus artışına sahip olacakları tahmin edilmektedir (Birleşmiş Milletler,
2009, s. 13-14). Ölüm oranlarındaki son gelişmelere istisna olarak ortaya çıkan diğer
önemli gelişme ise, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliğine ait bölgelerde, son 20 ya
da 30 yılda yaşam sürelerindeki duraklama ya da azalıştır. Bu gelişme, piyasa 57
ekonomisine geçiş süreci öncesine denk gelmektedir. Birleşmiş Milletler 2002 yılı
verilerine göre Rusya Federasyonunda erkek ortalama yaşam süresi 60 yıl olarak tespit
edilmiştir ve bu rakam 1950’deki düzeye eşittir (Lee, 2003, s. 172-173). Bu duraksama
ya da azalmadaki neden ise, söz konusu ülkelerin, Doğu Bloku’nun çöküşü ve
sonrasında piyasa ekonomisine geçiş süreciyle birlikte gelen derin ekonomik
sorunlardır.
3.2.2.Demografik Geçiş Sürecinde Doğurganlık Oranlarında Azalma
Klasik demografik geçiş teorisi önce ölüm oranlarındaki düşüşle başlamakta ve
belirli bir zaman aralığının ardından doğum oranları da azalmaya başlamaktadır. İki
azalma süreci arasındaki zaman aralığında ise ölüm oranlarındaki düşüşün etkisiyle
nüfus hızlı bir artış eğilimine girmektedir. Nüfus artışı özellikle 5 yaş ve altındaki çocuk
sayısının artması anlamına gelmektedir. Çünkü, gerek ölüm gerekse doğum oranlarının
yüksek olduğu, geçişin ilk safhasında, kıtlık, salgın vb. felaketlerin kurbanları
çoğunlukla bu yaş grubunda bulunan çocuklardır. Ölüm oranlarının düşmesiyle hayatta
kalan bu çocukları yetişkinliğe erişmesi ve üreme çağına ulaşmaları nüfus artışını daha
da hızlandırmaktadır. Bu durum doğurganlığın azalmasına ya da, yüksek doğurganlıktan
düşük doğurganlığa geçişi ifade eden“doğurganlık geçişine” kadar sürecektir.
Doğurganlık azalışının, ölüm oranları azalışını takiben, ve belirli bir gecikmeyle ortaya
çıkmasıyla, nüfusta ki artış dengelenecek ve daha sonraları ise azalışa geçecektir.
1890 ve 1920 yılları arasında, evliliklerin daha geç yapılması nedeniyle doğumlar
Avrupa’nın birçok bölgesinde azalmaya başlamıştır. 1870 ve 1930 arasında, medyan
yaş düzeyinde yaklaşık % 40 oranında bir azalma görülmüştür (Coale ve Treadway,
1996, Akt; Lee, 2003, s. 173). Çocuk sahibi olmak ve büyütmek zaman alıcıdır.
Teknolojik gelişme ve fiziksel ve beşeri sermayede artış emeğin üretkenliğini arttırarak,
tüm faaliyet kollarında zamanı daha değerli hale getirmiş ve çocuklar, tüketim mallarına
kıyasla giderek daha maliyetli bir hale gelmişlerdir. Çocuk sahibi olma ve yetiştirme
konusunda temel sorumluluğa sahip olduklarından dolayı, kadınların üretkenliğindeki
farklılaşmalar özellikle önem arz etmektedir. Örneğin, fiziksel sermaye kas gücünün
yerini alarak, kadın ve erkek arasındaki üretkenlik farkını azaltabilmekte ya da ortadan
kaldırabilmekte, bu şekilde çocuk sahibi olma ve yetiştirmenin alternatif maliyeti
yükselebilmektedir (Galor ve Weil, 1996, Akt; Lee, 2003, s. 174). Öte yandan, artan
gelirler tüketim talebinin, eğitimli işgücünün daha önemli bir girdisi olduğu tarımsal 58
olmayan ürün ve hizmetlere yönelmesine neden olmaktadır. Eğitimin getirisinin
artması, eğitim yatırımlarının artmasına yol açmaktadır. Genel olarak, değişen bu
kalıplar, bir takım etkilere sahiptir; aileler için çocukların maliyeti yükselmiş, çocuklar
daha pahalı hale gelmiş, okulda geçirdikleri zamandan dolayı ekonomik katkıları
azalmış ve bu durum çocuk sahibi olmanın alternatif maliyetini arttırmıştır. Dahası,
yüksek gelire sahip olan ebeveynler çocukları için daha fazla kaynak ayırmayı tercih
etmektedirler. Bu tercih her bir çocuğun maliyetini arttırdığından, bu ebeveynler daha
az çocuk sahibi olmaya karar vermektedirler. Tüm bu doğurganlık teorilerinin ötesinde,
gelişmiş piyasa ve devlet yapıları, emeklilik maaşı ödeyerek ve risk paylaşımı yaparak,
geleneksel aile ve hane halklarının önemli ekonomik işlevlerini üstlenebilmekte ve
çocukların ekonomik ve sosyal açıdan önemini azaltmaktadır (Lee, 2003, s. 174).
Tablo 9
Hesaplanan Toplam Doğurganlık Oranları
TEMEL BÖLGE 1970-1975 2005-2010
Dünya 4,32 2,56
Gelişmiş Bölgeler 2,17 1,64
Az Gelişmiş Bölgeler 5,18 2,73
En Az Gelişmiş Bölgeler 6,74 4,39
Diğer Az Gelişmiş Bölgeler 4,97 2,46
Afrika 6,69 4,61
Asya 4,76 2,35
Avrupa 2,19 1,5
Latin Amerika ve Karayipler 5,01 2,28
KuzeyAmerika 2,07 2,04
Okyanusya 3,29 2,44
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 8
Tablo 9’da yer alan verilere göre, 2005-20110 arasında, toplam doğurganlık
oranlarında düşüşler göze çarpmaktadır.
Doğurganlığı Etkileyen Faktörler: Doğurganlığı etkileyen faktörlerden
bahsederken, bu faktörleri yarattıkları etkiye göre sınıflandırarak incelemek doğurganlık
azalışının nedenlerini daha iyi kavranması açısından oldukça yararlıdır. Bu faktörlerden
bazıları doğurganlık üzerinde dolaylı yolda etkili olurlar, bunlar sosyal faktörler ve
ekonomik faktörlerdir. Diğer bir grup faktör ise, doğurganlığı doğrudan etkilerler. Bu 59
faktörlerde yakın (proximate) faktörler olarak adlandırılmaktadır. Yakın faktörler, bir
toplumda evli olanların oranı, doğum kontrol yöntemlerinin varlığı ve yaygınlığı,
doğum sonrasındaki çocuk emzirme döneminin uzunluğu ve teşvik yoluyla kürtajın
yaygınlığıdır.
i)Sosyo-ekonomik faktörler: Sosyal ve ekonomik faktörler Sosyo-ekonomik
belirleyiciler olarak adlandırılırlar ve bu faktörler genel olarak çiftlerin daha az
çocuk sahibi olma yönündeki kararlarını etkilerler. Bununla birlikte, çiftlerin
neden daha az çocuk sahibi olmaya karar verdiklerine ilişkin temel teori oldukça
karmaşıktır. Daha az çocuk sahibi olmak, değer kavramlarında bir değişikliği
gerektirir ve bu değişiklik doğurganlık davranışında bir değişikliğe neden olur.
İnsanların doğurganlık davranışlarını etkileyen faktörler çoğunlukla sosyoekonomik çevre ile ilgilidir: çocukların eğitim ve sağlık düzeyleri, kadınların
toplumsal statüsü, eğitim düzeyi, ekonomik statüleri, çocukların hayatta kalma
oranları, şehirleşme oranları, dinsel inançlar, sosyo-ekonomik organizasyonların
durumu ve yeni fikirlerin toplumda yayılma derecesi bunlardan belli başlılarıdır
(Cross vd. 2002, s. 5).
Genellikle, ülkelerin ekonomik performansları yükseldikçe, artan gelirler daha iyi
eğitim ve sağlık alışkanlıklarını beraberinde getirir. Buna bağlı olarak çocuk sahibi
olmanın maliyetleri artar ve giderek daha fazla sayıda çift daha az çocuk sahibi olmaya
karar verir. Demografik geçişin 100 yıl ya da daha uzun bir sürede gerçekleştiği ABD
ve Avrupa’da, artan gelirler ve azalan doğum oranları ilişki oldukça nettir. Ancak,
demografik geçişin yalnızca birkaç on yıl süresince görüldüğü ülkelerde bu ilişki daha
az belirgindir. 1980’ler ve 1990’larda ekonomik açıdan ciddi bir kötüye gidiş yaşayan
düşük gelirli ülkelerde, doğurganlık oranlarında önemli düşüşler yaşanmıştır (Cross vd.
2002, s. 5-6). Özellikle uzun dönemde, doğurganlıktaki azalışın ekonomik büyümeyi
olumlu etkilediğine dair görüşlere karşın, özellikle eğitim ve okullaşma oranının yüksek
olduğu durumlarda, doğurganlık artışı ve ekonomik büyüme arasındaki bu negatif etki
azalmaktadır. 60
Şekil 3. Gayrisafi yurtiçi hasıla azalışı ve toplam doğurganlık oranı azalışı
Kaynak: Dünya Bankası, 2000, Akt; Cross vd. 2002, s. 12’den derlenmiştir.
Tablo 10
Ülkelere Göre Gayrisafi Yurtiçi Hasıla ( GSYİH ) Azalışı ve Toplam Doğurganlık Oranı
Azalışı (TFR) Verileri (1980-1995)
GSYİH TFR
AZALIŞI AZALIŞI
ÜLKE (%) (%)
1985-1995 1985-1995
BAHAMALAR -1 43
KAMERUN -7 12
FİLDİŞİ SAHİLİ -4,3 28
GUATEMALA 0,3 24
İRAN 0,5 26
ÜRDÜN -2,8 29
MADAGASKAR -2 11
MEKSİKA 0,1 33
NİKARAGUA -5,8 34
PERU -1,6 31
SENEGAL -1,2 15
ZİMBABWE -0,6 44
Kaynak: Dünya Bankası, 2000, Akt; Cross, Hardee ve Ross, 2002, s. 12
Tablo 10 ve Şekil 3 artan gelir düzeyleri ile doğurganlık azalışı arasındaki
ilişkinin düzeyini ifade eden veriler içermektedir. Örneğin, Sahra-altı Afrika ülkesi
-10
0
10
20
30
40
50
TFR AZALIŞI
GSYİH AZALIŞI61
Kamerun’da, 1985-1995 arasında, GSYİH % 7 küçülürken, aynı dönemde toplam
doğurganlık oranında % 12 oranında bir düşüş gözlemlenmiştir.
Gelir düzeyinin yükselmesi ile doğurganlık geçişi arasındaki ilişki Galor (2010)
tarafından ele alınmış ve Galor ilişkiyi ampirik çalışmalarla test emiştir. Doğurganlığın
azalmasından önce kişi başına gelirde görülen yükseliş birçok araştırmacıyı,
doğurganlıktaki azalışın, sanayileşme sürecinde ortaya çıkan gelir artışı tarafından
tetiklendiğini savunmaya yöneltmiştir (Galor, 2010, s.1). Özellikle Becker (1960)
doğurganlığın azalmasının gelir artışının bir yan ürünü olduğu teorisini geliştirmiştir.
Becker’in tezi, gelir artışı sonucunda çocuk yetiştirme maliyetinin yükselmesi nedeniyle
ortaya çıkan negatif etkinin, gelirin doğurganlık üzerinde yarattığı pozitif etkiye baskın
çıktığını öne sürmektedir (Becker, 1960, Akt; Galor, 2010, s. 1-2). Benzer şekilde,
Becker ve Lewis, çocukların eğitimine yapılan yatırımın gelir esnekliğinin, çocuk
sayısının gelir enseliğinden yüksek olduğunu ve bu nedenle gelir artışının, her bir
çocuğa yapılan yatırımdaki artışla birlikte, doğurganlığı azalttığını ileri sürmüşlerdir
(Becker ve Lewis, 1973, Akt; Galor, 2010, s. 2).
Bununla birlikte, bu tez teorik bir bakış açısıyla ele alındığında zayıf, entellektüel
açıdan da tatminkar olmaktan uzak görünmektedir. Teorinin dayanak noktası, belirli bir
gelir düzeyinin ötesinde, bireylerin çocuk sayısına karşı doğal olarak aleyhte bir eğilime
sahip olduklarıdır. En kritik nokta ise, teorinin ortaya attığı tahminlerin, gözlemsel
çalışmaların ispatlarıyla uyumlu olmamasıdır. Çalışmaların ortaya koymuş olduğu
bulgulara göre, doğurganlık düşüşü, gelir düzeyi bakımından önemli farklılıklar
gösteren Batı Avrupa ülkelerinde aynı on yılda görülmüştür. 1870 yılında, demografik
geçişin arifesinde, İngiltere ve Hollanda, sırasıyla, kişi başına 3.190 ABD doları ve
2.760 ABD doları gelire sahiplerdi. Aksine, doğurganlık azalışının başlangıcında olan
Almanya ve Fransa, aynı on yıllık sürede sırasıyla kişi başına 1.840 ABD doları ve
1.880 ABD doları gelire sahiptiler ve bu rakamlar İngiltere ve Hollanda’ya kıyasla
oldukça küçüktü (İngiltere’ nin GSMH’sinin yaklaşık % 60’ı). Üstelik, yine aynı on
yıllık dönemde, İsveç ve Norveç’in kişi başı GSMH’ si İngiltere’ninkinin yalnızca %
40’ı, Finlandiya’nın GSMH’si ise sadece üçte biri kadar olmasına rağmen, doğurganlık
azalışının başlangıcı bu daha yoksul ülkelerde de İngiltere ile aynı döneme denk
gelmektedir. Demografik geçişin Avrupa’da, gelir düzeyi bakımından önemli farklılık
gösteren ülkeler arasında izlediği seyrin benzerliği, ulaşılan yüksek gelir düzeyinin,
doğurganlık azalışında çok kısıtlı rol oynadığını ortaya koymaktadır. Yapılan son
ampirik çalışmalar ait bulgular, Becker’in teorisini reddeder görünümdedir. Özellikle 62
Fransa ve İngiltere’ye ait bulgular teori ile uyuşmamaktadır (Galor, 2010, s. 3-4-5).
Murphy (2009), Fransa’nın 1876- 1896 yıllar arası döneme ait panel verilerine
dayanarak, Fransa’nın demografik dönüşümünü eğitimde, cinsiyet ayrımcılığında ve
ölüm oranlarında kaydedilen olumlu gelişmelere bağlamış, gelir düzeyi artışının, ilgili
dönemde doğurganlığı pozitif etkilediği sonucuna ulaşmıştır (Murphy, 2009, Akt;
Galor, 2010, s. 5).
ABD ve Fransa haricinde, gelişmiş ekonomilerin çoğunda, doğum oranları azalışı
ve ekonomik büyüme öncesinde gerçekleşen ölüm oranları düşüşleri, demografik geçiş
sürecinde doğurganlık azalışının başlamasının mantıklı bir açıklaması olarak kabul
edilmektedir. Ne var ki, bu hipotez teorik olarak yeterince sağlam ve tarihsel bulgularla
uyumlu görünmemektedir. Yine Murphy (2009), Fransa’nın 1876-1896 arası panel
verilerine dayanarak, Fransa’da yaşanan demografik geçiş sürecinde, doğurganlık
azalışı üzerinde ölüm oranı azalışının etkisi olmadığını, asıl etkinin cinsiyet ayrımı ve
eğitim konusundaki iyileşmelerden kaynaklandığını belirtmiştir (Murphy, 2009, Akt;
Galor, 2010, s. 8). Eğitime yapılan yoğun yatırımlar, doğurganlık azalışı üzerinde güçlü
bir negatif etkiye sahiptir. Fransa ve İngiltere’ye ait panel veriler, beşeri sermaye
oluşumundaki artışın doğurganlık üzerinde olumsuz etki yaptığını göstermektedir
(Galor, 2010, s. 13).
Bilhassa kadınların eğitimi, doğurganlıkla tutarlı bir ilişki içindedir. Schultz, kadın
eğitim düzeyinin yükselmesinin, kadınların çocuk sahibi olmalarının fırsat maliyetini
arttırarak doğurganlığı azaltıcı etki yapacağını, buna ilave olarak, bilinçlenen kadınların
yeni ve modern doğum kontrol yöntemlerini benimsemelerine yardımcı olarak
istenmeyen gebeliklerinde azaltılabileceğini belirtmiştir. Son 50 yılda eğitimde cinsiyet
eşitsizliği efsanevi boyutlarda olsa da, gelişmekte olan ülkeler bu alanda, 1970’ler,
1980’ler ve 1990’lar boyunca önemli ilerleme kaydetmişlerdir. 1980’ler ve 1990’larda
kızların orta dereceli okullara kaydolma sayısında önemli artış görülmüştür. Birçok
gelişmekte olan ülkede, 10 yıllık bir dönemde, bu sayı % 30 oranında artmıştır. Kızların
ilköğretime kaydolma oranları, eğitim ve cinsiyet açısından bütün olarak ele alındığında
önemli olmakla birlikte, orta derece eğitimin doğurganlık üzerindeki etkisi daha
büyüktür. Açık olan, gelişmekte olan ülkelerde demografik geçişin tamamlanmasının
dolaylı olarak kızların orta dereceli eğitim alma düzeyine bağlı olduğudur (Cross vd.
2002, s. 9-10).
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğu demografik dönüşüme başlamış durumdadır ve
bu ülkelerde doğum oranları ciddi biçimde azalış göstermektedir. Ne var ki, başta 63
Sahra-altı Afrika ve Güney Asya olmak üzere, bazı ülkelerde bu geçiş süreci henüz
başlamamış ya da yeni başlamış gibi görünmektedir. Yüksek doğurganlığın yanı sıra, bu
ülkelerin tipik bir özelliği, kadınların erkeklere oranla daha düşük okula kaydolma
oranına sahip olması şeklinde kendini gösteren eğitim eşitsizliğidir. Sosyo-ekonomik
açıdan olumlu birçok faktörle eğitimde fırsat eşitliği arasında bağlantı kurulmaktadır.
Bu faktörlerin belli başlıları: çocuk gelişiminde ilerleme ( daha iyi sağlık koşulları ve
eğitimle), yoksulluğun azaltılması ve uzun vadeli ekonomik büyümedir. Kadının statüsü
ve ekonomik büyüme arasındaki bu pozitif bağlantıya yanıt olarak, cinsiyetler arası
eşitliği geliştirmeyi amaçlayan programların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu
programların önde gelenleri Dünya Bankası Cinsiyet Eylem Planı ve Birleşmiş Milletler
Üçüncü Milenyum Kalkınma Hedefleridir (de La Croix ve Vander Donckt, 2010, s. 85-
86).
Tablo 11
Gelişmekte Olan Ülkelerde Ortaöğretime Kaydolan 100 Erkeğe Karşılık Gelen Kız
Sayısı (1990-2005)
ÜLKE 1990 2005
Uganda 57 81
Pakistan 42 78
Nijerya 75 82
Zimbabwe 88 93
Bangladeş 52 103
Hindistan 58 82
Meksika 98 102
Mısır 77 94
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu; 2009, s. 5
Tablo 11’e bakıldığında, gelişmekte olan ülkelerde ortaöğretime kaydolan kız
çocuklarının oranında (okula kaydolan 100 erkek çocuğa karşılık gelen kız sayısı
olarak) yavaşta olsa artış gözlemlendiği görülmektedir. Bu artışın özellikle Sahra-altı
Afrika ülkelerinde oldukça yavaş gerçekleşmesi dikkat çekici bir husustur. Nijerya ve
Zimbabwe gibi Sahra-altı Afrika ülkeleri ve bir Kuzey Afrika ülkesi olan Mısır bu
duruma tipik birer örnek teşkil etmektedirler. Az gelişmiş ülkelerde kızların ikincil
eğitime katılım oranının artması, dolaylı olarak ta olsa, doğurganlık üzerinde negatif bir
etkiye sahip olacaktır. 64
Cinsiyet eşitliği, eğitim olanaklarına erişebilmenin yanında, diğer birçok faktörü de
kapsayan çok boyutlu bir kavramdır. Cinsiyet eşitliğinin kapsamlı bir değerlendirmesi,
kadınların ekonomik kaynaklara erişebilirliği, kadınların sağlık programlarına
erişebilirliği ile kadınların yasal ve toplumsal hakları gibi göstergeleri içermelidir. Bu
düşünce yapısıyla uyumlu bir şekilde, Dünya Ekonomik Forumu, Küresel Cinsiyet
Eşitsizliği ( Global Gender Gap ) indeksini geliştirmiştir. Bu indeks, 128 ülke için kısa
ve özlü bir cinsiyet eşitliği ölçütü sağlamaktadır. İndeks, çok geniş bir çeşitliliğe sahip
olan cinsiyet temelli göstergeleri dört temel sınıfta toplamıştır. Bunlar: “ekonomik
katılım ve fırsat eşitliği”, “eğitime katılım düzeyi”, “politik bakımdan güçlendirme”,
“sağlık ve hayatta kalma”.olarak belirlenmiştir (de La Croix ve Vander Donckt, 2010, s.
86-87). Cinsiyetler arası eşitlikle ilgili değerlendirmelerde, adı geçen dört faktörün
yararlılığı, bu faktör ya da boyutların belirli ülkeler arasında kıyaslamalarda
kullanılmasıyla açığa çıkmaktadır. Örneğin, İran ve Mozambik için bu boyutlara göre
bir karşılaştırma yapıldığında, kadınların eğitime erişebilirliği açısından İran daha
eşitlikçi bir ülke olmasına karşın, kadınların politikaya ve ekonomiye katılımı
bakımından Mozambik’in gerisinde kalabilmektedir (de La Croix ve Vander Donckt,
2010, s. 86-87).
Canning ise (2011), doğurganlık azalışının, hükümet politikaları, doğum kontrol
araç ve yöntemlerinin mevcudiyet derecesi, eğitim, düşünce sistemi ve kültür gibi
birçok faktöre bağlı olduğunu belirtirken, bu azalışın altında yatan temel nedenin
doğurganlık düşüşünden önce görülen ölüm oranlarındaki düşüş olduğunu
vurgulamaktadır. Canning’e göre, bu görüşün en önemli destekleyicisi, doğurganlık
azalışının daima ölüm oranı azalışını takip etmesidir. Bu ilişkinin otomatik olarak
gerçekleşmeyebileceği göz önüne alınsa dahi, çocuk ölüm oranındaki düşüşün, arzu
edilen doğum sayısı üzerindeki etkisi şüphe götürmezdir. Çocukların hayatta kalma
oranı yükseldikçe, arzu edilen çocuk sayısına ulaşmak için gereken doğum sayısı
azalacaktır. Bu açıklamaya alternatif olarak ekonomik temelli bir yaklaşımda
kullanılabilir: doğurganlıkla ilgili kararlar, çocukların niteliği ve niceliği arasında
yapılan tercihe bağlıdır. Bu yaklaşımın kilit noktası eğitim ve beşeri sermayenin
getirileridir. Teknolojik gelişmeler eğitimin getirisini arttırırsa, aileler daha az çocuk
sahibi olarak, her bir çocuğa daha fazla yatırım yapmayı seçebileceklerdir. Bir diğer
yaklaşım ise doğum kontrolünün, doğurganlığı azaltmadaki etkisine yer vermektedir
(Canning, 2011, s. 6). 65
Ölüm oranlarında görülen azalış doğurganlıktaki azalışın altında yatan neden
olabilmekle birlikte, başka ara faktörlerde devreye girebilmekte ve aradaki nedensel
ilişkiyi anlaşılması daha zor hale getirebilmektedir. Çocuk ölüm oranlarının azalması,
büyük ailelerin oluşmasına neden olabileceği gibi, bazı toplumlarda çocuk ölümlerinin
sayısı ve oranından bağımsız olarak, kadınların daha az çocuk sahibi olmayı seçtiği dahi
gözlemlenmiştir. Birçok ülkede doğurganlık dönüşümü, ölüm oranları azaldıktan sonra
gerçekleşmiştir. Ancak, bu dönüşüm kişi başına gelir düzeyinde önemli bir artış
olmaksızın gerçekleşmiştir. Örneğin Çin ve Hindistan, ekonomik büyümeleri yükselişe
geçmeden önce, doğurganlıkta büyük azalışlar yaşamışlardır. Buna karşın, doğurganlık
azalışının yenileme oranına (replacement level) ya da bu oranın altına
gerileyebilmesinin hızlı ekonomik büyümeyle birlikte görülmesi, bir kez daha,
nedensellik ilişkisinin kurulabilmesini zorlaştırmaktadır Toplam düzeyde, verilerin
ölüm oranları azalışının doğurganlık azalışını tetiklediği görüşünü destekler
görünmelerine rağmen, Canning, beşeri sermayenin getirisi ve nitelik-nicelik
tartışmasının sürdüğüne dikkat çekmiştir. Sahra-altı Afrika’daki çocuk ölümlerinde
görülen azalışın, ekonomik büyüme olmadan devam mı edeceği, yoksa azalışın
duraklayacağı mı şeklindeki tartışmayı da önemli bulmaktadır. (Canning, 2011, s. 7).
ii) Yakın faktörler: Doğurganlık, sosyal ve ekonomik faktörlerin yanı sıra bir takım
davranışsal ve biyolojik değişkenler tarafından doğrudan etkilenmekte ve bu
değişkenlere yakın belirleyiciler adı verilmektedir. Doğum kontrolü bu
değişkenlerin en önemlisi olmakla birlikte, evlilerin oranı, doğum kontrol
yöntemlerinin etkinliği, teşvik edilmiş kürtaj ve doğum sonrası çocuk emzirme
süresinin uzunluğu gibi değişkenlerde doğurganlık oranı üzerinde etkilidirler.
Doğurganlık geçişi sırasında, bu faktörlerin bazılarında meydana gelen
değişmeler, doğurganlık üzerinde negatif etkilere sahip olabilirlerken, bazı
faktörlerin değişmesi ise pozitif bir etki yaratabilir.. Örneğin, evlilik yaşının
yükselmesi doğurganlığı negatif olarak etkilerken, doğum sonrası çocuk
emzirme süresinin kısalması doğurganlığı pozitif etkilemektedir. Bu etkiler
kısmen de olsa birbirini dengelemekte ve net etki, artan doğum kontrolü
kullanımına kıyasla küçük kalmaktadır (Bongaarts ve Potter, 1983, Akt;
Bongaarts, 2004 s. 4). 66
Doğum kontrol teknolojisinde, 1950’lerde kaydedilen önemli gelişmeler
neticesinde doğum kontrol yöntemleri dünyanın çoğu kesimine hızla yayılmıştır. Fazla
doğumdan sakınmanın ruhsal ve parasal maliyetleri ve verdiği rahatsızlıktaki azalma
neticesinde doğum sayılarında da azalma görülmüştür. Bununla birlikte, aile planlama
programları, doğurganlık geçişinin gerçekleşmesi için zorunlu bir koşul değildir.
Çünkü, yüksek gelirli ülkelerde doğum oranlarında azalma, yeni kontrol yöntemleri ya
da doğum kontrolünü teşvik etmeye yönelik aile planlama programları olmaksızın
gerçekleşmiştir (Schultz, 2001, s. 6). Çocuk hekimliği alanındaki gelişmeler ise,
yetişkinliğe erişen çocuk sayısında artışa neden olmuştur. Sağlık alanındaki bu gelişme,
iki şekilde, nüfus artışı üzerinde aşağıya doğru bir baskı yaratmıştır: aileler çocuk sahibi
olma kararlarını, hayatta kalan çocuklarının sayısına göre yeniden belirlemekte ve
hayatta kalan çocuklar için talebin fiyat esnekliği inelastik olmaktadır (Schultz, 2001, s.
6-7).
Sosyal, kültürel ve dini kuralların doğurganlıkla ilişkisi 17. ve 18.yüzyıllarda,
Avrupa’da, belirgin bir şekilde göze çarpmaktaydı. O dönemde, sosyo-ekonomik
normlar, evlenecek olan bir çiftin kendi evlerini kurabilecek durumda olmalarını
gerektirmekteydi. Bu nedenle Avrupa’da ortalama evlilik yaşı 25’ti ve kadınların % 15-
20’si ise hiç evlenmemekteydi. 20. Yüzyılda Hindistan’ın Uttar Pradesh eyaletinde ise,
yeni evli çiftler damadın ailesiyle yaşamaya başlamakta ve bu durum onlar için ev ve
barınak teminini garanti hale getirmektedir. Bunun sonucunda, Uttar Pradesh’te
ortalama evlilik yaşı 16’dır ve egemen olan sosyal sistem evliliğin ardından hemen
çocuk sahibi olmayı gerektirmektedir. 18, yüzyıl Avrupa’sında normların evlilik yaşını
yükseltmesi doğum oranlarını düşük tutarken, 20. Yüzyılda, Hindistan’da normlar,
evlilik yaşının düşmesine ve doğum oranlarının yüksek olmasına neden olmaktadır.
Sosyo-ekonomik normlar özellikle doğurganlığın yakın belirleyicileri üzerinde önemli
derecede etkiye sahiptirler ve bu etkinin yönü toplumdan topluma farklılık
göstermektedir (Cross vd. 2003, s. 8). Caldwell, teorisinde, geniş bir aile yapısından
çekirdek aile yapısına geçilmesinin, ebeveynlerden çocuklara doğru gelir artışını
arttırarak, çocuk talebini azalttığını ifade etmiştir (Caldwell, 1982-1994, Akt; Cross vd.
2003, s. 8).
Birleşmiş Milletler tarafından 2008 yılında yayınlanan dünya nüfusu ile ilgili
gözden geçirme raporuna göre, küresel düzeyde toplam doğurganlık kadın başına 2,56
olarak belirtilmiştir. Bu ortalama veri, ülkeler ve bölgeler arasındaki doğurganlık
farklılıklarının üzerini örter gibi görünmektedir. 2005-2010 döneminde, 76 ülke ya da 67
bölgede (45’i daha gelişmiş ülke ya da bölgeler) toplam doğurganlık oranı 2,1’in
oldukça altında bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle, bu ülke ya da bölgelerde doğurganlık
kendini yenileme düzeyinin (replacement level) altında seyretmektedir. Bununla
birlikte, 120 ülke ya da bölgede (tamamı az gelişmiş ülke ya da bölgeler) kadın başına
doğurganlık 2,1’in üzerindedir. Bu 120 ülkeden 27’sinde doğurganlık kadın başına 5’in
üzerindedir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 8).
1974’teki ilk Dünya Nüfus Konferansının düzenlenmesinden bu yana, doğurganlık
137 ülkede % 20’den daha fazla azalmış, bu ülkelerden 57’sinde düşüş % 50’nin
üzerinde gerçekleşmiştir. En hızlı düşüşler Moğolistan, İran İslam Cumhuriyeti,
Maldivler, Birleşik Arap Emirlikleri, Vietnam, Kore Cumhuriyeti, Kuveyt ve Bangladeş
gibi Asya ülkelerinde görüşmüştür. Doğurganlık Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika
ülkelerinde ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerinde de düşmüştür. Bu ülkelerde
toplam doğurganlık oranı 2,35’in altındadır. Gelişmekte olan çoğu ülkenin yüksek
doğurganlıktan düşük doğurganlığa geçişte oldukça ilerlemiş olmasına rağmen, yedi az
gelişmiş ülke hala 6 çocuk üzerinde bir toplam doğurganlık oranına sahiptir ve Nijer’de
bu oran kadın başına 7 çocuktan daha fazladır. 2010 yılından sonra bu yedi ülkede
doğurganlığın azalması tahminine karşılık, 2045-2050 arasında bu ülkelerden hiçbirinin
2.1 düzeyinin altına düşmesi beklenmemektedir. Buna bağlı olarak, bu ülkelerin
nüfusunda 2050 yılına kadar üç kat artış beklenmektedir Bu yedi ülke: Afganistan, Çad,
Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Nijer, Somali, Timor-Leste ve Uganda’dır. Bu
ülkelerin birçoğu HIV/ AİDS’ten yüksek oranda etkilenmektedir. Dahası, bu ülkelerin
bazıları iç savaş ve politik istikrarsızlıkla karşı karşıyadır. Bu faktörler nüfusun temel
ihtiyaçlarının karşılanmasının aleyhinde gelişim göstermektedirler ve hızlı nüfus
artışının devam etmesi, bu ülkelerin geleceği için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, yüksek doğurganlığa sahip bu ülkeler dünya nüfusunun % 2 ‘den azını
teşkil etmekte ve 2050’de bu oranın % 4 olacağı tahmin edilmektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 9). Ancak bu ülkeler arasında büyük nüfusa sahip olanların
bulunduğu göz önüne alındığında, ortaya ciddi bir artışı sorununun çıkması beklenen bir
sonuçtur.
Tablo 12’de görüldüğü gibi özellikle Sahra-altı Afrika’da doğurganlık hala
yüksektir ve 2050 yılında da doğurganlık oranının, bu ülkelerde yenileme düzeyi
üzerinde seyredeceği BM tarafından tahmin edilmektedir. Afganistan haricinde, 2005-
2010 döneminde olduğu gibi, 2045-2050 döneminde de en yüksek doğurganlığa sahip
10 ülkede bu bölgede yer alacaktır. Toplam doğurganlık oranlarında, bu bölgede düşüş68
yaşanması bekleniyor olmasına rağmen, Sahra-altı Afrika ülkelerinde, bu oranların,
yenileme düzeyi (2,1) üzerinde seyretmeye devam edecektir. Dünya genelinde, 2005-
2010 döneminde ortalama 2,56 olarak gerçekleşen toplam doğurganlık oranı, 2045-2050
yılları arası dönem için 2,02 olarak tahmin edilmektedir. Dünya nüfus artış hızı
düşmekle birlikte, nüfus gelecek dönemlerde de artmaya devam edecek ve özellikle en
az gelişmiş ülkelerde yüksek doğurganlık önemli bir sorun olma niteliğini sürdürecektir.
Tablo 12
En Yüksek Toplam Doğurganlık Oranına Sahip 10 Ülke (2005-2010 ve 2045-2050)
2005-2010 2045-2050
ÜLKE
TOPLAM DOĞURGANLIK
ORANI ÜLKE
TOPLAM DOĞURGANLIK
ORANI
Nijer 7,15 Nijer 3,77
Afganistan 6,63 Afganistan 3,13
Timor-Leste 6,53 Somali 3,06
Somali 6,4
GineBissau 2,87
Uganda 6,38 Çad 2,83
Çad 6,2 Mali 2,78
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 6,07
TimorLeste 2,78
Burkina Faso 5,94
Sierra
Leone 2,72
Zambiya 5,87
Burkina
Faso 2,72
Angola 5,79 Angola 2,63
DÜNYA 2,56 DÜNYA 2,02
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 63
3.2.3.Demografik Geçiş ve Demografik Kazanç
Sanayileşmiş ülkeler, yüksek doğurganlık ve ölüm oranlarına sahip, büyük ölçüde
kırsal özellik taşıyan tarımsal toplumlardan, büyük oranda şehirleşmiş, düşük
doğurganlığa ve ölüm oranlarına geçişi ifade eden demografik geçişi önemli derecede
tamamlamış durumdadırlar. Bu geçişin erken aşamalarından birinde, doğurganlık
oranları düşmeye başlar ve bu düşüş, beslenecek daha az sayıda insan olması anlamına
gelmektedir. Bu dönem boyunca, işgücü geçici olarak, kendisine bağımlı olan nüfustan
daha hızlı büyür ve bu durum ekonomik kalkınma ve toplum refahı için daha fazla
kaynağın ayrılabilmesini mümkün kılar. Diğer koşulların değişmediği varsayıldığında, 69
kişi başına gelir de daha hızlı büyür. Bu demografik geçişin getirdiği ilk kazançtır (Lee
ve Mason, 2006, s. 16). Demografik geçiş nüfusun yaş bileşimini etkileyerek önemli
ekonomik sonuçlara neden olmaktadır. Açıkça görülen, demografik geçiş esnasında,
ölüm oranlarının doğum oranlarından daha önce azalmaya başlaması ve bunun
neticesinde nüfusun hızlı bir şekilde artmasının, baby boom (nüfus patlaması) kuşağını
ortaya çıkarmasıdır. Ölüm oranlarının düşüşünden doğurganlığın azalışına kadar geçen
zaman aralığı baby boom kuşağının oluşmasının asıl nedenidir. Bu kuşakla ilgili
açıklamalarda bulunmak, demografik kazanç kavramının daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olacaktır.
3.2.3.1.Nüfus Patlaması (Baby Boom) Kuşağı
Nüfus patlaması (Baby boom) kuşağının temsilcileri olan “baby boomerlar” 1946
ve 1964 yılları arasında ABD’de doğan tüm insanları ifade etmektedir. II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde, ABD’nin genel doğurganlık oranı (GFR), 1936’daki, o zamana dek en
düşük seviyesi olan doğurganlık çağındaki 1000 kadın için 75,8’ den, 1957’de 1000’de
122’ye yükselmiş ve 1976’da ise, yeni bir en düşük seviye olan 1000’de 65,0’a
gerilemiştir. Bu nüfus patlamasına tüm etnik gruplar dahil olmuştur. Bu dönemlerde,
yıllık toplam doğum sayısı sırasıyla 2,3 milyon, 4,3 milyon ve 3,1 milyon olarak
gerçekleşmiştir. Benzer nüfus patlamaları diğer birçok sanayileşmiş ülkede
görülmüştür. Örneğin, Yeni Zelanda, Kanada ve İzlanda’da tepe noktasına ulaşan, hatta
ABD’den daha yüksek oranda nüfus patlamaları görülmesine rağmen, “baby boomer”
terimi en yaygın olarak, ilgili dönemde ABD’de doğanları işaret etmek için
kullanılmaktadır (Macunovich, 2000, s. 1).
Baby boomerların ortaya çıkış nedenleri ile ilgili çeşitli görüşler mevcuttur. Sosyal
bilimciler bu konuda birçok psikolojik ve sosyal neden öne sürmektedirler ve
çoğunlukla asıl nedenin, aile yapısında ki büyüme değil, çocuk sahibi olmamayı tercih
eden kadın sayısında ki keskin azalma olduğunu savunmaktadırlar. Bu bilim
adamlarının tezine göre, bu doğumların çoğu, ileri yaştaki kadınların Büyük Depresyon
ve II. Dünya Savaşı sırasında ertelemiş oldukları doğumlardı. Savaş sonrası eve dönen
askerlerle bağlantılı olan, 1946/1947 yıllarındaki ani doğum artışlarının büyük bölümü
de kadınların bu tercih değişimi tarafından açıklanabilmektedir. Buna ilave olarak,
kadınların işgücüne katılımının azalması bir neden olarak gösterilmektedir. 20 yıl süren
bu azalış döneminde, kadınlar aile kurmaya yönelmişlerdir. Savaş sonrası coşku ve 70
iyimserlik, cömert gıda yardımları gibi faktörler de nüfustaki artışın diğer nedenleri
arasında sayılmaktadır. Ancak bu teoriler, 1960’larda yaşanan doğurganlık azalışlarını
açıklamada yetersiz kalmaktadır. İktisatçılar, bebek sayısındaki artış ve azalışları
açıklamak amacıyla kendi içinde bütünlüğe sahip bir teori geliştirmeyi amaçlamışlardır.
Teorilerinin üç dayanak noktası bulunmaktadır: erkeklerin ücret düzeyi, kadınların ücret
düzeyi ve arzu edilen yaşam standartları. İktisatçılar, erkek ücreti yükseldikçe
doğurganlığın arttığını, kadın ücreti ve yaşam standartları yükseldikçe ise doğurganlığın
azaldığını varsaymaktadırlar. Kadın ücreti, çocuk bakımı için kadınların ayırdığı
zamanın bedeli, fırsat maliyeti olarak kabul edilmekte ve teoride önemli bir yer
tutmaktadır (Macunovich, 2000, s. 1-2).
Butz ve Ward (1979), 1950’lerde doğan bebek sayısındaki artışın erkeklerin
ücretindeki yükseliş ve kadınların ücretindeki düşüşten (kadınların savaş sırasında
işlerini kaybetmeleri nedeniyle) kaynaklandığını, yükselen kadın ücretlerinin ise
doğumlardaki azalmayı açıkladığını öne sürmüştür (Butz ve Ward, 1979Akt;
Macunovich, 2000, s. 3). Ne var ki, bu hipotezle ilgili veriler yetersizdir ve mevcut
veriler, hipotezi kısmen doğrulamaktadır. Easterlin(1987) ise, yaşam standartlarını
hipoteze ekleyerek, 1936 ve 1976 arasındaki doğurganlık dönemini, genç yetişkinlerin,
göreli çocuk sayısının teşvik ettiği göreli gelir değişikliklerine karşı demografik bir
düzenlemesi olarak görmektedir (Easterlin, 1987, Akt; Macunovich, 2000, s. 3).
3.2.3.2.Demografik Kazanç
Demografik geçiş esnasında, ölüm oranının azalmasından, doğurganlık azalışına
kadar geçen sürede hayatta kalan çocuk sayısının artması, bu çocukların yetişkinliğe
erişerek işgücüne katılmaları sonucunda çocuk bağımlılık oranının azalması, ekonomik
büyümeyi hızlandırabilecektir. Bu süreçte ortaya çıkan ekonomik getiri ise, o toplumun
ilk demografik kazancı olarak nitelendirilmektedir. Elbette, demografik kazanç otomatik
olarak gerçekleşmemektedir. Bunun için, çalışma çağındaki insanlara gerekli eğitim ve
beceriyi kazandırabilecek, onlara istihdam alanları açabilecek politikaları hayata
geçirebilecek kurumsal düzenlemelerin yapılması gereklidir. Demografik kazanç belli
bir sürede elde edilebilmektedir. Nüfus patlaması (baby boom) olarak isimlendirilen
kuşak, çalışma çağını geride bırakıp, emeklilik dönemine ulaşmadan, bu kuşağın
ekonomiye katkısını maksimuma çıkarabilmek bir kazanç elde edebilmek için şarttır.
Bu geçici zaman dönemi “ fırsat penceresi” olarak adlandırılmaktadır. Bu fırsat 71
penceresi gereği gibi değerlendirilmezse, demografik kazancın bir demografik felakete
dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü, artan çalışma çağındaki nüfusa, gerekli eğitim
ve istihdam gibi olanaklar yaratılamazsa sonuç işsizlik gibi sosyo-ekonomik sorunlarla
karşılaşmak olabilecektir.
Bir ülke nüfusunun yaş bileşiminde meydana gelen değişimlerin altında demografik
geçiş yatmaktadır. Bu geçişin ilk aşaması yüksek doğum ve ölüm oranlarıyla
başlamaktadır. Sonrasında ölüm oranlarının azalması, hayatta kalan genç bireylerin
sayısını arttırmaktadır. Ölüm oranlarının azalması, tıp ve toplum sağlığı alanındaki
ilerlemelerle başlamış ve bu ilerlemeler, gelişmekte olan ülkelerde II. Dünya
Savaşından sonra hızlanmıştır ( Bloom vd. 2003, Akt; van der Ven ve Smits, 2011). Bir
sonraki aşamada ise, doğurganlık oranlarında çarpıcı bir düşüş görülür. Azalan
doğurganlık ölüm oranlarındaki düşüşe bir yanıt olarak gerçekleşmeye başlamaktadır.
Doğum sonrası hayatta kalan çocuk sayısı arttıkça, arzu edilen çocuk sayısına ulaşmak
için daha az doğum yapılmaktadır. Ölüm oranlarını azalması ile doğum oranlarının
azalması arasındaki gecikme nüfusun artmasıyla sonuçlanmaktadır. Demografik geçiş
nüfus artışının önce hızlanmasına, sonra yavaşlamasına ve sonunda sabit bir düzeye
ulaşmasına, yani dönüşümden önceki duruma dönmesine neden olmaktadır (van der
Ven ve Smits, 2011, s. 6).
Demografik fırsat penceresi, demografik geçiş süreci tarafından yaratılmaktadır.
Demografik pencere, çalışan nüfusun büyüdüğü, çocuk nüfusun azaldığı ve yaşlı
nüfusun ise hala az olduğu bir süreçtir. Sayıca az olan genç ve yaşlı grupların topluma
olan maliyetleri göreceli olarak küçük kalmakta, çalışan nüfusun büyük olmasıyla, kişi
başına üretimde artış fırsatı doğmaktadır. Fırsat penceresinden dolayı kişi başı üretimde
mümkün olan bu artış demografik kazanç olarak adlandırılmaktadır (Bloom ve
Williamson, 1998, Bloom vd. 2001, 2003, Mason, 2001, Akt; van der Ven ve Smits,
2011, s. 6). Son aşamada ise, nüfus yaşlanmaya başlar ve çalışan nüfusun oranı azalışa
geçerek demografik kazancı geçici bir olgu haline getirir (van der Ven ve Smits, 2011,
s. 6).
Doğum oranlarındaki düşüş, genç ve bağımlılık yaşlarındaki nüfusu azaltırken,
üretken işgücünü oluşturan yetişkinlerin sayısının göreceli olarak artmasına neden olur.
Bu durum, çalışan nüfusun bağımlı çocuk nüfusa oranının iyileşmesine, aileler
üzerindeki yükün daha az olmasına yol açar. Kore Cumhuriyeti, bu konuyla ilgili uygun
bir örnek teşkil etmektedir. 1960’ların ortalarında, Kore’de düşmeye başlayan doğum
oranları nedeniyle, temel eğitim ve öğretime kaydolanların sayısı azalmış ve önceleri bu 72
alana yapılan yatırımlar daha yüksek düzeyde eğitim için kullanılmaya başlanmıştır.
Kaynakların kullanımında meydana gelen bu değişiklik yüksek seviyedeki eğitim
kalitesini arttırmıştır. İki ülke: Kore Cumhuriyeti ve Nijerya, 2000 yılında farklı nüfus
dinamiklerinin gelişimine sahne olmuşlardır. Kore Cumhuriyetinde çalışma çağındaki
nüfus, toplam nüfus içinde daha büyük yer tutarken, Nijerya’da bağımlı nüfusun
fazlalığı öne çıkmaktadır (Ross, 2004, s. 1).
Tüm bu açıklamalara karşın, demografik kazanç sonsuza dek devam etmeyecektir.
Fırsat penceresinin bir zaman sınırı vardır. Zamanla, büyük sayıdaki yetişkin nüfus,
üretkenliğin azaldığı yaşlılık dönemine girdikçe ve doğurganlık azalışı nedeniyle
arkadan gelen genç nüfus azaldıkça, nüfusun yaş dağılımı tekrar değişecektir. Bu durum
görüldüğünde bağımlılık oranı tekrar yükselecek ve çocuklardan ziyade yaşlıların
ihtiyaçlarının karşılanması gerekecektir. Buna ilave olarak, demografik kazanç otomatik
olarak gerçekleşmemektedir. Doğurganlığın azaldığı yerlerde, nüfusun yarattığı baskı
azalırken, bazı ülkeler diğerlerinden daha fazla avantaj elde etmektedirler. Bazı ülkeler,
serbest kalan kaynaklardan yararlanmak ve bu kaynakları etkin olarak kullanmak için
harekete geçerlerken, bazıları bunu gerçekleştirememektedir. Daha sonra, zaman içinde
fırsat penceresi kapanacak ve demografik kazançtan yararlanamayan ülkeler yeni
sorunlarla karşılaşarak öncekinden daha güçsüz bir konuma geleceklerdir (Ross, 2004,
s. 2).
Lee ve Mason(2006) ve Bloom vd.(2003), nitelikli kurumların yokluğunda,
ülkelerin demografik geçişi demografik kazanca dönüştürmede etkin olmadıklarını
kabul etmişlerdir (Lee ve Mason, 2006, Akt; Bloom, Canning, Fink ve Finlay, 2007, s.
3). Kurumlar terimi, hukukun üstünlüğü, bürokrasinin etkinliği, yolsuzluk düzeyi, siyasi
özgürlük ve açıklık( siyasi, ticari ve ekonomik bakımdan) ve ifade özgürlüğü gibi
faktörleri kapsayan geniş bir kavramı ifade etmektedir. Ancak bu kavram, daha da
genişletilerek, altyapı (sağlık, eğitim ve ulaştırma), sendikalar ve işverenlerin kanunlarla
korunduğu muntazam bir emek piyasası gibi faktörleri içerecektir (Bloom vd. 2007, s.
3).
Doğru politik ortam sağlanmadığı takdirde, ülkeler değişen yaş yapılarına ayak
uydurmakta yavaş kalacaklar ve hatta yüksek bir ekonomik büyüme sağlama fırsatını
kaçırabileceklerdir. Çalışma yaşındaki nüfusun artması, iş fırsatlarındaki artışla
karşılanamazsa, artan işsizlik, yüksek suç oranı ve siyasi istikrarsızlık gibi olumsuz
sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. Yaşlı insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik
politikalar geliştirilemezse, bu insanların çoğu mahrumiyetle karşı karşıya kalacaktır. 73
Daha geniş, daha sağlıklı ve daha eğitimli bir işgücüne sahip olmak, ancak bu ilave
emek iş bulabildiği zaman ekonomik kazancın yaratılmasına katkıda bulunabilecektir.
Güçlü kurumlar, insanların ve piyasaların güvenini kazanarak, ülkelerin, demografik
geçişin potansiyel faydalarını elde etmelerine yardımcı olabilmektedir (Bloom vd. 2007,
s. 3-4).
Buraya kadar sözü edilen demografik kazanç kavramı, demografik geçiş sonunda
elde edilebilme şansı bulunan ve geçici nitelikteki “İlk Demografik Kazanç” olarak
adlandırılmaktadır. Ancak, “ikinci bir demografik kazanç” etmekte mümkündür:
Çalışma çağının ileri yaşlarında bulunan ve emeklilikle yüz yüze olan kişiler,
yaşlılıktaki gereksinmelerinin aileleri ya da hükümet tarafından karşılanacağı kesin
değilse, finansal birikim yapmak için kuvvetli bir güdüye sahip olacaklardır. Bu
birikimlerin ülke içinde ya da ülke dışında değerlendirilmesi milli gelirde artış meydana
gelecektir (Lee ve Mason, 2006, s. 16). Birinci demografik kazanç geçici bir bonus
sağlarken, ikinci demografik kazanç sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin tetikçisi
olabilmektedir. (Lee ve Mason, 2006, s. 16).
Tablo 13’de belirli bölgelerde elde edilen birinci ve ikinci demografik kazançlar,
GSYİH’ nın etkin tüketici sayısına oranı şeklinde listelenmiştir. Etkin tüketici sayısı,
çeşitli yaş gruplarındaki ihtiyaç sahibi tüketicileri ifade etmektedir. Tabloda açıkça
görüleceği gibi, ikinci demografik kazanç, ilkinden daha büyüktür. Bu durum, ülkelerin,
yaşlı nüfusun yatırımlarının değerlendirilmesine yönelik kararlarının önemini
vurgulamaktadır. Bu politikalar, doğru şekilde ve doğru zamanda hayata geçirildiği
takdirde, demografik geçiş sürecinin sonunda ülkelerin karşı karşıya kalması kaçınılmaz
olan nüfus yaşlanması olgusu, bir sorun olmaktan çıkıp bir avantaja dünüşebilecektir.
Yakın bir gelecekte gelişmekte olan ülkelerin bazılarında da nüfus yaşlanması
görüleceğinden, söz konusu politika ve düzenlemelerin uygulmaya konulması bu
ülkeler içinde gereklidir. 74
Tablo 13
Birinci ve İkinci Demografik Kazançlar (GSYİH Artışına Katkı/ Etkin Tüketici Sayısı
Olarak, 1970-2000)
GERÇEK GSYİH
ARTIŞI/
BÖLGELER BİRİNCİ İKİNCİ TOPLAM
ETKİN TÜKETİCİ
SAYISI
Sanayileşmiş Ekonomiler 0,34 0,69 1,03 2,25
Doğu ve Güneydoğu Asya 0,59 1,31 1,9 4,32
GüneyAsya 0,1 0,69 0,79 1,88
Latin Amerika 0,62 1,08 1,7 0,94
Sahra-altı Afrika -0,09 0,17 0,08 0,06
Orta Doğu ve KuzeyAfrika 0,51 0,7 1,21 1,1
Geçiş Ekonomileri 0,24 0,57 0,81 0,63
Pasifik Adaları 0,58 1,15 1,73 0,93
Kaynak: Mason, 2005, s. 96
3.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Demografik Geçiş
Son yüzyıl boyunca, neredeyse tüm ülkeler demografik geçiş sürecinde hızlı bir
ilerleme kaydetmişlerdir ve bu ilerlemenin yansıması ise azalan ölüm ve doğum oranları
şeklinde görülmektedir. Ölüm oranlarındaki azalmanın, doğurganlık azalışından önce
gerçekleşmesi hızlı bir nüfus artışına neden olmuştur. Dünya nüfusu, 1990 yılında 1,6
milyarken, 1950’de 2,5 milyara ve 20. asrın sonunda 6,1 milyara ulaşmıştır.
Sanayileşmiş ülkeler (Kuzey ülkeleri) aslında demografik geçişi tamamlamış
bulunmaktadırlar ve göçlerin etkisinin de hesaba katılmasına rağmen bu ülkelerde yıllık
nüfus artışı yüzde birin altında geçekleşmektedir. Buna karşın, gelişmekte olan ülkelerin
çoğunda (Güney ülkeleri), doğurganlığın son on yıllarda önemli ölçüde azalmış
olmasına rağmen, nüfus artışı yüksek bir hızda devam etmektedir. Dünya Bankası ve
Birleşmiş Milletler tarafından yapılan hesaplamalarda, 21. yüzyılın sonunda neredeyse
tüm ülkelerin demografik geçişi tamamlayacağı ön görülmektedir. Gelişmekte olan
ülkelerde, doğurganlık oranlarında kaydedilen önemli düşüşlere rağmen, nüfus hızla
artmaya devam etmektedir. Birleşmiş Milletlerin tahminine göre dünya nüfusu 2050’de
yaklaşık olarak dokuz milyara ulaşacaktır. Nüfus artışının neredeyse tamamı güneyin az
gelişmiş ülkelerinde gerçekleşirken, kuzeyin sanayileşmiş ülkelerinde nüfus artış hızının
bugünkü düzeylerinde olacağı tahmin edilmektedir. Ülke ve bölge düzeyinde, bu asır
içinde görülecek nüfus değişiklikleri farklılıklar göstermektedir. Bazı Afrika ve Asya 75
ülkelerinde nüfusun üç kattan fazla artması beklenirken, kuzeydeki ülkelerde nüfusun
azalacağı tahmin edilmektedir (Bongaarts ve Bulatao, 1999, s. 515).
Gelişmekte olan ülkelerle ilgili bir diğer dikkat çekici nokta, özellikle son 50 yılda,
bazı az gelişmiş ülkelerin demografik geçiş sürecini yaşamalarına rağmen, bazılarının
ise hala bu sürece neredeyse başlamamış olmalarıdır. Gelişmekte olan ülkeler arasında
bu bakımdan en dikkat çekici farklılık Doğu Asya ve Sahra-altı Afrika ülkeleri
arasındadır. 1950’ler ve 1960’larda, birçok araştırmacı, bu bölgeleri kalkınma düzeyi ve
beklentileri bakımından benzer olarak görmekteydi. Böyle bir kıyaslama doğal olarak
netlikten uzak kalmaktadır. Kıyaslamanın alanının daraltılması, konuya daha iyi
odaklanmaya yardımcı olacaktır. Her iki bölgeden birer ülke belirlenerek, karşılıklı bir
kıyaslamaya gidildiğinde, iki bölgenin de sürece benzer koşullarda başladığı ancak
sonraları aralarında farklılıklar ortaya çıktığı görülebilmektedir Tayland ve Gana bu
konuda tipik birer örnek olarak kabul edilebilirler. 1960’larda iki ülke birbirine yakın
reel gelire sahiplerdi. 2000 yılına gelindiğinde, Tayland’ın reel gelir düzeyi yaklaşık altı
kat artarken, Gana neredeyse hiç gelişme gösterememiştir. İki ülke de yaşam sürelerinde
artış kaydederken, Tayland önemli bir avantaj sağlamıştır; 1960’larda kadın başına
doğum sayısı her iki ülkede altı civarındayken, 2000’de bu sayı Tayland’da 1,8,
Gana’da ise dörttür (McNicoll, 2011, s. 191).
Demografik geçişin mümkün kıldığı potansiyel demografik kazançtan en başarılı
şekilde yararlananlar Doğu Asya ülkeleridir. Latin Amerika daha az çarpıcı bir
dönüşüm geçirmiş ve bu konuda Doğu Asya’nın gerisinde kalmıştır. Orta Doğu ve
Kuzey Afrika geçişin henüz ilk safhalarındayken, Sahra-altı Afrika’nın birçok
bölümünde geçiş hala başlamamıştır ve geleneksel olarak yüksek olan doğum
oranlarında neredeyse hiç azalma görülmemektedir (Bloom, Canning ve Sevilla, 2001,
s. 27).
Bu farklılıkların daha net bir şekilde ortaya konulabilmesi için gelişmekte olan
ülkelerin, demografik geçişi ne derece yaşadıklarının temel bölgeler bakımından
açıklanması yararlı olacaktır.
3.3.1.Sahra-altı Afrika’da Demografik Geçiş
Bölge hala tipik demografik geçiş sürecini yaşamamaktadır. Ölüm oranları
azalırken (çocuk ölüm oranı 1960-2000 arasında % 43 azalmıştır), doğurganlıkta aynı
azalış gerçekleşmemiştir (aynı dönemde doğurganlık oranı % 19). Bağımlılık oranı76
dünyanın diğer ülkelerinin aksine yükselmiştir. Çalışan nüfus oranı diğer ülkelere
kıyasla oldukça düşük kalmaktadır ve HIV/AIDS çalışma çağındaki nüfusta önemli
kayıplara yol açmaktadır ve bölge ülkelerinin, ilgili dönemde, elde edeceği bir
demografik kazanç söz konusu olmamaktadır. Nüfus bilimciler Sahra-altı Afrika’nın bir
doğurganlık geçişi yaşayacağı konusunda hemfikir görünürken, bu geçişin
zamanlaması, yüksek doğurganlığın nedenleri ve devlet/devlet dışı organizasyonların ne
gibi müdahalelerde bulunabileceği gibi konular tartışılmaya devam etmektedir. Yüksek
doğurganlık oranı, bölgenin yavaş işleyen demografik geçiş sürecinin ve büyük
orandaki nüfus artışının temel nedenidir. 1960’ların verilerine göre diğer gelişmekte
olan bölgelerle karşılaştırıldığında, Sahra-altı Afrika’nın başlangıç noktası biraz daha
yüksek bir doğurganlık oranıydı (kadın başına 6,7 çocuk). 1990’ların ortalarında,
doğurganlık oranı kadın başına, Latin Amerika’da 3,0, Orta ve Güney Asya’da 3,8 ve
Doğu Asya’da 2,2 çocuğa gerilemiştir. Aynı dönemde, bu bölgelerin hepsinde,
doğurganlık çağındaki kadınların doğum kontrol araç ve yöntemlerinden yararlanma
oranları Doğu Asya’da %13’ten %80’e, Latin Amerika’da %14’ten %67’ye
yükselirken, Sahra-altı Afrika’da yükseliş %5-%18 olarak gerçekleşmiştir ve
doğurganlık kadın başına sadece 5,7’ye düşmüştür (Bloom vd. 2001, s. 41-42). Bu
açıklamaların ışığında, Sahra-altı Afrika’nın, demografik geçiş sürecinde oldukça
gerilerde kaldığını söylemek mümkündür.
Tablo 14
Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için Temel Demografik Göstergeler
Güney Amerika(1965-1999) Sahra-altı Afrika(2005-2009)
Çocuk Ölüm Oranı 94,2 93,3
Toplam Ölüm Oranı 5,2 5,1
Çocuk Bağımlılık Oranı 0,77 0,8
Yaşam Süresi 58,5 50
Nüfus Artış Oranı 2,47 2,39
Kaynak: Malmberg, 2008, s. 30
Tablo 14 ve Şekil 4 incelendiğinde, Güney Amerika ile Sahra-altı Afrika arasında,
demografik geçiş aşamaları açısından birkaç on yıl bulunduğu görülmektedir. Güney
Amerika’nın 1965-1999 yıllarındaki demografik geçiş aşamasına, Sahra-altı Afrika
ancak 2005-2009 yıllarında ulaşabilmiştir. 77
Şekil 4. Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için temel demografik göstergeler
Kaynak: Malmberg, 2008, s. 30’dan derlenmiştir.
Sahra-altı Afrika’da görülen yüksek doğurganlığın nedenleri çeşitlidir. Kısıtlı
finansal altyapı ve kırsal alanların sunduğu yetersiz tasarruf olanakları, çocukların, aile
büyükleri ve ebeveynlerin yaşlılıklarında bir güvence olarak görülmelerine neden
olmaktadır ve çocuklar hala temel işgücü kaynağı durumundadırlar. Tıbbi gelişmelere
rağmen bulaşıcı hastalıklar yaygındır. İstenilen aile boyutuna ulaşmak için çok çocuk
sahibi olmayı teşvik eden kültürel normlar ve politikalar oldukça yavaş değişmektedir.
Son 30 yılda süregelen yıkıcı savaşlar, sadece asker ve sivilleri öldürmek ya da
yaralamakla kalmayıp, altyapı ve sosyal yapıları da tahrip ederek toplum sağlığını
olumsuz etkilemektedir. Örneğin Mozambik’te ortalama yaşam süresi 2001 yılında 38
yıla kadar gerilemiştir. Sahra-altı Afrika’nın ciddi sorunlarından birisi de, virüs yoluyla
bulaşan hastalıkların yaygınlığıdır. Sıtma ve HIV en çok ölümlere yol açan iki
hastalıktır. HIV/AIDS’in çalışma çağındaki insan nüfusunu azaltması bölgenin
ekonomik gelişmesini baltalamaktadır (Bloom vd. 2001, s. 42).
3.3.2.Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Demografik Geçiş
Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, göreceli olarak, demografik geçişin ilk
safhalarında yer almaktadırlar ve yüksek bir yaşam süresi düzeyine ulaşmış
durumdadırlar. Bölge’de ortalama yaşam süresi 65 yıldır (2001). Bununla birlikte, 2001
yılı verilerine göre doğurganlık oranı kadın başına 4,0 çocuk sayısıyla hala yüksektir ve
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
100
GüneyAmerika(1965-
1999)
Sahra-altı Afrika(2005-
2009)78
bu bakımdan bölge, Sahra-altı Afrika’nın ardından ikinci durumdadır. Bölge, 2000
yılına gelindiğinde, son 20 yıl boyunca sağlıklı bir ekonomik büyüme kaydetmiş
görünmekteydi ve bu büyüme, çalışma yaşındaki nüfusun artmasına bağlanmaktadır.
1965-1990 yılları arasında Mısır’ın kişi başı gelirde sağladığı artışın altıda biri
demografik geçişe bağlanmıştır (Bloom vd. 2001, s. 39). Tablo 15’e bakıldığında, bölge
ülkelerinde çalışma çağındaki nüfusun giderek artış gösterdiği görülmektedir. Bu artış,
bölge için bir ekonomik büyüme potansiyeli teşkil etmektedir.
Tablo 15
Belirli Bölgelere Göre Nüfusun Yaş Dağılımı, 1970, 2000, 2015
Çalışma Yaşındaki Nüfus Demografik Kazanç 1
(%) (Yıllık)
TEMEL BÖLGELER 1970 2000 2015 1970-2000 2000-2015
Dünya 57,1 63,2 66,7 0,34 0,36
AB(15 ülke) 63,2 67 66 0,19 -0,12
Orta Doğu Ülkeleri 51,6 57,2 62,3 0,36 0,56
Arap Ülkeleri 51,6 58,4 62,3 0,41 0,44
PAI( Pakistan, Afganistan ve İran) 51,5 56 62,5 0,28 0,73
Kaynak, Dünya Bankası 1999, Akt; Dhonte, Bhattacharya ve Yousef, 2000, s. 18
Bununla birlikte, doğurganlık oranlarında düşüş sağlanamazsa, çalışan nüfusun
bağımlı nüfusa oranında gözle görülür bir değişme olamayacaktır ve bölge dikkate
değer bir ekonomik büyüme olmaksızın bir nüfus artışıyla karşı karşıya kalacaktır. Orta
Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin demografik kazanç elde edip edemeyeceklerini
belirleyecek olan uygulanacak politikalardır. Eğitim ve istihdamı destekleyici politikalar
kadar küresel ticarete açıklıkta bölgenin baby-boom kuşağının artan işgücü yoluyla
istihdama katılmasında yarar sağlayabilecektir (Bloom vd. 2001, s. 40).
Bölgenin özelleştirme ve finansal reform alanlarında gösterdiği gelişmeler, piyasa
ekonomisi için elverişli bir ortam yaratmıştır. Ancak, birçok bölge ülkesinde, aşırı
değerli kur, sübvanse edilen faiz oranları ve enerji fiyatları, sermaye ve enerji
maliyetlerinin emek maliyetine oranla daha düşük kalmasına neden olmaktadır. Orta
Doğu’da daha yüksek oranda ekonomik büyümenin sağlanması mümkündür, ancak
piyasa temelli bir ekonomi için etkin hükümet desteği ve daha da önemlisi, mülkiyet
haklarının daha iyi tanımlanması ve korunması şarttır (Dhonte, Bhattacharya ve
Youssef, 2000,s. 16). 79
3.3.3.Latin Amerika’da Demografik Geçiş
Latin Amerika, bölge için önemli fırsatları ve riskleri beraberinde getiren önemli bir
demografik dönüşüm süreciyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge dünya nüfusunun %
8,4’ünü barındırmaktadır. Bölgenin nüfus artış hızı 1980’lerden itibaren dikkat çekici
bir şekilde azalmaya başlamıştır. Buna ilave olarak, bölge ülkelerinde doğurganlık
oranlarında ve genç nüfus bağımlılık oranlarında dikkat çekici düşüşler yaşanırken,
ortalama yaşam sürelerinde ve yaşlı nüfus bağımlılık oranında yükselişler
yaşanmaktadır. Bununla birlikte, bu ülkelerde, doğumda yaşam beklentisi, 65 yaşında
yaşam beklentisi, genç nüfus ve yaşlı nüfus bağımlılık oranları gibi göstergelerin
düzeyi, değişimleri ve gidişatları bakımından oldukça farklılık göstermektedirler (Credit
Suisse, 2011, s. 1).
Geçmiş dönemlerde Latin Amerika, olumlu demografik gelişmelerin sağladığı
potansiyelden gerektiği gibi yararlanamamıştır. Günümüzde, sahip olduğu genç ve
çalışma çağındaki nüfus, bölgeye 2025 yılına kadar yararlanabileceği bir fırsat penceresi
açmış bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu demografik bonustan yararlanabilmesi için
Latin Amerika’nın emek piyasaları, eğitim, sağlık alanlarında daha iyi politikalar
uygulaması gereklidir (Credit Suisse, 2011, s. 1).
Tablo 16, Latin Amerika’nın, birinci demografik kazançtan henüz gerektiği gibi
yararlanamadığını, bununla birlikte, ikinci demografik dönüşümün getirisinin,
birinciden yüksek olduğunu gözler önüne sermektedir.
Tablo 16
Demografik Kazançlar (GSYİH’ya Katkıları/Tüketici Sayısı)
BİRİNCİ İKİNCİ TOPLAM
DEMOGRAFİK DEMOGRAFİK KAZANÇ
ÜLKE KAZANÇ KAZANÇ
Arjantin -0,16 0,49 0,32
Brezilya 0,64 1,3 1,94
Şili 0,67 1,25 1,92
Kolombiya 0,83 1,27 2,1
Meksika 0,75 1,07 1,82
Venezuela 0,66 1,4 2,06
Kaynak: Mason, 2005 ve Credit Suisse, 2010, Akt; Credit Suisse, 2011, s. 8 80
Latin Amerika’nın 1970’ten bu yana geçirdiği demografik değişimler ekonomik
büyüme için olumlu olmakla birlikte, büyüme henüz Doğu Asya mucizesini
yakalayacak düzeyde değildir. Doğu Asya, 1975-1995 döneminde kişi başı gelirde yılda
%6,8 büyüme yaşarken, aynı dönemde Latin Amerika için büyüme oranı sadece %0,7
olarak gerçekleşmiştir. Latin Amerika’nın gelişmesine engel teşkil eden faktörlerle ilgili
birçok tartışma mevcut olmakla birlikte, ortak görüş temel nedenin politik faktörlerden
kaynaklandığıdır. 20.Yüzyılın büyük bölümünde Latin Amerika’nın çoğu askeri
rejimlerce yönetilmekteydi. 1978 ve 1990 yılları arasında 15 ülke bu tür rejimleri terk
ederek demokrasiye geçişe yönelik adımlar atmışlardır. 1980’lerde ve 1990’larda
Washington Konsensusunun kabulü ile bölgede ekonomik olarak da önemli adımlar
atılmıştır. 1965 ve 1990 arasında Latin Amerika büyük ölçüde dış dünya ekonomisine
kapalı durumdaydı. 1980’de bölgenin sadece % 12’si ekonomik olarak açık
durumdaydı. Yapılan analizler göstermiştir ki, kapalı ekonomi koşulları altında, çalışma
yaşındaki nüfusu, toplam nüfusundan %1,5 fazla artarak, yılda % 3 oranında artan bir
ülke ekonomisi yılda %0,5 büyüyecektir. Ancak, ekonominin dışa açık olduğu
varsayıldığında, aynı ülke ekonomisi yılda %1,5 büyüyecektir (Bloom vd. 2000, Akt;
Bloom vd. 2001, s. 37). Bu konuyla ilgili, geçmişe yönelik bir analiz göstermiştir ki,
1965 ve 1985 yılları arasında tüm bölge ekonomisinin dışa açık olmuş olması halinde,
Latin Amerika’nın aynı dönemde ekonomik büyümesi %0,9 daha fazla olacaktı ve bu
rakam her yıl ikiye katlanacaktı (Bloom vd,2001, s. 37-38).
Bununla birlikte, bölge için umut ve beklentilerde iyiye gidiş görülmektedir 1990-
1995 arasında bölgenin %70’i, güçlü reformların sonucunda ekonomik olarak dışa
açılmıştır. Uygun ve etkin olmayan politikalara devam edilmesi, baby-boom kuşağının
daha çok bir yük haline gelmesine ve sosyal dokunun tahrip olmansa neden olabilirdi.
Ancak bölge için demografik yarar elde etme şansı hala kaybolmuş değildir. Ancak bu
yararın elde edilmesi akılcı ve etkin politikalar uygulamasına bağlıdır( Bloom vd. 2001,
s. 38-39). Aksi takdirde, Latin Amerika, fırsat penceresini demografik bir kazanca
dönüştürmek yerine, işsizlik başta olmak üzere birçok sosyo-ekonomik sorunla yüz
yüze kalacaktır.
3.3.4.Doğu ve Güney Asya’da Demografik Geçiş
1950’den bu yana Asya, dikkat çekici bir demografik geçişe sahne olmuştur. Bu
geçiş süreci, nüfusun büyüme oranının, ölüm ve doğum sayılarının yanı sıra, çevre, 81
okullaşma, kadınların toplumsal konumu ve sosyal güvenlik gibi alanlarda da etkilere
sahiptir. Demografik geçiş tüm Asya’da devam etmekle birlikte, başlangıç, hız ve
mevcut statüsü bakımından ülkeler arasında ve ülkelerin kendi içlerinde büyük
farklılıklar bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak 1950’lerde birbirine oldukça
benzeyen ulusal demografik profiller günümüzde büyük ölçüde farklılaşmış bulunmakta
ve Tablo 17’deki gibi bu profiller birbirinden farklı üç bölgesel kümeye ayrılmaktadır;
Güney Asya, Güneydoğu Asya ve Doğu Asya.
Tablo 17
Asya’da Bölgelere Göre Demografik Özellikler
BÖLGE BELİRGİN ÖZELLİKLER
GüneyAsya Yüksek nüfus artışı ve yüksek doğurganlık
Güneydoğu Asya Orta düzey nüfus artışı ve orta düzey doğurganlık
Doğu Asya Düşük nüfus artışı ve düşük doğurganlık
Kaynak: Hossain, Cassen ve Dyson, 2006, s. 1
Asya’nın nüfusu yıllık olarak %1,1 düzeyinde artmaktadır. Bu rakam düşük gibi
görünmekle birlikte, son 50 yılın çok daha yüksek oranlarının üzerine ilave olarak
gerçekleşmekte ve kıtanın zaten fazla olan nüfusu da göz önüne alındığında, 2025
yılında 757 milyon kişinin bu nüfusa ekleneceği tahmin edilmektedir. Artış sadece
büyük rakamlarla gerçekleşmekle kalmayıp, Asya’nın üç temel bölgesi arasında eşitsiz
olarak dağılmaktadır. Son yarım asra bakıldığında, Hindistan nüfusunu üçe katlandığı,
buna karşın, Çin’in nüfusun iki kattan biraz daha fazla arttığı gözlemlenmektedir.
Gelecek 20 yıl içerisinde, iki ülke nüfus artış oranları arasındaki farkın daha da
büyümesi muhtemeldir. Bu sürede Hindistan nüfusunun %27 artması beklenirken, Çin
için tahminler % 10’dur (Hossain vd. 2006, s. 79-80).Doğu
Hindistan’da ülke içi demografik farklılıklar, ülkeler arasında olduğu kadar
belirgindir. Güneydeki büyük eyaletler (Andhra Pradesh, Karnataka, Kerala,
Maharashtra ve Tamil Nadu), büyük ve çok nüfuslu kuzey ve doğu eyaletlerine
(özellikle Bihar, Madhya Pradesh, Rajasthan ve Uttar Pradesh) oranla demografik geçiş
sürecinde belki de yirmi yıl ileridedirler ve muhtemelen gelecekte de öyle olacaklaradır.
Ölüm oranlarında ve doğurganlık davranışlarında değişiklikler, özellikle yoğun nüfuslu
ve denizden uzak yoksul kuzey eyaletleri olan Bihar ve Uttar Pradesh’te oldukça yavaş
olarak gerçekleşmektedir. Ülke içi demografik farklılıklar Çin içinde geçerli olmakla 82
birlikte, bu farklılıklar bu ülkede daha az belirgindir ve eyaletler ve bölgeler arasından
daha çok kırsal ve şehirsel alanlar arasında görülmektedir (Hossain vd. 2006, s. 79).
Asya’nın demografik geçişinde, Doğu Asya’nın yaşadığı süreç özellikle dikkat
çekicidir. Demografik geçiş ve demografik kazancın yakın geçmişindeki en ilgi
uyandıran örnek olarak “Doğu Asya Ekonomik Mucizesi” verilebilir. 50 ile 75 yıl
arasında gerçekleşen Doğu Asya demografik geçişi, tarihte görülen hızlı demografik
geçiştir. Modern demografik geçişlerin daha hızlı olmasının nedeni, bu ülkelerin diğer
ülkeler tarafından geliştirilen bilgi, teknoloji ve deneyimden yararlanmalarıdır ( Bloom
vd. 2001, s. 25).
On yıllar boyunca, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde, olağanüstü bir ekonomik
büyüme ve yoksulluk azalışı şeklinde kendini gösteren “Doğu Asya Mucizesi”,
kalkınmada başarıya ulaşmada bir “Altın Standart” kabul edilmektedir. Bu mucize,
aynı zamanda sosyal gelişmeyi, özellikle ülke demografik yapılarının hızlı doğum ve
ölüm oranlarından daha düşük oranlara doğru dönüşümünün sağlanması ve evrensel
düzeye yakın olan birincil eğitime ilave olarak ikincil eğitimin güçlü bir şekilde
genişletilmesini gerektirmektedir. (McNicoll, 2006, s. 3).
Doğu Asya demografik geçişi, bölgenin olağanüstü ekonomik büyümesinde etkili
olan kilit faktördür. 1965-1990 arasında kişi başı gelir yıllık %6’dan fazla artmıştır.
1960’ların sonlarındaki bu olağandışı büyümenin nedenlerinden birisi, nüfus patlaması
kuşağının işgücüne katılarak, nüfus içinde çalışanların bağımlı nüfusa oranını çalışanlar
lehine değiştirmesidir. İyi bir eğitim sistemi ve ticari liberalleşme neticesinde bu kuşak
iş piyasasına ve kazançlı istihdam olanaklarına dahil olmuş, bu şekilde bölgenin üretim
kapasitesi artmıştır. 1965-1990 arasında, bölgedeki çalışma yaşındaki nüfus, bağımlı
nüfustan dört kata daha fazla artmıştır. Nüfustaki bu değişim, gelir düzeyini arttırmış,
gelir artışı nüfus artışını yavaşlatmıştır. Ebeveynlerin daha az çocuk sahibi olmaya
başlamaları yüksek tasarruf oranların gerçekleştirilmesinde bir etken olmuştur (Bloom
vd. 2001, s. 26-27).
Görülmektedir ki, çalışma çağındaki nüfus artışının, uygun politikalarla
desteklenerek değerlendirilmesi sayesinde, fırsat penceresi ekonomik büyümeye
dönüştürülebilmiş ve Doğu Asya, diğer gelişmekte olan ülkeler için örnek bir model
olarak kabul edilmiştir. Doğu Asya, çalışma çağındaki nüfus artışını eğitim ve istihdam
olanakları yaratarak ekonomik büyümeye dönüştürebilmeyi başarmıştır.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Temmuz 2013, 05:53   #10
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi




3.4.Nüfusun Yaşlanması
Daha yaşlı bireylerin, nüfusun daha büyük bir oranını teşkil etmesi süreci şeklinde
tanımlanan nüfus yaşlanması, 20.Yüzyılın nüfus eğilimlerinin ana sonucu olup,
21.Yüzyılda da nüfusların ayırt edici bir özelliği olacağı kesindir. İlk olarak gelişmiş
ülkelerde başlayan nüfus yaşlanması, gelişmekte olan ülkelerde de açıkça görülür hale
gelmiştir ve görülme yoğunluğu ülkeler arasında önemli farklılıklar gösterecek olsa da,
orta vadede tüm ülkeleri etkileyecektir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1).
Nüfus yaşlanmasına bağlı olarak bir toplum nüfusunun yaş yapısında meydana
gelen değişmenin, ekonomik, politik ve sosyal süreçler üzerinde geniş kapsamlı ve derin
etkileri vardır. Örneğin, bu nedenle, yaşlılar ve küçük yaştakilerin sağlık ve iyiliği
açısından hayati öneme sahip olan, kuşaklararası sosyal destek sisteminin
sürdürülebilirliği konusunda kaygılar giderek artmaktadır (Cliquet ve Nizamuddin,
1999, Akt; Birleşmiş Milletler,2009, s. 1). Bu tür kaygılar, özellikle aile boyutunun
küçüldüğü ve geleneksel olarak bakım hizmetlerinin kadınlarca sağlanırken, kadınların
işgücüne katılmaya başladığı toplumlarda daha ciddi bir şekilde hissedilmektedir.
İnsanlar daha uzun süre yaşadıkça, kendilerine yapılan emekli maaşı, sağlık ve yaşlılık
yardımı gibi ödemeler daha uzun süre yapılmaktadır.
Sonuç olarak, varlıklarını sürdürebilmek için sosyal güvenlik sistemleri değişime
gitmek zorundadırlar (Creedy, 1998; Bravo, 1999; Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1).
Yaşam süresinin uzaması, yaşlıların kronik hastalıklara karşı daha savunmasız olmaları
nedeniyle tıbbi masraflarda ve sağlık hizmetlerine olan talepte artış yol açmaktadır (de
Jong-Gierveld ve van Solinge, 1995; Holliday, 1999; Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s.
1).
Nüfusun yaşlanması dünya üzerindeki tüm ülkelerde görülen bir olgudur. Bu
eğilimin altında yatan üç temel faktör bulunmaktadır:
i) Artan yaşam süresi: Dünyanın birçok bölümünde insanlar, önceki on yıllarda
olduğundan daha uzun yaşamaktadırlar. Dünya geneli ortalama yaşam süresi
1950’den bu yana 20 yıl kadar artmıştır (1950-55’te 48 yıldan, 2005-10’da 68
yıla). Bu yüzyılın içinde bulunduğumuz yarısında, BM tahminlerine göre,
yaşama süresinin 76 yıla kadar çıkması beklenmektedir.
ii) Azalan doğum oranları: Dünya toplam doğurganlık oranı 1950’de kadın
başına 5 çocuktan, günümüzde yaklaşık 2,5 çocuğa düşmüştür ve 2050’de 84
yaklaşık 2,2 çocuğa düşmesi beklenmektedir. Aileler daha az çocuğa sahip
oldukça, yaşlı insanların nüfustaki oranı doğal olarak artmaktadır.
iii) Baby-boom kuşağının yaşlanması: II: Dünya Savaşından sonra ABD’de ve
benzer şekilde diğer bölgelerde doğanların yaşlılık çağlarına ulaşmaları,
nüfus içinde yaşlı insanların oranını yükseltmiştir (Bloom vd. 2011, s. 1).
Tablo 18
En yüksek 60 Yaş ve Üzeri Nüfus Oranına Sahip Ülkeler(2011-2050)
2011 (%) 2050 (%)
Japonya 31 Japonya 42
İtalya 27 Portekiz 40
Almanya 26 Bosna-Hersek 40
Finlandiya 25 Küba 39
İsveç 25 GüneyKore 39
Bulgaristan 25 İtalya 38
Yunanistan 25 İspanya 38
Belçika 24 Singapur 38
Portekiz 24 Almanya 38
Hırvatistan 24 İsviçre 37
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2011, Akt; Bloom, Boersch-Supan, McGee ve Seike,
2011, s. 2
Tablo 18, 2010 ve 2050 itibariyle yüksek nüfusa sahip olan ya da olacak ülkeleri
yüzde oranlarla özetlemektedir. Küresel düzeyde, BM tahminlerine göre, günümüzde
sayısı 800 milyon olan ve toplam dünya nüfusunun % 11’ini oluşturan 60 yaş ve üzeri
nüfusun 2050 yılında sayı olarak 2 milyarı aşacağı ve dünya nüfusu içindeki payının %
22 olacağı ön görülmektedir. !950 ve 2050 yılları arasında dünya nüfusu 3,7 kat artacağı
tahmin edilirken, 60 yaş ve üzeri nüfusun yaklaşık 10 kat artması beklenmektedir.
Nüfus yaşlanması hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde görülmekle birlikte,
2011 yılında, en yüksek 60 yaş ve üzeri nüfusa sahip 10 ülkenin tamamı gelişmiş
ülkeler arasında ya da piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki Doğu Avrupa ülkeleri
arasında (Bulgaristan ve Hırvatistan gibi) bulunmaktadırlar. 2050 yılında ise, bu tablo
değişecektir. Küba gibi ülkelerinde listeye eklenirken, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler
artık listede olmayacaklardır. En dikkat çekici gelişme ise, BM tahminlerine göre, 2050
yılında, 42 ülkede 60 yaş ve üzeri nüfusun, Japonya’nın şu an sahip olduğu yaşlı nüfus
oranını aşmasının beklenmesidir. Bir diğer önemli nokta ise, en hızlı nüfus 85
yaşlanmasının özellikle yeni sanayileşmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşanmakta
oluşudur (Bloom vd. 2011,s, 2
Nüfusun yaşlanması, ekonomik büyümenin gelecekteki temposu, emeklilik ve
sağlık sistemlerinin yürütülmesi ve entegre edilmesi ve yaşlıların refah düzeyi gibi
çeşitli konularda ciddi kaygılara neden olan bir olgudur. Politikacılar ve iş dünyası,
nüfus yaşlanmasının gelecekte hız kazanacağının farkına varmış durumdadırlar. Ancak
yaşlanma süreci halen yavaş gerçekleşmekte ve baby-boom kuşağı ekonomiyi ve
işletme faaliyetlerini canlı tutmakta olduğundan ivedi politikalara henüz gerek
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, baby-boom kuşağının büyük kısmının emeklilik
çağına erişmesi, emek arzı artışının yavaşlaması ve emeklilik ve sağlık sistemlerinin
artan maliyetleri karşısında, bu gelişmelere uygun politikalar üretilmesi özellikle Kuzey
Amerika, Japonya ve Avrupa’da daha önemli hale gelecektir. İşletmeler, yakın bir
gelecekte yaşlıların ihtiyaç ve kapasitelerine karşı daha özenli yaklaşacaklar ve bu
yaklaşımda başarılı olmaları onlar için bir rekabet avantajı yaratabilecektir. Dikkate
değer bir başka husus, piyasa düzenlemelerinin (emeğin yerine sermayenin ikamesi ya
da emek tasarrufu sağlayan teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılması) demografik
değişmelerin etkilerini büyük ölçüde dengeleyebileceğidir. Genel bir ekonomik
perspektiften bakıldığında, uzayan yaşam sürelerinin gerek kamu politikalarını gerekse
işletme uygulamalarını içeren bir dizi reform gerektirdiğidir (Bloom vd. 2011, s. 7).
Nüfusun yaşlanması, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, ciddi ekonomik ve sosyal
sorunlarla karşılaşmamak için, gerekli politikaları gerektiği zamanda uygulamaya
koymalarını zorunlu hal getirmektedir. Aksi takdirde, demografik geçiş aşamasının
başlarında olduğu gibi çalışan nüfus oranı azalırken, bağımlılık oranı tekrar yükselecek
ve hükümetler önemli büyüklükteki yaşlı bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamada zorluk
çekeceklerdir. Nüfusun yaşlanması, baby-boomerların emekli olmaları, üretken nüfusun
azalması ve çalışan nüfusun mali yükümlüğünün artması demektir. O nedenle, gerek
hükümetler, gerekse işletmeler bazında, yaşlı nüfusun daha etkin hale getirilmesine çaba
gösterilmelidir. Bunun en akılcı yolu ise, emeklilerin birikimlerini en verimli şekilde
değerlendirebilecek finansal ve ekonomik önlemlerin hayata geçirilmesidir. Nüfus
yaşlanmasının beraberinde önemli sorunları getireceği açık olmakla birlikte, bu
sorunların kaçınılmaz olmadığı da üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Günümüzde gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmış olan yaşlanma, 2050 yılında artık
gelişmekte olan ülkelerinde önemli bir gündem konusu haline gelecektir. Nüfus
yaşlanması, gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkeler açısından giderek daha 86
fazla üzerinde durulan bir konu olma özelliği kazanmakta ve araştırmalar ve politika
geliştirme çabaları, yaşlanma olgusunu da giderek daha fazla dikkate almaya başlamış
bulunmaktadır.
Tablo 19
Küresel İşgücü: 1960, 2005 ve 2050
1960 2005 2050(Tahmini)
İŞGÜCÜ/15 YAŞ VE ÜZERİ NÜFUS 67,4 65,8 61,4
İŞGÜCÜ/TOPLAM NÜFUS 42,3 47,1 49
Kaynak: Bloom, Canning ve Fink, .2010, Akt; Bloom vd. 2011, s. 5
Tablo 19, belirli dönemlere göre dünya düzeyinde işgücü oranlarını özetlemektedir.
2005 yılında işgücünün 15 yaş ve üzeri nüfusa oranının 2005’te % 65,8’den, 2050’de %
61,4’e gerileyeceği tahmin edilmektedir. Bu gerileme ihtimali iktisatçıları ve
hükümetleri kaygılandıran husustur (Bloom vd. 2011, s. 5). 87
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ VE YOKSULLUK
Demografi ve ekonomik zenginlik arasındaki ilişki yüzyıllardan beri
tartışılmaktadır. Konu ile ilgili olarak, yüksek oranlı ve kontrolsüz doğum oranlarının,
kişi başı tüketimi geçimlik düzeyin altına indirecek bir nüfus artışına yol açtığı
şeklindeki Malthusyen görüş oldukça aşinadır. Bu senaryoda yoksulluk, nüfus artışı
üzerine uygulanabilecek tek kontrol gibi görünmektedir. Malthus’un görüşü,
desteklenmemiş gibi görünse de, sonraları bu perspektifin modern versiyonları ortaya
konulmuştur. Nüfus artışı ile ilgili kötümser görüşe göre, hızlı nüfus artışı, sermaye
birikimi ve teknolojik gelişmelerin büyüme etkilerini bastıracaktır (Coale ve Hoover,
1958, Ehrlich, 1968, Akt; Malaney, 1999). Nüfus artışını savunan iyimser görüşe göre
ise, nüfus artışı sonucunda artan talebe toplumların ayak uydurabilme çabaları yenilik
ve icatları teşvik edecek ve daha büyük nüfus ölçek ekonomilerini ortaya çıkaracaktır
(Boserup, 1981, Simon, 1981, Akt; Malaney, 1999).
Nüfus artışı ve ekonomik büyüme ilişkisi ampirik olarak incelenmiş ve ülkelerarası
regresyon analizlerinin birçoğu, şaşırtıcı şekilde, nüfus artışı ve ekonomik büyüme
arasında pozitif ya da negatif bir ilişkiyi ortaya çıkaramamıştır (Kelley,1981, Akt:
Malaney, 1999). Bu sonuçlar, 1980’lerde “revizyonist” olarak adlandırılan görüşün
yükselişine neden olmuştur. Bu görüşe göre ise, nüfus artışı ve kişi başına gelir arasında
önemli bir ilişki bulunmamaktadır (Malaney, 1999).
Son yıllara dek, nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisi ağırlıklı olarak nüfusun
büyüklüğünde meydana gelen değişime göre ele alınmıştır. Bununla birlikte, konu ile
ilgili son çalışmalarda, iktisatçılar, sadece nüfusun artışındaki değişmelere bakıldığında,
diğer önemli demografik etkilerin göz ardı edilebileceğini vurgulamışlardır. Bloom ve
Williamson (1998), özellikle, azalan doğurganlığın gecikmeli yaş yapısı etkileri üzerine
odaklanarak, demografik geçişin Asya üzerindeki etkilerini değerlendirmişlerdir.
Çalışmalarında, Asya ekonomik mucizesinin önemli bir bölümünün, azalan doğum
oranlarına bağlı olarak, çalışan nüfusun bağımlı nüfusa oranının yüksek olmasından
kaynaklandığını ortaya koymuşlardır. Bu şekilde yaş yapısı etkileri dikkate alındığında,
nüfus artışının ekonomik büyüme ile negatif bir ilişkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, doğurganlığı azaltmada başarılı olan politikaların demografik geçişi 88
hızlandırması ve ekonomik büyümeye katkı yapması mümkün olabilmektedir (Malaney,
1999).
Açıkça görüldüğü gibi, nüfusun yaş yapısında meydana gelen değişmeler esas
alındığında, demografik geçiş süreci ile ekonomik büyüme arasında önemli bir ilişki
ortaya çıkmaktadır. Özellikle doğurganlığın yüksek seyretmesi durumunda, bağımlı
nüfustaki artış, ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki yaratırken, doğurganlıktaki
azalış neticesinde çalışan nüfusun artması, gerekli kurumsal ve politik düzenlemelerin
yapılması koşuluyla, ekonomiyi olumlu etkileyecektir. Nüfus artışı ve ekonomik
büyüme arasında var olan ilişkinin kapsamı daha da genişletildiğinde, söz konusu
ilişkinin yoksulluk üzerinde önemli etkilere yol açabildiği ortaya çıkmaktadır.
Ekonomik büyümenin sağlanması ve sürdürebilir hale getirilmesi yoksullukla mücadele
için gerekli bir koşuldur. Bir başka ifadeyle, ekonomik büyüme, yoksul toplumlarda
yoksulluğun azaltılması ya da ortadan kaldırılması için gereklidir. Ancak, bu
büyümenin niceliği kadar niteliği de önemlidir. Ekonomik büyümenin insanlar için daha
iyi yaşam koşullarına dönüştürülebilmesi, diğer sosyo-ekonomik faktörlerin yanı sıra
bilinçli kamu politikalarını gerektirmektedir (Haq, 1995, s. 15).
Nüfus artışı ve ekonomiye ilişkin tartışmalar, açık bir şekilde yoksulluğu
kapsamaktan daha çok, nüfus dinamiklerinin ekonomik büyüme üzerindeki etkilerine
odaklanmışlar ve ekonomik büyümeyi yaşam standartlarının yükseltilmesi ve
yoksulluğun azaltılması için bir araç olarak görmüşlerdir. GSYİH, ister tarımdan, ister
sanayi ya da hizmet sektöründen elde edilsin, toplumun birçok kesiminin yaşam
standartlarını yükseltecektir (Das Gupta, Bongaarts ve Clelland, 2011, s. 6). Bir diğer
ifadeyle, doğum oranlarındaki azalış neticesinde bağımlı nüfusun azalması ve buna
karşılık olarak çalışan nüfusun oran olarak artması, gerekli politik ve kurumsal
düzenlemelerle desteklenmek koşuluyla, ekonomik büyümeyi sağlayacaktır. Ancak, bu
büyümenin yaşam standartlarını yükseltebilmesi ve yoksulluğu azaltmaya yardımcı
olabilmesi için, yine gerekli olan koşul, GSYİH artışının verimli bir şekilde
değerlendirilebileceği sosyal, politik ve kurumsal yapının oluşturulabilmesidir.
4.1.Yoksulluk Olgusu
“Üzerinde yaşadığımız dünya, büyük tezatları resmeden bir tablo ortaya
koymaktadır. Bazı ülkeler büyük bir zenginlik ve refaha sahipken, dünya nüfusunun
yaklaşık üçte ikisi standartların altında gelirlerle geçinmeye çalışmaktadır. Düşük okur-89
yazarlık oranları, kötü barınma koşulları, yetersiz sağlık ve eğitim hizmetleri ve kötü
beslenme, Asya, Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika’da yaygın durumdadır. Bu
gerçekler artık göz ardı edilemeyecek durumdadır. Yoksulluk olgusu entelektüel
düşünce ve politik çevrelerde, daha önce görülmemiş derecede yer bulmaktadır”
(Bhagwati, 1966, s. 9). Bhagwati’nin çalışmasında yer verdiği bu gözlemden yaklaşık
35 yıl sonra, Birlşemiş Milletler Milenyum Kalkınma Hedefleri ilan edilmiş ve bu
hedefler doğrultusunda, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve yoksulluğun
azaltılmasının önemi güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.
Eylül 2000’de ilan edilen Birleşmiş Milletler Milenyum Kalkınma Hedefleri
Bildirgesi, uluslararası toplumun, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun birçok
boyutuyla azaltılması yönündeki güçlü kararlılığının bir göstergesidir. Bu bildirge
doğrultusunda, 2015 yılına dek, günlük 1 ABD doları altında gelire sahip (satın alma
gücü paritesine göre) yoksul insan sayısının yarı yarıya azaltılması hedefi
benimsenmiştir (Martin-Guzman, 2005). II. Dünya Savaşı sonrasında, yoksullukla
mücadelede, özellikle Asya kıtasında, önemli mesafeler kat edilmesine rağmen
yoksulluk ve sefalet dünyanın birçok bölümünde yaygındır. Dünya Bankasının “günde 1
ABD doları” olarak belirlenen uluslararası yoksulluk standardına göre (2008 yılında
1.25 ABD doları olarak revize edilen), dünyada hala yoksulluk içinde yaşayan 1.4
milyar insan bulunmaktadır. 1981 yılında bu sayı 1.9 milyar olmasına ve bu sayıda
azalış görülmesine rağmen, günde 1 ABD doları altında gelirle yaşayan insan sayısı
oldukça büyük boyuttadır ve bu rakam, 2004 yılı tahminlerinde belirtilen, günde 1 ABD
doları altında gelirle yaşayan 981 milyon rakamından daha fazladır. (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 1).
4.1.1.Yoksullukla İlgili Temel Kavramlar
Yoksulluk farklı perspektiflerle ele alınması gereken karmaşık ve çok yönlü bir
kavramdır. Yaşamı sürdürebilmek için gerekli minimum kaynaklardan yoksun olmak bu
boyutlardan biri olmakla birlikte, tek boyut değildir. Yoksulluk daha geniş bir bakış
açısı ile de ele alınabilir. Örneğin, Avrupa Konseyi, 1984 bildirgesinde yoksulluğu
şöyle tanımlamaktadır: “Yoksul ifadesiyle, kaynakları (kültürel, maddi ve sosyal),
yaşadıkları üye ülkede kabul edilebilir bir yaşam şekli sürdüremeyecekleri kadar sınırlı
olan kişiler, aileler ve kişi grupları kastedilmektedir”.Adam Smith’de aynı doğrultuda,
yoksulluğu “alt sosyal tabakalardan olanlarda dahil, değerli insanların zaruri 90
gereksinmelerini karşılayamama durumu” olarak tanımlamıştır (Martin-Guzman,
2005).
Dünya Bankası (2000) ise yoksulluğu refahtan mahrum olmak şeklinde
tanımlamaktadır. Bu durumda, refahın ne şekilde tanımlanacağı ve mahrumiyetin hangi
kriterlerle ölçüleceği soruları ile karşılaşılmaktadır (Haughton ve Khandker, 2009, s. 2).
Refahın tanımlamasına yönelik yaklaşımlardan ilki, refahı “mallar üzerinde
hakimiyet”, yani, insanların normal bir hayat sürebilmek için gerekli olan mallara
erişebilmeleri olarak ifade etmektedir. Bu yaklaşıma göre, insanlar mallar üzerinde ne
kadar hakimiyet sahibiyseler, o kadar iyi durumda olacaklardır. Yaklaşımın temel odak
noktası, bireylerin gereksinmelerini karşılamaya yetecek kadar kaynağa sahip
olmalarıdır. Genellikle yoksulluk, bireylerin tüketim ya da gelirlerinin, altına inildiğinde
yoksul olarak kabul edilecekleri bir eşiğe göre karşılaştırılması yoluyla ölçülür. Bu,
yoksulluğun parasal bir olgu olarak görüldüğü en geleneksel görüştür. Refahla (aynı
zamanda yoksullukla) ilgili ikinci yaklaşım, insanların belirli bir tüketim malını elde
edip edemediklerini sorgulamaktadır. Örneğin, insanların yeterli miktarda yiyeceğe,
uygun barınma imkanlarına, eğitim ve sağlık hizmetlerine sahip olup olmadıkları gibi.
Bu yaklaşımda, araştırmacı, yoksulluğu parasal bakımdan ölçen geleneksel yöntemlerin
ötesine geçmektedir. Ancak, yoksulluğu tanımlamaya ve ölçmeye yönelik yaklaşımların
belki de en kapsamlısı Amartya Sen’e aittir. Sen, refahın, toplum içerisinde işlev
görebilme kapasitesine sahip olmaktan kaynaklandığını belirtmektedir. Bu yaklaşıma
göre yoksulluk, insanlar anahtar nitelikte kapasitelerden yoksun olduğunda ortaya
çıkmaktadır. Bu kapasitelerden mahrum olanlar, yetersiz gelir ve eğitim, kötü sağlık,
güvensiz koşullar, özgüvensizlik, güçsüzlük ya da ifade özgürlüğü gibi haklardan
mahrum olmak durumlarıyla karşı karşıya kalacaklardır (Haughton ve Khandker, 2009,
s. 2).
Yoksulluk, “eşitsizlik” ve “kırılganlık” kavramlarından ayrı ancak bu kavramlarla
yakından ilişkilidir. “Eşitsizlik”, gelir ya da tüketim gibi faktörlerin tüm toplum içindeki
dağılımına odaklanmaktadır. “Kırılganlık” ise, bir insan şu anda yoksul olmasa dahi, bu
insanın gelecekte yoksul duruma düşme riski olarak ifade edilebilmektedir. Söz konusu
risk genellikle, kıtlıklar, tarımsal ürün fiyatlarında azalışlar ya da finansal krizler gibi
şoklarla ilişkilidir. Bireylerin yatırım, üretim kalıpları ve kendi durumlarıyla ilgili
algılarını etkilediğinden dolayı kırılganlık, refahı etkileyen önemli bir faktördür
(Haughton ve Khandker, 2009, s. 3). 91
Yoksullukla ilgili bir diğer önemli kavram yoksulluk sınırıdır. Yoksulluk sınırı, bir
bireyin gıda ya da gıda dışındaki temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli
minimum harcama ya da gelir düzeyi olarak tanımlanabilir (Dünya Bankası Enstitüsü,
2005, s. 43). Yoksulluk sınırı kavramıyla ilişkili olarak yoksulluk mutlak ya da göreli
olarak tanımlanabilir. “Mutlak yoksulluk” kavramı, gıda ve diğer zaruri mallara
dayanan, sosyal olarak kabul edilebilir minimum koşulların altında bulunmayı ifade
etmektedir. “Göreli yoksulluk” ise, genellikle beşlik ya da onluk dilimlere ayrılmış
olan, toplumun düşük gelire sahip gruplarını, daha yüksek gelir gruplarıyla kıyaslayan
bir yoksulluk kavramıdır (Lok-Dessallien, 2003).
4.1.2.Gelişmekte Olan Ülkelerde Yoksulluk
Birleşmiş Milletler Milenyum Kalkınma hedefleri arasında, 2015 yılına dek,
yoksulluğun dünya genelinde yarıya indirilmesi benimsenmiştir. Dünya üzerindeki
yoksulların büyük bir kısmı gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Çoğunluğu
gelişmekte olan ülkelerde yaşamakta olan yoksul insanlar, yoksulluğun beraberinde
getirdiği birçok sorunla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Özellikle II. Dünya savaşından
sonra yoksullukla mücadelede atılan önemli adımlara ve elde edilen başarılı sonuçlara
rağmen yoksulluk temel bir sorun olarak dünya gündemindeki yerini korumaktadır.
Yoksulluk açlık ve yetersiz beslenmenin temel nedenidir. Birleşmiş Milletler Gıda
ve Tarım Örgütü (FAO) 2009 yılı verilerine göre, 6,6. milyarlık dünya nüfusunun %
14,6’sı açlık içinde yaşamaktadır. Yetersiz beslenen insanların büyük kısmı gelişmekte
olan ülkelerde yaşamaktadır. Yoksulluk çocuk ölümlerinin de ana sebebi olarak kabul
edilmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNİCEF) 2000 yılı rakamları, her yıl 25
bin çocuğun yaşamını yitirdiğini ortaya koymaktadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1-2).
2005 yılı okula kayıt verilerine göre, gelişmekte olan ülkelerde ilköğretim çağındaki 72
milyon çocuk okula gitmemektedir ve bu çocukların % 57’si kız çocuklarıdır (Birleşmiş
Milletler, 2007, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2). Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı (UNDP) tarafından açıklanan 2006 yılı rakamları, gelişmekte olan ülkelerde,
1.1 milyar insanın temiz suya yeterince erişemediğini, 2.6 milyar insanın ise temel
sağlık hizmetlerinden gerektiği gibi yararlanamadığını göstermektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 2).
Yoksulluk ve eşitsizlik arasında yakın bir bağlantı bulunmaktadır ve eşitsizliğin
dünya genelinde son on yıllar boyunca, ulusal ve uluslararası düzeyde arttığı92
gözlemlenmektedir. Dünya nüfusunun % 80’inden fazlası gelir dağılımı eşitsizliğinin
giderek artmakta olduğu ülkelerde yaşamaktadır. Dünyanın en yoksul % 40’lık nüfusu
küresel gelirden sadece % 5 pay alırken, en zengin % 20’lik kesim küresel gelirin %
75’ini almaktadır (UNDP; 2007, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2). Yoksulluk sadece
yetersiz beslenme ve maddi gereksinmelerin karşılanamaması olarak algılanmamalıdır.
Demokratik ve göreli olarak iyi yönetilen ülkelerde dahi yoksul insanlar gurur kırıcı
durumlarla karşılaşmaktadırlar. Sıklıkla ailelerinin gereksinmelerini karşılayamayan bu
insanlar utanç ve başarısızlık duygusunu hissetmektedirler. Yoksulluk tuzağına
girdiklerinde, yoksullar, ancak hayatta kalmalarına yetecek gelir getiren zor ve yıpratıcı
çalışma koşullarından kurtulma umutlarını da yitirmektedirler (Singer, 2009, Akt;
Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2).
2008 yılında revize edilen rakama göre günde 1,25 ABD doları altında gelire sahip
yoksul sayısının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi yönünde Milenyum Kalkınma
Hedefleri arasında yer alan uluslararası karar, yoksullukla ilgili gelir temelli yaklaşımın
en yaygın örneğini teşkil etmektedir. Bu ölçüte göre, son 20 yılda, yoksulluğun
derinliğinde ve şiddetinde azalma görülmüştür (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 13). Dünya
nüfusunun hala hızla artmasına ve yoksulluğun bazı bölgelerde yaygın olmasına
rağmen, bu sorunlar diğer politikalara ilave olarak, sağlık ve eğitime yapılan
yatırımlarla ve kadınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile hafifletilebilecektir
(Catley-Carlson ve Outlaw, 1998, s. 234).
2050 yılına gelindiğinde dünya nüfusunun 9 milyarı aşacağı tahmin edilmektedir.
Bu artışın 2,3 milyarının gelişmekte olan ülkeler kaynaklı olması beklenmektedir. Bu
tahminler doğrultusunda, 2009 yılında 5,6 milyar olan gelişmekte olan ülkeler nüfusu
2050 yılında 7,9 milyara yükselecektir. Tam aksine, gelişmiş ülkelerde ise, nüfusun
1,23 milyardan 1,28 milyara, hafif bir artış göstermesi beklenmektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 15).Gelişmekte olan ülkelerin nüfusunda süregelen hızlı artış,
yoksullukta kalıcı bir azalış sağlanabilmesi için sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve
ekonomide yapısal dönüşümlere yönelik uygun politikaların önemini vurgulamaktadır.
Gelir temelli geleneksel yoksulluk ölçümünün nüfus artışına olan duyarlılığına karşın,
birçok toplumun yaşadığı demografik geçiş süreci göstermektedir ki artan gelirler ve
daha büyük ekonomik güvenlikle birlikte aile boyutları küçülmektedir. Tam tersine,
yoksul aileler, aile gelirine katkının artması ve yaşlılıkta ekonomik güvencelerinin
sürmesi umuduyla daha fazla çocuk sahibi olmaya eğilimlidirler (Leibenstein, 1957,
Mamdani, 1972, Robbins, 1999, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 15). 93
Tablo 20
Dünya Üzerinde, Günde 1,25 ABD doları Altında Gelire Sahip Olanların Bölgesel
Payları (1981-2005, %)
BÖLGE 1981 1984 1987 1990 1993 1996 1999 2002 2005
DOĞU ASYA
VE PASİFİK 56,5 52,39 47,81 48,16 47,09 37,57 37,44 31,61 22,97
DOĞU AVRUPA
VE ORTA ASYA 0,37 0,32 0,28 0,5 1,12 1,32 1,43 1,35 1,26
LATİN AMERİKA
VE KARAYİPLER 2,21 2,89 3,04 2,37 2,33 3,15 3,23 3,64 3,35
ORTA DOĞU VE
KUZEY AFRİKA 0,72 0,64 0,69 0,53 0,55 0,64 0,68 0,64 0,8
GÜNEY
ASYA 28,91 30,28 33,09 31,94 31,17 35,89 34,72 38,42 43,26
SAHRA-ALTI
AFRİKA 11,27 13,48 15,09 16,49 17,74 21,43 22,5 24,33 28,37
TOPLAM(YÜZDE) 100 100 100 100 100 100 100 100 100
TOPLAM
YOKSUL SAYISI 1896,2 1808,2 1720 1813,4 1794,9 1656,2 1696,2 1603,1 1376,7
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 19
Şehirleşmeyle birlikte ekonomik büyümenin dönüştürücü etkileri, özellikle Doğu
Asya’da bulunan bazı ülkelerin orta gelir statüsüne yükselmesini sağlamıştır. Diğer
bölgelerde ise, güçlü ve sürekli bir ekonomik büyümenin eksikliği ve gelir dağlımı
eşitsizliklerinin devamı, yoksulların sayısının artması anlamına gelmektedir. Tablo
20’de görüldüğü gibi, gelişmekte olan ülkelerde aşırı yoksulluk çeken insanların
dağılımı (günde 1,25 ABD doları altı gelirle yaşayan), Doğu Asya ve Pasifik
bölgelerinin en yüksek paya sahip olduğu 1981 yılından bu yana önemli ölçüde
değişmiştir. Günümüzde Sahra-altı Afrika ve Güney Asya, yoksulların sayısı
bakımından, en yüksek paylara sahiptirler. 1981 yılında, Çin ve diğer Doğu Asya
ülkeleri, dünya genelindeki yoksulların % 57’sini barındırmaktaydı. Bununla birlikte,
25 yıldan kısa bir sürede Doğu Asya ve Pasifik bölgeleri, küresel yoksulluktaki
paylarını, 2005 yılı itibariyle yaklaşık % 23’e geriletmeyi başarmışlardır. Aksine, aşırı94
yoksulluk içinde yaşayanların dünya genelindeki payı Güney Asya’da 1981’de %
29’dan, 2005’te % 43’e yükselmiştir. Benzer şekilde bu oran Sahra-altı Afrika’da iki
kattan fazla bir artışla, 1981 yılında % 11’den, 2005 yılında % 28’e yükselmiştir. Bu
olumsuz değişiklikler, kısmen, güçlü ve üretken istihdam büyümesinin yokluğundaki
nüfus artışına, kısmen de bu bölgelerin önemli bir yapısal dönüşüm gerçekleştirememiş
olmasına bağlıdır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 19). Bir başka ifadeyle, yoksulluğun
bölgeler arasında değişen tablosu, bölgelerin ekonomik performanslarının doğasını
yansıtmaktadır. Doğu Asya ve Pasifik bölgelerinde günde 1,25 Dolarlık yoksulluk sınırı
altında yaşayan insan sayısındaki inanılmaz düşüşe güçlü ekonomik büyüme ve yapısal
değişimin katkısının büyük olduğuna dair pek az şüphe bulunmaktadır. Özellikle 2002
yılından bu yana Afrika’nın gösterdiği ekonomik büyüme, aşırı yoksulluğun
azaltılmasına yönelik umutları arttırmıştır (Afrika Ekonomik Komisyonu, 2008, Akt;
Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20). Bununla birlikte, son küresel ekonomik krizin hemen
ardından gelen enerji ve gıda fiyatları artışı bu durumu tersine çevirme eğilimindedir.
Üstelik, en son ekonomik büyüme, yapısal değişimi destekleyici nitelikten uzak ihraç
ürünlerine dayalıdır. Bu durum daha ziyade, Afrika’nın dar ihracat yelpazesinin bir
göstergesi olmaktadır ve buna dayalı bir büyüme sürdürülebilir olmaktan uzaktır
(Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20).
Tablo 21’e göre, 2015 yılına kadar, günde 1,25 ABD doları altı gelirle yaşamaya
çalışan insan sayısının yarıya indirilmesi hedefine ulaşan tek bölge olarak Doğu Asya
ve Pasifik göze çarpmaktadır. Doğu Avrupa ve Orta Asya, Latin Amerika ve Karayipler
ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika bu hedefe ulaşma yolunda ilerlemektedirler. Tüm bu
gelişmelerin aksine, Güney Asya ve Sahra-altı Afrika’da yoksulluğun azaltılması
önemli bir zorluk olarak bölge ülkelerinin önünde durmaktadır. Bu iki bölge aslında,
1990-2005 arasında günde 1,25 ABD doları altında gelirle yaşayan insan sayısında
önemli artışa sahne olmuş durumdadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20). Yoksullukla
mücadele konusunda, bu iki bölgenin önünde kat etmesi gereken uzun bir yol
bulunmakta ve bu bölgelerdeki ülke hükümetlerinin gerekli politikaları uygulamaya
koymaları gerekmektedir. 95
Tablo 21
2015 Yılı Yoksulluk Oranı Hedeflerine Ulaşmakta Kaydedilen İlerlemeler
DOĞU
ASYA
DOĞU
AVRUPA
LATİN
AMERİKA
ORTA DOĞU
VE GÜNEY
SAHRAALTI
VE
PASİFİK
VE ORTA
ASYA
VE
KARAYİPLER
KUZEY
AFRİKA ASYA AFRİKA
2005 16,8 3,7 8,2 3,6 40,3 50,9
1999 35,5 5,1 10,9 4,2 44,1 58,4
1990 54,7 2 11,3 4,3 51,7 57,6
2015 27,4 1 5,7 2,2 25,9 28,8
Hedefe
ulaşmak için
gerekli
değişim -2,7 -2,6 -1,4 -14,5 -22,1
(%)
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 21
4.2.Nüfus ve Yoksulluk İlişkisi
Politikacılar, yüksek doğurganlık oranları ve ilgili demografik değişkenlerin
yoksulluğu nasıl etkilediği ve yoksulluk tarafından nasıl etkilendiği sorusunu sık olarak
sormaktadırlar. 1960’lar ve 1970’lerde popüler olan, doğurganlık azalışının gelişmekte
olan ülkelerde nüfus artışını yavaşlatacağı ve yoksulluğu azaltacağı yönündeki görüş
1980’ler boyunca büyük eleştirilere maruz kalmış ve 1990’lara gelindiğinde revaçta
olmaktan çıkmıştır. Ortaya çıkan alternatif perspektif ise, demografik
değerlendirmelerin yoksulluğun azaltılmasıyla büyük ölçüde ilişkisiz olduğu
şeklindeydi (Merrick, 2002, s. 41).
Günümüzde, yeni düşünce ve bulgular bu alternatif perspektife karşı çıkmaktadır.
Yapılan araştırmaların çoğu, demografik trendlerin aslında önem arz ettiğini ortaya
koymaktadır. Bununla birlikte, daha yavaş bir nüfus artışının potansiyel yararları
demografik değişimin zamanlaması ve yoğunluğu, kadınların ekonomik ve sosyal
statüsü ve değişimin yaşanmakta olduğu ülkelerdeki ekonomik politikaların hangi
amaca odaklandığı gibi faktörlere bağlıdır. Bu yüzyılın ortalarına kadar dünya
nüfusunun yaklaşık üç milyar artacağı ve bu artışın neredeyse tamamının gelişmekte
olan ülkelerde olacağı tahmin edilmektedir. Küresel ekonomik büyümenin
yavaşlamasıyla, nüfus bilimciler ve iktisatçılar, hızlı nüfus artışının yoksulluğu
azaltmayı başaran ve başaramayan ülkeler arasındaki farkı açıklamada oynadığı rolü
daha yakından incelemeye başlamışlardır. Bu tür çabalar, dünya üzerindeki, aşırı96
yoksulluğa sürüklenmiş insanların sayısını azaltma ihtimali en yüksek politika ve
programların belirlenmesine yardımcı olabilecektir (Merrick, 2002, s. 41).
Tablo 22
Yoksulluk ve Demografik Göstergeler, 1990-2002
YOKSUL
NÜFUS (%)
<10% >10%
ÜLKE
SAYISI 45 49
TOPLAM
DOĞURGANLIK 2,3 4,6
ORANI
15 YAŞ
ALTI NÜFUS 27,9 41,3
(%)
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri, Akt; Mason ve Lee, 2004, s. 1
Yüksek doğurganlık ve yoksulluk ilişkisi oldukça aşinadır. 1994 yılındaki
Uluslararası Yoksulluk ve Kalkınma Konferansından (ICPD) bu yana, dünya üzerindeki
birçok ülkede doğurganlık azalışları görülmektedir. Ancak, bazı ülkelerde, özellikle en
yoksul olanlarda, hala yüksek oranlı doğurganlık görülmektedir. Tablo 22’de görüldüğü
gibi yoksulluk oranı % 10’un altında olan ve toplam doğurganlık oranı 2,3 olan
ülkelerle kıyaslandığında, günde 1 ABD doları altında gelirle yaşayanların oranının %
10’un üzerinde olduğu ülkelerde toplam doğurganlık oranı 4,6’dır. En yoksul ülkeler
ayrıca yüksek çocuk bağımlılık oranlarına sahiptirler (% 40’ın üzerinde). Son
araştırmalar da, yüksek doğurganlığın yoksullukla güçlü bir bağlantısı bulunduğunu
göstermektedirler (Mason ve Lee, 2004, s. 1-2).
Yoksullar genellikle finansal piyasalara erişimden yoksundurlar. Bu nedenle
çocuklar, ebeveynlerin yaşlılıklarında bir güvence görevi üstlenmek durumundadırlar ve
ebeveynler bu durumun bir sonucu olarak daha büyük bir aileye sahip olma
eğilimindedirler. Kırsal kesimdeki aksak emek piyasaları daha geniş aileye olan ihtiyacı
arttırmaktadır. Çünkü bu durum çocukların bir işgücü kaynağı olarak görülmelerine
neden olmaktadır. Yetersiz sağlık hizmetleri ve koşulları çocuk ölümlerini arttırmakta 97
ve bu ailelerin daha çok çocuk sahibi olmak istemeleriyle sonuçlanmaktadır. Yüksek
doğurganlık oranları ise, aileler içindeki bağımlılık oranlarını yükselterek yoksulları
daha düşük gelir düzeylerine hapsetmektedir. Daha kalabalık ailelerin çocuklarına daha
az eğitim olanakları sunabildiğine dair bulgular mevcuttur. Yoksulluğun, eğitim ve
sağlık hizmetlerinin özellikle kötü olduğu kırsal alanlarda yoğunlaşması durumu daha
da kötüleştirmektedir. Mikro finans devrimine rağmen, kırsal kesimde yoksulların kredi
imkanlarından yararlanması son derece güçtür (Malaney, 2004).
Doğurganlık oranının yoksulluk üzerinde önemli derecede etkili olduğu yapılan en
son çalışmalarla ispatlanmış ve bu sonuç mikro ve makro düzeylerde desteklenmiştir.
Mikro düzeydeki çalışmalar, yüksek doğurganlık ortamlarında çocukların finansal
bakımdan bir yük durumunda olduğunu tespit etmişlerdir. Üstelik, bağımlı çocuklara
yapılan finansal transferler, yetişkin çocuklardan yaşlı ebeveynlere yapılan finansal
transferlere fazlasıyla ağır basmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, ebeveynlerin, finansal
olarak yararlanmak amacıyla daha fazla çocuk sahibi oldukları hipotezi de
desteklenmemektedir. Geleneksel ortamlarda dahi çocuklar ürettiklerinden çok daha
fazlasını tüketmektedirler. Bu nedenle, ilave bir çocuğun doğumu, diğer aile fertlerinin
yaşam standartlarında düşüşe yol açacaktır. Makro düzeydeki ispatlarda, çalışan
yetişkin sayısı çocuk sayısından daha hızlı arttığında kişi başı gelirin daha hızlı arttığını
göstererek mikro düzeydeki bulguları desteklemektedirler. Gerek toplam seviyede,
gerekse hane halk seviyesinde, yetişkin başına çocuk sayısının azalması, hane halkları
ve ülke için daha yüksek kişi başı gelir elde edilmesine yardımcı olmaktadır (Mason ve
Lee, 2004, s. 2).
Son araştırmaların, bizzat yoksulluk üzerine olmaktan çok, demografik faktörler ve
ortalama gelir ya da ekonomik büyüme ilişkisini ele aldığı gözlemlenmektedir. Veri bir
gelir dağılımı esas alındığında, tanımlamaya göre, ortalama gelirde bir artış yoksullukta
azalışa neden olacaktır. Ampirik bakımdan, ekonomik büyümenin yoksulluğa karşı
önemli bir olumlu etkisi bulunmaktadır. Ancak, her ekonomik büyüme ve her ekonomik
büyüme politikası yoksul yanlısı değildir (Mason ve Lee, 2004, s. 2). 1990’lar boyunca
Asya’da görülen 21 ekonomik büyüme dönemini inceleyen bir analize göre, ekonomik
büyümelerden 13’ünde yoksulluk azalmış, 3’ünde durağanlaşmış, 5’inde ise artmıştır
(Asya Kalkınma Bankası, 2004, Akt; Mason ve Lee, 2004, s. 2). Bu değerlendirmeler
ışığında, Eastwood ve Lipton’un 1999 ve 2000 yıllarında gerçekleştirdiği ampirik
çalışma dikkat çekicidir. Eastwood ve Lipton çalışmalarında yüksek doğurganlığın
sadece ekonomik büyümeyi yavaşlatmakla kalmayıp, aynı zamanda tüketimin 98
dağılımını da yoksullar aleyhine bozduğunu göstermişlerdir. Bu bakımdan,
doğurganlığın azaltılması, ekonomik büyüme yanlısı olmasının yanı sıra yoksul
yanlısıdır (Mason ve Lee, 2004, s. 2).
4.2.1.Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi
18. yüzyılın sonlarında, Malthus’un nüfus artışı ve açlık üzerine, adeta kıyamet
habercisi niteliğindeki görüşlerini ortaya koymasından bu yana nüfus artışı ve ekonomik
büyümeye yönelik tartışmalar devam etmektedir. Ancak, sosyal bilimciler, nüfus
artışının ekonomik büyümeyi kısıtladığı, teşvik ettiği ya da ekonomik büyümeyle ilgisi
olmadığı yönünde tartışmalar yaparken, bu tartışmaların temel odak noktası nüfusun
boyutu ve büyüklüğü ile sınırlı kalmıştır. Yaş yapısı dinamiğinin bu tartışmaya dahil
edilmesi ise Coale ve Hoover’ın 1958 tarihli çalışmasına atfedilebilir. Coale ve Hoover
bu çalışmalarında, süregelen yüksek doğurganlık ve düşen ölüm oranlarının hükümetler
ve hane halklarının yüksek genç bağımlılık oranlarını yüklenmelerine, dolayısıyla vergi
gelirlerinin ve hane halkı tasarruflarının azalmasına yol açacağını belirtmişlerdir
(Nayab, 1996, s. 1). Günümüzde, nüfusun yaş yapısındaki değişmelerin ekonomik
büyüme ve dolayısıyla yoksulluk üzerinde önemli etkileri olduğu ağırlıklı olarak kabul
gören bir görüştür Nüfusun yaş yapısında bu derecede değişmelere neden olan ise
yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru gidişi
ifade eden demografik geçiş olgusudur.
Nüfus değişmeleri, ekonomik büyüme yoksulluk üzerine yapılan son araştırmalar,
nüfus artışı ve ekonomik büyüme ilişkisini, yüksek doğurganlıktan düşük doğurganlığa
geçişin farklı aşamalarına bakarak incelemeye tabi tutmaktadırlar. Bu çalışmaların en
önemli bulgusu, doğurganlık azalmaya başladığında, demografik geçiş sürecinin, kısıtlı
bir süre içinde olsa, kişi tasarruflar ve yatırımların artmasının mümkün olduğu bir
“fırsat penceresi” yaratmasıdır (Merrick, 2002, s. 42).
Doğurganlık yüksek olduğunda, nüfus içinde, çocukların ve gençlerin oranı, çalışan
nüfusa göre daha yüksektir (yaş bağımlılığı etkisi). Doğurganlık azaldıkça, potansiyel
işgücünün (15-64 yaş arası insanlar), çalışmayanlara (14 yaş altı ve 65 yaş üzeri
insanlar) oranı yükselecek ve bu durum, daha fazla çalışanın, daha az çocuktan sorumlu
olması anlamına gelecektir. Bağımlılık oranının azalması, ülkelerin fiziksel ve beşeri
sermayelerini (okullar, iyi eğitimli öğretmenler, sağlık imkanları ve iyi eğitimli sağlık
personeli, modern iletişim ağları ve bu pozisyonları dolduracak iyi eğitimli personel) 99
arttırmalarını mümkün kılacaktır. Bununla birlikte, bir demografik fırsat penceresinin
açılması ekonomik büyüme hızında artışı garantilememektedir. Öncelikle, fırsat
penceresi geçici bir niteliğe sahiptir. Çünkü düşük doğurganlık, zamanla bir başka
bağımlı grubun, yani artık çalışmayan yaşlı nüfusun oranının artmasına neden olacaktır.
Yaş yapısı etkisinin yoğunluğu, düşük doğurganlığa geçişin hızına bağlıdır. Ayrıca, bu
etki, ülkelerin büyük potansiyel işçi dalgasının, gerekli yeteneklere ve üretken istihdam
imkanlarına sahip olmalarını sağlayacak makul politikalar izlemelerine de bağlıdır. Bu
koşullar yerine getirildiğinde, Güney Kore ve Tayvan örneklerinde olduğu gibi, fiziksel
ve beşeri sermayelerde geçici bir artış, yaşam standartlarında hızlı bir yükselişle
sonuçlanacaktır (Merrick, 2002, s. 42-43).
Bu bağlamda, yoksulluğun azaltılmasını etkileyen faktörleri belirlemekte
benimsenen analitik çerçeve oldukça basittir; yoksulluk oranı bu çerçevede, kişi başı
GSYİH; gelir dağılımı eşitsizliğinin derecesi, hükümetin sosyal harcamaları ve nüfusun
yaş yapısına bağlıdır. Yoksulluğun ilk üç faktörle ilişkisi açıktır; kişi başı GSYİH’da bir
artış, gelir dağılımı eşitsizliğinde azalma ve sosyal harcamalarda artış yoksulluğu
azaltma eğilimi göstermektedir. Ancak, nüfusun yaş yapısının yoksullukla ilişkisi daha
fazla açıklama gerektirmektedir (Ros, 2009, s. 36). Nüfusun yaş yapısındaki değişiklik
yoksulluk oranını şu kanallar yoluyla etkilemektedir:
i) Çalışan nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması (ya da bağımlılık
oranının azalması) ve ekonomik faaliyetlerdeki artışın demografik kazancı
yaratması. Bu şekilde, kişi başı gelir artışı daha yüksek olacaktır.
ii) Çocuk sayısındaki artışın keskin bir şekilde azalması, ilk ve orta öğretim
düzeylerindeki okula kayıtlarda ve öğretmen-öğrenci oranında, eğitime
önceden yapılan yatırımlardan kaynaklanan durağan bir artışa neden
olacaktır. Örneğin, Brezilya’da 1980’lerin başlarında, okul çağındaki
çocukların % 20’si okula kayıt yaptırmazken, 2000 yılında bu oran % 3’e
gerilemiştir.
iii) Yaş yapısındaki değişim, nüfus içinde yoksulluğun en çok çocukları
etkilediği göz önüne alındığında, yoksulluk üzerinde pozitif bir yaş bileşimi
etkisi yaratacaktır. Bir başka ifadeyle çocuk sayısında azalma, yoksulluğun
görülme oranını da azaltacaktır Bu faktörlere ilave olarak, demografik
değişim yoksulluğu bireylerin tasarruf davranışları ve gelir dağılımı
eşitsizliğini değiştirmek yoluyla da etkilemektedir (Ros, 2009, s. 36-37). 100
Tablo 23
Bağımlılık Oranı ve Kişi Başı GSYİH Değişiklikleri,1990-2006 (%)
BAĞIMLILIK BÜYÜME
ÜLKE ORANI ORANI
Şili -4,7 3,8
Panama -13,3 1,6
Arjantin -8,2 1,6
Kosta Rika -13,6 1,4
Uruguay -0,6 0,7
Meksika -20,6 0,7
Bolivya -7,4 0,2
Brezilya -16,5 0,2
Ekvador -18,9 -0,6
Honduras -19,7 -0,9
Venezuela -15,1 -1,1
Paraguay -14,2 -1,4
Ortalama -12,7 0,5
Kaynak: ECLAC, 2002 ve Ros, 2009, s. 4-6
Tablo 23, Latin Amerika’da, 1990-2006 arasında, bağımlılık oranlarındaki ve kişi
başı GSYİH’daki değişiklikleri göstermektedir. Latin Amerika ve Karayipler İktisadi
Komsiyonu (ECLAC) ve Ros’un çalışmalarına göre, bağımlılık oranı azalışları
karşılığında, GSYİH artışlarının söz konusu olmasına rağmen, artışların düşük seviyede
kalması dikkat çekicidir. Bu durum, bağımlılık oranı azalışlarının, uygun politikalarla
desteklenmesi koşuluyla, arzu edilen ekonomik büyümenin gerçekleşebileceğinin bir
göstergesidir.
Eastwood ve Lipton (2001), demografik geçişin yoksulluğu çeşitli şekillerde
etkilediğini belirtmişlerdir. Konu ile ilgili literatür dönüşümün tek bir yönü üzerine,
yani nüfus büyüklüğüne ve bu büyüklüğün ekonomik büyüme yoluyla yoksulluk
üzerinde yaratacağı etkiye odaklanmış durumdadır. Bu etki, önemli ve negatif niteliğe
sahip olmasının yanı sıra tartışmaya açıktır. Dönüşümün daha sağlam ve önemli yönü
nüfusun değişen yaş yapısıdır. Değişen yaş yapısı, yoksulluk üzerindeki diğer iki önemli
etkinin ardındaki itici güçtür; tüketim ve gelir dağılımının değişmesi yoluyla ortaya
çıkan tüketim ve gelir dağılımı etkisi (CI), ve yoksulları ve yoksulluğa yakın durumda
olanların refah düzeylerini ve kapasitelerini değiştirerek onları daha müreffeh hale
dönüştüren etkinlik. (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213-214). 101
Demografik geçişin, özellikle değişen doğurganlık oranlarının yoksulluk üzerindeki
etkileri, gerek makro, gerekse mikro düzeyde bulgularla incelenebilmektedir. Ancak,
yüksek doğurganlığın yoksulluk üzerinde gelir dağlımı yoluyla yarattı etki temelde
makro düzeyde incelenmektedir. Makro düzeyde incelemede ana iletim mekanizması,
Malthus tarafından varsayılan, makro boyutlu emek ve gıda piyasalarıdır (ortalama
doğurganlık yüksekse, emek arz eden bir aile, daha pahalı gıda ve daha düşük ücretlerle
karşı karşıya kalacaktır). Dönüşüm etkileri ise, en ideal olarak, mikro temelde
incelenmektedirler (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213).
Modern demografik geçiş çocuk ölüm oranlarında, ve oldukça uzun bir süre sonra,
doğum oranlarında görülen düşüşle açıklanmaktadır. Bu düşüşler, nüfus artış oranını
önce keskin bir şekilde arttıracak ve sonra azaltacaktır (nüfus boyutu etkisi), ve
çocukların yetişkinlere oranını önce güçlü bir şekilde arttıracak, sonra kademeli ancak
güçlü bir şekilde azaltacaktır (yaş yapısı etkisi). Demografik geçişin bu iki durumu
birbirlerini üç farklı şekilde etkilemektedirler; kişi başı tüketim ya da gelir artış oranını
değiştirerek (büyüme etkisi), gelir ya da tüketimin dağılımını değiştirerek (dağıtım
etkisi) ve veri bir gelir ya da tüketim düzeyinde, yoksulların kapasiteleri ya da refah
durumunu değiştirerek (dönüşüm etkisi). Eastwood ve Lipton’ın bu sınıflandırması,
nüfusun yaş yapısındaki değişimin etkilerinin yoksulluk üzerinde göz ardı edilemeyecek
sonuçlara yol açtığını göstermektedir (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213-214).
4.2.2.Demografik Kazanç ve Yoksulluğun Azaltılması
Demografik geçiş teriminin kökeni, David Bloom ve Jeffrey Williamson’ın(1998),
Doğu Asya’nın ekonomik büyümesini inceleyen çalışmasına dayanmaktadır. Bloom ve
Williamson, yaş yapısındaki değişmelerin, Doğu Asya ekonomik büyümesine yaptığı
katkıyı ölçmek amacıyla, ülkeler arası regresyon analizleri yapmışlardır. Bu çalışmada,
Doğu Asya’nın ekonomik yükselişinde, nüfusun yaş yapısının oynadığı rolü
belirlemişler ve Doğu Asya ekonomik mucizesinin beşte birinin demografik kazançtan
kaynaklandığını ortaya koymuşlardır (Nayab, 2006, s. 3).
Demografik geçiş, ekonomik büyüme ve yoksulluk düzeylerindeki değişiklikler
arasındaki etkileşimleri anlayabilmenin anahtarı, geçişin nüfusun yaş yapısı üzerinde
yarattığı bir defalık etkidir. Demografik geçiş sırasında, çocuk bağımlılık oranında, ilk
zamanlarda görülen kısa vadeli artışlar, nüfusun daha büyük kısmı çalışma çağına
erişince yerini sert düşüşlere bırakır. Önemli ölçüde bir zaman aralığının ardından ise 102
yaşlı bağımlılık oranı yükselmeye başlamaktadır. Bu şekilde özetlenen demografik
geçiş sürecindeki potansiyel getiri, artan tasarruf ve yatırımlar için bir fırsat
penceresinden kaynaklanan demografik getiridir. Demografik geçiş süreci ne kadar hızlı
gerçekleşirse, bir ülke, iki ya da üç on yıl boyunca açık kalacak olan fırsat penceresine o
derece hızlı ulaşır (Leete ve Schoch, 2003, s. 12).
Demografik geçiş sürecinde, ilk olarak ölüm oranlarının azalması, doğum
oranlarının ise belirli bir gecikmenin ardından azalmaya başlamasının nüfusun yaş
yapısı üzerinde birçok etkileri söz konusudur. Bu gecikmenin en önemli sonucu, bir
nüfus patlamasına (baby boom) neden olan, bir ya da iki kuşak boyunca devam eden
hızlı nüfus artışıdır. Nüfus patlamasının bir sonucu olan bu nüfus fazlalığının çalışma
çağına ulaşması, demografik kazanç olasılığını da beraberinde getirmektedir. Bu
durumda nüfusun çoğunluğu 15-59 yaş grubunda yoğunlaşacak ve bağımlılık oranı daha
önce görülmedik seviyelere düşecektir. Bununla birlikte, geçişin sonunda, ortalama
yaşam süresinin uzamasıyla yaşlı bağımlılık oranı yükselecektir. Ancak, bu safhada,
yaşlı sayısı çocuk sayısından daha fazla olacaktır (Thakur, 2012, s. 9).
Mason ve Lee (2004), dünya üzerindeki tüm ülkeler için demografik kazançları
belirlemek amacıyla doğrudan tahmin yöntemini kullanmışlardır. Yöntemi uygularken
Birleşmiş Milletler nüfus verilerinden ve tüketim ve üretkenliğin standart yaş
profilinden yararlanmışlardır. Analizin sonuçlarına göre, son dört on yıl boyunca, Asya
ve Latin Amerika ülkeleri demografik geçişten en çok faydalananlardır. Ne en az
gelişmiş ülkeler, ne de Afrika ülkeleri, bu noktada olumlu demografik koşullara erişmiş
değillerdir. Bölgeler arasındaki bu farklılık, en az gelişmiş ülkelerde ve Afrika’da
devam eden yüksek doğurganlığın doğrudan bir yansımasıdır. Bununla birlikte,
demografik kazanç, en az gelişmiş ülkeler ve Afrika için giderek daha önemli hale
gelecektir (Mason ve Lee, 2004, s. 3).
Tablo 24 demografik kazancın günlük 1 ABD doları yoksulluk esasına göre
belirlenen yoksulluk üzerindeki etkisine dair ham verileri sunmaktadır. Bu bağlamda: 1)
doğurganlık azalışından kaynaklanan ekonomik büyüme, yoksulluğu azaltmada en az
diğer politikalar kadar etkilidir, 2) ekonomik büyüme, yoksulluğun azaltılmasında tüm
bölgelerde aynı oranda etkilidir. Bir başka ifadeyle, kişi başına gelirde % 1’lik bir
artışın, yoksullukta % 1,5 oranında azalışa neden olduğu tahmin edilmektedir (Mason
ve Lee, 2004, s. 3). 103
Tablo 24
Demografik Kazanç ve Yoksulluğun azaltılması
Yıllık Yoksulluk Oranı Toplam Yoksulluk
Azalışı(%) Oranı Azalışı(%)
1960-2000 2000-2015 1960-2000 2000-2015
Az gelişmiş bölgeler 0,38 0,3 14,1 14,1
En az gelişmiş ülkeler -0,11 0,26 -4,6 12,3
Afrika -0,07 0,29 -2,8 13,5
Asya 0,44 0,3 16,2 13,8
Latin Amerika ve 0,54 0,39 19,5 17,7
Karayipler
Kaynak: Mason ve Lee, 2004, s. 3
Bu koşullar altında, demografik kazancın, gelişmekte olan ülkelerde, 1960-2000
arasında, yoksulluk oranında %14’lük bir azalış yarattığı, 2000-2015arasında ilave bir
%14’lük azalışa daha neden olacağı tahmin edilmektedir. En az gelişmiş ülkelerde,
yoksulluk 1960-2000 arasındaki demografik değişmelerden olumsuz etkilenmiştir.
Bununla birlikte, 2000-2015 arasında, en az gelişmiş ülkeler için, yoksulluk azalışı
üzerinde olumlu etkiler beklenmektedir (tahmini %12 azalış). (Mason ve Lee, 2004, s.
4).
Demografik geçiş, 1960 ve 2000 arasında, Afrika’da yoksullukta azalma
sağlamamıştır. Ancak, geçiş, Asya ve Latin Amerika’da, yoksulluğu, sırasıyla, 16,2 ve
19,5 oranlarında azaltarak önemli katkı yapmıştır. 2000-2015 döneminde ise, olumlu
yaş yapısı değişikliklerinin gerçekleşmesi koşuluyla, her üç bölgede yoksullukta önemli
azalışlar beklenmektedir. Tablo 24’te sunulan veriler, demografik koşulların ilk kez,
önümüzdeki 15 yıl boyunca yoksulluğun azaltılması bakımından olumlu olacağı
tahminini taşımaktadır (Mason ve Lee, 2004, s. 4).
Yüksek doğum ve ölüm oranlarından düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru
gerçekleşen değişim ülkeler için bir demografik kazanç ya da demografik bonus
yaratabilmektedir. Doğum oranlarının azalması, çalışma çağındaki nüfusun, genç ve
yaşlı bağımlılara kıyasla artmasını sağlayacaktır. Bu artış, ekonomik büyüme için bir
defaya mahsus bir fırsat yaratacaktır. Bu fırsat ise, ülkelerin uygun yatırımları
yapmalarıyla gerçekleşebilmektedir. Ülkeler yalnızca aile planlamasına yönelik
yatırımlarla yetinmeyip, sağlık ve eğitim alanlarında da yatırımlara girişmeli, bu
alanlarda ve istihdam konusunda kadınlar ve kızların gereksinmelerine önem 104
verilmelidir. Şeffaf ve sorumluluk sahibi bir yönetim anlayışıyla bu tür düzenlemelerin
gerçekleştirilmesi mümkündür (Bernstein, 2002, s. 33).
Bir ülkenin toplam doğurganlık oranı düştükçe, 15 yaş altı nüfus, çalışma çağındaki
yetişkin nüfusa (15-64 yaş arası) oranla azalmaya başlar ve bu azalış, çocuk bağımlılık
oranının da azalması anlamına gelir. Bu oranın azalması ise, her bir çocuğun eğitimi,
sağlığı ve refahına yatırım yapabilmek için daha fazla kaynağa sahip, daha küçük
ailelerin oluşumuna zemin hazırlar. Geçimi üstlenilecek daha az insanın olmasıyla, eğer
doğru sosyal ve ekonomik politikalar geliştirilir ve yatırımlar yapılırsa, bir ülke hızlı
ekonomik büyüme için bir fırsat penceresine sahip olacaktır. Çocuk bağımlılık oranı
azaldığı müddetçe pencere açık kalacaktır. Bununla birlikte nihayetinde, 65 yaş ve üzeri
insanların nüfus içindeki oranı artmaya başlayacak ve bu artış ilk demografik kazancın
sonunun habercisi olacaktır. Demografik bir perspektiften bakıldığında, nüfusun yaş
yapısındaki bu değişiklikler, demografik kazancın içinde yer alabileceği bir süreyi
tanımlamaktadır. Ancak, nüfusun yaş yapısındaki değişiklikler hızlı bir ekonomik
büyümeyi garanti etmemektedir. Demografik kazanç otomatik değildir ve gerçekleşmesi
bir takım politikalar ve yatırımların oluşturulmasına bağlıdır (Nüfus Referans Bürosu,
2012, s. 3).
Demografik kazancın elde edilebilmesi, hızlı bir ekonomik büyümenin
sağlanabilmesi ve yoksul yanlısı eşitlikçi politikalarla yoksulluğun azaltılabilmesi için
oluşması gereken şartlar Nüfus Referans Bürosu (PRB) (2012) tarafından şu şekilde
özetlenmiştir:
i) Değişen nüfus yapısı: Demografik kazancı elde edebilmek için ülkeler ilk
olarak doğurganlığın azaltılmasına odaklanmalıdırlar. Bu amaca ulaşmada
anahtar stratejilerden biri kadın ve erkeklere, kendi rızalarıyla, aile planlama
bilgi ve hizmetlerinin sağlanmasıdır. Diğer faktörler, özellikle eğitim ve çocuk
ölümlerinde azalma aile planlamasına ve doğurganlığın azalmasına katkıda
bulunmaktadırlar. Kadınlar modern doğum kontrol yöntemlerini
kullandıklarında bir ülkenin nüfus yapısı değişmeye başlamakta ve demografik
kazanca zemin hazırlanmaktadır.
ii) Kadın ve çocuklara yönelik sağlık yatırımları: Demografik kazancın elde
edilmesi, sağlıklı bir toplumu gerektirmektedir. Doğum sonrası çocukların
hayatta kalmalarına yönelik yatırımlar, düşük doğurganlık düzeylerinin
sürdürülmesinde anahtar rol oynarlar. Çocukların hayatta kalma oranı arttıkça, 105
Daha küçük bir aile isteği ve dolayısıyla aile planlamasına olan talep artacaktır.
Sahra-altı Afrika’da çiftler hala geniş ailelere sahip olmak istemekte, ancak,
küçük ailelerde her bir çocuğun hayatta kalma şansının artacağını fark ettikçe
bu yöndeki istekler değişmektedir
Çocukların eğitimden en iyi şekilde fayda sağlayabilmeleri için sağlıklı olmaları ve
okula devam etmeleri gerekmektedir. Yaygın hastalıklara karşı bağışıklık ve korunma
sağlayan sağlık programları, çocukların okulda başarılı olmalarına ve uzun dönemde
daha iyi becerilere sahip çalışanlar olmalarına yardımcı olmaktadır. İyi beslenme
bebekler ve çocukların zihinsel gelişimini desteklemekte ve çocuk sağlığının
sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır.
Doğum öncesinde uygun sağlık ve bakım hizmetlerinin sağlanması, bebek ve anne
ölümlerinin azaltılmasında kilit rol oynamaktadır. Genç kadınların, sosyal, psikolojik ve
****olojik açılardan hazır oluncaya dek ilk doğumlarını ertelemeleri de bebek ve anne
sağlığının gelişmesinde etkilidir. Tüm bunlara ilave olarak, yeterli sağlık hizmetlerini ve
gereçlerini ve bu hizmetleri yerine getirecek eğitimli sağlık personelini bir araya
getirecek şekilde, sağlık sisteminin de güçlendirilmesi gereklidir.
iii) Çocuk ve gençlerin eğitimi: Ülke ekonomisinin büyümesi için kızlar ve
erkeklerin eğitilmesi gereklidir. Kızlar açısından, özellikle orta eğitim
evlilik ve doğumun ertelenmesinde yardımcı rol üstlenmektedir. Ülkeler
demografik kazanç elde etmeye başladıklarında, eğitim politikalarını,
değişen emek piyasası ihtiyaçlarına uyarlamak durumunda kalırlar. Daha
etkin ve katma değeri yüksek tarımsal üretimde çalışanların yanı sıra, emek
yoğun işlerde çalışanlar ve vasıfsız işçilerde eğitim ihtiyacı duyacaklardır.
Ekonomi büyüdükçe ve çeşitlilik kazandıkça, çalışanlar işletmecilik,
teknoloji ve benzeri diğer alanlarda da beceri, edinme gereksinimi
duyacaklardır.
iii) İyi yönetim anlayışının geliştirilmesi: Eğitim ve sağlığın yanı sıra,
demografik kazancı mümkün kılacak bir çevre için, yerel ekonomilere ülke
içi ve ülke dışı yatırımları çekebilecek iyi bir yönetime ihtiyaç vardır.
Demografik geçiş, ailelerin daha az çocuk sahibi olmalarına ve dolayısıyla
kendilerine ait işlerde ya da diğer işlerde yatırım amaçlı olarak
kullanabilecekleri daha çok gelir ve tasarruf sahibi olmalarına neden 106
olmaktadır. İyi yönetim, ekonomiyi canlandıracak ve istihdam yaratacak
olan yabancı yatırımların ülkeye getirilmesinde hayati öneme sahiptir. Yasal
sistem ve kanun hükmünün geçerliliği, yerel ekonomiye yatırım yapmak
isteyenler için önemlidir. İyi yönetimin diğer unsurları, yolsuzluğun
azaltılması ve etkin olarak faaliyet gösteren hükümetlerdir.
İyi bir yönetim, cinsiyet eşitliğini geliştirmelidir. Cinsiyet eşitliği, gelişmekte olan
ülkelerde kadınların yüz yüze olduğu, aile planlaması önündeki engelleri kaldırarak,
demografik geçişi hızlandırmaktadır. Bu şekilde, kadınlar ev dışında daha çok çalışarak,
ailenin ekonomik refahına daha fazla katkı yapabilmektedir. Daha iyi eğitim almış
kadınlar, daha yüksek ücret alabilecekleri işlerde çalışabilmekte ve elde ettikleri kazancı
çocuklarının beşeri sermayelerini geliştirmekte kullanabilmektedirler. Kredi sağlama ve
miras hakkı gibi konularda cinsiyet eşitliğini gözeten politikalar da, kadınları tasarruf ve
yatırım konularında güçlendiren bir çevre yaratmada önemli rol oynamaktadırlar.
iv) Ekonomik büyümeye yönelik politikalar uygulamak: Ekonomik büyümeyi
teşvik eden politikalar demografik kazancı teşvik etmektedirler. Özellikle,
ticaret politikaları yerel ürünlerin uluslar arası pazarlara ulaşmasını
sağlamakta ve talep yaratabilmektedirler. Politikalar, insanları tasarruf ve
yatırma teşvik etmek için gereklidirler. Yatırımlar için ayrıca, karlı getiri
sağlayabilecek bankalar ve diğer finansal kurumlara ihtiyaç bulunmaktadır.
İşgücünün boyutu büyüdükçe ve ekonomi çeşitlilik kazandıkça, esnek ve
farklı becerilere sahip işgücü önem kazanmaktadır. Bir başka önemli husus,
ücretlerin, piyasa koşullarına göre artabilir ya da azalabilir şekilde
ayarlanabilir olması gerekliliğidir. Yerli ve yabancı yatırımları teşvik için
vergi düzenlemeleri ve limanlar, yollar, ulaşım ve iletişim temel altyapısı da
demografik kazancı elde etmek için gerekli politika ve düzenlemeler
kapsamında bulunmaktadır (Nüfus Referans Bürosu, 2012, s.3-5).
Ülkelerin, ekonomik büyüme ve yoksulluğu azaltmada demografik kazançtan ne
oranda yararlanacağı, bu politik koşullara nasıl tepki vereceklerine bağlıdır.
Doğurganlık azalışı tek başına, demografik kazanç elde etmek için yeterli olmayıp,
eğitim, sağlık, yönetim ve ekonomi politikalarının bir bileşimi de gerekli koşuldur.
Bunlara ilaveten, demografik kazancın elde edilmesi, bir ülkenin, küresel ekonomik 107
değişiklikler, savaşlar ve teknolojik gelişmeler gibi dışsal dışsal faktörlere nasıl tepki
verdiğine de bağlıdır (Nüfus Referans Bürosu, 2012, s. 5-6).
Demografik geçiş sırasında, ölüm oranlarının azalmasını doğurganlığını
azalmasının izlemesi ve doğurganlık azalışının belli bir gecikmeyle meydana gelmesi
neticesinde ortaya çıkan nüfus patlaması kuşağının çalışma çağına erişmesiyle bir
demografik fırsat penceresi açılmaktadır. Bir defaya mahsus ve geçici nitelikteki bu
pencere, ülkeler için ekonomik büyüme şansı yaratmaktadır. Bu şansı kullanabilmek
için ise, ülkelerin demografik kazancı elde etmeye yönelik uygun politikaları
uygulamaya koymaları gereklidir. Aksi takdirde, sayısı artan çalışma çağındaki nüfus,
ülkelere ekonomik ve sosyal sorunlar getireceklerdir. Görüldüğü gibi demografik geçiş
otomatik olarak demografik kazanca, yani ekonomik büyümeye yol açmamaktadır.
Yoksulluğun azaltılmasında, demografik kazanç ve ekonomik büyümenin rolü
oldukça önemlidir. Dünya üzerinde, demografik geçiş sürecini başarılı şekilde
değerlendiren ülkelerde yoksulluk oranlarının düştüğü (Doğu Asya ve Latin Amerika
gibi), geçişe henüz başlamamış ya da yeni başlamış olan ülkelerin ise (Sahra-altı Afrika
ve Güney Asya), yüksek oranlı yoksullukla karşı karşıya olduğu gözlemlenmektedir.
Ancak, ekonomik büyüme, otomatik olarak yoksulluğu azaltmakta mıdır? Sorunun
cevabı şu şekilde olacaktır; “ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltabilmesinin koşulu,
yoksul yanlısı ve eşitlikçi politikaların uygulanması koşuluyla evet” olacaktır.
Ghatak (1978), gelişmekte olan ülkelerin bazılarında, oldukça hızlı ekonomik
büyümeye rağmen, yoksulluğun, mutlak olarak, devam etmesinin ve eşitsizliğin göreli
olarak artış göstermesinin, kalkınma iktisadının da önemli bir ilgi alanı olduğunu
belirtmiştir. Ghatak, son yıllarda görülen gelir dağılımı eşitsizliğinin, toplam büyümeyi
temel politik amaç olarak kabul eden düşüncenin sorgulanmasına neden olduğunu ifade
etmiştir (Ghatak, 1978, s. 220).
Ekonomi politikası araştırmaları, yoksulluğun azaltılma hızının, ortalama gelir
artışı, önceki eşitsizlik düzeyi ve eşitsizlik düzeyindeki değişmelere bağlı olduğunu
göstermektedir. Yoksulluk azalışı, özellikle, ortalama gelir artış oranının en yüksek ve
eşitsizliğin (gelir ya da varlık dağılımında) en düşük olduğu ülkelerde ve gelir artışının,
eşitsizlik azalışıyla birlikte gerçekleştiği durumlarda en hızlı şekilde gerçekleşmektedir.
Buna ilaveten, çalışmaların çoğunluğu, önceki gelir ya da kaynak eşitsizliğinin yanı sıra
cinsiyet eşitsizliğinin de yüksek oranlı olmasının, yoksulluğun azaltılması çabaları için
zararlı olduğunu göstermektedir. Yoksul yanlısı ekonomik büyümenin politika etkileri
oldukça nettir. Büyümeyi teşvik eden politikaların yanı sıra, gelir eşitsizliğini düzeltici 108
politikaların ikisi birlikte hem yoksul yanlısı büyümeyi hem de yoksulluk azalışını
teşvik edeceklerdir (Klasen, 2005, s. 9-10).
Yoksulluğun azaltılması, kalkınmanın da ana amacı haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu amaca, ekonomik kalkınma ve/veya gelir dağılımı yoluyla ulaşılabilmesi mümkün
olarak görülmektedir. Büyümenin yoksullara sağlayabileceği faydalarla ilgili konular
1990’larda kalkınma politikalarının önceliği haline gelmiştir. Ortaya çıkan uzlaşı ise,
ekonomik büyümenin yalnız başına, yoksulluğu azaltmada yetersiz bir araç olacağı
yönündedir Yoksulluğa yapılan vurguyla bağlantılı olarak, gelir ve kaynakların yeniden
dağılımına yönelik politikalar giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dağıtımla ilgili
meseleler ve yoksulluğun azaltılmasını birlikte ele alan bir politika gündemi, ekonomik
büyüme ve yoksulluk azalışının gerçekleşmesini mümkün kılabilecektir (Son ve
Kakwani, 2004, s. 1).
Tablo 25
Gini Katsayıları ve Kişi Başı GSYİH Değişmeleri, 1990-2006 (%)
GİNİ
BÜYÜME KATSAYISI
ORANI DEĞİŞİMİ
ÜLKE (%) (%)
Şili 3,8 -2,5
Panama 1,6 -2,9
Arjantin 1,6 1,8
Kosta Rika 1,4 5
Uruguay 0,7 -4
Meksika 0,7 -5,2
Bolivya 0,2 1,6
Brezilya 0,2 -1,3
Ekvador -0,6 4,4
Honduras -0,9 -3,4
Venezuela -1,1 -3
Paraguay -1,4 5,7
Ortalama 0,5 -0,3
Kaynak: ECLAC, 2007 ve Ros, 2009, s. 4
Tablo.25, Latin Amerika ülkelerinde Gini Katsayısı ve kişi başı GSYİH arasındaki
ilişkiyi yansıtmaktadır. 1990-2006 arasında, neredeyse tüm bölge ülkelerinde Gini
katsayısı değerleri düşüş göstermiş, bir başka ifadeyle, gelir dağılımı eşitsizliğinde
azalış görülmüştür. Aynı dönemde kişi başı GSYİH değerlerinde artış kaydedilmiştir. 109
Venezuela’da ekonomik küçülme görülmesine rağmen, Gini katsayısının değerinin
azalması, uygulanan sosyal ve ekonomik politikalara bağlanabilirken, Paraguay’da
ekonomik küçülme ve gelir eşitsizliği artışı birlikte görülmüştür. Bu veriler, sadece
ekonomik büyümenin gelir eşitsizliğini ortadan kaldırmadığının, bunun için doğru
politikaların uygulanması gerektiğinin bir göstergesi olmaktadır.
Haq (1995), ekonomik büyüme ve insanların tercihleri arasında daha güçlü bir bağ
kurmanın yoksulluğun azaltılması açısından önemli sonuçlara neden olacağını, ancak bu
bağın kurulabilmesi için, kapsamlı bir toprak reformu, artan oranlı bir vergi sistemi,
yoksul insanlara destek sağlayacak yeni kredi sistemleri, sosyal hizmetlerin
genişletilmesi, insanların politik ve ekonomik alanlara girişlerinin önündeki engellerin
kaldırılması, fırsat eşitliği sağlanması ve piyasalar ve kamu politikalarının göz ardı
ettiği insanlar için geçici sosyal güvenlik ağları oluşturulmasını önermiştir. Bu tür
politikalar hayati öneme sahiptir ve ülkeden ülkeye farklılık göstermelerine rağmen,
bazı yönlerden benzerdirler (Haq, 1995. S. 15). Görülmektedir ki, demografik kazanç
nasıl otomatik olarak elde edilemiyorsa, aynı şekilde, bu kazancın ekonomik büyümeye
dönüşmesi, ekonomik büyümenin de yoksulluğu azaltması, belli şartlar oluştuğunda
gerçekleşebilmektedir.
4.3.Türkiye’de Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi
Dünya nüfusu küresel olarak bir demografik geçiş süreci yaşarken, Türkiye de,
20.yüzyılda, kendi demografik yapısında önemli değişimler geçirmektedir. Türkiye’de
yapılan ilk resmi nüfus sayımı, 20.yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Türkiye
nüfusunun 13,6 milyon olduğunu ortaya koymuştur. 2000 yılında gerçekleştirilen nüfus
sayımı sonuçlarına göre ise Türkiye nüfusu 67,4 milyondur (TÜİK, 2006, Akt: Yavuz,
2008, s. 133). Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) nüfus hesaplamalarına göre 2007
yılında Türkiye nüfusu 74 milyon olarak tahmin edilmiştir Bu tahmin doğrultusunda
Türkiye nüfusunun, son 80 yılda 5,4 kat arttığını görülmektedir (TÜİK, 2006, Akt:
Yavuz, 2008, s. 133). Son yapılan resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre (2011) nüfusu
74 milyonun üzerinde olan Türkiye dünyanın fazla nüfusa sahip ülkelerinden biridir.
Türkiye, dünya üzerinde en kalabalık nüfusa sahip 20 ülke arasındadır ve Batı Asya’nın
en kalabalık, Avrupa’nın ise, Almanya’nın ardından ikinci kalabalık ülkesidir (Nüfus
Referans Bürosu, 2006, Akt; Yavuz, 2008, s. 133). 110
Türkiye’de yaşanan demografik geçiş süreci, sadece nüfusun büyüklüğünü değil,
nüfusun yaş yapısını da önemli ölçüde değiştirmiştir. Doğurganlık hızının azalması,
bağımlılık oranında azalışa neden olmuş, bu durum Türkiye için bir fırsat penceresi
şansı yaratmıştır. Bu fırsat penceresi kapanmadan elde edilebilecek demografik
kazancın ekonomik büyümeye dönüştürülebilmesi, diğer gelişmekte olan ülkelerde
olduğu gibi yoksulluğun azaltılması açısından hayati öneme sahiptir. Ancak,
Türkiye’nin bu hedeflere ulaşabilmesi için gerekli sosyal ve ekonomik politika ve
düzenlemeleri hayat geçirmesi zorunludur.
4.3.1.Türkiye’de Demografik Geçiş
Cumhuriyetin ilanından günümüze dek Türkiye’nin demografik yapısı bir takım
değişimler geçirmiştir. Bu değişimler, modern Türkiye’de yaşanan en önemli olaylar
arasında anılmaktadırlar. Bu dönem boyunca nüfusun neredeyse tamamı yenilenmiştir.
Bununla birlikte, bu yenilenme süreci, nüfusun niteliklerinin değişmediği basit bir
çoğalma süreci olarak algılanmamalıdır. Günümüzde nüfusun yaş yapısını oluşturan yaş
grupları ve iki cinsiyet arasında yeni bir denge kurulmuştur. Nüfusun büyüklüğü,
coğrafi dağılımı ve yerleşme yoğunluğu büyük ölçüde değişime uğramıştır. Bir başka
ifadeyle, Cumhuriyet öncesi nüfus nitelikleri artık geçerliliğini yitirmiş durumdadır.
Günümüzde, Türkiye’de kentleşme oranı yükselmiş, sağlık koşulları iyileşmiş ve
insanların yaşam süresi uzamıştır. Bireysel farklılıklara rağmen, aileler fazla çocuk
sahibi olmamaktadırlar. Bu değişimler Türkiye’nin sosyal, politik ve yaşamını büyük
ölçüde etkilemekte ve bu değişimlerin etkilerinin yakın gelecekte de görülmeye devam
edeceği bilinmektedir (DİE, 1995, s. 3).
Türkiye’nin bugüne dek yaşadığı ve gelecekte de gerçekleşmesi beklenen
demografik değişiklikler demografi literatüründe demografik geçiş olarak
adlandırılmaktadır. Dünya üzerinde neredeyse tüm ülkeler demografik geçişi bir şekilde
yaşamışlardır ya da yaşamaktadırlar. Demografik geçişin her örneğinde, nüfus kısmen
düşük hale gelinceye ya da bir şekilde dengede oluncaya dek azalmakta, sonrasında ise
nüfustaki büyüme sona ermektedir (DİE, 1995, s. 3).

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
ülkelerde


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
800 milyon üyesi var, gözü bu ülkelerde! Deep İnternet Dünyasından Haberler 0 20 Ocak 2012 19:47
'Sansür'cü ülkelerde ilk 10'a girdik!.. KarakıZ Ağ, Network ve Networking 0 26 Ekim 2011 21:21
Çeşitli ülkelerde 1848 Devrimleri Deinonychus Tarih 0 07 Mayıs 2011 18:19
Bu ülkelerde internet uçuyor! Slipknot Ağ, Network ve Networking 0 21 Eylül 2010 14:57